
Selam efendiler nasılsınız, bir dönemin sonuna geldiniz peki durumlar nasıl? Umarım hepiniz istediğiniz sonuçları almışsınızdır. -bu yazar okulda pek başarılı değildi- Öyleyse bende sizi kutlamak adına yeni bir bölüm atıyım değil mi? Sizde beni kırmayıp o güzel parmacıklarınızla bol bol oy ve yorum yaparsınız umarım. Çünkü bu kadar az yorum ve oy alınca küçük kalbim çıt diye kırılıyor. Neyse fazla uzatmaya gerek yok.
Oylar verildiyse keyifli okumalar. Öpüldünüz.
ANLAM KAZANAN RENK; KIRMIZI
Bir lodos gözlerimin kıyılarına vuruyor ve bir gemi kirpiklerime çarpıp batıyordu. Geminin mürettebatı duygular, gözlerimin okyanusuna gömülüyor, bir sis perdesi gözlerimin altında yatan enkazın üzerini örtüyordu.
Limanda bekleyen bir adam vardı. O geminin hiç gelmeyeceğini bile bile o limana zincir vuran. Bir adam vardı, kendini bile bile o batan geminin halatına bağlayıp boğulmayı arzulayan.
Korhan Kartal.
Bana uzattığı eli tıpkı bir limanın gemiye uzattığı halat gibiydi. Elini tutmak demek sonu olmayan bir limanda hapsolmak demekti.
Gözlerinden gözlerime doğru akmaya devam eden anlaşılmaz duygular bir bir batıyordu. Aramızdaki sessizlik büyürken zamanın arasına sıkışan iki ayraç gibiydi. Zaman akıp gidiyordu ama biz bizi sıkıştırdıkları arada prangalarımızla yaşıyorduk.
Elini tutmadım.
Elimi tutmadı.
Konuşmadım.
Konuşmadı.
Aramızda asılı duran eli onun bana sunduğu duyguların ölüm fermanıydı. İdama mahkûm olan bu duygular sayısız duygunun katili olan ben için pek bir şey ifade etmiyordu ama bu durumun Korhan için farklı olduğunu biliyordum.
Onun için bu duygu bir istiridyenin içine giren toz tanesine benzerdi. Toz tanesi istiridyenin bedeninde acıyla yoğrularak göz kamaştırıcı bir inciye dönüşürdü. Korhan da ona yabancı olan bu duygu karşısında böyleydi. O yabancı duygu ona acı veriyordu ve bu acı onu inci gibi eşsiz ve karşı konulmaz kılıyordu. Onun sevgisi eşsiz, karşı konulamaz ve acı doluydu.
Kelimelerin bile sustuğu bir ana sıkışıp kalmıştık. Kelimeler susuyor, gözlerinden gözlerime doğru akan anlamsızlık satırlarca konuşuyordu. Onun gözleri benim hikayemde anlaşılmayan bir lisanda yazılan satırlardan ibaretti. O satırlar gururun izlerini, aşkın küllerini barındırıyordu.
"Artık bunu yapmanın bir önemi yok Kartal çünkü sen sadece kendini düşünen bencil bir adamsın ve bende tıpkı bana öğrettiğin gibi bencil olacağım." Dedim sakin bir tonda. "Artık değil seninle ortak olmak sana en ufak bir duygu kırıntısı bile vermeyeceğim. Sana nefretimi bile vermeyeceğim Kartal. Çünkü biliyorum, nefretim senin en büyük hediyen olurdu."
Kelimeler namludan çıkmıştı. Gözlerinin içindeki o yıkıntıya şahit olmak çok iyi gelmişti. Gözlerime sabitlenen koyu kahverengi gözleri artık darmadağındı. Bedenine yayılan kelimeler merminin ucundaki saçmalar gibi göğsüne yayılıyordu. Onu tam beni vurduğu yerden vurmuştum.
Ne kadar öyle beklediğimizi söylemek güçtü. Kelimelerim onu yaralamıştı ama öldürmeye yetmezdi. Ruhu can çekişen bir av gibi karşımda kıvranıyordu ama bedeni kaskatıydı. Hareketsizdi. Gözleri paramparçaydı ve son darbeyi vurmam için yalvarıyordu.
Artık roller değişmişti. Ben avcı o ise av olmuştu. Ona istediğini vermedim. Ona son darbeyi vurmadım. Ruhu kan revan halde kıvranırken sadece durup onu öylece izledim. Zalimlikti biliyorum ama bana bunu o öğretmişti. Beynimde onun sözleri yankılanıyordu.
'Birinin canını yakmak istiyorsan kelimeleri kullan. Fiziksel yaralar kapanır ama ruhtaki yaralar kalıcıdır, içten içe hep kanar.'
"Ve şunu da aklına kazı Korhan Kartal. Ben bu şehri yerle bir edeceğim ve bunu Pars Alaz ile birlikte yapacağım. Benim tek ortağım o olacak. Eğer o aklından ortağıma zarar verecek en ufak bir şey geçtiği hissedersem seni karşıma almaktan çekinmem. Herkes senden korkuyor olabilir ama unutma ki ben korku nedir bilmeyen bir kadınım. Ortağım olmayacaksın ama karşımda durup duymamak senin seçimin. Şimdi odamı terk et."
Bana uzattığı elini geriye çekerek yumruk yaptı ve ağır ağır yerden doğruldu. Karşımda dik durmasına rağmen içine yıkık dökük bir enkaz olduğunu görebiliyordum.
"O adama güvenmekle çok büyük bir hata yapıyorsun." Dedi dişlerini sıkarak.
"Ben en büyük hatamı yıllar önce sana güvenerek yaptım zaten." dedim kelimelerim üzerine tek tek basarak.
Odanın kapısı çalınınca Korhan benden uzaklaşarak kapıya doğru yöneldi. Kapıya geldiğinde kapı kolunu tutup kısa süre bana baktıktan sonra kapıyı açıp bir hışımla kapıdan çıktı.
Savaş, Korhan'ın arkasından açık bıraktığı kapıdan kafasını uzatarak şaşkınlıkla bana baktı.
"Onun burada ne işi var?" diye sorduğunda sadece omuzlarımı silkmekle yetindim.
"İçeriye gir ve kapıyı kapat." Dediğimde Savaş söylediğimi yaparak içeri girip kapıyı kapattı.
Korhan Kartal'ın gelişi üzerime tonlarca yük yüklemiş gibiydi. Sanki ufacık bir hareket etsem ayaklarımın bağı çözülecek ve bir çuval gibi yere serilecektim.
"Canını sıkacak bir şey mi söyledi?" Diye sordu Savaş yatağın ucuna gelerek.
"Bir şey söylemesine gerek yok, göremem bile benim için yeterli."
Savaş beni anlıyor gibi kafasını olumlu anlamda salladı ve yatağın ucuna dikkatli bir şekilde oturdu. Hareketlerinden bir şey söylemek istediğini ama bir türlü ağzını açamadığı anlaşılıyordu.
"Kendini yiyip bitirmektense aklındakini söyle gitsin."
Böyle davranmasının sebebinin ne olduğunu çok iyi biliyordum ama bunları onun ağzından duymak istiyordum.
"Üzgünüm." Dedi gözlerini benden kaçırarak.
"Neden?"
"Haklıydı. Bunu bugün daha iyi anladım."
Bunu onun ağzından duymak pek bir şeyi değiştirmiyor, hatta iyi dahi hissettirmiyordu. Çünkü benim istediğim haklı olmak değil anlaşılmaktı.
Zaten o konuşma yapmam gereken bir konuşmaydı ama içimdekileri o kadar birikmişti ki bir anda kontrol edemediğim bir şekilde patlak vermişti. Söylediğim hiçbir şey yanlış değildi ama söylememeliydim.
"Artık bunu bir önemi yok" dedim birkaç adım atıp yatağın ucuna gelerek. "İstediğin gibi artık Pars Alaz bizim ortağımız."
Başını kaldırıp hayretle bana baktı. Bakışları 'gerçekten mi' der gibiydi ama yine de ağzını açıp tek kelime etmedi. Belki de bu konuda beni zorladığı için suçluluk hissettiği içindi.
Yanına gelip tıpkı onun gibi yatağın ucuna oturdum. Bedenlerimiz birbirine değiyordu ve onun sıcaklığı hissetmek bedenime kazınan soğuk dokunuşların üzerini örtüyordu.
"Pars Alaz'a güveniyor musun?" Diye sorduğunda bakışlarım Korhan'ın bakışlarının takıldığı eski fotoğrafa takıldı.
Bu fotoğraf ruhu ölü üç çocuğa aitti. Biri ben, biri Korhan ve diğeri...
"Burası Eskodiya." Dedim bakışlarımı fotoğraftan çekip Savaş'a dönerek. "Bu şehirde insan kendine bile güvenmemeli."
Savaş bana değil de tıpkı benim gibi karşı taraftaki fotoğrafa bakıyordu. Göz altları tıpkı benim göz altlarım gibi koyu halkaların esiri olmuştu. En son yaşanan olaylar hepimizi yormuştu ve yaşananlardan en çok hasarı Savaş ve Poyraz almıştı. Bunun için kendimi suçlayıp dursam da bu hiçbir şeyi değiştirmeyecekti. Onları kendimden uzaklaştırmam gerekiyordu ama uzaklaştıramıyordum. Uzaklaştırmaya çalışırsam yanımda olduklarından daha fazla hasar alacaklardı. Bu yüzden şu andan itibaren ne pahasına olursa olsun onları korumalıydım.
