12. Bölüm

DUYGUSAL MAKİNA

Kayıp Medusa
medusahikayeleri

Oy verdiyseniz o zaman keyifli okumalar. 🖤

DUYGUSAL MAKİNA

DUYGUSAL MAKİNA

Pars Alaz, Orhan'ın karşısında duruşunu bozmadan durmaya devam etti. Bedeni adama göz dağı veriyor gibi dikti. Orhan kısa bir adam sayılmazdı ama Pars Alaz'ın karşısında küçük kalıyordu.

Orhan ne yapacağını kestiremiyor gibi bir Pars Alaz'a bir de bana baktı. Benden yardım istiyor gibi bir hali vardı ama yardım istemek için yanlış kişiyi seçmişti. Hiçbir şey söylemeden onları izlemeye devam ettim.

"3," dedi Pars Alaz insanın içini ürpertecek kadar soğuk bir ses tonuyla.

Adam yerinde huzursuzca kıpırdandı. Kaçmak istediği her halinden belli olsa da yine de inatla Pars Alaz'ın karşısında dik bir şekilde durmaya devam etti. Bu yaptığı büyük bir aptallıktı. Pars Alaz'ı tanımıyordum ama duruşu her an saldırıya hazır vahşi bir hayvan gibiydi.

Orhan biraz daha burada durursa buradan sağlam çıkamayacağına dair bir his vardı içimde. Bunu umursamıyordum. Pars Alaz'ın yapabileceklerini izlemek eğlenceli bile olabilirdi.

"2," dedi Pars Alaz sakin bir o kadar da tehditkâr bir ses tonuyla.

Orhan'ın bakışları tekrar beni buldu. Gözlerinin içindeki korkuyu görebiliyordum. Sadece birkaç kelimesiyle bile adamın alt üst olmasını yetmişti. Bu haliyle dokunsan altına edecek gibi duruyordu.

"Üzgünüm," dedi Orhan titrek bir ses tonuyla.

Pes etmişti. Dik bedeni bir an da çökmüş gibiydi. Bu da yetmezmiş gibi beni arkasında bırakıp kaçacağı için bir de özür diliyordu. Bu hali beni gülümsetmişti. Benimde tıpkı onun gibi Pars Alaz'dan korktuğumu falan mı düşünüyordu? Pars Alaz bir avcı olabilirdi ama ben bir av değildim. Pars Alaz'dan korkmuyordum.

Bu akşam buradan çıkamayacak biri varsa o ben değil Pars Alaz olacaktı.

Pars Alaz geri sayımını bitirmeden adam çoktan arkasına bakmadan topuklamaya başlamıştı. Benden özür dilemesine rağmen kaçarken bir kere bile arkasına dönüp bakmamıştı. Ne demiş atalarımız, erkekliğin 10'da 9'u kaçmaktır. Bu adam bunun en güzel örneğiydi.

"Gerçekten böyle adamların mı sana dokunmasına izin veriyorsun?" diye sordu Pars Alaz alayla.

Adam sokaktan çıkıp tamamen gözden kaybolduğunda bakışlarım tekrar Pars Alaz'a döndü. Bedeni tamamen bana dönmüş bir şekilde bana bakıyordu. Yüzünde küçümseyici bir ifade vardı ve bu ifade bana değil biraz önce topuklarını kıçına vura vura kaçan adama karşıydı.

Bakışlarım bedenine kaydı. Üzerinde partide giydiği takıma benzer bir takım vardı ve takımın üzerinde siyah bir palto giymişti. Elleri paltonun ceplerinde, bedeniyse her zamanki gibi kendinden emin ve dikti.

"Ben yetki verdiğim ve bana itaat ettiği sürece bana dokunmasında bir problem görmüyorum," dediğimde siyah ayakkabıları sokağın göğsünü ağır ağır, döve döve bana doğru ilerlemeye başladı. Hareketleri o kadar yavaştı ki insanın sinirlerini bozabilirdi.

Önüme gelip duraksadı. Ona bakmak için başımı kaldırmak zorunda kalıyordum. Başımı kaldırıp yüzüne baktım. Karanlık yüzünden yüzünün tamamını göremesem de sokak lambası profilinin yarısını aydınlatıyordu.

Uzun kirpikleri, çıkık elmacık kemiklerine gölge düşürüyor, buz mavisi gözleri karanlığı delip geçerek bütün vahşiliğiyle kendini öne atıyordu. Buz mavisi gözleri, benim yeşil ormanlarımın içine sızmaya çalışan vahşi bir hayvan gibiydi.

Bana doğru biraz daha yaklaştı. Çok yakındı ama bu yakınlık beni rahatsız etmiyordu. Bedenim onun ve duvar arasına sıkışıp kalmıştı. Eğilerek yüzünü biraz daha bana yaklaştırdı.

"Sana dokunmam için sana itaat mı etmem gerekiyor?" diye sordu fısıldarken. Bakışlarım gözlerinden bana fısıldayan dudaklarına kaydı. Alt dudağı üst dudağına göre daha dolgundu.

Bakışlarımı dudağından kaçırıp gibiydi. Gözlerinin içine meydan okurcasına baktım. Bu tavırları o adamı korkutabilirdi ama ben farklıydım. Bu hareketleri sadece ona daha fazla meydan okumam için beni kışkırtıyordu.

