
Oy ve yorumlarınızı bekliyorum efendiler.
Keyifli okumalar.

BATAKLIĞA ATILAN ADIM
Tozlu bir taburenin üzerinde, saten ve pamuk ipliğinden ibaret bale pabuçlarıyla dönüp duran bir balerin gibiydim. Gerdanıma vurulan halatlarla dengede durmaya çalışıyor ve buna rağmen showumu sergileyerek dönmeye devam ediyordum.
Dönerken sadece küçük bir noktaya odaklanmaya çalışıyordum. Ve o nokta da benim ayakta durmamı sağlıyordu. İşte o nokta, benim değer verdiğim sayılı kişilerin bir toplamıydı. Şu anda ilerleyebiliyorsam bu, onların sayesindeydi. İşte tam da bu yüzden o nokta hayatımdan silinirse, tüm dengem bir anda alt üst olur ve hayatım ile birlikte tüm benliğim olduğu gibi yere çakılırdı.
Şimdi ise birileri elinde tutmuş olduğu o, leş kokan kanlı bezle parçası ile benim duvarımdaki hayati noktamı kazıyıp, sökmeye çalışıyordu. Buna engel olmaya çalışıyordum ama leş gibi kokan kanın kokusu yüzünden dengede durmakta zorlanıyor, tökezliyordum. Benim korkum, bulunduğum yerden düşmek değildi. Benim asıl korktuğum şey; devrildikten sonra kalkıp, noktamı bir daha olduğu yerde bulamamaktı.
Derin bir nefes alıp, olayı her açıdan düşünmeliydim. Eğer duygularımı olaya karıştırırsam, bozuk bir pusula gibi yanlış yöne ilerleyebilirdim. Bu yüzden derin bir nefes alıp vererek kendime gelmeye, aynı zamanda da olabildiğince detaylı bir şekilde düşünmeye çalışıyordum.
Herkesin bu hayatta hassas bir noktası vardı ve benim, en hassas noktalarımdan biri de Savaş'tı. Bu yüzden bana ulaşabilmenin en kısa yolu Savaş'tan geçiyordu. Onu her kim kaçırdıysa, bunu biliyor olmalıydı ama bu bilgi o kadar kolay elde edilebilecek bir bilgi de değildi. Ya Savaş'ı kaçıran kişilerin eli olabildiğince uzun makamlara ulaşıyordu ya da daha kötüsü, içerden bilgi alıyorlardı. İki seçenekte çok olası bir ihtimali içeriyordu. Bu yüzden de olabildiğince dikkat etmem gerekiyordu.
Şu an üzerinde oturduğum tahtın bir bacağı kırıktı ve her an tepetaklak olabilirdim. Bu nedenle herhangi bir adım atmadan önce çok daha ayrıntılı bir şekilde düşünmeliydim.
Peki ya saldırılar?
Burası bir savaş arenasıydı ve biz de bu arenada hayatta kalabilmek için savaşa tutuşan kanlı gladyatörlerdik. Bu yüzden kendimizden küçükleri ve zayıfları avlamaya çalışmak, çok normal bir eylemdi bizim için. Ama ben neredeyse zirvede yer alıyordum. Yani beni güçsüz ya da zayıf görebilecek kişi sayısı neredeyse bir elin parmağını geçmezdi. En zirvede yer almamın yanı sıra ben, çok kanlı ve güçlü birinin gölgesiydim. Yani koca bir çınar dururken, gölgesine saldırmak pek mantıklı bir hareket sayılmazdı. Bu, ya koca çınara bir uyarı ya da gölgesinin ilgisini çekmek için bir gözdağıydı. Bunu yapan kişi her kimse, amacına ulaşmış ve çoktan ilgimi çekmeyi başarmıştı.
Benim yaşadığım sorun saldırılar değildi. Asıl sorun, bizim bu kadar büyük bir saldırıdan daha önce haberimizin olmamasıydı. Burası ne kadar büyük bir şehir olursa olsun, dedikodular ve birtakım bilgiler çok çabuk bir şekilde kulaktan kulağa yayılırdı. Bu şehirde bilgi demek, para demekti.
Şaşkındım, şaşkındım çünkü bu kadar büyük ve ses getirebilecek bir saldırıyı nasıl oluyordu da, bu kadar sessiz sedasız bir şekilde halledebilmişlerdi? Aramızda bu saldırıya yardım eden birileri olabilir miydi ki? İçimizde bir hain mi vardı yani?
