11. Bölüm

ÇOCUKLUĞUN KÜLLERİNDEN DOĞAN KADIN

Kayıp Medusa
medusahikayeleri

Selamlar, nasılsınız, neler yapıyorsunuz? Ben biraz yorgunum ve berbat bir baş ağrısıyla uğraşıyorum ama buna rağmen yeni bölümle karşınızdayım. Gerçekten hafta da iki bölüm yazmak düşündüğümden bayağı zormuş. Bundan sonra eski düzene devam ederek haftada bir bölüm ama uzun bir bölümle devam edeceğiz. Bu yüzden destek olarak bol bol oy ve yorum bekliyorum.

Oylar verildiyse keyifli okumalar.

ÇOCUKLUĞUNUN KÜLLERİNDEN DOĞAN KADIN

Savaşta herkesin inancının aksine en çok zarar gören beden değil, ruhtur. Bir savaşa girdiğinde bedenin yara almadan çıkabilirdin ama ruhun kesinlikle yara alırdı. Bense hayatta kalmak için hep savaşmak zorunda kalmıştım. Benim tek bildiğim şey savaşmaktı. Bu yüzden de ruhum paramparçaydı.

Ben paramparçaydım.

Herkes benim güçlü bir kadın olduğumu düşünüyordu ama bu güçlü görünen kabuğun içinde içten içe çürüyen ruhumu bilmiyorlardı. Görmüyorlardı.

Buna rağmen bugün yeni bir savaş daha başlatacaktım. Bu savaş birçok kişinin hayatını mahvedecekti bunu biliyordum ama savaşmaktan başka bir yol bilmiyordum. Çünkü bana başka bir yol öğretilmemişti.

Evden çıkmadan önce arkamı dönüp son kez baktım. Buraya bir daha döneceğimi sanmıyordum. Dönmek de istediğime emin değildim. Burası bir rezidansın en üst katıydı ve tamamen modern şekilde yerleştirilmişti. Benim değil Deha Sancak'ın zevkine göre dizayn edilmişti. Bu ev bana ilk iş günümde hediye ettiği bir evdi.

Çok fazla çalıştığım için sadece yatmak için kullandığım bir yerdi o yüzden hiçbir zaman bir yuva olmamıştı. Aslında nereye gidersem gideyim hiçbir zaman kendimi bir yere ait hissedemiyordum. Benim için yuva sadece masallarda yazılan birkaç satırdan ibaretti.

Şu an tek istediğim bu yeri ateşe vermek ve arkama bile bakmadan çekip gitmekti ama yapamazdım. Bu sitede çok fazla insan yaşıyordu ve sırf öfkem yüzünden masum insanların zarar görmesini istemiyordum.

Bu tıpkı bir devrin kapanışını anımsatıyordu ve yeni bir devir açana kadar durmak yoktu.

Buraya gelmemin amacı eve veda etmek değil üzerimdeki elbiseden kurtulmaktı. Normalde ilk iş olarak şirkete gitmeliydim ama o elbise ve dağınık bir tiple oraya gitmem büyük bir ironi olurdu. Bu yüzden şirkete gitmeden önce eve uğrayıp bir duş aldıktan sonra kendime çekidüzen verdim.

Bir savaş başlatacaksak güzel olmalıydık değil mi?

Evden çıkmadan önce hemen kapının yanında duran portmantonun aynasına baktım. Üzerimde pantolon ve ceketten oluşan kırmızı bir takım vardı. Eğer bir savaşa giriyorsak kırmızı kesinlikle bunun için biçilmiş bir kaftandı. Normalde pantolonlu takımlar tercih etmezdim ama buraya gelirken Poyraz'ın motorunu almıştım ve geriye onunla döneceğim için şu an en mantıklı olan buydu. Şu an üzerimde giydiğim takım da motor kullanmak için pek mantıklı bir seçim değildi ama elimden bir şey gelmezdi.

Dalgalı saçlarımı toplamak istemiyordum, bu yüzden duştan çıktığım gibi sadece kurutup kendi hallerine bıraktım. Çok iyi değildi ama fena da sayılmazdı. Makyaj olaraksa göz altlarımı kapatıp bir vazgeçilmez olarak kırmızı rujumu sürmüştüm. Aynada baktığım görüntüden memnundum.

Artık gitme vakti gelmişti. Portmantonun yanında duran kısa topuklu siyah stilettoları ayağıma geçirdim. Motor süreceğim için özellikle kısa topuklu olmasına özen göstermiştim. Şu an tamamen hazırdım.

Portmantonun üzerinde duran motorun kaskını ve anahtarını alarak bir daha dönmemek üzere evden çıktım.

Şirketin kapısının önüne geldiğimde motoru durdurup kapının önüne yığılan kalabalığa baktım. Şu an tahmini olarak yüzden fazla kişi olduğunu söyleyebilirdim. Poyraz'a adam topla dediğimde kastettiğim kesinlikle bu değildi ama Poyraz yine abartma huyunu göstermişti.

Başımdaki kaskı çıkartıp başımı hafif sallayarak saçlarımın birazda olsa düzene sokmaya çalıştığımda bütün bakışlar üzerime toplamıştı.

Motordan inerek kaskı sol elime alarak bedenimi dikleştirdim. Sağ elimle de yüzümü kapatan saçlarımı geriye doğru atarak kulağımın arkasına sabitledim.

Kapının önünde yığılan kalabalık da iki gruba bölünüp uzun bir kuyruk oluşturmuşlardı. Ortada ise benim geçmem için boş bir alan bırakmışlardı. Derin bir nefes alarak ağır adımlara şirketin kapısına doğru ilerlemeye başladım. Kalabalığın ortasına geçerken herkes kafasını eğerek beni selamlıyordu. Şu an kendimi kırmızı halıda yürüyormuş gibi hissediyordum.