Tavırlarından onun itaat etmeyecek bir tip olduğu hemen anlaşılıyordu. Hiç benim tipim değildi. Ben bana boyun eğecek adamlar arıyordum ama bu adamın benim üzerimde kurmak istediği hakimiyeti her hareketinden okuyabiliyordum. O bana üstünlük kurmak istiyordu ve ben de ona.

Bu savaşın bir kazananı olmayacağını bilecek kadar tecrübeye sahiptim. Bu yüzden uzatmanın hiçbir anlamı yoktu.

Bedenimi duvardan biraz uzaklaştırıp ona doğru yaklaştım. Bedenlerimiz birbirine değiyordu ama umursamadım. Sıcaklığı bedenime yayılırken aslında ne kadar üşüdüğümü yeni fark ediyordum. Üşüyordum ama aldırmadım.

"Sen itaat edecek bir adama benzemiyorsun," dedim dudaklarımı dudaklarına biraz daha yaklaştırırken. Soluklarım onun soluklarına karışıyordu. "O yüzden bana dokunmayı aklının ucundan bile geçirme. Eğer bir gün önümde diz çökersen o zaman senin için bir şeyler düşünürüm."

Dudaklarının kenarı hafifçe yukarı doğru kıvrıldı. Paltosunun cebindeki elini çıkarıp omzumun üzerinden duvara yasladı. Beni iyice ablukası altına almıştı. "Bu bir oyun mu?" dedi, bakışları gözlerimde değil dudaklarımdaydı.

"Ben..." dedim derin bir nefes alarak. "Oyun oynamaya bayılırım. Peki sen Pars Alaz, oyun oynamayı sever misin?" Gözlerimi dudaklarımdan çekmeden dikkatlice izlemeye devam etti. Sanki ilk defa gördüğü bir şeymiş gibi gözlerini kırpmadan bakıyordu.

"Eğer kazanç iyiyse oynamaktan kaçınmam," dedi kendinden emin bir tavırla. Bakışlarını dudaklarımdan çekip ağır ağır gözlerime tırmandı. Gözlerimiz tekrar kesiştiğinde gözlerinin ardındaki kibri iliklerime kadar hissediyordum. Buna bir son vermeliydim. Çünkü sıcaklığı bedenimi etkisi altına alıyordu ve ben bundan hiç hoşlanmamıştım.

Elimi belime atıp hızlı bir hamleyle belimdeki silahı çıkararak namlusunu Pars Alaz'ın erkekliğine dayadım. Bedeni kıpırtısız şekilde dursa da gözlerinin ardındaki şaşkınlığı görebiliyordum.

"Şimdi benden uzaklaş yoksa çok kıymetlin bana dokunmayı arzulamaktan başka bir halta yaramayacak," dedim silahı biraz daha erkekliğine bastırırken.

Gözlerim ağır ağır kalkıp inen adem almasına kaydı. Geri çekilmek yerine erkekliğini biraz daha silahın namlusuna bastırdı. Bu hareketi yüzünden dudaklarının arasından boğuk bir inilti dökülmüştü.

Bu adam kafayı falan mı yemişti? Bu durumda bir altta kalmamaya mı çalışıyordu? Başını başının yanına yaklaştırdı. Nefesi kulağımı okşuyordu. "O olmadan da iş görebilirim," dedi soğuk bir tonda.

Bedenini bedenimden uzaklaştırıp bir adım geriye attı. Aramızda biraz boşluk oluşmasına rağmen yine de çok uzak sayılmazdı. Açıkta kalan elini yağmurdan dolayı yüzüne düşen saçlarına geçirip geriye doğru attı. Bütün hareketleri o kadar yavaştı ki bu insanı çileden çıkartmak için yaptığını bile düşünmeye başlamıştım.

Silahımı erkekliğinin olduğu hizadan ağır ağır kaldırıp kalbinin hizasına getirdim. Bedeni dik, bakışları silahın hareketlerindeydi.

"Bir daha seni gördüğümde öldüreceğime yemin ettim," dedim silahı ona doğrultmaya devam ederken. "Sen ise düşmanının önüne savunmasız bir şekilde geliyorsun. Bu beni hafife aldığını düşündürtüyor, en son bu kanıya varanlar şu an nefes alamıyorlar."

Cebindeki elini de çıkartarak iki elini yana doğru açtı. Sanki onu vurmam için beni kışkırtıyordu. "Sen hafife alınacak bir kadın değilsin. Bunu seni bir kez bile gören herkes anlar ama," dedi ve kısa bir duraklamanın ardından devam etti. "Bugün beni vurmayacaksın."

Bu adam sabah gelirken yürek falan mı yemişti? Şu an gayet onu vurabilirdim. Bana hiçbir şey engel olmazdı ama neden buna rağmen kendine bu kadar güveniyordu?

"Bunu sana düşündürten ne?" diye sorduğumda iki yana açtığı kollarını indirip tekrar ellerini paltonun cebine soktu.

"Çünkü bana ihtiyacın var," dediğinde istemsizce bir kahkaha attım. Kahkaham boş sokakta yankılandı. Bu içten gelen bir kahkaha değil, yapmacıktı. Ona ihtiyacım yoktu. Benim hiçkimseye ihtiyacım yoktu. Buraya kadar tek başıma gelmiştim ve bundan sonra da tek başıma devam edebilirdim.

