
Yeni bölüm ile karşınızadayım efendilerim. Yazarken en zorlandığım bölüm buydu o yüzden umarım sever ve bol bol yorum yaparsınız.
Oy verdiyseniz keyifli okumalar. 🖤
DÜŞMAN KALPLERİN SENFONİSİ
"Hera."
Daldığım yerden beni çıkaran Yalçın'ın sesiydi. Başımı dönüp onun olduğu tarafa baktığımda yüzünde garip bir ifadeyle bana bakıyordu. Ne zaman dalıp gittiğime emin değildim.
"Müzayede bitti. Herkes yukarıdaki partiye gidiyor, sen ise daldın gittin. İyi misin?" dediğinde etrafıma bakındım. Gerçekten salonda tek tük insan kalmıştı. Gözlerim hemen Pars Alaz'ın oturduğu yere kaydığında boştu.
Bu adam gerçekten ne yapmaya çalışıyordu? On milyon o taç için çok büyük bir meblağdı. Neden böyle bir şey yapmıştı? Eğer para harcamak istiyorsa bunu daha mantıklı şeyler alarak yapabilirdi. Peki neden o taç? Ne kanıtlamaya çalışıyordu?
Bunun bana yapılan bir gözdağı olduğunu düşünüyordum. Sanki bir satranç masasında oturuyorduk. O beyaz taşları almış ve bana da kalan siyah taşlardı. Pars Alaz Savaş'ı kaçırarak ilk hamleyi yapıp oyunu başlatmıştı.
İyi bir hamle olduğunu inkâr edemezdim. Çünkü Savaş bu oyundaki en önemli taşlardan biriydi. Ben şahsam Savaş vezirdi. İyi bir hamleydi ama birkaç hamle sonrasını hesaplayamamıştı. Sıra bana geçtiğinde bir piyonu kaybetmişti ama henüz en önemli taşları gizliydi. Sıra ondaydı ve pek vakit geçmeden tekrar bir hamle yapmıştı. Amaçsız ve boş bir hamleydi ama yine de akıl karışıklığına sebep olmayı başarmıştı. Sıra bana geçmişti, peki ben nasıl bir yol izlemeliydim?
"İyiyim. Sadece biraz başım ağrıyor," dediğimde bana inanmasını umuyordum ama şüpheci bakışlarından anlaşıldığı üzere pek inanmamıştı.
Yalandı. Başım falan ağrımıyordu. Sadece biraz önce kaybettiğim için kendime kızgındım. Aslında daha fazla artırabilirdim ama o adama baktığımda bir şeyler tuhaf hissettirmişti. Neden böyle bir şey yaptığımı bilmiyordum. Kazanmasına izin verdim, peki neden?
Çok saçma davranmıştım ve bunu neden yaptığımı bilmiyordum. Gözlerinin içindeki o tanıdık ifade doğru düşünmeme engel olmuştu.
Kimdi o adam? Pars Alaz kimdi?
O adamın sıradan biri olmadığına dair içimde bir şüphe vardı ve ne olursa olsun bir an önce amacını öğrenmeliydim.
"Hera," dedi Yalçın tekrardan. Sesi bir öncekine göre daha yüksek çıkmıştı. Başımı kaldırıp ona baktığımda kendime gelmem gerektiğinin farkındaydım. "Bizimkiler yukarı çıktı. Hadi biz de çıkalım."
Şu an o partiye çıkmak istemiyordum. Bütün hevesim kaçmıştı. Deha Sancak bu akşam kaybetmişti ve yüzünün alacağı şekli az çok tahmin edebiliyordum. Normalde o yüz ifadesini görmek için can atardım ama nedense şu an tek istediğim eve gidip uyumaktı.
"Hiç parti çekecek havamda değilim. Zaten buraya geliş amacım Deha Sancak'ı sinir etmekti ama biri benim yerime fazlasını yaptı zaten," dedim sandalyeye yaslanarak.
Yalçın da sandalyeye oturup benim gibi geriye doğru yaslandı. Başımı çevirip onun tarafına baktığımda o da bana doğru döndü. Maske yüzünden yüzünü tam olarak göremiyordum. Maskeden görebildiğim tek yer açık kahve gözleri ve yüzünü örten iki tutam kumral saçıydı. Saçları uzun olduğu için küçük bir topuz yaparak saçlarını toplamış ama iki tutam saçı yüzünün iki yanından serbest bırakmıştı. Yüzündeki maske sadeydi ve benim aksime yüzünün yarısını kapatıyordu.
"Melek nasıl?" diye sorduğumda acı bir tebessüm attı. Onun bu tebessümünü tanıyordum. Bu bir şeylerin yolunda gitmediğinin simgesiydi.
"Baba olmadığı zamanlar iyi ama baba olduğu zamanlar bizim gibi," dediğinde ne demek istediğini anlamıştım.
"Ona da kötü mü davranıyor?" dediğimde sadece başını olumlu anlamda sallamakla yetindi. "Kendi öz kızına bile acıması yok mu bu adamın?"
