53. Bölüm

53.Yandığım kadar yakıyorum

Mavi Yazar
maviyazarr

GÖZYAŞINDAN KÜLLERE adlı kitap İlk bölümünü yayınlamayı düşünüyorum sizce?

Yorum yapmak çok mu zor benim ne eksiğim var diğerlerinde kendimi ezik gibi hissediyorum 😕😕

Zümra kendini sürekli belaya sokuyor tam bir Queen ben katilim demesi nahshsjajsjaj

 

Yorum yapmayı ve oy vermeyi unutmayın 🥰

 

Keyifli Okumalar canlarım ♥️

Bu arada son bir şey kitaplarımı başkalarına öneri misiniz 🙈🙈

 

Bu topraklarda kaç kişi kan davası yüzünden istemediği bir evliliğe mahkûm edildi? Kaç sevda mahşere kaldı? Kaç yürek sevdiğinin başkasına yar olduğunu gördü de sessizce yangınında küle döndü? Canım dedikleri canlarını yaktı… Kimse sormadı geride kalanlara, kalp taşıyorlar mı hâlâ, yoksa içinde kırık cam parçalarından başka bir şey kalmadı mı?

 

Elif’in gidişinin üzerinden tam bir ay geçti. Bir ay… Otuz uzun gün. Kurtuluş Aşireti ile aramızdaki kan davası bitmek bilmedi. Ne ben pes ediyorum ne de onlar. Ama ben, benim yaşadığım hiçbir şeyi Elif’in yaşamasına müsaade edemem. O, benden daha güçlü görünse de aslında kırılgan. Bu hayata dair umutları olan biri. Onun dağılması, yok olup gitmesi için bir an yetebilir. Bunu izleyemem, izlemem!

 

Bervan, günlerdir konağın önünden ayrılmadı. Kendi cehenneminde yanıyor ama benim içimde ona karşı en ufak bir merhamet kalmadı. Affet, içimden gelmiyor. İnsan kendini sırtından hançerleyen birini nasıl affeder? Bana yaptıklarını bir anda silip atmak, kendime yapacağım en büyük ihanet olur. Kendi acımı yok saymak olur. Oysa ben unutmam… Unutamam! Kaç defa ondan bir parça istemediğimi düşündüm ama var olan bir cana kıymak istemedim. Ne kadar nefret etsem de içimde bir yerlerde adalet duygusu hep ağır basıyor. Ama bu, onu affedeceğim anlamına gelmiyor.

 

Düşünmekten yoruldum. Aynı düşünceler, aynı çıkmaz sokaklar… Ama pes etmek? O bende yok!

 

Sabah erkenden uyandım. Yataktan doğrulurken omuzlarımın ağırlığını hissettim. Sıcak bir duş alıp kendime gelmeye çalıştım. Havalar iyice soğumuştu, bu yüzden kahvaltı masası içeride hazırlanmıştı. Saçlarımı sıkı bir at kuyruğu yaptım, aynaya son bir kez bakıp salona yöneldim. İçeriden tanıdık sesler geliyordu.

 

Kapıyı açtığımda gözlerim gördüğüne inanmakta zorlandı.

 

Efnan ve Kadir abi… Sadece görüntülü konuşmalarda gördüğüm, sesini duyduğum yüzler şimdi karşımdaydı. Efnan, beni gördüğü anda yerinden fırlayıp hızla bana doğru koştu. Kollarını boynuma doladı, sıkıca sarıldı. Şaşkındım. Birkaç saniye sonra kendime gelip ben de ona sarıldım. İçindeki özlemi hissedebiliyordum, tıpkı benim içimde hissettiğim gibi.

 

Efnan, sarılmayı bırakıp birkaç adım geri çekildi. Gözleri ışıl ışıldı ama içinde sakladığı hüzün yüzünden okunuyordu.

 

Efnan: “Özledim, teyze kızı!”

 

Zümra: “Ne zaman aradın ya da geldin? Nedir bu özlemin sebebi?”

 

Sesimde hafif bir sitem vardı ama aslında onun burada olması içimi ısıtmıştı.

 

Efnan, dudaklarını büzerek yerine oturdu. Kendi kendine homurdanıyordu. “İyilik yaramıyor buna,” diye mırıldandı. Tam o anda arkasında gülmemek için kendimi zor tuttum.

 

Zümra: “Hoş geldin, Kadir abi.”

 

Kadir: “Hoş bulduk, teyze kızı.”