"Bu bana da güvenmediğin anlamına mı geliyor?" diye sorduğunda sesinde hafif bir kırgınlık hissedebiliyordum.
Savaşın annesi ile benim annem çok yakın arkadaşlardı. Belki bundan da öte bir ilişkileri vardı. Bu yüzden de savaş ile birbirimizi bebeklikten beri tanıyorduk. O benden sadece bir ay önce doğmuştu. Bu yüzden annelerimiz bizi kardeş gibi büyütmüşlerdi. Bu da bizi yakın arkadaşlardan daha yakın yapıyordu.
"Kendime ne kadar güveniyorsam sana da o kadar güveniyorum. Ne de olsa aynı karından doğmasak da birbirine adanan iki kalp tarafından yetiştirildik."
Büyük bal rengi gözleri bir anda aydınlandı. Gözleri karanlığımın içine doğan bir güneş gibiydi. Elini yumruk yapıp bana doğru uzattı.
"Sonsuza kadar beraber." Dedi bana bakıp gülümserken. Elimi tıpkı onun gibi yumruk yapıp yumruğuna hafifçe vurdum.
"Sonsuza kadar beraber." Dedim gülümserken.
"E şimdi ne yapıyoruz?" diye sorduğunda gülümsemelerimiz bir anda solmuştu.
"İlk iş olarak Poyraz kendini toparlar toparlamaz buradan gitmeliyiz."
Poyraz bu durumda olmasaydı buraya bir daha adımımı bile atmazdım. Burası yılar önce eski beni gömdüğüm yerdi. Burada bulunmak kaçmak istediğim her şeyi bir bir yüzüme vuruyordu. Burada bulunmak unuttuğum her şeyi yüzüme sert bir tokat gibi çarpıyordu.
Hem hala daha buraya nasıl sürüklendiğimi mantıklı bir açıklaması yoktu. Gurur'un orada ne işi vardı? Neden onca yılın ardından birden ortaya çıkmıştı? Bütün bunlar tesadüf olmayacak kadar tuhaf hissettiriyordu ve içimden bir ses beni buraya sürükleyen şeyin arkasında Korhan'ın olduğunu söylüyordu.
"Dün anın hararetiyle sormayı unuttum Gurur neden seninle birlikteydi?" diye sorduğumda Savaş ellerini birbirine kenetleyip kucağına sabitledi.
"Aslında bende pek bilmiyorum. Poyraz beni arayıp yardıma ihtiyacınız olduğunu söylediğinde direk evden çıktım ve evden çıkar çıkmaz Gurur ile karşı karşıya geldik. Sen motosikleti, Poyraz da arabayı aldığınız için bende o an Gururdan yardım istedim. Sonuçta eskiden senin arkadaşın olduğu için ondan yardım alabileceğimi düşündüm.
Yolda gelirken ona yardıma ihtiyacınız olduğunu ve bulunduğunuz konumu söyledim. O an neden orada olduğunu sormak aklıma gelmedi. Tek düşündüğüm şey size sağ salim ulaşmaktı. Yaptığım büyük bir aptallıktı biliyorum ama siz tehlikedeyken doğru dürüst düşünemedim. Oraya vardığımızda da sen pek kendinde değil gibiydin bu yüzdende Gurur Poyraz'ı Mustafa babanın yanına götürmeyi teklif ettiğinde kabul etmek zorunda kaldım ve şu an işte buradayız."
Düşündüğüm gibi bu işin içinde bir bit yeniği vardı ve ne olduğunu anlamak için Gurur ile konuşmam gerekiyordu. Ufak bir işi halledip geleceğini söylemişti ve gelir gelmez beni bulacağından emindim.
"Mustafa baba ile konuştun mu? Belki de o göndermiştir."
"O değildi." Duraksadım. "O ölse bile benim tekrar buraya gelmemi istemezdi."
Savaş başını bana doğru eğerek garip bir ifadeyle baktı. Sanki bir açıklama bekliyor gibiydi ama hiçbir açıklama yapmadım.
"Yorgun gözüküyorsun, en son ne zaman uyudun?" diye sordum konuyu değiştirmeye çalışarak.
Konuyu değiştirme çabam çok belli olsa da Savaş'ın üstüme gelmeyeceğini biliyordum.
"Birileri evden hiç haber vermeden çıkınca gözüme bir damla uyku girmedi." Dedi kinayeli bir tonda.
"Küçük bir çocuk gibi her hareketimi sana haber vermem gerektiğini bilmiyordum."
Kollarını göğsünde birleştirip yüzünü astı.
"Gece eve dönmedin, ne kadar korktum haberin var mı?"
"Bende korkmuştum. Şimdi ödeşmiş olduk."
Cümlemi bitirir bitirmez kapı sessiz bir şekilde tıklatıldı. Savaş ve ben kapıya doğru baktığımızda tanıdık bir ses kulaklarımı doldurdu.
"Hera ben Gurur. Eğer müsaitsen içeriye gelebilir miyim?"
Savaş kalkmak için hamle yaptığında elimi bacağına atıp onu duraksattım. Şu an Savaş'ın benimle olmasına ihtiyacım vardı. Bugün fazlasıyla eski anılarla debelleşip durmuştum ve daha fazlasını kaldırabilir miydim emin değildim.
Beni anlamış gibi elini avucunun içine alarak hafifçe sıktı. Bu yanındayım demenin sessiz bir yoluydu.
"Gel." Dedim sessizliği bozarak.
Omuzumun üzerinden kapıya bakıyordum. Gurur içeriye girip kapıyı kapatarak bizim olduğumuz tarafa doğru yöneldi. Başımda onu takip etti. Hareketlerinde çekingen bir taraf vardı ve bu biraz garipti. Onu tanıdığı kadarıyla benden hiç çekinmezdi ama aradan yıllar geçmişti ve insanlar değişebiliyordu.
Gurur tam karşıma geçti. Elleri ceplerinde, zayıf bedeni dikti. Başını kaldırdığına kahverengi bakışları beni buldu. Yüzünün yarısını kapatan siyah maskesi yüzünden görüş alanım kısıtlı olsa da açıkta kalan yüzünün yarısını görebiliyordum. Kahverengi gözleri, orta kalınlıkta dudakları -üst dudağı alt dudağına oranla daha kalındı- ve sert çene hatlarıyla dikkat çeken bir aurası vardı.
"Lafı eveleyip gevelemeyeceğim." Dedi kalçasını çalışma masasına yaslarken. Fotoğrafla olan görüş alanımı kapatmıştı. "Yıllardır ne birbirimizi görüşmedik. Bu yüzden artık bana bir yabancı gözüyle bakabilirsin ama yapacağım bu teklif eskiden değer verdiğin küçük kızın ricası olduğunu göz önünde bulundurmanı istiyorum.
Bu akşam bir kulüp de Buğu için bir doğum günü partisi düzenleyeceğiz ve seni de aramızda görmek istiyoruz. Aslında her doğum gününde sana ulaşmaya çalışsak da bir şekilde Deha Sancak tarafından engellendik. Birkaç hafta önce Deha Sancak ile olan bağlantının kesildiğini öğrenince Buğu da umutlandı. Bu yüzden bizde senin izini sürdük. Sürekli yer değiştirdiğin için seni bulmakta zorlansak da sonunda dün kaldığın yeri buldum ama oraya geldiğimde arkadaşın panik halindeydi bu yüzden de geliş amacımı söyleme fırsatı bulamadım.
Mustafa babanın isteği üzerine senin burada olduğunu kimseye söylemedik ama yakında bizimkiler burada olduğunu öğrenecektir. Eğer Buğu burada olduğunu ve partiye gelmediğini öğrenirse çok üzülür. Bunu senden eski küçük kardeşin olarak istiyorum. Lütfen sadece bugünlük geçmişi unutabilir ve o partide bizimle olur musun?"
Gururun beni aramasının arkasında bir sebep olduğunu düşünmüştüm ama sebebim bu olduğunu bilmiyordum. Konuşmasının çoğunda yanılıyordu. Benimle iletişime geçmelerini engelleyen Deha Sancak değil de bendim. Uzun süre onlardan uzak durmak için çabalayıp durdum. Şimdi ise hiçbir şey yaşanmamış gibi geri dönmemi bekliyorlardı. Aynı şehirde büyümüş ama farklı hayatlar yaşamıştık. Onlar bunca yıl boyunca birbirlerine sahipken ben tamamen yalnızdım. Bunun için onları suçlamıyordum ama onca yıl boyunca uğraştığım şeyi bir doğum günü partisi uğruna kaybetmek istemiyordum.
Temiz bir hayat yaşamıyor, hepsi iyi oldukları şeyi yapıyordu ama yine benim gibi bataklıkta yaşayan bir canavar değillerdi. Benim bataklığım onlara yaklaştığında çamurum onlara bulaşır, onları da bir hedef tahtası haline getirirdi ve ben bunu istemiyordum.
"Buraya gelme sebebim eskiyi yad etmek değil." Dedim sakin bir tonda.
Her ne kadar cümleyi kurarken sakin davransam da içimde susturamadığım eski ben burada bulunduğum süre boyunca susmuyor, susturamıyordum.