Kısa bir süre sessizliğini koruyup derin bir nefes verdi. Sanki kısa süre eski anılarına gidip gelmişti. Başını çevirip karşıdaki sahneye bakmaya başladığında ben onu izlemeye devam ediyordum.
"Sert davranmak onun mizacında var. Böyle davranırsa ikinci bir Hera yetiştirebileceğini düşünüyor," dedi ve bana doğru döndü. "Sonuçta her zaman en gözdesi sendin değil mi?"
Kahkaha atmamak için alt dudağımı ısırıp kendimi durdurmak zorunda kaldım. Gözde mi? Deha Sancak'ın gözdesi olmak demek, ne demekti? O adamın bana neler yaptığını en iyi bilen Yalçınken neden böyle bir şey söylemişti?
Hem ikinci bir Hera mı? Dünyanın bir tane daha ben'i kaldıracağından emin değildim. Bir Hera yeterliydi ve hiçkimsenin benim yaşadığım hayatı yaşamasını istemiyordum. Melek henüz 10 yaşındaydı ve bunu hak etmiyordu.
"Onun gözde olmasına izin vermeyeceğim ve zamanı geldiğinde onu oradan kurtaracağım. Bir çocuğun daha Deha Sancak yüzünden hayallerini ve umutlarını kaybetmesine izin veremem. O bizim gibi olmayacak. O daha güzel bir hayat yaşamayı hak ediyor," dediğimde Yalçın'ın gözlerinin ardındaki hüznü görebiliyordum.
Biz hayalleri ve umutları öldürülen çocuklardık. Bizim için hayal ve umut çocukluğumuzun kefenine işlenen birkaç kelimeden ibaretti. Yalçın benden iki yaş büyüktü ama buna rağmen olgun olan hep ben olmuştum.
Küçükken Deha Sancak'ın fırtınasına küçük bedenimle engel olmaya çalışsam da bu yeterli olmamıştı. Yalçın ve Sinan da fırtınadan etkilenmişti. Şimdi ise Yalçın benim için kendini o fırtınanın önüne atmaya çalışıyordu ama artık gerek yoktu. Çünkü ben çoktan o fırtına yüzünden kırılmış ve dağılmıştım. Artık toplanmam imkansızdı.
"Bizde hak ediyorduk," dedi gözlerini gözlerimden kaçırırken.
"Bizde hak ediyorduk," dedim onu onaylayarak.
O en büyüğümüz olmasına rağmen en duygusalımızdı. O bu işler için fazla iyi kalpliydi. Hatta o bu dünya için fazla iyi kalpliydi. Tıpkı Goethe'nin dediği gibi. Dünya, hassas kalpler için bir cehennemdir. Dünya Yalçın için bir cehennemdi. Ben ise bu cehennemi yaratan kişiydim. O hak ediyordu ama ben pek zannetmiyorum.
"Pars Alaz," dediğinde bakışlarım hemen ona döndü. "O adamı tanıyor musun?"
Başımı olumsuz anlamda salladım. Ben tanımıyordum ama Yalçın'ın yüz ifadesine bakılırsa o bir şeyler biliyormuş gibiydi.
"Şu an sadece saldırıları düzenleyenin o olduğunu biliyoruz. Bu şehre neden geldiğini, bağlantılarının kim olduğunu ve bunun gibi birçok sorunun cevabını henüz bulamadık. Adamlarım araştırıyor ve eninde sonunda kim olduğunu ve amacının ne olduğunu öğreneceğiz. Peki sen bir şeyler biliyor musun?" dediğinde bakışlarını bakışlarımdan kaçırıp başını olumsuz anlamda salladı. Bu hareketi çok şüpheliydi. Kesinlikle bir şeyler biliyordu ama bana söylemekten çekiniyordu.
"Ne biliyorsun?"
"Sadece soy ismi tanıdık geldi. Önemli bir şey değil," dediğinde bu pek inandırıcı gelmemişti. O duygularını iyi saklayabilen biri değildi. Bu yüzden de onu okumam zor olmuyordu. Kesinlikle bir şeyler biliyordu ve eğer benden saklıyorsa önemli bir şeyler olmalıydı. Peki Pars Alaz hakkında bildiği ve benden sakladığı şey neydi?
"Yalçın?" dedim otoriter bir ses tonuyla.
Hemen ayağa kalkarak çıkışa doğru yöneldiğinde konudan kaçmaya çalıştığının farkındaydım. Onu bu kadar köşeye sıkıştıracak ne saklıyordu? Normalde partiye katılmayacaktım ama şu an çok garip şeyler oluyordu ve bu beni meraklandırmıştı.
Ben de hemen yerimden kalkarak peşinden gitmeye başladım. Ona yetişmek zordu. Benden kaçtığı belli oluyordu. Adımlarımı hızlandırıp ona yetişmeye çalıştım ama ben ne kadar hızlanırsam o da bir o kadar hızlanıyordu. Tam salonun kapısından çıkmak üzereyken hızımı daha da artırıp ona yetiştim ve kolunu tutup onu durdurdum. Bana bakmıyordu ama ilerlemeye de devam etmiyordu.