Kafamı kurcalayan çok fazla soru vardı ama cevapları henüz elime geçmemişti. Tüm bu sorunlarla tek tek ilgilenmek zorundaydım. Yoksa her şey, yüksekten yere düşen bir ip yumağı gibi birbirine dolanırdı.
Aslan'a döndüğümde hâlâ başı öne eğik bir şekilde emirlerimi bekliyordu.
"İlk olarak toplayabildiğin kadar adam topla ve Savaş'ın tam olarak nerede ve kimler tarafından tutulduğunu bul! Savaş, cehennemin dibinde bile olsa oraya gir ve onu oradan çıkar! Eğer ona bir şey olursa cehennem olur bütün şehri alevlere boğarım! Anladın mı beni!?"
Şu an önceliğim Savaş'tı ve diğer bütün sorunlar bir süre daha bekleyebilirdi.
Aslan, başını hiç kaldırmadan sadece küçük bir kafa oynatma hareketiyle sözlerimi onayladı. Şu anki tepkisi biraz garip olsa da fazla üstelemek istemiyordum.
"Sen bu işle ilgilenirken Poyraz'a söyle yaralanan müşterilerle yakından ilgilensin. Yaralıların bütün tedavi masrafları karşılansın. Herhangi bir şikâyet başımıza büyük bir dert açabilir. Ne olursa olsun bu işi sessizce halledin. Bizden yaralanan çocuklarla da ilgilenecek birini ayarla, terkedildiklerini düşünüp farklı yönlere kaymaya çalışmasınlar. Ölenlerin de cenaze masraflarını karşılayın. Bu durumdan en az zararla sıyrılmalıyız."
"Peki efendim, başka bir emriniz var mı?"
Başımı olumsuz anlamda salladığımda, öne eğilip selam vererek kapıya doğru yöneldi. Kapıdan çıkmadan önce arkasından bağırdım.
"Senin önceliğin Savaş, onu bulmadan gözüme gözükeyim deme sakın."
Kapının kapanması ile sanki üzerime tonlarca yük yüklenmiş gibi koltuğun üzerine çöktüm. Boğazımda bir yumru düğümlenmişti; ne kadar yutkunursam yutkunayım geçmiyordu. Savaş, benim aile diyebileceğim tek kişiydi ve şu anda da başı beladaydı. Ona bir şey olursa ne yapacağımı kestiremiyordum bile. O, benim masum kalan tek yanımdı ve o da gider ise, beni kanlı savaşın gerisinde tutabilecek kimse kalmazdı.
İnsanın köşeye sıkıştığı ve ne yaparsa yapsın kurtulamayacağını düşündüğü bazı zamanlar vardır. Şu an sanki boş ve karanlık bir odanın içine koyulmuştum ve her geçen saniye ile odanın duvarları daralıyordu. Nefes almak demek, ölüme meydan okumak demekti. Ölüme meydan okuyacak gücü kendimde bulabilir miydim emin değildim.
Yorgundum.
Ben Hera.
Hera Ateş.
Ve ben bir tanrı değilim.
Yorulabiliyor, üzülebiliyor ve ölebiliyordum.
Bazen bunu unutuyordum. Kendi benliğime öyle bir maske takmıştım ki, Tanrı rolüne bürünmek zorunda kalıyordum. Çünkü eğer ben düşersem, benimle birlikte bu karanlık boşluğa birçok kişi daha sürüklenirdi. Bazen düşmek istiyordum. Bazen hiç uyunmamak üzere uyumak istiyordum. Hatta her saniye ölümü arzuluyordum ama yapamazdım.
Ben Hera Ateş'tim.
Yorulamaz, üzülemez, ölemezdim.
Kendime koyduğum kurallar böyleydi. İçimde, ölü bir şekilde yatan biri varken başka bir ölüye ihtiyaç yoktu.
Burada öylece oturup bekleyemezdim. Bir şeyler yapmalıydım ama ne yapabilirdim ki? Beynim bir buz kütlesinin içine hapsedilmiş gibiydi adeta.
Masanın üzerinde titreyen bir şey beni düşüncelerimden sıyırıp alırken, sıkıntıyla masanın üzerinde duran telefonuma baktım. Şu an kimseyle konuşacak durumda değildim. Aramayı sonlandırmak için telefonu elime aldığım esnada, ekranda yazan isimle birlikte birçok duygu, sahile vuran dalgalar gibi beynime çarpıp gitti. Savaş arıyordu veya Savaş'ın telefonuyla bir başkası arıyordu. Vakit kaybetmeden telefonu açtım.