"Burada olma sebebinin arkadaşın Poyraz olduğunu biliyorum ama bir zamanlar bizde senin arkadaşlarındık."
Bakışları bakışlarıma kitlendi. Kurduğu cümlenin altındaki enkazı görmemek imkansızdı. Bu bir sitemdi. Bu bir yakarıştı. Bunu görebiliyordum ama nazik davranıp geriye adım atmaya hakkım yoktu.
"Bir zamanlar öyleydi."
Ağzımdan dökülen kelimeler bir uçurumda yuvarlanan kayalar gibiydi. Önüne gelen her şeyi ezip geçen acımasız kayalar.
"Öyleydik."
"Ama artık hepimizin yolları farklı bir yere çıkıyor. Bu yüzden yollarınızı benimkiyle birleştirmekten vazgeçin. O partiye gelme..."
"Aramızdan biri sana ihanet etti diye hepimizi yok saymazsın."
Lafımı bölerek araya geldiğinde artık sakin tavrından eser yoktu.
"Sayarım."
"Sayamazsın?"
"Neden?" diye sordum. "Sırf küçükken sahte ailecek oyunu oynadığımız için mi? Ben sizin aileniz değilim. Sizde benim ailem değilsiniz. Biz bu şehirde kenarına atılan birkaç avuç çöptük ve hepimiz o çöpten bir aile yaratmaya çalıştık. Çünkü çocuktuk ve çocukken siyah renginden bile gökkuşağı çıkartabileceğimizi düşünecek kadar aptal, umuda inanacak kadar saftık. Şimdi ise hepimize büyüdük. Şu an biliyoruz ki bir parça çöpten aile, siyahtan da gökkuşağı olmaz."
İçinde kendi ile büyük bir savaş verdiğini görebiliyordum. Bana kızgın mı yoksa kırgın mı olduğunu çözemiyordum. Onları bırakıp gittiğim için ihanete uğramış hissetmeleri anlaşılırdı ama neden hala benim ile iletişime geçmeye çalışıyorlardı.
Ben onları bırakmıştım ve onlarda aynısını yapmalıydılar.
"Bize bir çöpten aile olabileceğini söyleyen sendin."
"Aptaldım."
"Bize siyahtan gökkuşağı olacağına inandıran sendin."
"Saftım."
Bir yalanı ne kadar tekrarlarsak o yalana yalanı söyleyen kişinin de inanmaya başladığı söylenirdi. Bu da koca bir yalandı, her ne kadar kendime yalan söylesem de içten içe biliyordum. O sahte aile benim için bir hiç değildi. Dilim bunu ne kadar yalanlasa da kalbim inkâr edemiyordu.
Ben kimsenin uğramadığı bir resim sergisinde üstü toz tabakasıyla örtülen boş bir tuvaldim. O resim sergisi benim yaşamımdı. O toz tabakası da kendimi gömdüğüm mezarımdı.
Bir gün o resim sergisinin hiç açılmayan kapısı büyük bir gürültüyle açılmıştı. İki genç ve birkaç çocuk peşlerindeki bilinmezlikten kaçarken sığındığı o resim sergisinde daha önce hiç fırça tutmamış o nasırlı eller, daha önce hiç tuvale dokunmamış o kalplerle dolu vermişti. Boş tuval, bu yabancı misafirlerin canını yakacağını düşünüyor, diğer davetsiz misafirler gibi onu paramparça edeceklerini düşünüyordu ama boş tuvalin sandığı gibi olmamıştı. O nasırlı yürekler, onun tuvaline yeni bir yaşam sunmuştu. Bir genç onun yüreğini, ruhunu ve bedenini çizmiş; diğer genç de onu düşünceleri ve zihniyle boyamıştı ve çocuklar ise ona hayat vermişti. O boş tuval artık ansızın sergiye giren kişiler sayesinde boş değil tamamen yaşayan bir resme dönüşmüştü.
O boş tuvale işlenen resim bendim ve beni hayata döndürenler şuan yok saydığım kişilerdi.
"Son sözlerin bunlar mı?" diye sordu mermer kadar soğuk bir tonda.
"Bunlar." Dedim.
Gurur daha hiçbir şey söylemeden, sessizce kapıya doğru yöneldi. Ona bakmadım. Çünkü bakarsam içimde kalbimi yumruklayan vicdanıma engel olamazdım.
"Eğer kararını değiştirirsen diye Almina bir saat sonra buraya sana uygun kıyafetlerle gelecek ve ona da bana davrandığın gibi davranma. Ben yok sayılmaya alışığım ama diğerleri bunu kaldıramaz."
Ağzımı açıp bir şey söyleyeceğim an kapı büyük bir gürültüyle kapanmıştı.
Gitmişti.
Artık bu duyguya o kadar alışmıştım ki sanki hayatım gidişlerin ardından sürüklenmekten ibaretti. Sanki ruhumun her bir hücresi gidişlere aşıktı. Onlar giderdi, ben beklerdim. Onlar gelirdi ve ben yine beklerdim.
"Biraz sert değil miydin?"
Öyleydim ama Gururu ikna etmenin tek yolu buydu. Bilmediği şeyler vardı ve şu an tek yapabileceğim şey onları olabildiğince kendimden uzak tutmaktı.
"Ancak bu şekilde benden uzak dururdu."
"Neden onlardan uzak durmaya çalışıyorsun?"
Tutuğu elimi serbest bırakıp bir ayağını dizini büküp yatağın üzerine atarak bana döndü ve elleriyle büktüğü bacağını tuttu. Bu seni can kulağıyla dinliyorum demenin bir yoluydu.
"Deha Sancak ve Mustafa baba aslında kardeşler." Savaş şok olmuş şekilde bana bakarken konuşmaya devam ettim. "Ben daha doğmadan önce aralarında bir husumet oluyor ve iki kardeş birbirine düşman oluyor. Bu düşmanlık o kadar büyüyor ki şehir bildiğin savaş alanına dönüyor.
İkisi de kardeş olmasına rağmen çok farklı karaktere sahipler. Mustafa baba kin tutan biri değildir ne zaman kardeşine barış bayrağı uzatsa Deha Sancak bunu kabul etmiyordu ve bu savaş yüzünde iki tarafta çok kayıp veriyordu.
Annem öldüğünde Mustafa baba bir anda ortaya çıktı ve beni elimden tutarak buraya getirdi. O zaman burada benim ile birlikte dokuz çocuk vardı. İki yıl boyunca o çocuklarla birlikte yaşadım ve sonunda onlar benim ailem olmuştu. Mustafa baba bu şehirde hayatta kalmamız için bizi eğitti. Herkesi kendi ilgi alanları göre yetiştirmeye özen gösterdi.
27 yılık hayatımda yaşadığım en güzel 2 yılıydı ama sonra bir anda Deha Sancak ortaya çıktı. Benim kendi kızı olduğumu iddia etti ve eğer Mustafa baba beni ona vermezse diğer sekiz çocuğunu ve bütün her şeyini mahvedeceğini söyledi ama buna rağmen Mustafa baba geri adım atmadı.
Deha Sancak güçlü bir adamdı ve şehirde Mustafa babadan daha çok söz hakkı vardı. Mustafa baba ise biz ile ilgilenmek için elini eteğini şehirden çekmişti. Bu yüzdende ona karşı gelse büyük bir yıkım olacağını biliyordu. Eli kolu bağlıydı. Bu yüzden durumu bana anlattı. O zaman 12 yaşında bir çocuktum. Korkmuştum ama yine de ailemin ölmesine izin veremezdim. Bu yüzden de Deha Sancak ile gitmeyi kabul etmiştim. İki yılın sonunda ailem dediğim kişilere hiçbir şey söylemeden onları terk ettim.
Çok kez geri dönmeye çalıştım ama her seferinde Deha Sancak beni onları öldürmekle tehdit edip durdu ve bende sonunda pes ettim ve bir daha geri dönmeye çalışmadım.
Deha Sancak onca yıllın ardından tekrar buraya döndüğümü öğrenirse benim yerime onları hedef alacaktır. Çünkü biliyor ki beni alt etmek için sevdiklerimi vurması yeterli."
Birçok ayrıntıyı atlasam da genel hatlarıyla olay böyleydi.
"Ve bunları yaşarken yanında değildim." Dedi hiç beklemediğim bir anda. O kadar şey anlatmıştım ve takıldığı tek nokta bu muydu?
"Aslında sen hep yanımdaydın." Elimin kaldırıp sol göğsümün üzerine koydum. "Tam burada."
Savaş bana biraz daha yaklaşıp kollarımı bedenime dolayı başını omzuma yasladı. Tutuşu sıkıydı sanki beni bıraksa elinden kaçacakmışım gibi.
"Hem seni terk edip gidende bendim. Unutun mu?"
Bedenim kollarının arasında huzursuzca kıpırdandı. Savaş tutuşunu gevşetti. Omuzuma yaslı başını uzaklaştırınca bedenimi ona doğru döndürdüm. Biraz daha bana yaklaştı, kollarını belime dolayarak kafasını boynuma gömdü. Sanki annesinin kucağına sığınan bir çocuğu anımsatıyordu.