"Benden ne saklıyorsun Yalçın?" diye sorduğumda kafasını olumsuz anlamda salladı. Sanki bu hareketiyle kendini durdurmaya çalışıyordu.
"Bırak beni Hera, sadece aptalca bir yanlış anlaşılmaydı o kadar."
Çocuk mu kandırdığını düşünüyordu? O gerçekten saftı ama ben değildim.
"Benden kaçıyorsun ve sadece aptalca bir yanlış anlaşılma için öyle mi? Dön ve bana bak," dediğimde sesim beklediğimden daha yüksek çıkmıştı. Çevrede bulunan birkaç çalışan dönüp bize baktığında Yalçın da bana doğru döndü. Gözlerinin ardındaki korkuyu görebiliyordum. Bir şeyden korkuyordu ama neydi?
"Sana söyleyemeyeceğim şeyler var Hera. Sen gittikten sonra neler olduğu hakkında hiçbir fikrin yok. Çok kötü şeyler oldu ve bunun sonucunda çok fazla insanın hayatı alt üst oldu. Bu yüzden sana söyleyebileceğim tek şey o adamdan uzak dur!" dediğinde artık onun sesi de yükselmişti. "Lütfen Hera, bu işe bulaşma ve bırak baba halletsin. Sana pek abilik yapamadığımı biliyorum ama lütfen bir kere abin olarak beni dinle ve o adamdan uzak dur."
Normalde çok sakin bir yapıya sahip olduğu için ilk defa sesini bu kadar yükselttiğine şahit oluyordum. Ben burada yokken neler olmuştu ve Pars Alaz'ın bunlarla ne bağlantısı vardı? Tam ağzımı açıp bir şey söylemek üzereyken bir adam yanımıza geldi.
"Kusura bakmayın rahatsız ediyorum ama acaba partinin nerede yapıldığını biliyor musunuz? Burası çok büyük bir yer ve sanırım kayboldum," dedi gülümserken.
"Tabi ben size eşlik edeyim, buyurun," dedi Yalçın eliyle adamın ilerlemesini işaret ederken.
Adam ilerlemeden önce bana dönerek gülümsedi ve sonra arkasını dönerek benden uzaklaşmaya başladı. Yalçın adamı bir kaçış olarak kullanmıştı. Bunun farkındaydım ama şu an yapabileceğim bir şey yoktu. Bir dahaki sefere bu kadar şanslı olmayacaktı.
Elime bir bomba bırakıp gitmişti. Ne zaman ve nerede patlayacağı belli değildi. Bu pek umurumda değildi ama Yalçın'ın gözlerinin ardındaki korku, bir şeylerin ters gittiğinin göstergesiydi.
Şimdi Pars Alaz daha çok ilgimi çekmeye başlamıştı. Biri bana bir şeyden uzak dur dediğinde o şey benim için daha çok cezbedici bir hal alıyordu.
Şu an yapmam gereken tek şey o partiye gidip uzak durmam gereken adama biraz daha yaklaşmaktı. Partide olup olmadığına emin değildim ama içinden bir ses orada olduğunu söylüyordu. Partinin üst katta yapılacağı söylenmişti ama kaçıncı katta olacağını bilmiyordum. Bütün katları tek tek dolaşıp aramak da istemiyordum. Bu yüzden ilk olarak bunu öğrenmekle başlamalıydım.
Hemen etrafa göz gezdirmeye başladım. Bulunduğum yerin hemen sağ çaprazında, asansörün hemen önünde, elinde tepsi tutan bir garson duruyordu. Genç bir kızdı.
"Pardon," dediğimde bakışları beni buldu.
"Buyurun," dedi kibar bir ses tonuyla.
Benden kısa yani bir ortalama boy ve hafif balık etli bir kızdı. Kumral saçlarını at kuyruğu yapmış, yüzünde ise hafif bir makyaj vardı.
"Parti kaçıncı katta acaba?"
Sağ elindeki tepsiyi sol eline geçirdi ve asansörün üst kısmına bir bakış attı.
"3. katta efendim," dediğinde asansörün kapısı açılmıştı.
İçeriden iki adam ve bir kadın çıkmıştı. Genç kız onlara öncelik tanımak için kenara çekildi. Asansöre binmeden önce son kez bakışları bana kaydı.
"Teşekkür ederim," dediğimde yüzündeki gülümseme büyüdü ve kafasıyla beni selamlayarak asansöre girdi.
Asansör kullanmaktan nefret ederdim, bu yüzden hemen karşımda bulunan merdivenlere yöneldim. Beni uzun bir yolculuk bekliyordu, bu yüzden hiç vakit kaybetmeden merdivenleri çıkmaya başladım.
Sonunda üçüncü kata ulaştığımda yuvarlak geniş bir hol beni karşıladı. Aydınlık ve heykellerle süslenen hol bayağı gösterişliydi. Nefesimi düzene sokmak için biraz duraksadım.
Holün hemen karşısında büyük bir kapı vardı. Kapının iki kanadı açık ve ilerden hoş bir keman sesi geliyordu. Bu doğru yerde olduğumun kanıtıydı.