"Evet!" dedim sakin bir tonda.
"Selamlar güzel bayan."
Bu beklediğim ses değildi. Bu ses, yabancı birine aitti ve büyük bir ihtimalle Savaş'ı esir tutan adamın ta kendisiydi.
"Kimsin sen ve Savaş nerede?"
Telefonun diğer ucunda kısa süren bir sessizliğin ardından yabancı adam tekrar konuşmaya başladı.
"Bu ne acele? Hemen konuya girmek biraz kabalık değil mi sence de? Birileri sana selam verdi mi, o selama karşılık vermek gerekir değil mi? Yoksa bir hanımefendi olarak görgü kurallarından da mı haberin yok?"
"Birini kaçırıp zorla alıkoyan birinin görgü kurallarından bahsetmesi ne büyük bir ironi değil mi?" Dediğimde, telefonun ardından gelen ve insanın kulaklarını tırmalayan tiz bir kahkaha yükseldi.
Onu elime geçirdiğimde, şuan attığı kahkahaların son kahkahaları olduğundan emin olacaktım.
"Peki öyle olsun Bayan. Ee, bizim işi nasıl yapıyoruz?"
Bu adamın konuşma tarzı gerçekten sinirlerimi bozuyordu. Sanki sevdiğim birini kaçırmamıştı da, havadan sudan bir sebepten dolayı sohbet etmek için aramış gibi davranıyordu.
"İlk olarak, bayan senin babandır. Ben bir kadınım. İkinci olarak da, değerli vaktimi senin gibi değersiz bir sırtlanla harcayacak değilim. Sadede gel ve ne istediğini söyle."
"Bak bak, laflara bak. Efendi dedikleri kişi bayağı agresifmiş anlaşılan. Ne mi istiyorum? Eğer arkadaşını çok seviyorsan o değerli vaktini de alıp buraya gelmelisin. Yoksa çok değer verdiğin o arkadaşını alırım, vaktin pek değerli olmadığı o sonsuzluğa gönderirim. Yani ölüme."
Söylediği sözler karşısında kahkahamı bastırmak için kendimle savaşıyordum. Henüz benim kim olduğumu bilmiyordu ve öğrenmek üzere olduğu için ona gerçekten acıyordum.
"Eğer onun kılına bile dokunursan, kaçacak yer aramaya çalışma. Cehenneme bile gitsen gelir seni bulur ve o cehennemin yedi kat dibine gömerim. Anladın mı beni?" dediğimde sakinliğimi korumak için kendimi sıkıyordum.
"Ne kadar korktum bilemezsin. Bakın çocuklar tüylerim diken diken oldu resmen. Altıma kaçırmak üzereydim neredeyse." dediğinde telefonu uzaklaştırmış başkalarıyla konuşuyordu. Arkadan birkaç kahkaha sesi geldiğinde içimde tutmaya çalıştığım öfkem tekrar filizleniyor, gün yüzüne çıkıyordu.
"Bu boş tehditlerin umurumda değil. Kahraman bölgesindeki büyük bir depodayız. Zeki bir kadın olduğunu söylediler, bulmakta zorlanmayacağına eminim. Haa, bir de unutmadan söylemek istiyorum. Tek gel, yanında birilerini görürsem, duyarsam ya da hissedersem bile o yakışıklı arkadaşının güzel yüzünde bir delik açarım."
Bir şey söylememe izin vermeden telefonu suratıma kapattığında, telefonu sertçe sıkıp savurdum. Gerçekten çok sinir bozucu bir adamdı ve konuşma tarzından anlaşıldığı üzere pekte akıllı sayılmazdı. Böyle adamlarla uğraşmak her ne kadar kolay olsa da, çok fazla sinir bozucu bir durumdu.
Başımı, ellerimin arasına alıp şakaklarıma hafif bir baskı uyguladım. Sanki adamla yaptığım birkaç dakikalık telefon konuşmasından sonra başıma bıçak saplanmış gibiydi. Ne demişti atalarımız; düşmanın bile akıllısı gerek.
Avuç içlerimi şakaklarıma bastırarak birkaç kez daireler çizip, masaj yaptığımda kendimi daha iyi hissediyordum. İlk iş olarak Aslan'a ulaşmalıydım.
Oturduğum yerden kalkarak salonu gözlerimle taradım. Fırlattığım telefondan bir iz gözükmüyordu. Zaten bir iz bulsam da alışacağından emin değildim.