"Babam öldüğünde..." dedi, sesi bir kanadı kırık bir kırlangıcın feryadına benziyordu. "Bütün dünyam yıkıldı ve hayatım bir enkaza döndü. Yaşamım bir uçurumun kenarına sürüklendi. Ben o uçurumdan düşmeye hazır değildim ama hayat bize sormuyor değil mi?"
Sorusuna cevap veremedim. Sadece kollarımı bedenine sararak ona daha sıkı sarıldım.
"O gün babamın cenazesinde o uçurumdan düştüm. İnsan ölüme yaklaşınca yaşama arzusu pençelerini ona geçirir. Yaşamak istedim. Babam ölmüş olsa da yaşamak istedim. Bunun için kendimden nefret ettim ama buna engel olamadım. O uçurumdan hızla düşerken tutunacak bir şey aradım. Sonunda bir dal buldum. Dal kırıktı, içten içe çürüyordu, o da yaralıydı ama güçlüydü. Uçurumun sarp kayalıklarına sıkıca tutunuyordu. Ben de o dala tutundum. O dala hayatım pahasına tutundum."
Belimi daha sıkı kavradı.
"O dal sendin Hera. Uçurumda tutunduğum dalım sendin. Aynı yerden yaralanmış ve aynı uçurumdan düşmüştük ama beni tutan sendin. Gidebilirdin. Beni terk edebilirdin ama yapmadın."
"Gittim." dedim boğazıma takılan geçmişi yok saymaya çalışırken.
"Gitmedin." dedi boğazına takılan hıçkırıkları yutmaya çalışırken.
"Denedim." dediğinde boynuma yaslı başını benden uzaklaştırdı. "Denemek gitmek değil midir?"
Kucağımda duran ellimi tutup kaldırdı ve yanağına yasladı. Yanağında asılı duran gözyaşını baş parmağım ile sildim. Gözyaşı parmak uçlarıma bulaştı.
"Gitmek gitmektir." dedi narin sesiyle.
Başımı olumlu anlamda salladım.
"Gitmek gitmektir." diye onayladım.
Yanağına yasladığı elimi indirip kucağımda duran elimi de avuçlarının içine alıp tutu. Bakışları bakışlarımdaydı.
"O partiye gideceksin. Bir zamanlar bana nasıl döndüysen onlar da o şekilde onlara dönmeni bekliyor. Evet biliyorum korkuların var ama artık 12 yaşındaki o küçük kız değilsin. Eğer bir şey olursa onları koruyabilecek güçlü bir kadınsın. Onlar seni sıkı sıkı kucaklamaya hazırken onlardan daha fazla kaçmaya çalışman anlamsız. Hem eminim onlarda aldıkları riskin farkındalar ama yine de seni yanlarında istiyorlar. Bu yüzden kaçma da bana yaptığın gibi sıkıca sarıl onlara."
Başını eğip avucunun içine dayadığı ellerime yasladı.
"Ama yine de çok sarılma. Sonuçta ben kıskanç bir kardeşim." Dediğinde bu hali benim gülümsetmişti.
"Tamam." Dediğimde başını kaldırıp bana baktı. "Ne olursa olsun hep en çok sana sarılacağım."
"Peki öyleyse" dedi elinin tersiyle yüzünü silip ayağa kalkarken. "O zaman ben bizim koca oğlanın yanına gidiyim."
Kapıya doğru yöneldiğinde kapıyı açıp çıkmadan önce tekrar bana döndü.
"Bu akşam eğlen ve hiçbir şeyi düşünme. Çünkü bugünden itibaren neler yaşanacak bilmiyoruz. Hem bizim koca oğlanı düşünmene gerek yok onunla ben ilgilenirim."
Savaşta odadan çıktığında tamamen yalnız kalmıştım. Hala o partiye gidip gitmeme konusunda emin değildim ama Savaş'ın söyledikleri aklımı kurcalayıp duruyordu.
Ayağa kalkıp karşımda duran çalışma masasının yanına gelerek üzerinde duran fotoğrafı elime alıp baktım. Bir an unutmaya çalıştığım bir anı beynimde filizlendi.
***
Ona doğru ilerlerken masanın üzerinde duran sigara paketimi elime alıp yanına vardığımda kapıya yaslandım. Elimdeki sigara paketinin kapağını açıp içinden aldığım bir dal sigarayı parmaklarıma dolayıp dudaklarıma sabitledim ve paketin içinde duran çakmağı alarak ağzımın içinde duran sigarayı yaktım.
Zehrin mezarlığımı soldurmasını sağlamak için gözlerimi sıkıca kapayıp derin bir nefes aldım. Göğüs kafesime ektiğim ölü papatyaları zehrimle suluyor ve her bir damlada acılarımın yeşermesine izin vererek papatyalarımı öldürüyordum.
Bedenim ölüme bağımlıydı ve her bir zehir damlasıyla ölüme koşuyordum.
Sigaramın son zehrini içime çekerken gözlerimi usulca açtığımda Karan'ın beni izlediğini fark etmem uzun sürmemişti. Üst bedeni çıplaktı ve sadece siyah bir kot pantolon giyiyordu. Tanrı'nın elinden çıkan kusursuz bir sanat eseriydi ve karanlığın içinde parlıyordu.
Ağır ağır adımlarla önümde gelip durdu. Elimde bitmekte olan sigarayı alıp dolgun dudaklarına götürerek kafasını tavana kaldırdı ve derin bir nefes aldı. Zehrim onun bedenine akıyor, göğüs kafesini istila ediyordu.
Bir savaş başlıyordu.
Ruhlarımız aynı zehri soluyordu.
Kazananın öleceği bir savaşın ihtilalini başlatıyorduk. Ağzını aralayıp içinde tuttuğu dumanın dışarı çıkmasına izin verdi. Ademelmasının hareketi başlama ateşimiz olmuştu.
Kafasını eğip gözlerini gözlerime sabitledi. Bana biraz daha yaklaşıp boşta kalan elini belime sardı. Sıcak avuçları çıplak sırtımı ürpertiyordu. Sigarayı tuttuğu eliyle de elimi avucunun içine aldı. Yanan sigara avuçlarımızın arasında yanmaya devam ediyorken birleşen ellerimizi yavaşça havaya kaldırdı.
Savaş başlamıştı.
Elini ilk çeken kaybedecekti. Acının bize hükmetmesine izin vermeyecektik. Biz buyduk. Acının var ettiği iki ölümlü ruh. Sessizliğin ritmine uyarak hareket etmeye başladık. Evrenin gezegenleri bizi çevrelerken Satürn'ün halkası üzerinde dans ediyorduk.
Dudaklarını kulağıma yaklaştırıp bekledi. Acının, huzurun ve sigaranın kokusunu alabiliyordum. Bu onun kokusuydu. Bir bağımlı gibi hepsini içime çekmeye çalışsam da yapamamıştım.
"Hera." diye fısıldadı. İsmim dudaklarından bir ilahi gibi dökülüyordu ve bu ilahi şeytana bile diz çöktürürdü.
"Burası bizim evrenimiz." diyerek devam ederken hatırladığını anlamıştım. Bu bizim hayalimizdi. Her bir karesini ince ince işlenmişti kefenlerimizin üzerine.
"Burası bizim evrenimiz." diye fısıldadım sessizliğin melodisine. Havada tutuştuğumuz ellerimizi biraz daha birbirine kenetledi. Avuçlarımızın içinde yanmaya devam eden sigara parçası ezildi. Yanan avuç içimin acısını hafifletmek adına dudağımı ısırıp ayak parmaklarıma daha da baskı yaptım. Acılarımı sarmak için bile acıya ihtiyaç duyuyordum.
Elimi tuttuğu parmaklarını gevşetip avucumuzun içindeki sigara izmaritinin düşmesine izin verdi. Belimdeki elini biraz daha çıplak bedenime bastırıp beni tamamen kendine çekti. Çıplak bedenlerimiz birbirine değiyordu. Bedenlerimiz bir bütün gibiydi. Kalp atışlarımız aynı ritimde atıyordu.
Çenesini kafama dayayıp dönmeye devam ettik. Müzik kalp ritmimizdi. Seyircilerimiz karanlıktı. Bu kutsal anı mühürleyen ise birbiri içine geçmiş ruhlarımızdı.
"Seni affedemediğim için beni affet." diye fısıldadım.
Bedenini bedenimden biraz uzaklaştırıp elini çeneme sabitleyip kafamı kaldırmam için beni teşvik etti. Bende bu teşvikine uyup kafamı kaldırdım. Gözlerimiz birbirine kenetlenmişti. Gözlerinin içindeki arzuyu görebiliyordum. Onun da benim gözlerimde bunu gördüğüne emindim.
Elini çenemden uzaklaştırmadan baş parmağı ile dudaklarımı okşadı. Nefes alışlarım hızlandı. Bedeni bana doğru eğildiğinde dudaklarımız arasında yok denecek kadar bir mesafe vardı. Ben onun nefesini soluyordum, o da benimkini soluyordu.
"Beni affedemediğin için seni affediyorum." diye fısıldadı tutkuyla.
Kelimeler dudaklarımda küçük izler bırakıyordu ama istediğim kelimeler değildi. İstediğim bu kelimeleri birbirine mühürleyecek dudaklardı ama yapmadı. Benden yavaş yavaş uzaklaşmaya başladı. İlk önce nefesi soluğumdan ayrıldı. Sonra bedeni bedenimden ayrıldı. Ruhum bedenimden ayrılıp onun ardından gidiyordu.