"Espri yeteneğinin bu kadar kuvvetli olması biraz şaşırtıcı," dedim elimdeki silahı indirirken. "Beyninde nasıl absürt düşünceler geçiyor emin değilim ama hayal gücünün genişliğine bağlıyorum. Ben düşmanlarım ile iş birliği yapmam. Şu an seni öldürmeyeceğim çünkü cesedini temizlemek için harcayacak ne zamanım ne de enerjim var. Bugün kendini şanslı say çünkü bir daha karşılaştığımızda bu kadar şanslı olmayacaksın."

Siyah paltomu kaldırıp silahımı tekrar kot pantolonumun beline sabitledim ve arkamı ona doğru dönerek ilerlemeye başladım. Hiçbir şey söylemedi veya beni durdurmak için hiç bir hamlede bulunmadı. Sokaktan çıkmak üzereyken ona doğru dönüp konuştum.

"Ve eğer adamlarına değer veriyorsan peşime birini taktırmayı aklının ucundan bile geçirme. Çünkü bir daha ki sefere yaşamasına izin vermeyeceğime emin olabilirsin."

***

O gecenin üzerinden bir hafta geçmişti ve ne Pars Alaz ile karşılaşmıştım ne de peşime birini takmıştı. Söz dinleyen bir adam olduğunu düşünmemiştim ama beni her seferinde yanıltmayı başarıyordu.

Aslında bu bir hafta sakin geçtiğini söyleyebilirdim. Tabi Deha Sancak'ın ismimi lekelemek için girdiği çabaları saymazsak. Şu an beklediğim gibi hiçbir şirketten teklif almamıştım. Bu tahmin edilebilir bir şeydi ama Deha Sancak işleri bir üst seviyeye taşıyarak yeraltında kelleme ödül koydurmuştu. Yani bu da demek oluyordu ki yeraltına girdiğim an bütün oklar benim üzerime dönecekti ve herkes kellem için yarışacaktı.

Şu an bir birçok kişinin beni bulmak için canlarını dişlerine kattığını biliyordum. Herkes bunu para için yapmıyordu. Bazıları onlara sürekli bu günün gelmesini bekliyordu. Bu işe girdiğimde bir kadının onlara üstten bakmasını kaldıramayacak bir sürü geri zekâlı vardı ve düşmem onların ekmeğine yağ sürmek gibiydi. Şimdi beni yakalayıp tıpkı onlara yaptığım gibi bana üstten bakmaya çalışacaktı.

Bu nedenden dolayı da bir yerde sabit bir şekilde kalamıyordum. Bir hafta içerisinde beş kere falan konum değiştirmek zorunda kaldım. Bir süre daha böyle devam edebilirdim ama sonunda durup savaşmam gerekecekti.

İlk iki gün yurt dışına çıkma için işlemler başlatmama rağmen Deha Sancak bir yolunu bularak bana engel olmuştu. Şu an benden bir adım öndeydi ve beni tamamen kenara sıkıştırmıştı. Çünkü onun elinde şu an benim elimde olmayan bir şey vardı: para.

Başımı eğip elimdeki kitaba baktım. Sayfaları ilerletmeme rağmen okuduğumdan hiçbir şey anlamamıştım. Beynimdeki düşünceler beni ablukası altına almışken okuyabileceğimi düşünmek bile saçmalıktı.

Kitabı kafam dağılsın diye elime tutuşturan Poyraz'dı. Kitabın Savaş Sanat'ı olması dışında hiçbir problem yoktu. Bu kitabın kafamı dağıtacağını ona düşündüren neydi emin değildim. Hele ki şu an bir savaşın içindeyken. Bakışlarım sayfada altı çizili bir cümleye kaydı.

'Korkaklık tutsak olmak demektir.'

Bu cümle bir tokat gibi yüzüme çarptı. İçinde bulunduğum durumu o kadar güzel özetliyordu. Şu an korkaklık ediyordum ve bu yüzden zihnimin içinde tutsak gibi yaşamaya mahkum olmuştum.

Bunun için kendime kızmıyordum. Eğer korumak istediğin kişiler varsa korkak olmakta bir problem görmüyordum. Korkaktım çünkü benim yüzümden zarar görebilecek çok fazla insan vardı. Korkaktım çünkü cesur davranışlarımın sonucunda daha çok zarar göreceğimi biliyordum.

Kucağımdaki kitabı kapatıp yanımdaki eski, çiziklerle dolu koyu kahverengi sehpanın üzerine bıraktım. Şu an evde benden başka kimse yoktu. Poyraz ve Savaş alışveriş yapmak için dışarıya çıkmışlardı. Tabi alışveriş bahaneydi. Sürekli evin içinde tıkılıp kalmak onları da bunaltmıştı.

Benim yanımda durdukları sürece onlar da en az benim kadar tehlike içindeydiler. Birçok kez kendi yollarına gitmeleri için onlarla konuşmaya çalışmıştım ama her seferinde ikisi de kelimeleri boğazıma dizmişti. Bu yüzden artık ağzımı yormuyor ve ne isterlerse yapmalarına izin veriyordum. Zarar görmedikleri sürece beni dinleyip dinlemelerini umursamıyordum.

Biraz daha burada oturup düşünmeye devam edersem sonunda kesinlikle kafayı yiyecektim. Bu yüzden vaktimi daha verimli geçirmek için bir şeyler yapmalıydım ama ne yapabilirdim? Tatil günlerinde bile işe giden biriydim ve hiçbir zaman yalnız kalıp tek başıma bir şeyler yapmak zorunda kalmamıştım.