Bu kadar gösterişe gerek var mıydı? Poyraz'la baş başa kaldığımda ona söyleyecek bir çift sözüm vardı ama ilk önce geldiğim işe odaklanmalıydım.

Şirketin kapısının önüne geldiğimde otomatik kapı kendiliğinden açıldı. Bu kapının ardında yeni bir başlangıç vardı. Bunu biliyordum ama buna rağmen yeniden başlamaya gücüm var mıydı emin değildim.

İçeriye doğru adım attığımda büyük bir sessizlik beni karşıladı. Normalde gürültülü ve karmaşa içinde olan şirket şu an sessizliğe gömülmüştü. Hiçkimse yoktu. Bütün herkes neredeydi?

Bakışlarım bana doğru koşuşturan Aylin'e kaydı. O da hiç olmadığı kadar dağılmış görünüyordu. Bana yaklaştığında gözlerinin ardındaki korkuyu görebiliyorum.

"Efendim," dedi nefes nefeseyken. "Çok kötü şeyler oldu." Nefes nefese kaldığı için kelimeler arasında boşluk bırakıyordu.

"Görebiliyorum," dedim çevreme bakınarak. "Şimdi sakinleş ve neler olduğunu anlat."

Ellerini dizlerine yaslayıp hafifçe eğildi. Bu kadar yorulacak ne yapmış olabilirdi ki? Ona biraz zaman tanımak için olduğum yerde kıpırdanmadan durmaya devam ettim. Ellerini dizilerinden çekip bedenini dikleştirdi. İki elini saçına atarak dağılan saçlarını el yordamıyla toparlamaya çalıştı.

"Bu sabah altı civarlarında Deha Bey ve birkaç adamı şirkete geldi. Normalde sizi ziyarete geldiğini düşünmüştüm, bu yüzdenden henüz şirkette olmadığınızı söyledim. O da zaten buna gerek olmadığını, bugünden itibaren bu şirkette çalışmadığınızı söyledi. İlk başta bunu şaka olduğunu düşündüm ama direkt sizin ofisinize yöneldiğinde bir şeylerin ters gittiğini anladım. Bu yüzden hemen sizi aradım ama telefonunuz kapalıydı ve ne yapacağımı bilemedim," dedi nefes almadan tek solukta konuşurken.

"Yemin ederim onları durdurmaya çalıştım ama adamları bana engel oldu. Bu yüzden bende hemen Savaş Bey'e ulaşmaya çalıştım ama telefonu çalmasına rağmen o da cevap vermedi. Son çare olarak Poyraz Bey'i aradım ve sonunda telefonu açtı. Ona bütün olan biteni anlattım.

Bana sakin olmamı ve siz gelene kadar durumu idare etmemi söyledi. Bu sırada da Deha Bey bütün çalışanların toplantı odasında toplanmasını emretti. Bunu yapmasına engel olmadım. Bu yüzden bütün çalışanlar olarak toplantı odasında toplandık. Bize yönetim kurulunun ortak kararıyla işinize son verildiğini ve yeni bir yönetici atanacağını söyledi.

Bu sırada Poyraz Bey, Aslan Ney, Ali Bey ve birkaç kişi daha gelip toplantı odasına girdi ve silahlar çekildi. Daha önce böyle bir şeye şahit olmadığımız için bütün çalışanlar şaşırmış ve korkmuştu. Beni ise Poyraz Bey olayı size anlatmam için odadan çıkardı ama geriye kalan herkes şu an toplantı odasında ve içeride neler olduğunu bilmiyorum."

Ses tonundaki endişeyi ve korkuyu hissedebiliyordum. Gerçekten epey korkmuşa benziyordu. Normalde bu şirketi illegal işlerden uzak tutmak için elimizden geleni yapmıştık. Bu yüzden bütün çalışanlar bu tür olaydan uzaktı. İki taraf farklıydı ve hiç birbirine karıştırmadan idare ediyordum ama Deha Sancak yapacağını yapmış ve ortalığı birbirine katmıştı.

"Sakin ol," dedim elimi omuzuna atıp hafifçe dokunarak. Biri nasıl sakinleştirilir bilmiyordum. Şu an elimden gelen buydu. Bakışları bakışlarımı buluştuğunda biraz daha sakinleşmiş gibiydi.

"Teşekkür ederim efendim," dedi gülümseyerek. Ben de gülümseyerek ona karşılık verdim.

"Hadi şu işi çözelim," dediğimde başını olumlu anlamda sallamakla yetindi.

Elimi omzundan çekerek sol elimdeki kaskı tutması için ona uzattım, kaskı elimden aldığında vakit kaybetmeden koridorun sonundaki toplantı odasına doğru ilerlemeye başladım. Aylin de arkamdan gelerek beni takip ediyordu. Toplantı odasının kapısına geldiğimde içeriden bağrışma sesleri geliyordu.

"İndirin silahlarınızı, bu bir emirdir!" dedi Deha Sancak gür bir sesle.

Bunu büyük bir ihtimalle bizimkilere söylüyordu. Yönetimin onda olmasına o kadar alışıktı ki herkesin ona boyun eğeceğini düşünüyordu ama burada benim çöplüğümde onun horozunun ötmediğinin farkına varmak üzereydi ve beni gülümsetmişti. İki kanatlı kapının kollarını tutarak kapıyı ittirip açtım.

"Deha Sancak," dedim kapıyı tamamen açarak. "Haddini bil."