 

Zümra: “Hayırdır, bir sorun mu var?” diye sorduğumda, Kadir abi gözleriyle onayladı.

 

Tam o esnada babam içeri girdi. Kadir abi ve Efnan hemen ayağa kalkarak saygılarını gösterdiler. Bu topraklarda bir büyük içeri girdiğinde herkes ayağa kalkardı. Ama ben… Ben babama bakmamayı seçtim.

 

Beni yok saymayı seçen bir adamı, ben de yok sayıyordum.

 

Babam, tam karşıma geçip oturdu. Gözleri sert, sesi otoriterdi.

 

Mehmet Ağa: “Sabah sabah kocanla ben uğraşmak zorunda mıyım, Zumram? Son bir aydır peşimde dolaşıyor!”

 

Zümra: “Başıma sen bela ettin, Mehmet Ağa! Uğraşmak da senin işin.”

 

Mehmet Ağa: “Zümraaa… Boşanıyor musun, ne yapıyorsan yap! Ama kapıma bir daha gelmesin!”

 

Öfkemi zor bastırdım.

 

Zümra: “Bir aydır deniyorum ama ne zaman dava açsam, aynı saat içinde iptal ediliyor! Sen yap yerime ya da izin ver, kafasına sıkayım!”

 

Babamın yüzü gölgelendi.

 

Mehmet Ağa: “Katil misin sen?”

 

Zümra: “Evet!”

 

Bu kadar net!

 

Babam derin bir nefes aldı, tam konuşacağı sırada annem araya girdi.

 

Annem: “Yeter, Ağa! Bırak, kendileri halletsin. Kızım haklı!”

 

Babam, anneme tek kıyamazdı. Bu yüzden konu orada kapandı. Kahvaltıyı yaptıktan sonra Kadir ve Efnan’la çalışma odasına geçtik.

 

Çalışma odasına üç kahve ve bir davetiye geldi. Efnan, davetiyeyi eline alır almaz gözleri doldu. Sonra gözyaşları usulca yanaklarından süzüldü.

 

Zümra: “Konu ne?”

 

Kadir: “On üç yaşında bir kız çocuğu…”

 

Zümra: “Açık konuş abi!”

 

Kadir: “Kan davası yüzünden on üç yaşındaki kız çocuğunu bedel olarak vereceklermiş. Konuya babam ve birçok ağa dâhil oldu ama oğlunu vuran aile, bedel olarak Zeynep’i istiyor!”

 

İçim buz kesti.

 

Zümra: “Anladım.”

 

Kadir: “Bugün tekrar toplanacaklar, son kez. Zumra, kız daha on üç yaşında!”

 

Telefonumu çıkarıp birkaç yeri aradım. Bizim konakta toplanmalarını söyledim. Bana karşı çıkmaya cesaret edemezlerdi. Hepsi kabul etti.

 

Zümra: “Bir saat sonra burada olurlar. Gelelim sana, Efnan. Senin derdin ne?”

 

Kadir yerinden kalktı.

 

Kadir: “Ben sizi yalnız bırakayım,” dedi ve çıktı.

 

Efnan başını eğdi, sesi titriyordu.

 

Efnan: “Benim derdime derman yok, teyze kızı…”

 

Zümra: “Sen anlat, o zaman bakarız var mı, yok mu?”

 

Efnan: “Miran, halasının kızıyla evleniyor. O gelen davetiye onundu… Canım yanıyor, teyze kızı!”

 

Zümra: “Haberim var. Gideceğim, onu da ziyaret edeceğim. Ama vazgeç! Ya sen gittikten sonra kuma gelseydi? Ya da daha çok yansaydın? Unut canını yakanı! Unut… ama canının yandığını unutma!”

 

Efnan bana baktı, gözlerinde hüzün ve merak vardı.

 

Efnan: “Sen nasıl dayanıyorsun?”

 

Gülümsedim. Acı bir gülümsemeydi.

 

Zümra: “Yandığım kadar yakıyorum.”

Efnan’ın gözleri kocaman açıldı. Sözlerimi anlamaya çalışıyordu. Belki de ilk kez beni gerçekten tanımaya niyet ediyordu. Ama Efnan’ın bilmediği bir şey vardı: İnsan bazı acıları anlatamaz, sadece yaşar. Ve ben… Ben o yangının içinde kavrulmayı çoktan kabullenmiştim.