"Gitme." diye fısıldadım. Sesim o kadar çaresiz çıkmıştı ki bir an duraksadı. Yüzünde anlam veremediğim bir gülümseme belirdi. Bedeni tamamen karanlığa karışmadan önce son kez bir şeyler fısıldadı.
"Gerçekleri hatırla Hera. Gerçekte giden kim?
***
Ne kadar süre fotoğrafa durup baktığımı bilmiyordum ama kapımın tekrar çalınmasıyla fotoğrafı ters bir şekilde bırakarak masanın üzerine bıraktım.
Şimdi gelen kimdi? Almina olabilir miydi?
Ağır ağır kapıya doğru yöneldim. Kapının yanına geldiğimde elimi kapı koluna koyup kendimi kaybetmemek için tembihlerken kapıyı ağır ağır araladığımda özlem, gömdüğüm toprağın yüzeyini parçalayarak beni ele geçirmişti. Almina karşımdaydı. Kırmızı uzun saçları, her ne olursa olsun ışıl ışıl parlayan mavi iri gözleriyle önümde duruyordu. Önümdeki bu beden bana unutmaya çalıştığım anıları hatırlatıyordu. Bu zalimceydi. Unuttuğumu düşündüğüm her bir anı kızgın bir kalem ucuyla tekrar zihnime kazınıyordu sanki.
Almina elinde tuttuğu çantayı nazikçe yere bırakırken ben bana veren anıların acısıyla tutuşuyordum. Beynim cam kırıklarıyla doluydu ve her düşte cam kırıkları zihnimi parçalıyordu. Geçen onca ayın ardından karşımda duruyordu. Hiçbir şey söylemiyor, sadece gözlerimin içine bakıyordu. Bana söylemek, anlatmak istediği çok şey olduğunu hissediyordum. Gözlerinin içi öyle pervasızca hareket ediyordu ki gözleri kelimelere dökülse soluksuz anlatılan onca zaman bizi selamlardı. Almina konuşmuyor, gözleri ise susmak bilmiyordu.
Bu anlamsız bakışmalar, suskunluk ve çığlık çığlığa aramızda bağıran özlem dinmiyordu. Kapının diğer ucunda geçmişim vardı. Ona sarılıp onu bu kadar içime sokmak isterken neden hareket edemiyordum?
Değişmemişti. Hala çok güzel bir kadındı. Hala kusurlarıyla parlıyor, kusursuzluğu kıskandırıyordu. Benden biraz daha kısa bedeni, ışıl ışıl parlayan gür, kırmızı saçları bukleler halinde omuzlarından dökülüyordu. Yüzünde yıldızlar gibi saçılan çilleri beyaz tenine ahengini tamamlıyordu. Birbiriyle eşit büyüklükte olan dudakları çok kalın değildi ama yüzüne yakışıyordu. Bu geceye özel dudağına sürdüğü kırmızı ruju, saçlarıyla bir bütün gibiydi adeta. Bedenini bir deri gibi saran koyu mavi elbisesi mavi gözleri ile bir bütün gibiydi. O benim aksime tamamen bir bütündü. Sade göz makyajı, kıyafetinin rengi... Hepsi özenle seçilmişti. Bu Almina'ydı. Değişmemişti.
İçeriye doğru bir adım attığında gözlerim yırtmacının göz önüne serdiği protez bacağına takılmıştı. Rahat topuklu ayakkabılarına tam oturan bacağını gizlemiyor, hatta korkusuzca sergiliyordu.
"Ne yazık ki sana güzel ayakkabılarımı vermeyeceğim." dedi iç çekermişçesine. Bakışlarım tekrardan yüzüne tırmandığında devam etti. "Ya da ayağımı, tabi ya seninki çıkmıyordu değil mi? Ne üzücü." dediğinde kahkahalarla gülmeye başlamıştı.
Ben üzerimdeki şaşkınlığı tamamen atamadan o kahkahaları bir bıçakla kesilmiş gibi aniden durup kafasını omuzuna yatırdı ve iki kolunu açabildiği kadar açıp küçük bir adım atarak beni sarmaladı. Bu sarılma bir anlığına geçmişimi kucaklamak gibi hissetmiştim. Bedeninden yayılan tanıdık kokusunu içime çekip sıcaklığın beni sarmalamasına izin verdim. Sarılışındaki şefkat, sarılışındaki özlem karanlığın üzerine bir perde gibi örtündü. Almina benim kaçmaya çalıştığım Hera'ydı.
Kollarımı ona dolamadım ama yine de birbirimize değen bedenlerimiz bütün ördüğüm duvarları yıkmaya yetmişti. Ona sarılmak kendime sarılmak gibi hissettirmişti. Ona sarılmak mezardan çıkan soğuk bir bedene sarılıyormuşum gibi hissettirmişti. Bunları umursamıyordum. Sadece kendimi onun kollarına bırakıp bir an olsun bile içine sürüklendiğim bataklıktan duraksadığımı hissediyordum.
Bir an bedenime sokulan bedenin titrediğini hissettiğimde bir elimi sırtına atıp nazik bir şekilde okşadım. Dokunuşumla bir anlığına onu şaşırtsa da kucağımda ağlamaya devam etti. Ne kadar böyle kaldığımızı bilmiyordum ama sonunda gerileyerek kucağımdan ayrıldı.
"Bu makyajı yapmak için ne kadar uğraştım biliyor musun sen?" dedi alayla. "Bak senin yüzünden bozuldu işte." dediğinde yüzünü bir çocuk gibi asıp masumca suratıma bakmaya başladı. Bu aptalca yakarışı elimde olmadan beni de gülümsetmişti. Ben gülümsedikçe onun gülümsemesi de yüzünde büyüdü. Ben ona sanki kusursuz bir objeymiş gibi bakmaya devam ederken sonunda bundan sıkılmış olacak ki elini kaldırıp gözlerimin önünde sallamaya başladı.
"Evet çok güzel olduğumun bende farkındayım ama tren görmüş öküz gibi de bakmazsın yani." Dediğinde bakışlarımı ondan kaçırdım. "Hem burada öylece dikilecek miyiz."
İçeriye girmesi için geriye doğru adımladım ve geçebileceği bir boşluk bıraktım. Almina da yerde duran çantasını ve içinde elbise olduğunu tahmin ettiğim elbise taşıma askısını alıp içeriye doğru girdi.
Bende kapıyı kapatıp ona döndüm. İçeriye girdiğinde gözleri kısa bir anlığına odayı turladı ve elindeki her şeyi yatağın üzerine koydu.
"Vay be gerçekten burası hiç değişmemiş." Dedi bana dönerek. "Küçükken odamdan kaçıp buraya gelir senle uyurdum hatırlıyor musun?"
Sorusuna sadece kafamı sallayarak yanıt verdim.
O da tıpkı benim gibi kafasını olumlu anlamda sallayıp sırtını bana dönerek getirdiği çantalarla oyalandı. Hiç konuşmuyordu, sadece çantasının içinden çıkarıp etrafa saçtığı kıyafet, ayakkabı ve makyaj malzemelerinin arasında kendini kaybederken onu izliyordum. Bu ne kadar böyle sürdü bilmiyorum ama sonunda Almina'nın 'eyvah' yakarışıyla sona ermişti.
Ben ne olduğunu çözmeye çalışırken o yanıma gelerek aceleyle beni bileğimden kavrayıp peşinden sürüklemeye başladı. Kıyafetlerin tam ortasına geldiğimizde bileğimi bırakıp sırayla uç farklı elbiseyi üzerime tutup kendi kendine mırıldanıyordu. Bunu o kadar hızlı yapıyordu ki onu takip etmekte zorlanıyordum.
Elbiseleri bir bir üzerimde denenirken Almina'nın kolundan tutup onu sabitledim. Bu hareketim karşısında kaşları çatarak yüzüme 'ne oldu şimdi' der gibi bakıyordu.
"Sakinleş." dedim fısıltıyla. Sesim o kadar kısık çıkmıştı ki boğazımı temizleyip tekrar fısıldadım. "Sakinleş."
Kafasıyla beni onayladığında tuttuğum kolunu serbest bıraktım. Elinde tuttuğu bir elbiseyi yatağın üzerine atarak ellerini göğsünde kavuşturdu. Hava kararmaya yüz tutmuştu, pencereden içeriye giren son ışıkta yavaş yavaş çekildiğinde beni geçerek arkamda duran düğmeye basıp ışığı açtı. Kolunda duran saate bir göz gezdirdikten sonra gözleri benimle buluştu.
"Saat çok geç oldu ve bizi almaya gelecek olan şoför gelmek üzere. Sen hazır değilsin." dedi iç çekerek. "Bırak da seni hazırlayayım olur mu? Zaten pek yardımcı olmuyorsun."
Omuzları bıkkınlıkla düştüğünde yaptığı işleri bir kenara bırakıp etrafa dağıttığı kıyafetlere bir göz attıktan sonra kıyafetleri bir kenara ittirip koltuğa oturdu. Sonunda o konuşmanın geldiğini anladığımda ben de yanına oturdum.