Bütün bakışlar üzerimde toplandı. Ortamdaki gergin hava insanın içini bunaltacak düzeydeydi. Deha Sancak hemen karşımda, uzun kahverengi masanın diğer ucunda duruyordu. Ellerini masaya yaslamış başı öne eğikti. İçeriye girdiğimde başını kaldırıp bana baktı.

"Benim adamlarımı kendi adamlarınla karıştırdın sanırım. Burası benim çöplüğüm ve benim adamlarıma benden başka kimse emir veremez."

Birkaç adım atarak masanın ucuna gelip duraksadım. Sağ tarafımda şirketin birkaç çalışanı, sol tarafımda ise silahlarını Deha Sancak'a doğrultmuş Poyraz, Aslan, Ali ve birkaç adam daha vardı. Deha Sancak'ın sağ tarafında Sinan, sol tarafında ise daha önce hiç görmediğim biri duruyordu. Arkasında ise beş adam daha vardı ve silahları bizimkilere doğrultmuşlardı.

"Çalışanların hepsi dışarı çıksın!" dedi hiddetle ellerini masaya vururken. Bakışları benim üzerimdeydi ve gözleri ateş saçıyordu.

Başımı çalışanların olduğu tarafa çevirdim. On kişiydiler ve hepsinin çok korktuğu yüzlerinden belli oluyordu. Deha Sancak onları bu işe bulaştırmamalıydı. Onlar sıradan çalışanlardı ve bu tür şeyler onlar için çok yabancıydı. Hepsinin bu emirle dışarı çıkacağını düşünmeme rağmen hiçbiri yerinden bir santim bile kıpırdamadan oldukları yerde duruyordu. Deha Sancak çalışanların olduğu tarafa dönerek tekrar bağırdı.

"Çıkın!"

Deha Sancak onları korkutuyordu. Bunu görmek için dahi olmaya gerek yoktu ama buna rağmen yerlerinden kıpırdamıyorlardı. Sanki hepsi benden gelecek emri bekliyor gibi bana bakıyorlardı.

Önümde duran sandalyeyi geri çekerek oturdum. Bacak bacak üzerine atıp ellerimi birbirine kenetleyerek bacaklarımın üzerine koydum. Kızgın bir boğayı anımsatan Deha Sancak bakışlarını üzerimden ayırmadan her hareketimi izliyordu.

"Hala anlamıyorsun değil mi?" diye sordum sakin bir ses tonuyla. "Kağıt üzerinde buranın yöneticisi sen olabilirsin ama gördüğün üzere gerçekte bu şirket üzerinde hiçbir söz hakkın yok. Çünkü senin de bildiğin gibi buranın sahibi benim."

Başımı çalışanların olduğu yöne döndürerek sadece başımı hafifçe eğdim. Hepsi ne yapmaları anlamış gibi çıkışa doğru yöneldi. Yanımdan geçerken başlarıyla beni selamlamayı da unutmuyorlardı. Hiçbir şey söylememe gerek kalmamıştı. Sadece bir baş hareketimle hepsi dışarıya çıkmıştı. Bu da Deha Sancak'a her şeyi oldukça açık bir şekilde anlatmaya yetiyordu.

"Şimdi adamlarına söyle silahlarını indirsin ve iki medeni insan gibi konuşalım. Gerçi sen pek anlamazsın ama taklit edebilirsin herhalde," dediğimde beni öldürme isteğini gözlerinde görebiliyordum. O aşağılanmıştı ve bunu kendine yediremeyeceğini biliyordum.

"İndirin!" diye gürledi masaya yasladığı ellerini çekip doğrulurken. Adamları dediğini yaparak silahlarını indirdiler. Bende bizimkilere dönüp başımı aşağıya doğru eğdiğimde tereddüt etseler de silahlarını indirdiler ama buna rağmen hepsi tetikte gözüküyorlardı.

"Artık benim gözümde bir hiçsin, bu saatten sonra seninle konuşacak bir şeyim yok. Yönetim kurulunda hiçbir yetkin kalmadı. Bu şirketin başına geçtiğinde nasıl bir hiçsen şimdi de öylesin."

Söylediği şeyler beni gülümsetmişti. Bu söylediğine inanıyor muydu gerçekten? Ben Deha Sancak'ın zeki bir adam olduğunu düşünüyordum ama şimdi görüyorum ki çok yanılmışım. Yaslandığım yerden doğrularak biraz daha masaya yaklaştım ve ellerimi masanın üzerinde birbirine kenetledim.

"Ben bu şirkete geldiğimde elime batmak üzere olan bir şirket vermiştin. Batacağına o kadar emindin ki ismi bile olmayan ben için en layık gördüğün yer burasıydı," dedim elimle odayı işaret ederken.

"Şimdi ise ülkenin sayılı şirketleri arasında ilk sırada. Bu başarının sana ait olduğunu mu düşünüyorsun? Bunu sen değil ben başardım. Buraya çıkmak için neler feda ettiğimi bilmiyorsun, zaten hiç umurunda da olmadı. Ben senin gölgendim ve sen de başarımlarımın üzerine konarak yükseldin. O yükseldiğin kanatlar benim kanatlarımdı. Şimdi ise gölgenin seni cayır cayır yakacak bir ateş olduğunun farkındasın ve bu yüzden beni ortadan kaldırmaya çalışıyorsun ama unuttuğun bir şey var. Yıllar önce bu şirketin kapısından giren o isimsiz kız değilim artık. Ben Hera Ateş'im."