Bedenimi dikleştirip çantamı iki elimle kavrayarak önümde birleştirdim. Artık parti için hazırdım. Ağır adımlarla ilerleyip kapıdan içeriye girdiğimde yoğun ışık nedeniyle gözlerim biraz rahatsız olmuştu ama bozuntuya vermeden ilerlemeye devam ettim.
Bir an için bütün bakışların üzerime kaydığını hissetmiştim. Sanki onların beyaz sayfasına dökülen kara bir lekeydim ve beni burada istemiyorlardı. İğneleyici bakışları üzerimde hissediyordum ama çok da umurumda değildi.
Bedenimi biraz daha dikleştirip olabildiğince kendimden emin bir şekilde ilerlemeye devam ettim. Bu kadar kalabalık bir ortamda bizimkileri nasıl bulacaktım? Herkes beyaz giyiniyordu ve yüzlerinde maske vardı. Normalde bu kalabalıkta onları bulmam zorken artık imkansıza yakındı.
Üzerlerindeki takım elbiseleri biliyordum ama insanların üzerlerine dik dik bakmak istemiyordum. İnsanların arasından sıyrılıp daha sakin, boş bir masaya geçip çantamı masanın üzerine bırakıp etrafa göz gezdirmeye devam ettim. Herkesin arasında tıpkı benim gibi kara bir leke olan adam görüş alanıma girmişti.
Pars Alaz yanında biriyle konuşarak boş bir masaya doğru ilerliyordu. Bir elini pantolonun cebine sokmuş diğer elindeyse bir şarap bardağı vardı. Yüzünü göremesem de beden dilinden ciddi bir konu konuştukları anlaşılıyordu.
Boş masaya geldiklerinde elindeki şarap bardağını masanın üzerine bırakıp karşısındaki adamla konuşmaya devam etti.
Üzerinde ünlü bir markanın takım elbisesini giyiyordu. Üzerinde tek beyaz olan şey gömleğiydi. Geriye kalan her şeyi tamamen siyahtı. Gözlerim bedeninde dolaşmaya başladı. İyi bir vücuda sahipti. Spor yapıyor olmalıydı. Bu yüzden de takım elbise cuk diye üzerine oturmuştu. Normalde takım elbise giyen erkekleri sıkıcı bulurdum ama bu adam takım elbiseyi öyle güzel taşıyordu ki ona yeni bir boyut kazandırmış gibiydi.
Bakışlarım kalçalarına kaydığında kendimi yutkunmaktan alıkoyamadım. Bayağı sağlam bir malzemesi vardı. Ne yapıyordum ben? Bir şeyler içip kendimi toparlamalıydım.
Başımı çevirip baktığımda etrafta hiç garson gözükmüyordu. Sıkıntıyla bir iç çekip tekrar Pars'a döndüğümde bakışlarımız birbiriyle buluştu.
Bir an bu beni şaşırtsa da bozuntuya vermedim. Bakışlarımı bakışlarından çekmeden ona bakmaya devam ettim. O da bakışlarını benden çekmeden yanındaki adamla konuşmaya devam ediyordu. Bir an konuşmanın ortasında duraksadı ve dudağının kenarı hafifçe kıvrıldı. O kadar hafif bir kıvrılmaydı ki yanlış görmüş bile olabilirdim.
O bana mı gülümsemişti yoksa yanındaki adamın dediği bir şey mi onu gülümsetmişti emin olamıyordum.
Bu adamda tuhaf bir şeyler vardı. Bakışları bile insanın içini ürpertecek cinstendi. Buz mavisi gözleriyle sanki içimi okuyordu. Ben çıplaklıktan utanan bir kadın değildim ama bu adamın karşısında kendimi çırılçıplak hissediyordum ve bu da beni korkutuyordu.
Bakışlarımı bakışlarından çekip masanın üzerinde duran siyah çantaya odakladım. Bu adama bakmak istemiyordum. Bedenimin çıplaklığı beni rahatsız etmese de ruhumun soyulmasına alışık değildim. Onu izbe, tozlu bir yere gömmüştüm ve o orada kalmalıydı.
Koluma değen bir elle irkilerek başımı masadan kaldırıp kim olduğunu anlamak için döndüğümde yabancı bir adam yanımda durmuş çarpık bir gülümsemeyle bana bakıyordu. Maskesi yüzünden adamın yüzünü göremiyordum ama benimle aynı boydaydı ve hafif bir kilosu vardı. Elinde ise iki şarap bardağı tutuyordu. Kaşlarımı kaldırıp yüzüne sert sert baktığımda konuşmaya başladı.
"Kusura bakmayın sizi korkutmak istemezdim ama size seslenmeme rağmen beni duymadınız," dediğinde elindeki şarap bardaklarından birini masanın üzerine, benim önüme bıraktı.
"Bu bana dokunmanız için bir bahane değil. Eğer duymadıysam tekrar seslenebilirdiniz. Hem belki de duymak istememişimdir. Bu hiç aklınıza geldi mi?" Bu adamın tavırları hiç hoşuma gitmemişti. "Hem sizden bir şey istediğimi sanmıyorum. Eğer biri sizden bir şey istemediyse isteyip istemediğini sormalısınız."