Sürekli dik duran bedeni oturduğunda kamburlaşmıştı, ellerini özenle kucağının üzerinde kenetleyip gözlerini karşısındaki boş duvara sabitleyip duraksadı. Ben yan profilden onu izlerken derin bir iç çekti. Bu konuşmayı yapmak istemiyordum ama bunun yapılması gerektiğinin de farkındaydım.
"Söze nasıl başlayacağımı bilmiyorum. Aslında başlayıp başlamam gerektiği konusunda da emin değilim. Gurur bu konuyu açmama konusunda beni uyarmıştı ama ikimiz de biliyoruz ki bu umurumda değil." dedi soğuk ve otoriter bir ses tonuyla.
"Geçmişte ne yaşanmışsa yaşanmış hiçbirinin artık bir önemi yok. Bu saatten sonra artık tek başına savaşmana izin vermeyiz." dedi. Ses tonu yükselmişti ve tekrar ağlamamak için kendini tutuyor gibiydi.
"Biz rahat bir hayat yaşayalım diye birçok fazla şey feda ettin Hera ama artık bizim için kendini yıpratıp durmana izin veremem. Daha ne kadar şey kaybedeceksin? Daha ne kadar kendini başkaları için feda edip duracaksın? Sen Tanrı değilsin Hera. Herkesi kurtaramazsın. Şu haline bir bak, cesetten tek farkın nefes alıyor olman." dediğinde artık ağlamaktan ne dediği anlaşılmıyor ve bunu da umursamıyordu.
Bende elbiselerin ortasına yanına oturduğumda kollarımı bedenine doladım. Ellerimi saçlarına atarak parmaklarımı yumuşak kızıl saçlarına geçirip okşamaya başladığımda artık biraz daha kendini toparlamıştı. Gözyaşlarından dolayı giydiğim kazağın ıslandığını hissedebiliyordum. Nefes alışverişleri düzene giriyordu, ağlarken sarsılan bedeni durmuştu, küçük küçük iç çekişler dışında sessizlik tamamen odayı doldurmuştu.
Dışarıda yağan yağmur sanki onun gözyaşlarıyla örtüşüyordu, onun gözyaşları dinince dışarıdaki yağmurda dinmişti. Odanın içi yavaşça karanlığa gömülürken kucağımdan çıkmadan öylece durduk. İçini dökmenin onu rahatlattığını biliyordum ve onun rahatlaması için kendimden nefret etmem gerekse bile bunu tekrar yapabilirdim.
"Ben iyiyim." diye fısıldadım dudaklarımı saçlarına bastırıp öperken. "Değer verdiğim insanlar iyi olduğu sürece ne kadar şey kaybettiğim önemli değil. Bu yüzden iyi ol. Sen iyiysen ben de iyiyim. Biliyorsun o çukur beni ne kadar derine çekse de ben çıkmanın bir yolunu bulurum." dedim.
Bedeni yavaşça kollarımın arasından ayrıldı. Sırtını bana dönüp gözyaşlarını sildikten sonra hiçbir şey söylemeden ayağa kalktı. Evin içinde birkaç tur attıktan sonra yatağın üzerine attığı kırmızı elbiseyi bana uzattı.
"Düşündüğümden daha da zayıfsın ama bunun bedeni sana uyacaktır" dedi gülümsemeye çalışarak. "Üzerini giydikten sonra makyajını ve saçlarını yaparız olur mu?" diye sorduğunda sadece kafamı sallamakla yetindim. Bana uzattığı elbiseyi alarak odada bulunan banyoya doğru ilerledim. Onun yanında soyunmak istemiyordum. Çünkü içimden bir ses göreceği şeyleri iyi karşılamayacağını söylüyordu.
Banyoya girip hemen işe koyularak elbise giymeye başladım. Üzerimdeki her şeyden kurtulup sadece iç çamaşırımı bırakmıştım. Elbise sade, askılı, kırmızı bir elbiseydi ama üzerime giydiğimde sanki benim için dikilmiş gibi cuk giye üzerime oturmuştu. Büyük göğüslerim hafif dışarı taşıyor, belimin inceliğini ortaya çıkarırken şekilli kalçalarımı göz önüne seriyordu. Uzunluğu dizimin biraz altındaydı. Aslında daha kısa olmasını tercih ederdim ama bu haliyle de güzel gözüküyordu.
Banyonun aynasında kendimi süzdüğümde Bir tek saçlarım ve makyajım eksikti. Odaya geldiğimde duş almıştım ama saçlarımı kendi kendine kurumaya bıraktığım için darmadağın bir haldeydi.
İşim bittiğinde banyodan çıkıp odaya girdiğimde hiçbir şey söylemeden elimden tutup beni yatağa oturttu ve hiç konuşmadan işe koyuldu.
Almina'nın beni azarlamaları, saçımı açmak için tarakla savaşması ve saçlarımı yolarken canımı yakması bir anlığına da olsun hiçbir şey düşünmemem için bir fırsat vermişti.
Tahmini yarım saatin sonunda tamamen hazırlanmıştım. Almina uzun açık kumral saçlarımı fön makinesiyle biraz daha düzleştirip sıkı bir at kuyruğu yaptı. Normalde abartı makyajla bir sorunum yoktu ama gözaltlarım sanki bana karşı gelmek için bir türlü kapanmak bilmiyordu. Morluklar gözaltlarımda o kadar yer edinmişti ki kat kat kapatıcı sürmesine rağmen belli oluyorlardı.
Fondöten sürmemişti çünkü kapatıcı ile ufak tefek kusurlarımı kapattığı için gerek duymamıştı. Yüzümdeki en belirgin yerim olan gözlerimi biraz daha ortaya çıkarmak adına hafif bir far ve maskara sürdü. Dudaklarıma ise farklı renk bir ruj sürmekte ısrar etmesine rağmen sonunda benim istediğim olmuştu ve kırmızı tonlarına bir ruj sürmüştü.
Elimdeki siyah ojeleri silip uzun tırnaklarımın şekillerini düzelttikten sonra nude bir oje sürmüştü. Boynumu boş bırakıp koluma şık bir bileklik, kulaklarıma ise fazla büyük olmaya halka küpeler takmıştı.
Almina'yla en büyük kavgayı ise ayakkabı seçiminde yaşamıştım. İkimizde farklı ayakkabılara takılıp kalmıştık. Ne kadar direnirsem direneyim ne kadar kendime surlar dikersem dikeyim sonunda kazanan o olmuştu. Siyah bileklerimi saran ince bantlı, topuklu ayakkabı da geçmişiyle yüzleşmek üzere olan benim son zırhımdı.
Almina'nın telefonu çaldığında şoförün geldiğini söyleyip alel acele odadan çıkmıştım. Küçük bir koşturmanın ardından binadan çıktığımızda Korhan kalçasını arabaya yaslamış bizi bekliyordu. Sokakta bulunan lambanın altına kafası eğik ve üstten bağları gevşetilmiş sarkık bir şekilde üst üste duran siyah deri postalarına bakıyordu. Bacaklarını saran siyah bir kot pantolon giymiş, üzerinde ise siyah boğazlı bir kazak vardı. Bir eli siyah paltosunun cebinde diğeri ise yanında sarkık bir şekilde duruyordu. Uzun parmakları arasında bitmek üzere olan bir sigara tutuyordu. Geldiğimizi fark ettiğinde yavaşça doğrulup kalan sigarasından derin bir nefes alıp kenara fırlattı ve bize bakmadan şoför koltuğuna geçti.
Almina'nın neden bu kadar acele ettiğini anlamıştın. Çünkü şoför dediği kişi Korhan'dı. İkisi birbirinde pek haz etmiyordu bu yüzdende onunla muhatap olmak istemediğini biliyordu. Aslında bende pek onunla muhatap olmak istemiyordum.
Almina çantasıyla birlikte arka koltuğu kaplayınca mecburen ben de ön koltuğa geçip oturdum. Arabada sessizlik hakimdi. Kimse bir şey söylemiyordu, herkes kendi kabuğuna çekilmiş gibiydi ama buna rağmen ortamdaki gerginlik yeterince gürültülüydü, kimse bu gürültünün üzerine konuşmak istemiyordu. Buna minnettardım.
Kafamı cama yaslayıp önümde uzayıp giden yolu izlemeye başladım. Ne kadar düşünürsem düşüneyim hiçbir zaman kendimi böyle bir konumda hayal etmemiştim ama şimdi bu gerçekten gerçekleşiyordu.
Kafamı hafif doğrulttuğumda gözlerim direksiyonu sıkıca kavrayan Korhan'ın parmaklarına kaydı. Direksiyonu o kadar sıkıyordu ki eklemleri beyazlaşmıştı. Ellerinin üzerinde, eklem bölgesinde yeni yeni kabuk bağlamaya yüz tutmuş yaralar vardı. Gözlerim parmaklarından yan profiline kaydığında sadece altından geçtiğimiz sokak lambalarının aydınlattığı karanlıkta pek bir şey seçemiyordum. Karanlığın küstahça örtmeye çalıştığı yüzü karanlığa meydan okuyordu sanki. Karanlık bile onun sert hatlarını ve yanağına gölge düşüren kirpiklerini örtemiyordu.
Kafasını çevirip bana baktığında soluğumun kesildiğini hissettim. Sanki bakışları bütün nefesimi emmişti. Karanlıkta bile bir insanın ruhuna işleyen gözleri benim gözlerime mühürlendiğinde ona bakmaya devam ediyordum.