Bakışlarını bakışlarımdan çekmeden beni pür dikkat dinlemesine rağmen söylediğim çoğu şeyi anlamadığına emindim. Çünkü o böyle bir adamdı. Umursamadığı şeyler bir kulağından girip diğer kulağından çıkıyordu. Tıpkı küçükken beni görsün diye attığım sessiz çığlıklarımı görmezden geldiği gibi. Artık onun beni görmesi için çığlık atmama gerek yoktu. Çünkü beni sürdüğü o karanlık gölge yerde kendimi yaka yaka büyük bir ateşe dönüşmüştüm. Şimdi beni görmemek için döndüğü her yerde benim yangınım vardı.

Ben çocukluğumun külleri arasında tekrar doğan bir kadındım. Ben Hera Ateş'tim.

Eli siyah kravatına gitti ve kravatını gevşeterek konuşmaya başladı. "Nefesini boşa tüketiyorsun. Bu günden itibaren bu şirketle hiçbir bağlantın kalmadı. Bütün banka hesapların, üzerindeki bütün ev ve arabalarının üzerine bloke konuldu. Yani elindeki bütün güç puf diye uçtu. Eğer paran yoksa o çok güvendiğin isminin de hiçbir değeri yok. Benden intikam almaya çalışabilirsin ama kartlarını doğru seçmeni öneririm. Seni kurtardığım pisliğin ortaya çıkmasını istemezsin değil mi ya da dene bakalım o yaptığın pisliği ortaya döktüğümde güvenebileceğin bir ismin kalacak mı?"

Beni tam vurmasını beklediğim yerden vurmuştu. Çünkü elindeki tek güçlü kartı oydu. "Beni tehdit mi ediyorsun?" dediğimde tek kaşını havaya kaldırdı. Yüzünde iğrenç bir gülümseme vardı. Bu gülümsemeyi biliyordum. Beni aşağılıyordu.

"Bu bir tehdit değil sadece bir uyarı."

"Beni yanına almanın sebebini küçükken pek anlamamıştım ama büyüdüğüm zaman farkına vardım. Beni yanına almanın sebebi kızın olmam değildi. Beni yanına aldın çünkü savaşta kullanabileceğin bir silaha ihtiyacın vardı. Beni bir silah olarak eğittin. Daha 12 yaşında bir çocukken ben bir adamın nasıl öldürüleceğini öğrendim." Biraz duraksayıp geriye doğru yaslandım.

"Şimdi elinden geleni ardına koyma Deha Sancak. Çünkü eğittiğin silahının namlusu sana dönmüş durumda. Bu dakikadan itibaren arkanı kolla çünkü ne kadar yakarsan yak o ateşin içinden tekrar dirilip geleceğim ve öldüğünde gördüğün son yüzün benim olduğundan emin olacağım."

Ayağa kalkarak sandalyeyi ayaklarımla geriye doğru ittirdim. Bakışlarım Deha Sancak'ın üzerindeydi. Artık o kendinden emin ifadesinin yerinde yeller esiyordu. Arkamı dönüp çıkışa yöneldiğimde büyük bir gürültüyle olduğum yerde duraksadım.

Bir silah patlamıştı. Hızla arkamı dönerek bizimkilere baktım. Poyraz, Ali, Aslan etrafımı sarmış ve beni koruma altına almışlardı. Görünüşe göre hiçbirine bir şey olmamıştı. Bu beni rahatlatmıştı. Bakışlarım silahlarını doğrulttukları kişiye görmek için önümde duran Poyraz'ın omuzunun üzerinden Deha Sancak'a kaydı. Elindeki tuttuğu silahı havaya doğrultmuştu. Bu beni korkutmak için yaptığı bir göz dağıydı.

"Bu bir savaşın başlangıcı ve bu dakikadan itibaren geriye adım atamazsın. Sen bir hiçsin. Benimle baş edebilecek misin?" diye sorduğunda elimi Poyraz'ın beline attım. Poyraz'ın her zaman ikinci bir silah taşıdığını biliyordum ve haklıydım. Silahı alıp havaya doğrulttum ve Deha Sancak gibi bir el ateş ettim.

"Bu savaşı başlatan sensin Deha Sancak ve bakalım bir hiç, seninle baş edebilecek mi?"

Silahı indirip tekrar kapıya yöneldiğimde çocuklar önümde barikat kurmaya devam ettiler.

"Bütün pisliğini ortaya dökerim," dedi tam kapıdan çıkmak üzereyken. Son kez ona doğru döndüm. Savaşı başlatan oydu ama yine de korktuğu belli oluyordu.

"Elinden geleni ardına koyma."

***

"Deha Sancak'ın karşısına oturdu, ayak ayak üstüne atıp bunakla karşı karşıya geldi, " dedi Poyraz beni taklit etmek için tekli koltuğa oturup ayak ayak üzerine atarken. "Sonra bunak bağırmasına rağmen odadan çıkaramadığı adamları tek bakışıyla odadan çıkardı. Oğlum var ya o kadar havalıydı ki, tüylerim diken diken oldu. Yeminle bunağın yerinde olsam o an kafama sıkıp intihar falan ederdim."

Bundan çok fazla zevk alıyor gibi duruyordu. Bakışları Savaş'ın üzerindeydi ve heyecanla yaşananları anlatıyordu. Bir an duraksayıp gözlerini devirerek masanın üzerinde duran çay bardağını alarak bir yudum aldı.

"Tabi sen o sırada kıçını devirip yattığın için bütün eğlenceyi kaçırdın."

Bunu Savaş'ı sinir etmek için söylediğinin farkındaydım. Kafam ne kadar dolu olsa da gülmemek için kendimi zor tutuyordum. Eğer gülersem bunu Savaş'ı daha çok sinir edeceğinin farkındaydım. Elimde tuttuğum tabağı eğilerek önümdeki sehpanın üzerine bıraktım. Tabaktaki pastaya hiç dokunmamıştım. Şu an canım hiçbir şey yemek istemiyordu.