 

Efnan: “Yandığın kadar yakmak mı? Bunu nasıl yapıyorsun, Zümra?”

 

Başımı yana eğdim, dudaklarımı hafifçe kıvırarak gülümsedim. Kelimeler bazen fazlaydı. Bazı şeyleri insan yaşayarak öğrenirdi.

 

Zümra: “Bazen en büyük intikam, hayatta kalmaktır, Efnan. Sana diz çökmelerini beklerken sen dimdik yürümeye devam edersin. Kendi yangınlarını söndüremeyenler, senin küllerinden doğduğunu görünce yanar.”

 

Efnan, gözleri dolu dolu başını yere eğdi. O, hâlâ geçmişi bırakmamak için direnirken, ben ona bırakmanın bazen tek kurtuluş olduğunu anlatmaya çalışıyordum. Ama anlamıyordu. Anlaması için belki de daha çok yanması gerekiyordu.

 

Zümra: “İçinde hâlâ bir umut varsa, git ona sor. Eğer gözlerinin içine baktığında o umudu kıran tek kelime bile ederse, işte o zaman geri dönme.”

 

Efnan derin bir nefes aldı, gözlerini kapattı. Ellerini avuçlarının içinde sıktığını gördüm. Onun için bu konuyu konuşmak bile işkenceydi. Ama bazen gerçekleri kabul etmek, acıyı kabullenmek zorundaydık.

 

Tam o sırada kapı aralandı. Kadir abi içeri girdi. Yüzü gergindi, belli ki içeride konuşulanlardan rahatsız olmuştu.

 

Kadir: “Zümra, adamlar geldi. Seninle konuşmak istiyorlar.”

 

Başımla onayladım. Ayağa kalkarken göz ucuyla Efnan’a baktım. Gözleri hâlâ dalgındı ama en azından içindeki fırtınayı biraz da olsa dindirmiştim.

 

Zümra: “Bunu sonra konuşuruz, tamam mı?”

 

Efnan başını salladı. Bir şey demedi. Belki de söyleyecek bir şeyi yoktu.

 

Çalışma odasından çıkıp, konağın büyük misafir salonuna doğru ilerledim. Burası yıllardır kararların alındığı, hayatların değiştiği bir yerdi. Bugün de öyle olacaktı.

 

İçeri girdiğimde, salonun içinde toplanmış adamları gördüm. Babam, Kadir abi, bazı aşiret büyükleri ve karşı taraftan birkaç kişi daha vardı. Hepsi gözlerini bana çevirdi.

 

Mehmet Ağa: “Sonunda geldin.”

 

Gözlerimi babama diktim. Onun memnuniyetsiz bakışlarına aldırmadan, salonun en başındaki yerime yöneldim ve oturdum. Karşımda, Zeynep’i bedel olarak isteyen adam oturuyordu. Yüzü ifadesizdi ama içindeki hırs ve nefret gözlerinden okunuyordu.

 

Zümra: “Meseleyi anlatın.”

 

Karşımdaki adam, derin bir nefes alıp konuşmaya başladı.

 

Adam: “Kan davası kolay kolay bitmez. Oğlumu öldürdüler, biz de bedel istiyoruz. Bunu aşiret büyükleri de uygun gördü.”

 

İçimdeki öfkeyi kontrol etmeye çalışarak başımı iki yana salladım.

 

Zümra: “On üç yaşında bir çocuğu bedel olarak istiyorsun, öyle mi?”

 

Adam gözlerini kaçırdı. İlk defa biri ona bunu böyle açıkça soruyordu. Ama ben devam ettim.

 

Zümra: “On üç yaşında bir kız çocuğunu, babasının işlediği bir suç yüzünden kurban etmek mi adalet?”

 

Sessizlik oldu. Babam, gözlerini bana dikti. Adam, dudaklarını ısırdı. Bu sefer kararları sorgulayan biri vardı karşılarında.

 

Adam: “Biz kanunları kendimize göre uygularız.”

 

Güldüm. Acı, öfkeli bir gülüştü.

 

Zümra: “Öyle mi? O zaman kanunu değiştiriyorum. O kız size verilmeyecek. Başka bir bedel de verilmeyecek.”

 

Salonda buz gibi bir hava esti. Adam, gözlerindeki öfkeyle bana baktı.

 

Adam: “Sen kimsin de bizim işimize karışıyorsun?”

 

 

Yavaşça geriye yaslandım. Gözlerimi gözlerine diktim.