"Üzgünüm," dedi mahcup bir ifadeyle. "Sadece sizi dansa davet etmek istemiştim."
Erkeklerin bu emrivaki tavırları beni sürekli sinirlendiriyordu. Sanki kadınlar onların yaptığı her şeye boyun eğmeliydi. Bir erkek bir erkeğin önüne ona sormadan bir şarap bardağı koymazdı ama bunu bir kadına yaptıklarında bunu adı centilmenlik oluyordu. Hadi ama birbirimizi kandırmayalım. Erkeklerin çoğu bunu kibarlık olsun diye yapmıyordu. Tek amaçları vardı, bu da gecenin sonunda o kadını yatağa atabilmekti.
"Önemli değil. Bir dahaki sefere iki kere seslenin ve hala sizi duymuyorsam kendi işinize bakın," dedim daha sakin bir tonda. "Ve dans konusuna gelince, sizi kibarca reddetmek zorundayım. Dans etmek istemiyorum."
Maskesinin açık bıraktığı kısımdan anlaşıldığı üzere yüzü kızarmıştı ve bu bozulduğu anlamına geliyordu. Bu umurumda değildi. Hiçbir şey söylemeden sadece beni başıyla onaylayıp arkasını dönerek uzaklaştı. Böylesi daha iyiydi. Bu gece yatağımda yalnız olmak istiyordum.
Yine yalnız kaldığımda masanın üzerinde duran şarap bardağını elime alıp bardağı kendi etrafında bir tur döndürdükten sonra bir yudum aldım. Bakışlarım tekrar Pars Alaz'a döndüğünde yanındaki arkadaşıyla konuşmaya devam ediyordu.
"Hera," dedi tanıdık bir ses.
Yalçın yanında bir adamla birlikte benim olduğum yöne geliyordu. Büyük bir ihtimal birini benimle tanıştıracaktı ama şu an biriyle tanışmak falan istemiyordum. Şarap bardağını masanın üzerine bırakıp bedenimi dikleştirdim.
Adam ve Yalçın masama geldiklerinde yanındaki adam başını hafifçe eğerek bana selam verdiğinde aynı şekilde ona karşılık verdim.
"Bu benim yakın bir arkadaşım Yazgı Sayman. Kendisi Sayman şirketinin yöneticisi olur," dediğinde eliyle yanındaki adamı işaret ediyordu. "Bu da kız kardeşim Hera Ateş."
"Tanıştığımıza memnun oldum, adınızı çok duydum ve gelip bir tanışmak istedim," dedi elini aramızdaki boşluğa uzatırken. Başımı eğip eline baktım ama elini tutmadan tekrar yüzüne bakmaya başladım.
"Ah öyle mi? Onur duydum ama ben sizin adınızı duyduğuma emin değilim," dediğimde havada kalan elini boşlukta bir yukarı bir aşağı sallayarak pantolonun cebine geri soktu. Üzerinde herkes gibi beyaz bir takım vardı. Genç bir adama benziyordu. Maskesi yüzünden tam olarak çözemiyordum.
"Fazla açık sözlüsünüz," dedi yüzünde sahte bir gülümsemeyle. Bakışlarım ince dudaklarından gözlerine kaydı. Yeşil gözlerinin ardından yıkılan egosunun kalıntıları vardı.
"Her konuda açık olmayı severim," dediğimde aklı karışmış gibi bana baktı. Ne yapacağını bilemez halde bir bana bir de Yalçın'a baktı. Sanırım umduğu şeyi bulamamıştı.
"E o zaman biz eski yerimize dönelim," dedi Yalçın araya girerek. Bu arkadaşını kurtarmak için yaptığı bir hamleydi çünkü bu konuşmanın pek iyi bir yere gitmeyeceğini anlamıştı. Karşımdaki çocuk tam zengin züppesi dedikleri tiptendi ve benim de en haz etmediğim tip buydu. Kendisinin hiçbir başarısı olmamasına rağmen babasının başarısıyla övünüyorlardı.
"Tekrar tanıştığımıza memnun oldum," dediğinde kafamı sallamakla yetindim.
Adının Yazgı olduğunu öğrendiğim adam geldikleri yere geri dönerken Yalçın bana dönerek ne yapıyorsun der gibi bir bakış attığında sadece omzumu silkmekle yetindim.
Yine yalnız kaldığımda salona baktım. Büyük ve gösterişli bir salondu. Salonun genelinde işlemeli, kırık beyaz mermerler kullanılmıştı. Salonu gösterişli kılan en önemli şey tam salonun ortasında bulunan büyük ve çok fazla kristalden oluşan avizeydi. O kadar büyüktü ki ışıklar ona çarpıp dağılıyordu ve bu da muazzam bir görselliğe sebep oluyordu. Salonun etrafı heykeller ve bitkilerle süslenmişti. İnsanların heykelleri pek umursadığını sanmıyordum ama bence çok ilgi çekiciydiler.