Tekrar doğrulup koltuğa yaslandığımda bakışlarım Savaş'a kaydı. Yattığı yerden ağır ağır doğruldu ve eğilerek biraz önce masanın üzerine bıraktığı boş tabağından çatalını alıp Poyraz'ın olduğu yöne doğru fırlattı.

"Lan şerefsiz bıraktınız sanki de gelmedim. Bir yatağa zincirlemediğiniz kaldı," dediğinde Poyraz kıvrak bir hareketle çataldan kaçındığında şaşkın şaşkın Savaş'a baktı.

"Oğlum sen şeytan doldurur diye bir şey duymadın mı?" diye sordu ciddi ciddi.

Bu hareketi beni bile şaşırtmıştı. Sonuçta bir çataldı ve eğer isabet etseydi hasar verebilirdi.

"Sus be, drama yaratma. Kaçacağını biliyordum zaten," dedi tekrar koltuğa yatarken.

Şu an Poyraz'ın geçici olarak bulduğu güvenli bir evdeydik. 1+1 bir evdi burası. Oturma odasıyla mutfak birbirine birleşikti. Bir de bir yatak odası ve tuvalet banyosu vardı. Üç kişinin kalabilmesi için küçük bir yer sayılmazdı ama eski evlerimize nazaran daha küçük bir yerdi.

Şu an hepimiz oturma odasında oturuyorduk. İki tek kişilik koltuk ve bir de üçlü koltuk vardı. Üçlü koltuğu Savaş için yatak yapmıştık. Diğer tekli koltukların birinde ben, diğerinde ise Poyraz oturuyordu. Tekli koltuklar birbirine bakıyordu. Önümüzde eski ahşap bir sehpa vardı. Sehpanın üzerinde tabaklar ve Poyraz'ın Deha Sancak'tan ayrılmamızın şerefine aldığı bir pasta vardı. İki aç, yarısını çoktan yemişti ama ben bana verilen küçük parçaya bile dokunamamıştım.

Beynim o kadar doluydu ki sanki midem de doluymuş gibi hissediyordum ama öyle değildi. İki gündür hiçbir şey yemedim. Savaş'ın yanında biraz uyuduğumu saymazsak doğru düzgün uyumadım bile. Ayakta durduğuma hayret ediyordum.

Şu an bunu gerçekten umursamıyordum. Bir günde beş parasız kalmıştık. Kişisel hesabımdaki bir miktar paradan hariç hiçbir şeyim kalmamıştı. Deha Sancak her şeyimin üzerine bloke koydurmuştu. Bu durumdan çıkmak için bir yol bulmalıydım ama nasıl yapacağımı bilmiyordum.

Savaş ve Poyraz'ın banka hesaplarında da bir miktar para vardı ama onlara yük olmak istemiyordum. Savaş'ın bakması gereken bir annesi, Poyraz'ında bir kardeşi vardı. O para sadece onları idare edebilirdi. Eğer istesem bütün hepsini bana vereceklerini biliyordum ama bunu yapamazdım. Manevi olarak beni yeteri kadar destekliyorlardı ve bu benim için yeterliydi. Şu an atacağım adımı düşünmeliydim. İlk olarak para bulmalıydım ve gerisi çorap söküğü gibi gelirdi.

Birkaç şirkete başvurup bir iş bulabilirdim ama bu kısa süreli bir çözüm olurdu. Hem kazanacağım düşük bir miktar olacağı için bir savaşı yönetebilmeme yeteceğine sanmıyordum. Tekrar yeraltına inebilirdim ama o zaman da çok para kazanmama rağmen kendime verdiğim sözü çiğnemiş olurdum.

Şu an arafta gibiydim. Bu işten bir kurtuluş yolu göremiyordum.

"Hera," dedi Poyraz beni düşüncelerimden sıyırıp alırken. Başımı kaldırıp ona baktığımda elindeki telefondan bir şeye dikkatle bakıyordu. Yüz ifadesine bakıldığında işlerin pek içi açıcı olduğunu söyleyemezdim.

"Ne oldu?" dedim koluma yasladığım başımı kaldırarak.

Poyraz hiçbir şey söylemeden elindeki telefonu bana doğru uzattı. Telefonu hemen elinden alarak ne olduğunu anlamaya çalıştım. Bu bir haber sitesiydi.

"Sancak şirket grubunun bu sabah yaptığı basın toplantısında şirketin başına Deha Sancak'ın öz oğlu olan İbrahim Sancak'ın geçirildiği duyuruldu. Basın açıklamasında Hera Ateş'in istifasının sebebi açıklanmasa da istifasını sunmasının asıl sebebinin, dolandırıcılık ve görevi kötüye kullanmak olduğuna dair iddialar ortalığı sarsmakta."

Devamını okumaya gerek bile duymadım. Deha Sancak hamlesini yapmıştı. Bu hamlesiyle başka şirketlerin beni işe almasının önüne geçmişti. Aklı sıra beni her köşeden sıkıştırmaya çalışıyordu. Hakkını vermeliyim ki bunu başarıyordu. Artık iki seçenek değil bir seçenek kalmıştı ve o seçeneği seçmek yerine ölmeyi tercih ederdim.

Evin duvarları şu an üstüme üstüme geliyormuş gibi hissediyordum. Bir an önce buradan çıkıp temiz bir hava almalıydım. Oturduğum koltuktan kalkarak hemen sağ tarafımda bulunan çıkış kapısına doğru yöneldim.

"Nereye gidiyorsun?" diye sordu Savaş paltomu alıp üzerime geçirdiğimde.

"Biraz hava alıp geleceğim."