 

ZÜMRA

Ben, Zümra, Aldanoğlu ve Arslanoğlu aşiretinin hanım ağası, Mehmet Ağa’nın varisiyim. Ve bundan sonra, benim doğduğum topraklarda hiçbir kadın bedel olarak verilmeyecek.

Torunun yaşındaki bir kızı sana kurban etmem!

 

Sözlerim salonun içinde yankılanırken ağır bir sessizlik çöktü. Bu sessizlik, sadece insanların nefes alışlarını duyabileceğim kadar yoğundu.

Kadir abi bile şaşırmıştı, yüzünde donuk bir ifade vardı. Babam ise gözlerini kısmış, beni dikkatlice inceliyordu.

 

Karşımda oturan adam, hiddetle ayağa kalktı. Gözlerindeki öfke, yüzüne de yansımıştı.

 

Adam:

“Kadın başına, erkek işine karışma!”

 

Sesi, odadaki diğer erkeklerin düşüncelerini de yansıtıyordu. Aşiret büyükleri, onun bu cümlesine destek verircesine homurdanmaya başladılar.

Ama benim için bu sözlerin hiçbir hükmü yoktu. Bu cümleyi daha önce de çok duymuştum.

 

Ve bu sözleri söyleyen herkesin nasıl susturulacağını çok iyi biliyordum.

 

"Şahin!"

 

Adımı haykırdığımda, kapının yanında bekleyen adam hızla içeri girdi. Şahin, çocukluğumdan beri tanırdım. Sadakatinden asla şüphe duymadığım tek adamdı.

Belindeki silahı tereddüt etmeden çıkardı ve bana uzattı.

 

Ben de tereddüt etmeden silahı aldım.

 

Tetiğe bastığım an, tek bir silah sesi salonun içinde yankılandı.

 

Karşımda duran adam, gözleri kocaman açılmış halde yere yığıldı. Birkaç saniye boyunca herkes donup kaldı.

Birkaç dakika önce kendini büyük gören adam, şimdi yerde cansız yatıyordu.

 

Ölümün kokusu ağır ağır havaya karışırken, ben gayet sakindim. Bu, olması gerekendi.

 

Gözlerimi yerde yatan cesetten ayırmadan, adamın oğluna çevirdim. Genç adam, babasının cansız bedenine birkaç saniye boyunca baktı.

Sonra gözlerini bana kaldırdı.

 

Ne öfke vardı gözlerinde…

Ne de intikam arzusu…

 

Zümra:

 

“Al götür leşini. Soran olursa ‘Zümra Aldanoğlu yaptı’ dersin.”

 

Genç adam birkaç saniye durdu. Sonra gözleri yere düştü. Başını hafifçe öne eğerek konuştu.

 

Genç Adam:

 

“Babam hak etti, Zümra bacım. Kızımdan küçük bir cici annem vardı. Kan davası yoktur. Hak eden, hak ettiğini bulmuştur.”

 

Sesi sakindi, içinde ne hüzün ne de isyan vardı. Bunu kabul ediyordu.

 

Bir şey söylemeden hızla salonu terk etti. Birkaç dakika sonra içeriden adamları geldi ve yerde yatan cesedi alıp götürdüler.

 

Ben hâlâ yerimden kıpırdamamıştım. Gözlerim aşiret büyüklerinin üzerindeydi.

 

Onlar ise homurdanmaya başlamıştı. Bazıları memnuniyetsizce başlarını sallıyor, bazıları ise şaşkınlıkla beni izliyordu.

 

Korkuyorlardı.

Ve bu iyiydi.

 

Onlara doğru bir adım attım. Sesimi olabildiğince sert ve net tuttum.

 

Zümra:

 

“Herkese söyleyin! Bu topraklarda bir daha kadınlar bedel olarak sunulursa, sonu böyle olur!”

 

Sesimde tek bir tereddüt bile yoktu. Kimse tek kelime edemedi.

 

Gözlerimdeki kararlılığı gördüler.

Benim geri adım atmayacağımı biliyorlardı.

 

O yüzden susmayı tercih ettiler.

 

Başımı dik tutarak salonu terk ettim.

 

 

Bu topraklarda yeni bir düzen başlıyordu.

 

Ve bu düzeni ben yazacaktım.

 

Koridorda ilerlerken adımlarımın sesi taş duvarlarda yankılanıyordu. Kimse önümde durmaya cesaret edemezdi.