Araba kullanıyordu ama önüne bakmak yerine bana bakıyordu. Gözlerinin içinde bir saat önceki yıkıntıdan eser yok gibiydi. Sanki zifiri karanlık gözleri hiç hasar almamış gibi sert ve kusursuz bir şekilde karşımda duruyordu. Gözlerimi hızlıca gözlerinden çekip bakışlarımı parmaklarıma indirdim.
Ben onun rengine bürünmüştüm, o da benim rengime bürünmüştü.
Ben onun kibrine bürünmüştüm, o da benim nefretime bürünmüştü.
***
Uzun bir yolculuğun ardından ulaşmamız gereken yere ulaştığımızda düşüncelerimin arasına gömülmüştüm. Arabanın durduğunu bile fark etmeyecek kadar dalıp gitmiştim ki Almina arabanın camına vurup beni kendime getirdi. Araba boştu, Korhan çoktan inmişti.
Bakışlarım onu aradığında arabanın karşısında, bir mekânın dışındaki korumalarla bir şey konuşuyordu. Bende kendime biraz çekidüzen verdiğimde Almina arabanın kapısını açıp çıkmam için biraz geriledi, ben de ona ayak uydurup arabadan çıktım. Dışarı çıkar çıkmaz soğuk hava tenimi kemiklerimden ayırmaya çalışır gibiydi. Ben sürekli üşürdüm ama bugün üzerimdeki kıyafetler yüzünden iki kat daha üşüyordum. Bedenim titriyor, dişlerim birbirine çarpıyordu. Kollarımı bedenime dolayıp arabanın kapısından uzaklaştığımda Almina kapıyı sertçe çarpıp kapattı.
Açık bir otoparktaydık. Otoparka kimse yoktu ve mekânın önü de tamamen boştu. Almina koluma girdiğinde dikkatimi boşluktan çekerek Almina'ya verdim. Üzerinde ince bir elbise olmasına rağmen hiç üşüyormuş gibi durmuyordu.
"Titriyorsun." dedi biraz daha koluma sokularak. "Keşke bir kürk almayı akıl etseymişiz."
"Önemli değil,'' dedim zorla gülümseyerek.
Kafasını anlayışlı bir biçimde sallayıp kolumu biraz dürterek yürümem için beni teşvik ediyordu. Ona ayak uydurup yürümeye başladığımda Almina'nın hafif topallaması yürüyüşümü yavaşlatıyordu. Bu yüzden ona ayak uydurmak için ben de yavaşladım. Dönüp bana baktığında yüzüne silik, pek belli olmayan bir gülümseme yerleşmişti.
Almina beni yönlendirmesiyle barın arka girişine doğru ilerledik. Barın arka girişi dar bir çıkmaz sokaktaydı. Sokağı tek bir sokak lambası aydınlatıyordu. Kar yağmayı bırakmıştı.
Hata yaptığımı biliyordum ama artık dönüş için çok geçti. Barın kapısının önüne geldiğimizde duraksadım. Benim ile onların arasında duran tek şey kırmızı metal bir kapıydı. Üzerinde personel harici girilmez yazan bir tabela vardı. Metal kapı hafif aralıklıydı, Almina kapıyı hafifçe ittiğinde itip içeriye girdim. Bir an ışık yüzünden gözlerim kamaşmıştı.
"Bizimkiler senin geleceğinin biliyor ama Buğu' ya sürpriz olsun diye söylemedik."
Uzun holde ilerlerken git gide gerginliğim artıyor gibiydi. Kendimi sakinleştirmem gerekiyordu.
"Kimse seni suçlamıyor bu yüzden gergin olmana gerek yok." Dedi kolumu hafifçe sıkırken.
Sanki ne düşündüğümü fark etmiş gibiydi. Hayatım boyunca sayısız kez ölümle burun buruna gelmiştim ama hiçbirinde bu kadar gerildiğimi hissetmemişti.
Holün sonuna ulaştığımızda mekâna gelmiştik. Hepsi tam karşımda duruyordu. Oradaydılar. Hepsinin gözü kapıdaydı. Birini bekliyorlardı. Beni bekliyorlardı. Topuklu ayakkabılarım sanki yere çivilenmişti. Hareket edemiyordum. Etraftaki bütün sesler kesilmişti. Birkaç metre ötemde duruyorlardı. Onlar, benim hiç haber bile vermeden terk ettiğim ailemdi.
Buraya nasıl gelebilmiştim? Nasıl onları tekrar yüzüstü bırakabilecekken bencillik ediyordum? Kafamın içinde bir sürü soru dolanıyordu ama en çok yankı uyandıran, kendime sormaya en korktuğum soruydu. Beni tekrar ailelerine kabul edecekler miydi?
Almina bana bir şeyler söylüyordu ama söylediklerini anlamıyordum. Suyun dibindeki uğultulardan ibarettiler. Bedenim yüzeydeydi ama ruhum dibe çöküyordu. Artık karşımdakilerin buzu pürüzlü yüzeyi nedeniyle buğuluydu, göremiyordum. Ayaklarım geri geri gidiyordu ama bir kuvvet beni kolumdan tutup sabit tutmaya çalışıyordu. Bunu yapamazdım. Her bir çehre onu bana hatırlatırken burada duramazdım.
Yalandı, onlar benim ailem değildi.
Onlar onun ailesiydi ve bense bu aileye sonradan giren bir sığıntıdan ibarettim. O yoksa ben de olmamalıydım.
Adımlarım geri geri giderken zifiri karanlıkta ilerlemeye çalışıyordum. Hiçbir şey görmüyordum. Hiçbir şey duymuyordum. Koca bir karanlığın ortasında yalnızdım ama bu uzun sürmemişti. Bir beden bedenimin üzerine kapaklanmıştı. Ayakta durmakta zorlandığımda Almina kolumu daha sıkı kavrayıp beni düştüğüm gölden çekip çıkarmıştı. Biri bedenime sarılıyordu. Kolları boynuma o kadar sıkıyordu ki nefes almakta zorlanıyordum. Kendimi toparlamaya çalıştığımda bana sarılan kişiyi tanımam uzun sürmemişti. Küçük bedeni, burnumu dolduran çilek kokusunu tanımıştım: Buğu.
Nasıl davranmam gerektiğini bilmiyordum. Öylece donakalmış duruyordum. Almina kolumdan çıkıp kolumu Buğu'nun beline sarınca minnettarlıkla ona bakmaya çalıştım ama Buğu o kadar sıkı sarılıyordu ki hareket etmem olanaksızdı. Diğer kolumu da Buğu'nun bedenine sarıp onu kendime çektim. Küçük bedeni eskisi gibi kollarımın arasındaydı ve eskisi gibi hıçkırıklarla ağlıyordu.
"Sulu göz." dedim fısıltıyla. Beni duymuş muydu bilmiyordum ama bir süre daha öylece sarılıp ağlamaya devam etti. Ben de ona izin verdim. Herkesin gözleri bizim üzerimizdeydi, bunu hissediyordum ama o kollarımın arasındayken bu pek de umurumda değildi. Küçük kardeşim kollarımda ağlıyordu. Bir daha hiç göremeyeceğimi düşündüğüm herkes bugün buradaydı.
Buğu sonunda benden ayrıldığında karşıma dikildi. Topuklu ayakkabı giymesine rağmen benden kısaydı. Kısa kumral saçlarını elleriyle geriye attı. Elleriyle gözyaşlarını sildi. Yüzüne oranla iri ela gözleri gözyaşlarından dolayı pırıl pırıl parlıyordu. Küçük hokka burnu ve biraz tombul yanaklarıyla pamuk şekere benziyordu. Üzerinde ise ona yakışan pembe kabarık bir elbise vardı.
Ben onu incelerken sessizce o da beni inceliyordu. Söylemek istediği şeyler vardı, bunu gözlerinden okuyabiliyordum ama yapmadı. Beni elimden tutup çekiştirmeye başladı. Bu hareketi yüzünden düşmekten son anda kurtulmuştum ama sonunda ona ayak uydurmayı başardım. Beni diğerlerin yanına getirdiğinde herkes ayakta beni bekliyordu. Karşılarında öylece dikiliyor olmam onları şaşırtmışa benziyordu. Bu beni de şaşırtmıştı ve kimse nasıl davranacağını bilmiyordu.
Burası lüks bir mekandı. Eski, klasik bir havası vardı. Genellikle ahşap kullanılmıştı. Koltuk ve sandalyelerinde ise koyu yeşil bir kumaş kullanılmıştı. Loş bir ışıklandırmaya sahipti.
Şu anda bulunduğumuz yer barın en köşesinden duruyordu ve büyük U şeklinde koyu yeşil bir koltuk ile diğer mekândan ayrı bir nokta gibiydi. Koltuğun ortasında ahşap, büyük bir sehpa duruyordu.
Koltukta Gurur ve Korhan oturuyordu. Korhan korumalarla konuştuktan sonra ön kapıdan girmiş olmalıydı. Koltuğa yayılmış bir şekilde bacağını diğerinin bacağının üzerine bir üçgen oluşturacak şekilde koymuştu. Bir kolunu koltuğun sırtına atmıştı, diğer elinde de bir viski bardağı duruyordu. Bütün bu olanlara ilgisiz bir tavrı vardı.