Kitap okumaya çalışmıştım ama şu an dolu kafayla pek işe yarayan bir yöntem değildi. Boş boş evi incelemeye başladım. Burası şehirden bayağı uzak bir dağ eviydi. Her şey ahşaptan yapılmış ve eski bir görüntüye sahipti.

Şu an oturduğum tekli koltuğun karşısında bir tekli koltuk ve hemen yanında ise bir üçlü koltuk vardı. Koltuğun hemen karşısında etrafı taşlarla örülü bir şömine duruyordu. Poyraz soğuk olduğu için gitmeden önce benim için onu yakmıştı.

Şöminenin üzerinde ağaç parçalarından yapılan iki raf duruyordu ve raflarda klasik kitaplar vardı. Çoğunu okuduğum için ilgimi çeken bir şey yoktu.

Bu oturma alanının yanında mutfak vardı ve mutfakla oturma odasını ayıran bir bar duruyordu. Bar da tıpkı evin genelinde olduğu gibi ahşaptan yapılmıştı. Mutfağın geneline de ahşap ve kahverengi tonlar hakimdi. Eski bir görüntüye sahip olmasına rağmen buzdolabı, bulaşık makinesi, fırın ve ocak vardı.

Burası Savaş'ın kafa dinlemek için uğradığı bir duraktı ve kimse böyle bir evin varlığından haberdar değildi. Issız ve göz çarpmayan bir yerde olduğu için şu an için en ideal saklanma yeriydi. Tabi birkaç gün sonra burayı da terk etmek zorunda kalacaktık.

Burası bana göre bir yer değildi. Yalnız olmaktan nefret ediyordum. Sessizlikten nefret ediyordum. Böyle anlarda beynimin içindeki sesler daha can sıkıcı bir hal alıyordu.

Kapının gıcırtılı sesiyle düşüncelerim arasından sıyrılıp ayağa kalktım. Savaş ve Poyraz gelmiş olmalıydı. Çok fazla oturduğum için ayaklarım uyuşmuştu. Ayaklarımı hafif hafif hareket ettirip uyuşukluğun geçmesi için bekledim. Bu sırada ellerinde poşetler dolu olan Savaş görüş alanıma girmişti. Bana bakmadan direkt elindeki poşetleri mutfağa getirip tezgahın üzerine bıraktı. Ardından da Poyraz salona girerek elinde birkaç poşetle mutfağa doğru ilerledi.

Bu kadar çok ne almışlardı? Markette bir şey kalmış mıydı acaba?

Savaş elindeki poşetleri bırakarak hemen salona doğru ilerleyip bütün ağırlığını karşımdaki tekli koltuğun üzerine bıraktı. "O kadar yoruldum ki, bir daha beni bununla bir yere gönderme. Ne bulursa alıyor ya kıtlıktan çıktı sanki," dedi kafasını koltuğa yaslarken.

"Ne be hepsi lazım olan şeyler," dedi Poyraz poşetleri tek tek karıştırıp aldıkları şeyleri dolaplara yerleştirmeye çalışırken.

"Lazımmış, götüm. Süt köpürtücüyü ne yapacaksın?" diye sordu Savaş koltuktan biraz doğrulup omzunun üstünden Poyraz'a bakarak. Poyraz büyük bir dikkatle ürünleri yerleştirmeye devam ederken omuzlarını silkti. Bu dediklerini umursamadığı anlamına geliyordu.

Bacaklarım biraz kendine geldiğinde bir ayağımı kırıp koltuğun üzerine koyarak tekrar oturdum. Bacağım kalçamın altındaydı. Böyle oturmayı sevmeme rağmen bacaklarımın uyuşması büyük bir problemdi.

"Ee, dışarıda neler oluyor? Yeni haberle var mı?" diye sorduğumda Savaş'ın bakışları bana döndü.

"Pek bir şey yok. Ortalık durgun gibi, " dedi Savaş sırtını tekrar koltuğa yaslarken.

"Daha çok fırtına öncesi sessizlik gibi," diye bağırdı Poyraz elindeki süt kutusunu dolaba yerleştirirken.

Savaş sıkıntıyla bir iç geçirdi. Hafif ıslak kumral saçları önüne geliyordu. Üzerinde kot pantolon, kalın siyah boğazlı bir kazak ve siyah bir palto vardı.

"Bu da ağzını hayra açmayı bir türlü beceremiyor," dedi ellerini saçlarına geçirip geriye doğru atarken.

"Zaten senin de ağzından hep hayır damlıyor," dedi Poyraz poşetleri yerleştirmeyi bitirip bize doğru ilerlerken.

Savaş'ın önünden geçerken ayağına küçük bir tekme atmayı ihmal etmiyordu. Hemen yanımda duran üçlü koltuğa geçip o da tıpkı Savaş gibi kendini koltuğa bıraktı. Kafasını koltuğa yaslayıp rahat bir nefes verdi. Üzerinde siyah bir eşofman, beyaz bir tişört ve bir türlü üzerinden çıkaramadığı deri ceketi vardı.

"Ben acıktım ya, ne yesek?" diye sordu, koltuğa yaslı başını bana doğru döndürdü.