Ben, Zümra Aldanoğlu.

 

Benim kanunum, benim sözüm.

 

 

Çalışma odama geldiğimde kapıyı sertçe açtım. Oda loştu, yalnızca masa lambasının ışığı titrek bir gölge bırakıyordu.

 

Kapıyı kapatıp masanın başına geçerken göz ucuyla bana döndü. Bakışları hem endişeli hem de gururluydu.

O esnada Kadir abi de benim ardım sıra içeri gelmişti.

 

Kadir:

“Bunu yapacağını bilmiyordum.”

 

Bardağa koyduğu çaydan bir yudum aldı. Sakin görünmeye çalışıyordu ama içinde fırtınalar koptuğunu biliyordum.

 

Oturduğum sandalyede geriye yaslanarak kollarımı göğsümde kavuşturdum.

 

Zümra:

“Beni yeni tanıyorsun, Kadir abi. Yapmam gerekeni yaptım.”

 

Kadir abi başını iki yana salladı. Beni yıllardır tanıyordu ama eski ve beni bazı şeyleri kabullenmek onun için bile zor olacaktı.

 

Kadir:

“Bu işin sonu nereye varacak, Zümra?”

 

Kahkaham odada yankılandı. Bu sorunun cevabını biliyordum.

 

Ona doğru eğilip gözlerinin içine baktım.

 

Zümra:

“Bu işin sonu benim yazdığım gibi olacak. Kadınlar mal değildir, Kadir abi. Eğer bunun bedelini ödeyeceksem, en ağırını öderim.”

 

Kadir abi derin bir nefes aldı. İçinde sakladığı o baba yarısı tavrıyla omuzlarını dikleştirdi.

 

Kadir:

“Senin gibi birini ne gördüm ne de duydum, kızım.”

 

Gülümsedim. Bu topraklarda bir kadın güçlü olamazdı, değil mi?

Ama ben vardım. Ve var olmaya devam edecektim.

 

 

_*_

 

Bervan'dan

 

 

Bir aydır her sabah olduğu gibi yine kendimi Aldanoğlu Konağı’nın kapısının önünde buldum. Her gün aynı kısır döngünün içinde sıkışıp kalmış gibiydim. Zihnimde yankılanan düşünceler, göğsümde büyüyen ağırlık, aldığım her nefesi zehir gibi hissettiriyordu. Annem hâlâ yoğun bakımdaydı, makinelerle hayata tutunmaya çalışıyordu. Bir yanım onun gözlerini açmasını beklerken, diğer yanım ise çoktan kaybolmuştu.

 

Dızdar, Mecnun gibi sevdiği kadının peşinde perişan haldeydi. Elif’in peşinden gitmiş, ama ona ulaşamamıştı. Günlerdir kayıptı. Ben ise başka bir cehennemin içinde yanıyordum. Zümra… Beni affetmesi için kaç sabah bu konağın önünde bekledim, bilmiyorum. Ama her sabah olduğu gibi yine istediğime ulaşamadım. O, bana dönmüyordu.

 

İçimdeki öfkeyi ve hayal kırıklığını bastırmak için kendimi şirkete attım. İşlerle meşgul olmak en azından bir süreliğine aklımdaki kaosu susturabilirdi. Evraklara gömüldüm, toplantılara girdim, sürekli bir şeylerle uğraşarak zihnimi başka yönlere çekmeye çalıştım. Ama hiçbir şey, içimde kopan fırtınayı dindirmiyordu.

 

Tam her şeyden kaçmaya çalışırken Kahraman, Cihan’ı bulduğunu ve dağ evine kapattığını haber verdi. Cihan’ı bana teslim edeceğini söyleyerek konağın kapısına attı. Ama ne olduysa o kapının eşiğinde olmuştu. Cihan… Bana gerek kalmadan, ne yaşadıysa kendi kafasına sıkmıştı. O an, zaman durmuştu. Kanın kokusu havaya karışmış, metalin soğuk tınısı zihnime kazınmıştı. Midem kasıldı, boğazım düğümlendi. Yediğim lokma boğazımdan geçmiyordu artık, nefes almak bile eziyet gibiydi.

 

Sevdiğim kadın, yandığı kadar herkesi yakıyordu. Buna ben de dahildim. İçinde taşıdığı öfke, acı, nefret… Onun dokunduğu her şey yanıyor, küle dönüyordu. Ve ben, bu yangının tam ortasındaydım.