Ben Korhan'ı incelerken sonunda bu garip durumu bozan evren olmuştu. Korhan ile aramıza girip görüş açımı kapattığı için ona minnettardım. Yüzümü biraz inceledi. Gözlerinde beni azarlayan bir tını vardı. Biraz daha öyle durduktan sonra yüzünde büyük bir gülümseme belirdi ve kolunu boynuma dolayıp beni kendine çekti. Ellerim ürkekçe beline dolandı.
Bu karşılama benim beklediğim karşılama değildi. Kızsınlar, bağırsınlar ve yok saysınlar istiyordum ama onlar bana kucak açıyorlardı. Ben onları yüzüstü bırakmıştım ama onlar yine de beni kabul ediyorlardı.
Evren'le sarılmamız diğerleri kadar uzun sürmemişti ama en az onlar kadar iyi hissettirmişti. Hayal, Beliz, Enis hepsi sırayla bana sarılmıştı.
Sarılma faslı geçtiğinde herkes koltuğun bir köşesine oturdu. Bir yanıma Almina diğer yanıma da Buğu oturmuştu. Karşımda Korhan, onun yanında Gurur ve hayal vardı. Enis, beliz ise Buğu ve Evren'in arasına oturmuştu.
Ortamda büyük bir sessizlik vardı. Kimse nasıl davranacağını veya ne söyleyeceğini bilmiyor gibiydi. Bunu garipsemiyordum. Ne de olsa geçmişte ne kadar yakın olsak da artık birbirimize yabancıydık.
"O zaman." Dedi Evren sessizliği bozarak. "Bugünün şerefine bütün kokteylleri ben hazırlayacağım."
Bir anda herkes sanki çok büyük bir meseleymiş gibi alkışladı. Evren oturduğu yerden kalkarak benim önüme gelerek duraksadı. Kafamı kaldırıp ona baktım.
"Bana eşlik eder misin?" dedi elini bana uzatarak.
"Tabi." Dedim elini tutup ayaklanırken.
"Hera yardım edecek ise bende geleceğim." Diye bağırdı Buğu oturduğu yerden kalkarak.
"O zaman bende geleyim." Dedi Beliz.
Bakışlarım Almina'ya kaydığında düşüncelere dalmış çok farklı alemdeydi.
"O zaman gidelim." Dedi Evren elimden tutup beni ardından sürüklerken.
Masaların arasından sıyrılıp barın tam ortasında bulunan büyük bar tezgahının önüne geldik.
"Güzellikler siz oturun, Hera sen benimle geliyorsun."
Beliz ve buğu bar tezgâhının önünde bulunan taburelere geçip oturduğunda ben ile evren tezgâhın arkasına geçtik. Uzun kaliteli bir ahşaptan yapıldığı belli oluyordu. Koyu kahverengiydi.
"Hera sen kokteyl bardaklarını çıkarır mısın? Tezgâhın altındaki dolaplardan ikincisinde olmalıydılar."
Kokteyl bardaklarını çıkarmak adına eğilip tezgâhın altındaki dolabı açtım. Haklıydı. Kokteyl bardakları, birkaç farklı bardak, peçeteler, bezler vardı.
Kokteyl bardaklarını ikişer ikişer alıp tezgâhın üzerine bıraktım.
"O kim?" diye sordu Beliz'e doğru dönerek.
Beliz Buğunun üzerinden kapıya doğru baktı.
"Kim olduğunu bilmiyorum ama taş gibi adammış valla."
"Değil mi bayağı uzun ve yakışıklı" dedi Buğu.
"Bugün burası sadece bize özel olmalıydı. Korumalar neden o adamı içeri aldı?" diye sordu Evren.
"Bilmem." Dedi Beliz. "Belki de o Mustafa babanın bizimle tanıştırmak istediği kişidir."
Bahsettikleri kişinin kim olduğuna bakmak adına bakışlarımı girişe yönlendirdiğimde gördüğüm manzarayla küçük dilimi yutacaktım. Onun burada ne işi vardı? Neden bu adam sürekli karşıma çıkıp duruyordu.
Bakışları beni buldu ve yüzünde küçük bir tebessüm oluştu. Bedeni dik, emin ve büyük adımlarla bize doğru ilerledi. Tezgâhın önüne geldiğinde diğerlerini yok sayarak önümdeki tabureye oturdu.
Mavinin en açık tonu, cennetten kopup cehenneme bulanan, alev alev yanarken bile bu kadar donuk ve kıpırtısız gözler gözlerimle buluştu. Yeşil gözlerim, benliğimi oluşturmuş bir barikat gibiydi. Onun gözleri ise inime girmeye çalışan bir yılan gibi kapımda bekliyordu. Hiç kıpırdamadan ve hiç nefes almadan.
"Selam Ortak." dedi kalın, erkeksi ses tonuyla. Bu cümle onun dudaklarında şeytanın fısıldadığı günah gibiydi adeta. Çekici, karşı konulamaz ama tamamen harama boyanmış.
Biraz daha bana doğru yaklaştı. Önümde duran dolu kokteyl bardaklarından birini alıp önüne koydu ve ellerindeki eldivenleri ağır hareketlerle çıkarmaya başladı. Hareketleri çok yavaştı. Sanki deriye batmış bir kıymığı çıkarmaya çalışıyordu. Gözlerim küstahça bedeninde dolaştı.
Beyaz bir gömlek giyiyordu ve gömleğin üstten iki düğmesi açıktı. Gömleğin üzerinde bedenini tamamen saran siyah bir yelek giyiyordu. Altında ise yeleği ile aynı renk ve kumaştan bir pantolon, siyah, kalın bir palto vardı. Daha önce takım elbise giyen sayısızca insan görmüştüm ama hiçbirine bu adama yakıştığı gibi yakışmıyordu. Sanki bu onun derisiydi. Sanki bu takım onu için yaratılmıştı.
Gözlerinin bedenimde dolaştığını hissedebiliyordum. Düşüncelerim tamamen iç içe geçmiş halkalar gibiydi. Hangisini çekersem çekeyim kopmuyordu.
Gözlerim bedeninden yüzüne kaydı. Günaha boyanan mavilerin etrafında derin yarıklar vardı. Sert, keskin yüz hatlarını yüzüne korkutucu bir hava katıyordu. Bu adamda dikkatim çeken şey mavi gözleriydi. Solmuş ve çürümüşlerdi. Altında yatan cesetleri buradan görebiliyordum. Sanki bilerek ve isteyerek bana bunu gösteriyordu.
Bir romanın en karanlık ve soluk sayfası gibiydi. Benim bilmediğim bir lisanda yazılmıştı. Bu adamı okumak zordu. Bu beni daha da heyecanlandırdı.
Bar sessiz, kasvetli bir havaya bürünmüştü. Gece sessizliği ve hüznü peşinden sürüklüyordu.
Karşımda duran adam eldivenlerini çıkarıp tezgâhın üzerine koydu. Bakışlarım parmaklarına kaydı. Viski bardağını kavrayan uzun, ince, mermer kadar kusursuz parmaklara sahip elleri çok güzeldi.
"Pars Alaz." dedim hafif duraksayarak. "Seni burada görmek ne büyük bir şans."
Kelimeler kızgın bir korun üzerine düşen kar taneleri gibiydi. Söylediğim an pişman olmayı bekledim ama pişman değildim.
"Öyle mi?" diye sordu.
Kokteyl bardağını tutan elini gevşetti.
"Öyle." Dedim bakışlarımı bakışlarından çekmeden.
"O şans bana ait." Dedi bakışlarını bakışlarımdan çekip bendimde dolaşırken.
"Burada ne işin var?" diye sorduğumda herkesin bizi izlediğini hissedebiliyordum.
"Bu renk senin bedeninde anlam kazanmış." Dedi sorumu yok sayarak. Bakışları bedenimi turlayıp tekrar gözlerime tırmandı. "Bu zamana kadar çok anlamsızmış."
Bir kaşım istemsizce havalandı. Şaka yaptığını düşünüyordum ama bakışları o kadar netti ki bunun şaka olduğunu düşünmem için bir sebep yoktu.
Gözlerim dudaklarına kaydı. Dudakları kusursuzca kazımıştı lakin dudağının kenarında bir yara izi vardı. Keskin bir şeyler oluştuğu belli oluyordu. Uzun bir kesik. Güzel, dolgun ve kusursuz dudaklar için küçük kusurlu bir hata. Bu yara iki gün önceye kadar orada değildi. Ne olmuştu?
Refleks olarak eğilip dudağına dokunacağım an olduğum yerde duraksadım. Ne yapıyordum ben? Kafayı mı yemiştim?
Tam ağzımı açıp bir şey söyleyeceğim an Mustafa babanın sesiyle duraksadım.
"Bakıyorum da çoktan kaynaşmışsınız." Dedi Mustafa baba Pars Alaz'ın yanındaki tabureye oturarak.
Mustafa baba yan dönerek Pars Alaz'a baktı.
"Bu Hera." Dedi eliyle beni gösterirken. Sonra bana doğru döndü.
"Bu da yeğenim Pars Alaz."
🫀
Bir bölüm sonu klasiği olarak görüşlerini bırakırsanız sevinirim.
Instagram; kayipmedusaa
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 7.83k Okunma |
331 Oy |
0 Takip |
18 Bölümlü Kitap |