En ilgi çekici olansa tam girişin yanında bulunan kadın heykeliydi. Bütün bedeni tamamen çırılçıplaktı ve bundan rahatsız olmuyordu. Bedeninin kusursuzluğunu gözler önüne sermesine rağmen gözlerinin ardından bir acı gizli gibiydi. Bir eliyle saçlarını geriye doğru atarken diğer eliyle bacak arasını kapatıyordu.
Her eser sanatkarın ona yüklediği duyguları değil ona bakan kişilerin hissettiklerine tercüman olurdu ve ben bu heykelde kendine güvenen bir kadın görüyordum. İnsanlar sadece onu çıplak bir kadın olarak görebilirdi ama bence o çok fazla şey saklıyordu. Bedeninde değil gözlerinin içinde.
Tıpkı karşımda duran adam gibi. Gözlerine bir perde çekilmiş ve içini göstermiyordu ama sanki senin gözlerinin ardındaki sırları açık bir kitapmış gibi okuyordu.
Salonun kenarında bulunan orkestra romantik ve yavaş bir parça çalmaya başladığında birkaç kişi eşleriyle birlikte salonun ortasına geçip dans etmeye başladı. Herkes eğleniyor gibiydi ama ben çoktan sıkılmaya başlamıştım.
Masanın üzerinde duran bardağı alarak dibinde kalan son yudumu da kafama dikleyip içtim. Bu gece ayık kafayla geçmeyecek gibi duruyordu. Bir garson yanımdan şarap dolu bardaklarla geçerken bir bardağı tutup aldım.
Şarabın tadını daha iyi almak için küçük bir yudum alıp ağzımda kısa bir süre beklettikten sonra yutkundum. Sahnedeki çiftlerin hiçbiri ilgi çekici değildi. Çok sıkıcıydılar. Aralarında tutku denen bir şey yoktu. Sanki bir ip ile oynatılan heykelleri anımsatıyorlardı.
Sahnenin ortasındaki kalabalık yavaş yavaş artmaya devam ediyordu. Eşini kapan herkes kendini sahnenin ortasına atıyordu. Bu sırada gözlerim Pars Alaz'ın olduğu yöne kaydığında yerinde yoktu. Nereye gitmişti bu adam? Umurumda değildi, olmamalıydı.
Bakışlarımı salonda gezdirdiğimde Deha Sancak'ı görmüştüm. Onu yeni fark etmem benim için büyük bir şanstı çünkü onu görür görmez olmayan tadımda kaçmıştı. Salonun en uzak köşesinde iki adam ve iki kadınla hararetli bir şekilde bir şey konuşuyorlardı. Deha Sancak tam konuya girip bir şey söyleyeceği an benim olduğum yöne baktı. Gözlerimiz birbirine kesiştiğinde uzak olduğum için tam olarak nasıl baktığını anlamasam da bana tiksintiyle baktığını tahmin etmek zor değildi.
Masanın üzerinde duran şarap bardağını masanın üzerinden alarak onu doğru kaldırdım ve küçük bir yudum alarak içtim. Bu hareketim karşısında bir kaşını kaldırdı ama yine de bakışlarını üzerimden çekmeden yanındakilere laf yetiştirmeye devam ediyordu.
Bir anda tam konuşmanın ortasında duraksadı ve gözleri bir yere odaklandı. Nereye baktığını anlamak için bakışlarını takip ettiğimde siyahlar içinde bana doğru ilerleyen adamı fark ettim. Pars Alaz bana doğru geliyordu ve bakışları bakışlarıma kilitlenmişti.
Tam önüme gelerek duraksadı. Buz mavisi bakışlarını bakışlarımdan bir süre ayırıp bedenimde dolaştırdı. Yüzünde anlam veremediğim bir ifade vardı. Normalde hiç kimseyi okumakta bu kadar zorlanmamıştım ama bu adamı okumak imkansızdı. Soğuk bakışlarının ardındaki sayfalar benim bilmediğim bir lisanda yazılmıştı.
Elini kaldırıp aramızdaki boşluğa uzattığında aklım karışmıştı. Bu adam ne yapmaya çalışıyordu? Sol kolunu kırıp beline yasladı ve sağ elini bana uzatırken hafifçe eğildi. Salondaki hava bir anda çekilmiş gibiydi. Ortam sessizleşti. Şu an bütün gözlerin bizim üzerimizde olduğunu hissediyordum.
Bakışlarım Deha Sancak'a kaydığında başını olumsuz anlamda salladı. Bu sakın aklından geçeni yapma demekti. Peki ben onu dinleyecek miydim?
Kesinlikle hayır.
"Bu dansı bana lütfeder misiniz?" dedi sakin bir ses tonuyla. Cümlesi bir meleğin ağzından dökülen yasaklı sözcük gibiydi.