 

Dızdar ise dün donmuştu. Elif’i bulamamış, yine kendini dağ evine kapatmıştı. Belki de orada bir mezar gibi bekliyordu, bilinmezliğin içinde kaybolmuştu. Kaç saat geçti bilmiyordum. Zamandan kopmuş, sadece zihnimdeki ağırlığın içinde debeleniyordum. Ama gelen telefonla birlikte içimde bir şeyler koptu. Kanım dondu.

 

Zümra… Yine birine sıkmıştı.

 

Bu kadın, düşman kazanmayı kendine bir eğlence mi sanıyordu? Sürekli kanla, silahla var olmayı mı seçiyordu? Peki ya kendi canı? Ya da karnındaki canlar? Hiç mi düşünmüyordu onları?

 

Telefonu kapattım, derin bir nefes aldım ama içimdeki sıkıntı gitmiyordu. Parmaklarım titreyerek Zümra’yı defalarca aradım. Her çaldığında içimde bir umut kıvılcımı yanıyordu ama o, bir kere bile açmadı.

 

Tekrar arayacağım sırada telefonum titredi. Kahraman arıyordu. Açtım ve o anda duyduğum kahkaha, kanımı daha da kaynattı. Adamın şuursuz sesi, telefondan dışarı taşıyordu.

 

Bervan:

"Ne var lan yine?"

 

Kahraman:

"Ayıp oluyor ama! Duydum, Zümra yenge yine esmiş. Belki seni vurmuştur diye aradım ama yaşıyormuşsun."

 

Bervan:

"Benim mi ölmemi istiyorsun lan, it? Kapat lan!"

 

Kahraman:

"Dur be, ölmeni istemem. Sürün hatta! Zümra yenge topuklarına sıkıp sakat bıraksın seni, hahahaha!"

 

Öfkeyle telefonu suratına kapattım. Kan beynime sıçramıştı. Sanki benim değil de Zümra’nın dostuydu, pezevenk!

 

Nefesim düzensizleşti, ellerim yumruk oldu. Zümra’ya ulaşmam gerekiyordu. Ama nasıl? Yine kendi bildiğini okuyacak, yine bir yangın çıkaracaktı. Ve ben, o yangının içinde küle dönmekten

başka hiçbir şey yapamayacaktım.

 

Ayağa kalkıp masanın üzerindeki dosyaları öfkeyle kenara ittim. Artık burada duramazdım. İçimde kabaran öfke ve endişeyle kapıya yöneldim. Telefonum hâlâ elimdeydi, ekrana tekrar baktım. Zümra’ya defalarca arama düşmüştü ama hiçbirine cevap vermemişti. Kafamın içinde binlerce düşünce yankılanıyordu.

 

Nereye gitti? Kime sıktı? Neden?

 

Bunları öğrenmeden içim rahat etmeyecekti. Hızlı adımlarla otoparka yöneldim, arabaya atladığım gibi gazı kökledim. Şirketin otoparkından çıkarken neredeyse bir araca çarpıyordum ama umurumda değildi. Şu an tek düşündüğüm şey, Zümra’ya ulaşmaktı.

 

Gazı kökleyerek, arabayı hızla şehrin sokaklarında sürerken, aklımda yalnızca bir şey vardı: Zümra. Defalarca aramama rağmen cevapsız kalan telefonlar, içimdeki endişeyi katbekat artırıyordu. Nereye gitmişti? Ne yapıyordu? Sonunda bir yerde durmuş olmalıydı, ama neredeydi?

 

Zümra’nın son yaptığına, hareketlerine bir anlam veremiyordum. Yine bir şeylerin peşinden gitmiş, kendini tehlikeye atmıştı. Ve ben buna bir şekilde engel olmalıydım.

 

Şehir dışına çıkmaya karar verdim. Zümra’nın tehlikede olma ihtimali beni endişelendiriyor, ama onun bu kadar kararlı bir şekilde yalnız kalmasını da istemiyordum.

 

Yol boyunca bir kez daha telefonuma baktım. Zümra’nın numarasına tekrar tıkladım. Bu sefer açmasını umarak aradım. Telefonun öbür ucundan gelen meçhul cevap yoktu, sadece boş bir çınlama sesi.

 

Sonra aniden kafamda bir ışık yandı. Zümra'nın son zamanlarda sıkça gittiği bir yer vardı; O bölgeyi bildiğim için arabayı hızla o tarafa yönlendirdim.