Hemen mutfaktan çıkıp, çıkış kapısına doğru yöneldim. Kapıyı açtığımda iki koruma da hâlâ oldukları yerde duruyorlardı.
"Biriniz telefonla Aslan'a ulaşıp telefonu bana versin." Dediğimde, korumaların kısa bir süre şaşkınlıkla birbirlerine baktıktan sonra sağ tarafta duran ceketinin cebinden telefonunu çıkardı. Ekranda kısa bir süre oyalandıktan sonra telefonu bana uzattı.
Telefon birkaç kez çaldıktan sonra açıldı.
"Ne var bir sorun mu oldu? Patron iyi mi?" dediğinde ses tonu benimle konuştuğundan daha faklıydı. Çalışanlara karşı hep sert bir mizacı olduğunu biliyordum. Bu yüzden bir an duraksadım.
"İyi." Dedim.
"Efendim?"
"Hemen evime bir araç gönder ve sana söylediğim her şeyi harfi harfine uygula."
"Emredersiniz efendim."
Telefonu kapayıp sahibine uzattığımda telefonu alarak tekrar cebine soktu.
"Sizde hazırlanın beş dakika içinde çıkıyoruz."
"Emredersiniz Efendim. "
Tekrar içeriye girerek portmantonda asılı duran deri, siyah trençkotumu alıp üzerime geçirdim. Vakit kaybetmek istemesem de plansız hareket etmenin çok da iyi bir sonuç vermeyeceğini biliyordum. Her ne kadar şu an aklımda bir plan olmasa da yol boyunca bir şeyler düşünmek için vaktim olacaktı.
***
Birkaç dakikalık arama sonunda depoyu bulmuştum. Arabayı yavaşlatıp ağır adımlar eşliğinde ilerledim. Şu an depo görüş alanımın içerisindeydi. Göze batan ilk şeyse deponun girişinde bekleyen iki iri cüsseli adamdı.
Depo, köhne ve dikkat çekmeyen bir yerdeydi. Etrafı ormanlık alan olduğu içinde görüş alanım biraz kısıtlıydı. Bu nedenle etrafta daha fazla adam olup olmadığını göremiyordum. Eğer varsa da, bu kadar saklanacak alan varken görmem imkansızdı ama her ne olursa olsun kontrolü elden bırakmamalıydım. Arabayla deponun önüne gelip durduğumda, kapının önünde duran adamlardan biri bana doğru yönelmişti. Umursamaz bir şekilde kapıyı açıp arabadan dışarı çıktım.
Soğuk hava, bedenimi ağır ağır okşarken bir yandan da kendimi daha iyi hissetmemi sağlıyordu. Burası ormanın kenarına inşa edilen eski bir akıl hastanesiydi ama bir yangın sonrası tadilat yapmak, yeni bir tane yapı yapmaktan daha masraflı olduğu için boşaltılmıştı. Bu eski yapı, boşaltıldıktan sonra birçok ayyaşın, çetenin mekânı haline geldi. Çok bilindik bir yer olması onu tehlikeli bir yer olarak kılsa da, sıradan insanlar buraya uğramadığı için işler sessizce halledilebiliyordu.
Bina iki katlı, beyaz boyası dökülmüş ve artık pekte beyaz değildi. Çoğu penceresi yerinden sökülmüş bir şekilde dururken, yangının bıraktığı izler hâlâ fark ediliyordu.
Cüsseli adam yanıma geldiğinde, eliyle ilerlemem gerektiğini belirten bir işaret yaptı. Normalde bana emir verilmesinden hoşlanmasam da, şu an öfkeme yenik düşerek bu olayı çıkmaza sürüklemek istemiyordum.
Silahlı korumanın dediği gibi ağır adımlarla girişe doğru ilerlediğimde, kapının önünde duran diğer adam ise telefonla biriyle konuşuyordu. Sanırım içeridekilere haber veriyordu. Deponun kapısına geldiğimizde kapının hemen yanında bekleyen adam, eliyle demir kapıyı açıp ilerlemem için eliyle işaret etti.
Kapıyı geçtiğimde, bir hol beni karşıladı. Hava henüz aydınlık olsa da, içeriye adım atar atmaz o keskin karanlık beni karşılamıştı. Bu yüzden görüş alanım kısıtlıydı. İçeride ise fark edilen en bariz şey, havasızlık ve ağır bir is kokusuydu. Yoğun koku yüzünden nefes almakta oldukça zorlanıyordum. Gözlerim biraz daha karanlığa alışmaya başladığında, holün sonunda ayakta durmuş bir adam görmüştüm. Adama doğru ilerlemeye başladığımda, topuklu ayakkabılarımın çıkardığı ses boş depoda yankılanıyordu. Sanki bu ses savaş başlamadan önceki hücum borusunu andırıyordu.