"Zıkkım ve pekini ye camış. Gelirken koca bir menü gömmedin mi zaten?" diye sorduğunda Poyraz ona bakmaya bile tenezzül etmeden konuştu.

"Benim gibi koca adama o kadar yemek yeter mi zannediyorsun? Bu kaslar su değil yemek yakıyor."

Elini tişörtüne atarak yukarı çekti ve karın kaslarını Savaş'ın gözüne sokar gibi açtı. Gerçekten kaslı bir vücudu vardı ama benim ilgimi çeken kasları değil bütün bedenini saran dövmelerdi. Poyraz bedenini tuval olarak kullanmayı severdi. Anlamı olsun ya da olmasın sürekli yeni dövmeler yapar ve yaptırırdı.

Benimle çalışmanın yanı sıra dövme yapmayı da severdi. Birçok kez bana da dövmek yapmak için yalvarsa da hiçbir zaman ona izin vermemiştim. Benim için dövme bir anlamı olmalıydı ve şu an benim hayatımda bedenime kazıyacak kadar anlamlı şeyler yoktu.

"Gören de sadece onda kas var zanneder. Bizde de var ama senin gibi her fırsatta göstermiyoruz," dedi Savaş gözlerini devirerek.

"Tabii tabii, kaç gündür yatıyorsun? Kas mas kalmadı oğlum hepsi eridi," dedi Poyraz Savaş'ı kışkırtmak adına. Savaş aramızda en mantıklı düşünen kişiydi ve genellikle kışkırtmalara gelmezdi ama konu Poyraz olunca kendine engel olamıyordu.

Savaş'ta tıpkı Poyraz gibi siyah kazağını yukarı doğru sıyırıp karın kaslarını ortaya çıkardı. Bakışlarım hemen vücudundaki morluklara kaydı. Yavaş yavaş solmaya başlamışlardı ve Savaş'ın söylediğine göre artık ağrımıyorlardı ama buna pek inanmıyordum. Çünkü Savaş acı içinde geberse de sırf ben meraklanmayayım diye ağrımıyor gibi davranıyor olabilirdi.

"Biz bu kasları birkaç günde yapmadık oğlum, birkaç günde kaybolsunlar," dedi Savaş gerine gerine.

"O biz her fırsatta göstermiyoruz falan mı demişti? Allah'tan hiç göstermiyor," dedi Poyraz bana bakıp alttan alta sırıtırken. Kendimi sıkmama rağmen daha fazla dayanamayıp kıkırdadım. Savaş dönerek bana bakıp kaşlarını çattı.

"Hera, gerçekten onu tarafında mısın? Burada yaralı olan benim," dedi kollarını birbirine dolayıp kafasını şöminenin olduğu tarafa dönerek. Gelmiş kaç yaşına, küçük çocuk gibi küsecek miydi? Bazen hiç büyüyemediklerini falan düşünüyordum.

"Ben kimsenin tarafında değilim. Beni arada bırakmayın," dedim ellerimi havaya kaldırıp aradan sıyrılmaya çalışırken.

"Hera da tam politikacı olacak kadın," dedi Poyraz hayret eder gibi. "Nasıl da hemen aradan sıyrılmaya çalışıyor."

Savaş tekrardan bizim olduğumuz yöne döndü ve birbirine doladığı kollarını çözdü. "Ya yaa sorma. Fırsattan istifade bizim kaslarımızı gördü ve olaydan sıyrılmaya çalışıyor," dedi Savaş Poyraz'ı destekleyerek.

Bir anda nasıl ortak olup beni karşılarına almışlardı ya? Bunların hızına yetişmek gerçekten güçtü.

"Çıkar göster!" diye bağır Poyraz bir anda ayaklanarak.

Bu ani hareketi yüzünden ödüm kopmuştu. Baş parmağımı üst damağıma dayayıp yukarıya kaldırdım. Bunlar gerçekten manyak falan olmalıydı. Uzun yaşamayacağım kesindi ama bunlar yüzünden kesinlikle yaşlanmadan ölecektim.

"Sen Abdülhamit'i savundun!" diye bağırdı Savaş ardından ve o da Poyraz gibi ayaklandı. "Savunmadım!" diye bağırdı Poyraz Savaş'a dönerken.

Gerçekten şu an bunlar ne yapıyordu? Bir an da kafayı mı yemişlerdi? Bu ikisi her ne kadar birbirlerinden haz etmeseler de tıpkı bir tencere kapak gibi birbirlerini bulmuşlardı.

"Çıkar göster!" dedi Poyraz bana dönerek. Yüzünde büyük bir gülümseme vardı.

"Evet görmek bizim de hakkımız," dedi Savaş da bana dönüp gülümserken.

Şu an amaçları ortaya çıkmıştı. Görmek istediklerinin kas falan olmadığını biliyordum. Çünkü ikisi de kasım olmadığının farkındaydılar. Normalde sporu yapmayı severdim. Çünkü spor yaparken acıyı acıyla bastırmak kolaydı ve acı insanın düşünmesini engellerdi. Bu yüzden sık sık spor yapardım ama yıllar önce bu değişmişti.

Uykusuzluk yüzünden bırakın spor yapmayı işe gitmek bile benim için bir işkence haline gelmişti. Bu yüzden bırakın kası bir yağ damlası bile vücudumda bulmak imkansız gibiydi. Düzensiz uyku ve düzensiz beslenme sporun en büyük düşmanıyken kas falan yapamazdım.