Kapıdan çıkmak üzereyken Poyraz yanıma geldi. "Dışarısı şu an senin için güvenli değil. Bende seninle geleyim," dediğinde kapının kulpunu bırakarak ona döndüm. Şu an o kadar öfkeliydim ki patlamamak için kendimi zor tutuyordum.

"Çıkıp hava alacağım," dedim otoriter ve soğuk bir tonda. "Tek başıma." Poyraz'ın hiçbir şey söylemesine fırsat vermeden kapıyı açıp çıktım.

Binadan çıktığımda yağmurlu bir hava beni karşılamıştı. Sonbaharda olduğumuz düşünülünce bu gayet normaldi. Hava kararmıştı. Saatin kaç olduğundan emin değildim. Etrafa bir göz attım. Nerede olduğumu bilmiyordum ya da nereye gitmek istediğimi.

Bir rota belirlememe gerek yoktu. Bu yüzden rastgele bir yöne doğru dönüp ilerlemeye başladım. Bedenim yağmur yüzünden ıslanıyordu ama umurumda değildi. Yağmuru severdim ama şu an o kadar kapana sıkışmış gibi hissediyordum ki yağmur damlaları bile bundan kurtulmamı sağlayamıyordu.

Yıllardır can ve başla üst üste yığdığım bütün başarılar tek tek üzerime yıkılıyordu sanki. Bir enkaz oluşuyordu, farkındaydım ve ben de o enkazın altındaydım. Nefes almak zordu. Moloz yığınları o kadar ağırdı ki altından kalkmak imkansız gibiydi.

Şu an ne kadar aciz olduğumu daha net görüyordum. Bu kadar kolay mı yenilecektim? Bu kadar emek verdikten sonra hemen mi pes edecektim? Ruhum ve bedenim çok yorgundu. Pes etmek istiyordum. Bunu yapabilir miydim? Pes edebilir miydim?

Kendimi tanıyordum. Pes etmeyecektim. Hiçbir zaman pes etmemiştim. Şu an düştüğüm çukurdan daha da derin kuyulara düşmüştüm ama bir şekilde tekrar tepeye ulaşmaya başarmıştım. Yine yapabilirdim ve yapacaktım. Yapmak zorundaydım.

Yürüdüğüm sokak çok ıssızdı. Bunun yağmur yüzünden olduğunu tahmin etmek zor değildi. Herkes evine çekilmiş sıcak yuvalarında oturuyor olmalıydılar. Bir tek ben ve evden çıktığımdan beri peşimde olan o adam yağmurun keyfini çıkarıyorduk.

Takip ediliyordum. İlk başta bunu sadece bir tesadüf olduğunu düşündüm ama adam attığım bütün yemleri yemişti. Kesinlikle beni takip ediyordu ve bu işte pek başarılı değildi. Kim olduğunu bilmiyordum veya kimin tarafından gönderildiğini. Şu an tek tahmin edebildiğim amacı bana zarar vermek değil sadece izlemekti. Çünkü beni öldürmek istese bunu yapabileceği çok fazla ıssız yerde baş başa kalmıştık. Biri onu beni izlemesi için tutmuştu peki ya kimdi?

Bunu öğrenmeliydim ama ilk önce üşüyen bedenimi sokacak bir yer bulmalıydım. İlerlemeye devam ettim. Çevrede girebileceğim bir yer yok gibiydi.

Biraz daha ilerledikten sonra sonunda bir ara sokakta gözüme bir bar çarpmıştı. Bu hem adamın görüş alanından çıkmak hem de biraz ısınmak için güzel bir yoldu. Vakit kaybetmeden karşı tarafa geçerek bar kapısının önüne geldim. Dışarıda koruma falan yoktu. Bu biraz tuhaf olsa da pek üstünde durmadan içeriye girdim.

Kısa bir hol sonunda bara girmiştim. Eski tarz bir bara benziyordu. Eski ahşaptan yapılmış bir bar tezgahı, tezgahın önüne yerleştirilen birkaç tabure ve birkaç masadan oluşan küçük bir yerdi. Bir masada bir erkek grubu kart oynayıp içiyor, bir masada da bir kadın ve erkek sarmaş dolaş oturuyordu. Pek kalabalık sayılmazdı ve bu da benim için bir artıydı.

Hemen bar tezgahının önüne gidip bir tabureye oturdum. Şu an bir şey içmek çok mantıklı değildi. İçkiye toleransım zaten düşüktü ve açken içmek büyük bir aptallık olurdu. Peşimde biri varken kontrolü kaybetmek saçmalık olurdu. Barmenden bir su rica edip oturmaya devam ettim.

Beni takip ettiren her kimse bana ulaşmaya çalıştığını düşünüyordum. Bu yüzden de bir an önce onu ortaya çıkarmalıydım ama bunu nasıl yapacağımı bilmiyordum.

"Hanımefendi size bir içki ısmarlayabilir miyim?"

Başımı sesin olduğu yöne döndürdüğümde yanımdaki koltuğa bir adam oturmuştu. İşte benim için bir fırsat, bakalım beni takip eden kişi kendini daha ne kadar saklamaya devam edecekti.

"Tabi," dedim yüzüme sahte bir gülümseme yapıştırırken.

"Ne içmek istersiniz?" diye sorduğunda aslında bir şey içmek istemiyordum ama ortama ayak uydurmam gerekiyordu.

"Bir kırmızı şarap alabilirim," dediğimde kafasını olumlu anlamda salladı.

"İki kırmızı şarap alabilir miyiz?" dedi nazik bir ses tonuyla.

Kibar bir adama benziyordu ya da beni oltasına düşürmek için takındığı bir maskeydi. Siparişi verdikten sonra üst bedenini bana doğru döndürdü. Koyu kahve gözleri, büyük dolgun dudakları ve kemikli boynuyla çekici bir adamdı. Uzun boyluydu ve takım elbisesi üzerine çok iyi oturuyordu.