Ne yapmam gerektiğine çoktan karar vermiştim. Bu yüzden elimdeki bardağı masanın üzerine bırakıp ağır adımlarla ona doğru yaklaştım. Elimi kibarca kaldırıp avucunun içine bıraktığımda parmaklarını kapayıp elimi kibarca tutu ve doğruldu. Bana bakmadan önden salonun ortasına doğru ilerlemeye başladığında bende peşinden onu takip ediyordum. Bu süre zarfında elimi hiç bırakmamıştı.
Sahnenin ortasına geldiğimizde elimi bırakmadan karşıma geçti. Şu an sahnenin ortasında sadece ikimiz vardık. Sanki bütün ışıklar bizim üzerimizdeydi. Ortam bir anda sessizleşti ve müzik değişti. Bir tango müziği çalmaya başlamıştı. Demek böyle oynamak istiyordu. Öyleyse oyun başlasındı.
"Bana ayak uydurabilecek misiniz?" dedim alaylı bir tonda.
Yüzünde bir mimik dahi oynamamıştı ya da maskesi yüzünden görememiştim. Bu adamı okumak zaten zorken bir de maske yüzünden tamamen imkânsız hale geliyordu.
Parmak uçlarına melodiye uygun bir şekilde bana doğru ilerleyip avucunun içindeki elimi biraz daha sıkı kavrayarak kollarımızı havaya kaldırdı. Ne yapmaya çalıştığını anlamama fırsat vermeden beni sertçe kendine doğru çekti. Bu ani hareketi dengemi kaybetmeme neden olmuştu.
Yere düşmeyi beklerken bir anda elini belime atıp beni yakaladı. Göğsüm göğsüne çarpmıştı. Ağır ağır bedenimle birlikte doğruldu. Yüzünü yüzüme doğru yaklaştırdı. Gözlerim istemsizce kapanmıştı. O ise yüzümü es geçip kulağıma yaklaştı. Nefesini kulağımda hissediyordum.
"Elimden geleni yapacağım," dedi fısıltıyla.
Bu adam kendini ne zannediyordu? Benim kim olduğumdan haberi var mıydı? Ona ilettiğim mesajı anlamamıştı sanırım.
Bedenimi ondan uzaklaştırıp birkaç adım geriye gittiğimde bakışlarım buz mavisi bakışlarına kilitlendi. Maskesinin ardından bile belli olan o küstah ifade sinirlerimi bozuyordu.
"En son bana dokunan adam artık ellerini kullanamıyor," dediğimde sadece gülümsemekle yetindi.
Bana doğru bir adım atarak aramızda açtığım mesafeyi kapadı ve elini açıkta kalan belime bastırıp beni tekrar kendine doğru çekti. Bu bir meydan okumaydı, hissedebiliyordum. Bedenlerimiz şarkıyla birlikte bir sağa bir sola ağır ağır hareket ederken küstah bakışlarla bana bakmaya devam ediyordu.
"O zaman sana dokunan ve tek bir iz bile almadan buradan çıkacak ilk adam ben olacağım," dediğinde parmak uçlarıyla bel boşluğumu kibarca okşadı.
Bu küstahlığını yanında bırakamazdım. Omzundaki elimi boynuna doğru kaydırıp parmak uçlarımla boynunu hafifçe okşadım. Bu hareketimle irkilmişti ama melodiye uymaya devam ediyordu. Kendi etrafımızda bir tur döndüğümüzde tırnaklarımı boynuna geçirdim. Bunu neden yaptığımı bilmiyordum ama bu adamın açı çekerken yüzünün alacağı şekli çok merak ediyordum.
Avucunun içindeki parmaklarımı sertçe sıkıp derin bir nefes verdi. Nefesini yüzümde hissedebiliyorum. Boynunda bir iz kalacağı kesindi ama buna rağmen verdiği tepki yetersizdi. Elimi tekrar omzuna sabitlediğimde bana doğru bir adım attığında geriye doğru ilerledim. Birkaç adım böyle geriye doğru gittiğimde artık melodi ya da dans umurumda değildi.
Aramızda küçük bir boşluk bırakarak bacağımı hafif aralık duran bacak arasına sokup hafifçe yukarı doğru çıkmaya başladım. Bacağım kasıklarına baskı uyguladığında dolgun dudaklarının arasından boğuk bir inilti dökülmüştü.
Ben uzun bir kadındım ama buna rağmen bu adama bakmak için başımı kaldırmak zorunda kalıyordum. Başımı kaldırdığımda bakışlarımız tekrar birbirine kenetlendi. Soğuk, buz gibi olan bakışlarının ardından artık tamamen farklı bir şeyler vardı. Ne olduğunu çözemiyordum ama bu hoşuma gitmişti.
"Kışkırtmak için yanlış adamı seçtin," dedi şeytanı bile yoldan çıkarabilecek bir ses tonuyla. Bende tıpkı onun yaptığı gibi sadece gülümsemekle yetindim. Şu an birbirimize o kadar yakındık ki soluk alışverişlerini yüzümde hissedebiliyordum.
"Sen de saldırmak için yanlış kadını seçtin."