Bir savaş başlıyordu.
Hissediyordum.
Peki kazanan kim olacaktı?
Adamın yanına ulaştığımda, hiç konuşmadan kenara kaymıştı. Ardından, arkasında cılız bir ışığın aydınlattığı, aşağıya doğru inen merdivenleri gösterdi. Beni atmosferle mi germeye çalışıyorlardı? Bu neydi? Korku filmlerindeki klişe olan ve girilmemesi gereken yere inatla giren karakterler gibi hissediyordum kendimi.
Merdivenleri inmeye başladığımda ışık gitgide daha cılız hâl almaya başladı ve sonunda karanlığa teslim olmuştu. Yolumu bulmak için ellerimi duvara dayayıp ilerlediğimde, birkaç kez düşmekten son an da kurtuldum. Birini kaçırmanın da bir adabı vardı. Bu da neydi böyle? Birini kurtaracağım varsa da bu kadar can sıkıcı şeyden sonra vazgeçmemek elde değildi.
Dar koridorun sonunda el yordamıyla bir kapı bulduğumda, derin bir nefes alıp kapıyı ittirdim. Kapı açılınca, koridorun aksine içerisi bayağı aydınlıktı. Karanlığa alışan gözlerim ışık karşısında biraz afallasa da saniyeler sonra kendilerine gelmeye başlamışlardı.
Gördüğüm ilk şey, boş odanın ortasında bir sandalyede oturan Savaş'tı. Savaş'ın başında iki adam duruyordu. Biri de Savaş'ın önünde bir dizinin üzerine çökmüş ona bir şeyler söylüyordu. Ayakta duran adamlardan biri geldiğimi fark ettiğinde, Savaş'la konuşan adama bir şeyler söyledi ve adam ayağa kalkıp bana doğru döndü.
Yüzünde iğrenç bir gülümsemeyle iki kolunu yana açıp beni selamlar gibi bir hareket yaptı.
"Herkesin efendisi, fakirhanemize teşrif edebilmiş sonunda. Hoş geldiniz efendim."
Hareketleri ve sözlerinin hepsinin abartılı ve yapmacık olduğu hemen anlaşılıyordu. Bedenimi dikleştirip ilerlediğimde başıma dayanan bir şeyle olduğum yerde duraksadım. Başıma dayananın ne olduğunu görmüyordum ama bir silah olduğunu tahmin edebiliyordum.
Kapının arkasında kör noktada kalan adamı fark etmekte biraz gecikmiştim.
"Fazla acelecisiniz efendi hanım. İlk önce üzerimizdeki tehlikeli aletlerden kurtulalım bir değil mi?" dediğinde, başıma silah dayayan adam silahı çekmeden önüme geçerek beklemeye başladı.
İlk olarak trençkotumu açarak iki silahı çıkartıp adama uzattım. Silahları tek tek alarak yanında bulunan bir kartonun içine attı. Sonra eğilip eteğimi biraz yukarıya sırıyıp, eteğimin altında bulunan bıçağı çıkarıp adama uzatmadan yanında bulunan kartonun içine attım.
"Bir mahsuru yoksa kontrol amaçlı olarak arkadaşım üzerinizi arayacak."
Karşımdaki adam silahını indirip beline yerleştirdikten sonra bir adım atarak aramızdaki mesafeyi kapattı. Kollarımı kaldırarak aramasını kolaylaştırmaya çalıştım. Koca ellerinin bütün vücudum da küstahça dolaşması sinirlerimin gerilmesine neden oluyordu ama kendimi sıkarak sabırlı davranıyordum. Ellerini vücudumdan çekerek arkasına döndü.
"Temiz," dedi kalın, boğuk bir ses tonuyla.
Liderleri olduğunu düşündüğüm adam başını olumlu anlamda salladığında geçmem için önümden çekildi. Yanından geçerken başımı çevirip, gözlerinin içine bakarak fısıldadım.
"Buradan çıktığımda, bedenimde gezinen ellerinin artık kullanılmaz bir halde olduğuna emin olacağım,"
Sözlerim karşısında alaylı bir tebessüm attı. Bu tebessümü acı çığlıklara dönüştüreceğim anı dört gözle beklerken bakışlarımı tekrar liderlerine doğru çevirdiğimde, kahverengi çekik gözleri benim gözlerime kilitlendi.