Onlar ise zamanlarının çoğunu sporla geçiriyorlardı ama şimdi gelmiş bana göster diyorlardı.

"İki tane çükleri beyninden büyük adamla aynı evde kalmak büyük bir hataymış," dediğimde ikisi de ağzı açık bir şekilde bana baktılar.

"Duydun mu ne dedi? Büyük dedi, çük dedi," diyerek duraksayıp omuzunun üzerinde Savaş'a baktı. "Ben bunu kendime iltifat sayarım."

Cümlesini bitir bitirmez tekrar koltuğa oturup ayak ayak üstüne attı. "Böyle bir şeyi anca sen iltifat sayarsın zaten geri zekalı," dedi Savaş da koltuğa otururken.

Demin birlik olan onlar değilmiş gibi yine didişmeye başlamışlardı. Bular böyleydi işte, bir dakikaları bir dakikalarına uymuyordu ama ne olursa olsun onlar benim için bu dünyadaki her şeyden değerliydiler.Bunu hiç yüzlerine karşı söylemesem de onları seviyordum. Onlar olmasaydı şu an içinde bulunduğum durumu atlatamayacağıma emindim.

Onlara çok fazla şey borçluydum. Bunu biliyordum ve zamanı geldiğinde borcumu ödeyecektim. Ödemeliydim.

Bir an herkes konuşmayı kesti ve kısa süreli bir sessizlik oldu.

"Yemek diyordu..." Poyraz cümlesini bitirmeden kapı tıklanması sessizliğin ortasına büyük bir bomba gibi düşmüştü.

Kapı mı çalmıştı? Bunu sadece ben duymuş olmazdım değil mi? Poyraz ve Savaş'a baktığımda yüzlerindeki şaşkınlığa bakılırsa onlarda duymuştu.

"Biri sizi takip mi etti?" diye sordum fısıltıyla.

Poyraz ayağa kalkıp hemen belindeki silahını çıkardı. Savaş da onu takip ederek ayağa kalkıp silahını çıkardı. Poyraz önde Savaş arkasından kapıya doğru ilerledi.

Bende bu sırada sehpanın üzerinde duran silahımı alıp kucağıma sabitledim. Biri kapıyı çalıyorsa pek saldırgan bir tavır sergileyeceğini düşünmüyordum ama yine de tedbiri elden bırakmamak lazımdı.

"Kusura bakmayın sizi rahatsız etmek istemezdim ama size bir teklif sunmak için gönderildim," dedi yabancı bir ses.

"Sen kimsin?" diye sordu Poyraz.

"Ben Pars Bey'in avukatıyım," dedi adam.

Pars Alaz'ın avukatının burada ne işi vardı? Yine mi beni takip ettirmişti? Bu adamın söz dinleyeceğini bile düşünmek benim için büyük bir aptallıktı.

Bir an sessizlik oldu. Savaş ve Poyraz ne yapacağını kestiremiyor olmalıydılar. Avukatı baştan savabilirdim ama ne söyleyeceğini öğrenmek fena olmazdı.

"İçeri alın!" diye bağırdım. Bir kaç saniye sonra kapının açılma sesini duymuştum.

"İzin verirseniz üzerinizi aramak zorundayım," dedi Poyraz.

"Ah tabi," dedi avukat.

Onları göremiyor sadece seslerini duyabiliyordum. Oturduğum koltuktan biraz doğrulup kalçamın altındaki ayağımı çıkarıp yere sabitleyip tekrar oturdum. Bu sırada Savaş önde avukat bey ortada ve Poyraz en sonda olmak üzeri hepsi tek tek içeriye girdi.

Poyraz avukatın oturması için eliyle karşımdaki tekli koltuğu işaret etti. Avukat başıyla onu onaylayarak karşımdaki koltuğa oturup elinde tuttuğu siyah dosya çantasının önündeki ahşap sehpanın üzerine bıraktı. Bakışları beni bulduğunda gözlüğünü çıkartıp çantasını üzerine bıraktı.

Kırklı yaşlarının sonunda olmalıydı. Siyah saçlarının aralarına hafif beyazlar çıkmış, kahverengi gözlerinin etrafındaki kaz ayakları da bayağı belirgindi.

Bana doğru eğilip kollarını dizlerini yaslayarak ellerini birbirine kenetledi. Bu işte profesyonel olduğu rahat tavrından belli oluyordu. Kahverengi gözlerini gözlerime sabitleyip konuşmaya başladı.

"İlk olarak kendimi tanıtmakla başlayayım. Ben Ömer Diyar. Kalender Holding ve Pars Bey'in özel avukatlığını yapıyorum. Burada bulunma nedenim ise Pars Bey'in teklifini size iletmek."

"Teklif mi? Ne teklifi?" diye sordu Poyraz araya girerek.

Avukat Poyraz'a dönüp kısa bir bakış attıktan sonra bana döndü. "Şu an Kalender Holding köklü bir değişime gidiyor. Bu yüzden de bu değişimin ilk ayağı olarak yeni bir yöneticiyle sıfırdan başlamak istiyoruz. Pars Bey'in talebi üzerine sizi biraz araştırdık ve Sancak Holding'de yaptığınız başarılı işler nedeniyle sizi aramızda görmek istiyoruz. Bunun yanı sıra sadece şirket yönetimi değil, Pars Bey'in hisselerinin %12'lik bir kısmını size teklif ediyoruz."