Gözlerim maskenin açıkta bıraktığı dolgun dudaklarına kaydı. Bir heykel gibi kusursuz dudakları hafifçe kıvrıldı. Bu yakınlık çok fazlaydı. Ondan uzaklaşmak adına bacağım kırık bir şekilde, tek ayağımın üzerinde kendi etrafımda döndüm. Dönüşümü bitirdiğimde ayağımı yere sabitleyip ondan uzaklaşmak adına birkaç adım ileri gittim ama buna izin vermedi.
Ben ondan uzaklaşmaya çalışırken o da peşimden ilerliyordu. Sonunda kolunu belime sarıp beni kendine doğru çekti. Sırtım onun göğsüne çarpmıştı. Hareketleri oldukça sertti. Şu an bizi görenler dans ettiğimizi düşünebilirdi ama bu doğru değildi.
Şu an aramızda bir savaş vardı ve başlama ateşini tetikleyen bendim. İkimizde birbirimize üstünlük kurmaya çalışıyorduk ama bu savaşın kazananı olmayacak gibiydi. Belime sardığı kolunu biraz gevşetip elini karnıma sertçe bastırdı. Benden uzaklaşmak yerine bedenini daha çok bana bastırdı.
Nefesini boynumda hissediyordum. Her dokunuşunda bedenim istemsizce tepki veriyordu. O benim düşmanımdı. Bu yüzden etkilenmemem gerekiyordu ama bedenim beni dinlemiyordu.
Ne kadar kendimi dizginlemeye çalışsam da bedenim bu adama çekiliyor gibiydi. Uzun parmaklarını karnımın biraz daha aşağısına kaydırdığında dudaklarımdan istemsizce bir inilti döküldü.
"Biraz önce ellerini kesmek ile tehdit ettiğin adamın kollarında bu halde olmamalısın Hera."
Melodi artık yavaş yavaş sessizliğe bürünmeye başladığında bedenimi ona doğru döndüm. Ellerimi boynuna sabitleyip kıyafetimin açıkta bıraktığı bacağımı bacağına sürterek beline sardırdım.
O da bir koluyla belimi sarıp diğer elini de çıplak bacağıma sürterek dizimin biraz yukarısına gelerek duraksadı. Bacağımı sert bir şekilde kavradığında eş zamanlı olarak beni yerden kaldırdı.
Artık yüzlerimiz birbirine çok yakındı. Maske yüzünden yüzünü göremesem de buz mavisi gözlerini artık daha yakından görebiliyordum. Şu an o buz gibi soğuk olan gözler sanki gözlerimin önünde çırılçıplaktı. O gözlerin ardındaki intikam arzusunu görebiliyordum.
Sanki bedenimin hiçbir ağırlığı yokmuşçasına kendi etrafında dönmeye başladı. Bu baş döndürücü olsa da birbirimizin gözlerinin içine bakmaya devam ettik. Müzik bitmek üzereyken beni yere indirdi ve bende bitirici hamleyi yapmak için üst bedenimi geriye doğru attım. Beni tutup tutmayacağından emin değildim ama yine de beni tutmuştu.
Bedenini bedenime doğru eğip yüzünü yüzüme yaklaştırdı. Dudakları dudaklarıma çok yakındı. İkimizden biri en ufak bir hareket etse dudaklarımız birbirine değecekti. Şu an soluduğum oksijen değil onun soluğuydu.
"Ben senin düşmanın değilim Hera," dedi nefes nefese bir haldeyken. "Senin asıl düşmanın çok daha yakında."
Ne dediğini anlamaya fırsat bulamadan beni sertçe çekip kaldırdı. Bedenini bedenimden ayırdığında ikimizde nefes nefeseydik. Ne demişti o? Ne demek istemişti?
Tam ağzımı açıp bir şey söyleyeceğim an ortamda alkış sesleri yükselmeye başladı. İlk olarak bir kişi, sonra iki derken sayı gitgide artıyordu. Sonunda bütün salon bizi alkışlamaya başlamıştı. Herkesin gözü bizim üzerimizdeydi.
Bu bir dans gösterisi değil bir savaştı. Öyle olmalıydı ama değildi. Bakışlarım Pars Alaz'ın olduğu yere kaydığında yanım boştu.
Gitmişti.
Beni bilinmez bir kuyunun içine atmış ve çekip gitmişti. Onu bir daha gördüğümde bana dokunmasına izin vermeyecektim. Onu bir daha gördüğümde kesinlikle öldürecektim.
🔥
Ve bölümün sonuna geldik. Bir klasik olarak bana düşüncelerinizi paylaşırsanız çok sevinirim.
Bir de küçük bir duyuru yapacağım. Kitap hakkında yapmak istediğim bir kaç anket var ama sürekli bölüm olarak yayınlamak istemediğim için instegram hesabımda paylaşmayı düşünüyorum.
Yeni kurgu, karakter seçimi gibi konularda size de danışmak istiyorum. Bu yüzden instegram adresimi takip ederseniz çok sevinirim. İnstegram linki profilde var.
Kullanıcı adımsa; kayipmedusaa
Şimdiden öpüldünüz.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 7.83k Okunma |
331 Oy |
0 Takip |
18 Bölümlü Kitap |