"Bu güzel hanımefendinin adını öğrenebilir miyim?" dediğinde barmen iki bardak kırmızı şarabı önümüze bırakırken.

"Aslı," dedim tezgahın üzerinde duran bardaktan bir yudum alarak.

Bu adamla gerçekten flört gibi bir amacım yoktu. O sadece birazdan yapacağım şey için bir araçtı.

"Ben de Orhan," dedi aramızda boşluğa elini uzatarak.

Elimdeki şarap bardağını masanın üzerine bıraktım ve elini sıktım. "Tanıştığımıza memnun oldum Orhan," dedim olabildiğince kibar davranarak.

Normalde barlarda birileriyle tanışmak bana göre değildi. Çünkü genellikle böyle adamların hoşlandığı şey normal seksti. Benim istediğimse bu değildi. Ben bir dominantım ve bana boyun eğecek kişilere ihtiyacım vardı. Bu adamlar ise üstte olmayı meziyet saydığı için bunu pek hoş karşılamıyorlardı.

"Ben de," dedi şarap bardağından bir yudum alarak.

Bakışları bedenime kaydı. Şu an üzerimde beyaz bir tişört, kot pantolon ve siyah bir palto vardı. Ayağımda ise siyah ince topukları olan bir ayakkabı vardı. Evden çıkarken kendime pek dikkat etmemiştim ve etseydim de bu yağmurda pek dayanabileceğini sanmıyordum.

Evdeyken yaptığım dağınık topuz bozulmuş ve saçlar yüzüme yapışıyordu. Yüzümde makyaj yoktu ve zaten adamın ilgilendiği yüzüm değil bedenimdi. Beyaz tişört üzerime yapıştığı için içime giydiğim siyah sutyen hafif belli oluyordu ve dolgun göğüslerim daha da dikkat çekiyordu. Adam bakışlarıyla çoktan beni yemeye başlamıştı bile.

Kısa süreli bir sessizlik oldu. İkimizde bir şey söylemeden şarapları yudumlarken kendimi pek iyi hissetmiyordum. Günlerdir uyumuyordum. Yağmur yüzünden her yerim ıslanmıştı ve üşüyordum. Bunun yanında bir de aç karnına şarap içiyordum. Aptallık için bir ödül olsaydı şu an kesinlikle bana verilirdi.

Şarap bardağının dibinde kalan yudumu tek hamlede içip bardağı masanın üzerine bıraktım. Çok fazla içmemiştim ama yine de hafif bir uyuşukluk hissediyordum. Bu yüzden planımı harekete geçirmek için adama doğru dönüp direkt konuya girdim.

"Benimle yatmak istiyorsun değil mi?"

Yüzünde şaşkın bir ifadeyle bana doğru döndü. Bakışları bakışlarıma kilitlendi. "O kadar belli mi ediyorum?" dedi mahcup bir ifadeyle, bir elini ensesine atıp kaşıdı.

Belli etmek ne kelime, yüzünden bir kitap gibi okunuyordu.

Bedenimi ona doğru döndürüp hafifçe eğildim. Elimi kravatına yavaş yavaş bileğime sardım ve kravatı sertçe çekerek onu kendime yaklaştırdım. Bu hareketim onu şaşırtmıştı ama hoşuna gitmişe de benziyordu.

Yüzlerimiz artık birbirine çok yakındı. Bu yakınlık beni rahatsız etse de geriye çekilmedim. Yüzünde bir gülümseme oluştuğunda bakışlarım dolgun dudaklarına kaydı.

"Hayır, sadece ben çok zeki bir kadınım," dediğimde kravatını bırakıp ondan uzaklaştım. "Çıkalım mı artık?"

Kafasını olumlu anlamda salladığında ağır ağır oturduğum yerden kalktım. O da arka cebinden cüzdanını çıkarıp içinde bir miktar parayı alarak tezgahın üzerine bırakıp bana doğru döndü. Kolunu belime atıp eliyle ilerlemem için bir hareket yaptı.

Eli kalçamın biraz yukarısındaydı. Normalde olsa o eli çoktan kırmıştım ama şu an emellerim için ses çıkarmam gerekiyordu. Bardan çıktığımız da elini belimden çekip karşıma geçti.

"Nereye gidelim, senin evine mi, benim evime mi?" diye sorduğunda ona doğru biraz yaklaştım. Elimi tekrar kravatına attım.

Bakışlarım onun değil karşıda sokak lambasının yanında duran adamdaydı. Hala gitmemiş ve beni bekliyordu. Bakalım tasmasını tutan sahibi ortaya çıkacak mıydı?Bakışlarımı karşımdaki adama döndürdüm.

"O kadar bekleyemem," dedim bedenimi ona biraz daha yaklaşıp göğüslerimi bedenine çarparken.

"O zaman ne yapacağız?" dedi göğüslerime bakarken.

Ondan biraz uzaklaşıp etrafa göz gezdirdim. "Benimle gel," dedim kravatını tutup onu peşimden sürüklerken. Hemen barın yanında bulunan ıssız, karanlık çıkmaz bir sokağa girdik. Bu saatte buraya kimsenin gelmeyeceğini düşünüyordum.

"Burada mı yapacağız?" diye sorduğunda kravatını tutup onu daha karanlık bir alana çektim.

Birisi bu sokağa girmediği sürece bizi göremezdi. Bedenimi soğuk duvara yaslayıp onu kendime doğru çektim. "Neden olmasın?" dedim duvar ve onun arasında kalırken. "Artık konuşma da işimize bakalım."