Kalender Holding. Bu şirketi daha önce duymuştum ama hakkında pek bir bilgiye sahip değildim. Genellikle bana rakip olmayan şirketler hakkında araştırma yapmazdım. Hem avukat kendini boşa yoruyordu. Ben zaten Pars Alaz'a cevabımı vermiştim.

Oturduğum koltuktan geriye doğru yaslanıp ayak ayak üstüne attım. "Teklifiniz ile ilgilenmediğimi daha önce Pars Bey'e iletmiştim. Buraya kadar gelip kendinizi yormanıza pek gerek yoktu. Daha söyleyecek bir şeyim yok. Arkadaşım size kapıya kadar eşlik etsin," dediğimde Poyraz hemen başıyla onaylayarak avukatın yanına gitti.

Avukat hiç sakinliğini bozmadan gözlüğünü alıp geri taktı ve masanın üzerindeki çantanın kolunu tuttu. "Pars Bey teklifi kabul etmeniz için elinden geleni yapacaktır," dedi ayağa kalkmadan önce.

Ayağa kalkıp hole doğru ilerlemeye başladığında gözden kaybolmadan önce arkasından konuştum. "Eğer benimle ortak olmayı bu kadar istiyorsa ayak takımını göndermeyi kesip kendi gelsin," dedim.

Bu adam ne yapmaya çalışıyordu? İlk gelip bana saldırıyor sonra da gelmiş ortağım olmak istiyordu. Şu an saldırmasının pek hükmü yoktu evet çünkü yönetim benden çıkmıştı. Artık ne olursa olsun beni ilgilendirmezdi ama Savaş'a yapılanları unutamazdım.

Şu an düşüncelerim karmakarışıktı. Her şey üst üste gelmişti ve ben artık mantıklı düşünme yetimi kaybetmiştim. Ne yapmam gerektiğini, nasıl ilerlemem gerektiğini bilmiyordum.

Başımı koltuğun sırtına yaslayıp gözlerimi kapadım. Şu an bilinmez bir dehlizin içine çekiliyormuş gibi hissediyordum. 27 yıllık hayatım boyunca hep bir makine olarak yaşamıştım. Duygular benim için hep arka planda olmuştu. Çünkü duygularıma güvendiğim her an da hayal kırıklığına uğramıştım. Duyguların acı verici olacağının farkındaydım ama şu an hislerimin gürültüsü yüzünden mantığımı dinleyemiyordum.

Şu an çok aptalca davrandığımın farkındaydım. Pars Alaz'ın bana sunduğu teklif çok iyiydi. Hatta fazla bile iyi sayılırdı ama içimden bir ses bunu yapmamam gerektiğini söylüyordu. Pars Alaz benim için bilinmez bir kapıydı ve o kapıdan girmek bana çok fazla şey kaybettirecekmiş gibi geliyordu.

"Yeni bir yer bulmalıyız," dedi Poyraz.

Haklıydı. Hemen yeni bir yer bulmalı ve buradan ayrılmalıydık. Pars Alaz'ın avukatı burayı bulduysa Deha Sancak'ın da bulması üzün sürmezdi. Bir kovalamaca içerisinde gibiydik. Ben kaçıyordum ama birçok musibet peşime takılmış pes etmek nedir bilmiyordu.

"Adamın teklifi çok iyiydi. Neden düşünmeden reddettin ki?" diye sorduğunda başımı yasladığım yerden kaldırıp gözlerimi açtım. Poyraz da benim gibi Savaş'a gerçekten mi der gibi bakıyordu.

"Senin o adamın kim olduğundan haberin yok herhalde," dedi Poyraz lafı ağzımdan alarak.

Savaş kalçalarını mutfak tezgâhına yaslamış bana bakıyordu. "O adamın kim olduğunu biliyorum ve neden böyle bir tavır sergilediğini de anlayabiliyorum ama geçmiş geçmişte kaldı. Ben şu an gayet iyiyim. Bu yüzden duygusal değil de biraz mantıklı düşünmemiz gerektiğini söylemeye çalışıyorum. Şu an köşeye sıkışmış bir durumdayız ve Pars Alaz bize mükemmel bir teklifle geliyor. Bence bunu hemen reddetmek yerine teklif üzerinde düşünmeliyiz."

Kurduğu cümlenin yarısını duymuş ama anlamamıştım. Geçmiş geçmişte kaldı cümlesine takılıp kalmıştım. Öyle miydi? Geçmiş geçmişte mi kalmıştı?

"Geçmiş geçmişte kaldı öyle mi?" dedim gözlerimi Savaş'ın açık kahverengi gözlerine sabitlerken.

Günlerdir içime atıp biriktirdiğim öfke bir anda ortaya çıkmak için göğsümü yumrukluyormuş gibi hissediyordum. Sakinleşmeliydim yoksa yapabileceklerimi ben bile tahmin edemiyordum. Derin bir nefes alıp ondan geriye doğru saymaya başladım.

10...

Şu an aptalca bir şey yapmak istemiyordum.

9...

Öfkemin beni kontrol etmesine izin veremezdim.

8...

Eğer öfkem beni ele geçirirse büyük bir yıkım olabilirdi. Buna izin vermemeliydim.

7...

Sakinleşmeliyim.