 

Yolda ilerlerken her şey bir an için sanki durmuş gibiydi. Kalbim hızla çarpmaya başlamıştı. Bu kadar hızla gitmek, hislerimi kontrol etmek gerçekten zordu. Zümra ile ilgili aklımdaki soru işaretleri her geçen dakika daha da yoğunlaşıyordu. Kendi kafamda ne kadar çok "belki" olsa da, bir an önce onu bulmalıydım.

 

Dağ yolunun virajlarında dikkatli olmam gerekiyordu, ama Zümra’nın güvenliği her şeyden önemliydi. Şehirden uzaklaştıkça, içimdeki huzursuzluk arttı. Zümra’nın peşinden giderken, neyle karşılaşacağımı bilmiyordum. Ancak onu bulduğumda ne olursa olsun ona zarar vermemiş olmalıydım.

 

Bir süre sonra, o dağ evine doğru giden yolun başlangıcına vardım. Yol kenarında arabayı park ettim. Hızla arabadan inip çevremi kontrol ettim. Her şey sessizdi. Gecenin karanlığında, dağların eteklerine gizlenmiş evin ışıkları loş bir şekilde yanıyordu. Zümra’nın orada olması ihtimali yüksekti.

 

Derin bir nefes alarak eve doğru ilerledim.

Ama kimse yoktu.

Zümra'nın dağ evinde olmadığını fark ettiğimde, içimdeki boşluk büyüdü. Ayaklarım neredeyse yere yapışmış gibiydi.

 

Arabama binip tekrar yola koyuldum. Hızla ilerlerken kafamda binlerce düşünce vardı. Zümra... Sonunda o, beni aramıştı. Telefonda adı belirdiği an içimden bir kıvılcım geçti. Bu defa, Zümra'ydı; zümrüt gözlümdü. Her zaman karşı koyamadığım o ses... Beni arayacak kadar değerli mi hissetti? Yoksa sadece bir nevi hesaplaşmaya mı başlamıştı?

 

Telefonu hızla açıp, beklemeden konuşmaya başladım.

 

Zümra:

"Ne var, Bervan?"

 

Sesindeki soğukluk beni irkitti. Her zaman ki gibi, ama bu kez bir şeyler farklıydı. Yüreğimdeki endişe büyüdü.

 

Bervan:

"Merak ettim, nerdesin, nasılsın? Kime sıktın sen yine?"

 

Sözlerim, aslında gizliden ona olan düşkünlüğümün ifadesiydi. Onun hakkında endişeleniyordum, ama aynı zamanda ne yaparsa yapsın, bir şekilde buna kayıtsız kalamıyordum.

 

Zümra:

"Aklı dengen yerinde mi, Bervan? Sen ağasın, bilmen gerek kime sıktığımı."

 

Ona bu şekilde cevap vermek… Zümra’nın verdiği cevabın bana karşı ne kadar sert olduğunu fark etmedim bile. Bu kadar kararlı, bu kadar duygusuz. İçimi bir acı sardı. Onun için hep var olabilen biri olmak istemiştim, ama belki de hiç böyle biri olamayacağım.

 

Bervan:

"Akıl mı bıraktın be, Zümrüt gözlüm? Yaktın beni, be kadın!"

 

Söylediğim kelimeler, aslında ona karşı kırgınlığımın bir yansımasıydı. Benim için o, her zaman bir karmaşa, bir paradoks olmuştu. Bazen ona acı verirken, bazen de kendini kaybetmiş gibi hissettiriyordu.

 

Zümra:

"Yandığım kadar yakarım, ama yine de seni affetmem. Belki son nefesimde, Bervan ağa, bir daha beni düşünme."

 

Bunlar… O kadar keskin, o kadar acı verici sözlerdi ki, onları duymak boğazımda bir düğüm gibi takılı kaldı. Onun son sözleri, içimde bir kırılma yarattı. Hakkı vardı. Zümra da haklıydı. Onu acıttım, her şeyin en güzelini hak ederken ben onu paramparça ettim.

 

Telefonu yüzüme kapattı. Bu kez, her zamankinden daha güçlü bir boşlukta kaldım. Haklıydı, onun canını yakan bendim. Şimdi sıra ondaydı. Onun duyguları… Hissettiği öfke ve kırgınlık… Yakma sırası ondaydı. O, beni daha çok yakacaktı ve ben de yanacaktım.

Bölüm : 10.02.2025 14:39 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...