Bedenini biraz daha bana doğru yaklaştırdı. Dudaklarını dudaklarıma yaklaştırdığında dudaklarımı kaçırdım. Bu hareketim onu şaşırtmıştı ama umurunda değildi. Dudaklarımı pas geçip boynuma indi. Elleri küstahça bedenimde dolaşıyordu. Boynuma ufak ufak öpücükler koyarken sadece öylece duruyordum. Dokunuşları hiçbir anlam ifade etmiyordu. Hiçbir şey hissetmiyordum. Hatta sinirimin bozulduğunu bile söyleyebilirdim.

Dudakları boynumdan biraz daha aşağıya, göğüslerime doğru kaydı. Elimi ise kalçalarıma biraz daha yaklaştırdı. Gözlerimi kapatıp her kim beni takip ediyorsa bir an önce ortaya çıkmasını bekledim. Geleceğini düşünüyordum. Gelmeliydi.

Elleri sertçe kalçalarımı sıktığında irkilmiştim. Gözlerim kapalı olduğu için dokunuşların kime ait olduğunu önemsemiyordum. Dudakları boynumdan yukarı kaydığında nefesini kulaklarımda hissediyordum.

Bu bana o geceyi anımsatıyordu. O şeytani sesiyle bana bir şeyler fısıldamasını ve gözlerimi açtığımda karşımda buz mavisi gözleriyle ruhumu seyretmesini bekledim. Uzun parmaklarının küstahça bel boşluğumda dolandığını ve beni çıldırtıyordu. Sanki bu dokunuşlar ona aitti. Gözlerimi hızla açıp adamı omuzlarından tutarak uzaklaştırdım.

Az önce ne düşünmüştüm ben? Uykusuzluktan kafayı mı yemiştim?

Adam şaşkın şaşkın bana bakarken bunu yapamayacağımın farkındaydım. Gerçekten her şey boka sarıyordu. Şimdi neden o adamı düşünüyordum? Neden dokunuşlarının etkisinden çıkamamıştım?

"Beni sana dokunurken ellerimi kesmekle tehdit ediyorsun ama o şerefsiz sana istediği gibi dokunabiliyor," dedi sert bir ses tonuyla.

Onun sesini bile duymaya başladıysam kesinlikle kafayı yemiş olmalıydım. Bir gün sonumun tımarhane olacağını biliyordum ama bu kadar erken olacağını düşünmüyordum.

Karşımdaki adamın bakışları sokağın girişine kaydığında benimde bakışlarım bakışlarını takip etti.

Bu gerçek olamazdı değil mi? Bir adam elleri paltosunun cebinde sokağın girişinden bize bakıyordu. Karanlık yüzünden kim olduğunu göremesem de kim olduğunu anlamam için ışığa gerek yoktu.

O gerçekten buradaydı. Pars Alaz şu an karşımdaydı. Bize doğru ilerlemeye başladığında karşımdaki adam benden uzaklaştı.

"Bunu yapmak için bir otel odasına gitmelisiniz," dedi soğuk ve tehditkâr bir tavırla. Sesinde öfkenin tohumlarını sezebiliyordum.

Bu adam neden buradaydı? Beni takip eden adam onun adamı mıydı?

"Birader sen işine baksana. Neyi, nerede yapacağımızı sana soracak değiliz. Rahatsız olduysan bakmadan geçerdin ama sanırım senin de ilgini çekti."

Pars bize doğru ilerlemeye devam etti ama bakışları benim üzerimde değil de adamın üzerindeydi. Karanlık yüzünden yüzünü tam olarak göremiyordum.

Adamın önüne gelerek duraksadı. "Benim işim burada," dedi sakin ama soğuk bir tonda. Adamdan daha uzun olduğu için karşısındaki adam ona bakmak için kafasını kaldırmak zorunda kalıyordu.

"Şimdi beşe kadar sayıyorum ve gitmen için sana bir fırsat tanıyorum. Eğer beş saniye sonra burada olursan buradan sağ çıkacağını garanti edemem," dediğinde Orhan bir adım gerileyerek bana baktı.

Bir elini bana doğru uzatarak "Hadi gidelim," dedi.

Pars Alaz bir elini cebinden çıkartarak adamın bana uzattığı elini sertçe tuttu. Adamın acıyla bağırışlarından anladığım kadarıyla çok fazla sıkıyordu.

Adam elini kurtarmak için çabalasa da Pars Alaz yerinden dahi kıpırdamıyordu. "Ona dokunmayı bir daha aklının ucundan bile geçirme," dedi tehditkâr bir tonda. "Şimdi siktir olup git yoksa biraz önce söylediğim sözleri gerçekleştireceğim."

Pars Alaz adamın elini sertçe geriye doğru atarak bıraktığında adam diğer eliyle kolunu tuttu. Acı çektiği her halinden belli oluyordu.

"Sen kimsin?" diye sordu adam acıyla karışık bir tonda.

Pars Alaz başını benim olduğum yöne döndürdü. Buz mavisi bakışları karanlığı delip beni buldu.

"Ben..." dedi kelimeyi bastıra bastıra ve bakışlarını üzerimden çekmeden devam etti. "Bu kadının ortağıyım."

Ve bir klasik olarak bölüm sonu düşüncelerinizi paylaşırsanız çok sevinirim.

Birde küçük bir duyuru yapmak istiyorum. Okullar açıldığı için bundan sonra bölüm hafta sonu gelecek. Yine her hafta bir bölüm ama daha uzun bölümler atmaya çalışacağım. Sizleri seviyorum. Öpüldünüz.

İnstegram: kayipmedusaa

 

Bölüm : 09.02.2025 18:52 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...