"Hera," dedi Savaş tedirgin bir ses tonuyla. "Bir şey söylemeyecek misin?"

"Bir şey mi söyleyeyim?" dedim histerik bir kahkaha atarken. "Sen zaten her şeyi kendi içinde halletmişsin ben ne söyleyebilirim ki?"

Savaş kalçasını yasladığı tezgahtan uzaklaşıp bana doğru ilerlemeye başladı. Şu an kendimi hiç iyi hissetmiyordum.

"Yaklaşma!" diye bağırdım elimi kaldırıp durmasını işaret ederken. Sesim benim bile düşündüğümden yüksek çıkmıştı. Savaş şok olmuş bir şekilde olduğu yerde duraksadı.

"Hepiniz en iyiyi kendinizin bildiğinizi düşünüyorsunuz. Ben bunları düşünmedim mi zannediyorsun? Bunun iyi bir teklif olduğunun farkında değil miyim sence? Farkındayım ama sizin farkında olmadığınız bir şey var," dedim biraz duraksayıp düşünceleri toparlamaya çalışırken ama toparlayamıyordum. Bütün düşüncelerim cam kırıkları gibi etrafa saçılmıştı ve her kırık ruhumun üzerindeki yaraları kazıyordu.

"Herkes sürekli mantığımı kullanmamı söyleyip duruyor ama ben bir makine değilim. Evet inanması güç olabilir ama bak gerçekten bende bir insanım. Benim de duygularım var. Bende her senin gibi Poyraz gibi üzülebilir, yanlışlar yapabilir, hatta korkabilirim ama hepiniz sanki bir makineymişim gibi davranmamı bekliyorsunuz. O gün senin kaçırıldığını duyduğumda ne kadar korktuğumdan haberin var mı? Yok çünkü ben Hera Ateş'im değil mi? Herkesin arkamdan söyleyip durduğu o kişiyim ben değil mi? Duygusuz bir sürtük!

Senin ortalıkta olmadığın gün aklımdan nasıl senaryolar geçtiğinden haberin var mı? Kendi içimde nasıl bir savaş verdiğimi biliyor musun? Ya sana yetişemeseydim? Ya seni kurtaramasaydım? Bana ne olurdu? Hiçbir şey olmaz değil mi? Çoğunuz böyle düşünüyorsunuz ama hiçbiriniz gerçeği görmüyorsunuz.

Ben güçlü falan değilim hiçbir zaman da olmakta istemedim zaten. Çünkü güçlü olmak her gün içten içe çürümek demekti. Ben her gün yavaş yavaş içten içe çürüdüm ama hiçbiriniz bunu görmediniz. Duygularımı gösteremediğim için onların var olduğuna inanmadınız. Ben göstermiyorum diye acılarımın olduğuna inanmadınız ama bende bir insanım!"

Ben de insandım. Acır, kanar ve korkardım.

Oturduğum koltuktan ne zaman kalktığımı bile bilmiyordum. Bedenim istemsizce titriyordu. Bunların hiçbirini söylemek istememiştim ama bütün her şey o kadar üst üste gelmişti ki içimde tuttuğum bütün zehri akıtmıştım. Ben bu zehri yıllardır içimde tutuyordum. Beni böyle görsünler istememiştim. Şu an onlara kızmaya hakkım yoktu biliyordum. Çünkü bu yüzümü onlara göstermeyen bendim ve de onlarda görmek için çaba sarf etmemişlerdi. Bunun için onlara kızamazdım.

Sessizlik evin içine bir sis gibi çökmüştü. Şu an onların yüzüne bakacak gücü kendimde bulamıyordum. İçimdeki zehri akıttığım için biraz daha sakinleşmiştim ama öfkem tamamen dinmemişti. Onları daha fazla kırmamak adına başımı yerden kaldırmadan banyoya gitmek için hole doğru ilerledim.

Hole geldiğimde kapının tıklanmasıyla olduğum yerde durdum. Kimdi bu şimdi? Pars Alaz'ın avukatı geri mi dönmüştü? Bu adam laftan anlamıyor muydu?

İşte öfkemi tamamen dökmek için kurbanım ayağıma kadar gelmişti. Hiçbir şey düşünmeden büyük bir hiddetle kapıya doğru ilerleyip kapıyı sertçe açtım.

"Sen laftan anlamıyor musun? Ben sana demedim mi, çok istiyorsa patronun kendi ayaklarına ayaklarıma gelsin!" diye bağırdığımda karşıdaki beden kıpırtısız bir şekilde durmaya devam etti.

Bu Pars Alaz'ın avukatı değildi. Peki kimdi bu adam?

Kim olduğunu anlamak için kafamı kaldırıp baktığımda gördüğüm suretle kendime lanet okumaya başladım. Şu an karşımda duran kişi Pars Alaz'ın kendisiydi ve yüzüme pişkin bir ifadeyle bakıyordu.

"Çok istediğim şeyi kendi ayaklarımla almaya geldim."

Ve bölümün sonuna geldik. Bir gelenek olarak bölüm hakkında düşüncelerinizi paylaşırsanız çok sevinirim.

Aslında uzun uzun iç dökecektim ama sizi bunaltmak istemiyorum. Kitabı okuyup, oylayan ve yorum yapıp desteklerini eksik etmeyen sizleri seviyorum.

Öpüldünüz. 🖤

 

Bölüm : 17.02.2025 21:23 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...