"Demek herkesin ağzında dolanan o efendi sensin ha? Ah, yoksa herkesin altında dolanan mı demeliydim?" dediğinde sakinliğimi koruyarak yüzüme sahte bir tebessüm yerleştirdim.
Bu sözleri o kadar sık duruyordum ki, artık benim için bir anlam ifade etmiyorlardı. Onların gözünde ne olduğum çok da umurumda değildi.
"Beni böyle tanımanız çok yazık olmuş. Gerçek beni tanıdığınızda sizin için çok geç olacak," dedim ve biraz duraksadıktan sonra devam ettim. "Hem ben hiçbir zaman altta olmadım ve eğer tadımı bilseydin altımda olmak için yalvaracağına da eminim."
İnce dudakları alayla yukarı doğru kıvrıldı.
"Çok kullanılmış, defolu maldan haz etmiyorum."
"Ah, öyle mi ama en çok kullanılan mallar genellikle en çok sevilenlerdir," dediğimde yüzündeki alaylı gülümseme kaybolmuştu.
Ağır adımlarla bana doğru ilerlemeye başladığında yüz hatlarını daha iyi görebiliyordum. Otuzlarının ortasında olmalıydı. Benimle aynı boylarda 1,78 civarındaydı. Açık kahverengi, yuvarlak yüz hatlarına, ince dudaklara ve kemerli bir burna sahipti. Burnunun üstünde eski bir yara izi bulunuyordu. Gözlerinin etrafına yayılan kaz ayakları onu daha da yaşlı gösteriyordu.
Aramızda kısa bir mesafe kalınca bana doğru eğildi. "Umarım ölmek üzereyken de bu kadar kendine güvenirsin," dedi tiz, kulakları tırmalayan ses tonuyla.
"Ben bugün burada ölmeyeceğim ama senin içi aynı şeyi söyleyemeyeceğim," dedim gözlerinin içine bakarken.
Bedenini dikleştirip önümden çekilerek yanıma geçtiğinde Savaş, tekrar görüş alanıma girdi. Başı öne eğik, elleri ve ayakları bir koli bandıyla sıkıca bantlanmıştı. Yüzünün birçok noktasında morluklar, kan pıhtıları vardı. Giydiği beyaz tişörtü de kan yüzünden renk değiştirmişti.
Onu bu halde görmeyi beklesem de, gerçekte görmek tamamen farklı bir şeydi. Tırnaklarımı avucumun içine sertçe bastırıp, dişlerimi sıkmaya başladım. Şu an sakin olmalıydım. Vakti geldiği zaman akıtılan her damla kanın intikamını alacaktım.
Adam, hızlı bir hamleyle arkama doğru geçip kulağıma yaklaştı. Nefes alışverişlerini saçlarımın arasında hissediyordum ve bu his midemi bulandırıyordu. Tiksintiyle yüzümü buruşturduğumda bakışlarımı Savaş'ın üzerinden ayırmadım. Şu an ne hissettiğin önemli değildi. Önemli olan Savaş'ın iyi olmasıydı.
"Bir kıl mı demiştin?" diye sordu adam, kulağıma fısıldayarak. "Bence bir kıldan fazlasını yaptık gibi değil mi? Şimdi ne yapacaksın? Cehenneme de kaçmadım buradayım işte."
Tam dönüp hamle yapacağım an ortamı dolduran telefon sesiyle olduğum yerde duraksadım.
"Siktir," dedi benden uzaklaşırken.
Ne yaptığını göremesem de sesinden bir şeylerin ters gittiği anlaşılıyordu. "Biriniz şunu diğerinin yanına bağlasın. Kalanlar da benim emirlerimi beklesin."
Karşımdaki adamlar başını eğip onayladıktan kısa bir süre sonra kapının kapanma sesi depoda yankılandı. Ne olduysa önemli bir şey olmalıydı. Acaba bu bizimkilerin başının altından mı çıkıyordu? Bunun olmasının imkânı yoktu. Benden işaret almadan kendi başlarına buyruk hareket edemezlerdi. Peki ne olmuştu?
Adamlardan biri deponun en uç köşesinden bir sandalye daha alıp Savaş'ın yanına koydu.
"Otur," dedi emir verir bir tonda.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 7.83k Okunma |
331 Oy |
0 Takip |
18 Bölümlü Kitap |