
Selam tilkilerim, nasılsınız, neler yapıyorsunuz? Uzun süredir bölüm beklediğinizin farkındayım ve beklettiğim için çok üzgünüm. Elimde olmayan bazı sebeplerden dolayı aksayıp durdu ama bunu telafi etmek adına uzun bir bölümle karşınızdayım.
Umarım keyifle okursunuz.
Lütfen oy ve yorum yapmayı unutmayın🤍
KÜRKÇÜ DÜKKANINI ATEŞE VEREN TİLKİ
Thurisaz - Years of Silence
Balmorhea - Remembrance
Beynimin içinde kurulan idam sahnesinin ortasında kırık ayaklı bir taburenin üzerinde, boynumda özenle düğümlenmiş bir halat, elimde henüz yeni yeni soğumaya yüz tutmuş kan ile bana verilen sahneyi kusursuzca oynamaya çalışan bir kukla gibiydim. Karşımda duran geçmişim bana küstahça sırıtırken dudaklarında sadece birkaç kelimeyi fısıldayıp duruyordu.
Ölmeme izin verme.
Geçmiş, kırık ayaklı tabureye hafifçe dokunduğunda tabure yerle bir olurken boynumda hissettiğim keskin acı soluğumu kesiyordu. İçime çektiğim nefes her geçen saniye beni boğarken bedenim bir buz kütlesinin içine sıkışmış gibiydi. O an düşündüğüm tek şey ellerime bulaşan kanın sahibiydi. Ölmek umurumda değildi ama değer verdiğim birinin ölümüne sebep olmak ölümden daha da korkutucuydu.
"Ölmesine izin verme," diye fısıldadım tekrardan ama sesimin birine ulaştığına emin değildim.
Çevremde büyük bir kargaşa vardı, bunu anımsıyordum ama hiçbir şeyi tam olarak anlamlandıramıyordum. Beynimin içindeki tilkiler sessizdi. Ne kadar süre bir boşluğun içinde takılıp kaldığımı bilmiyordum.
Kollarımı sertçe kavrayan bir çift elle bedenim öne arkaya doğru sarsıldı. Tutuşu canımı yakıyordu ama ona karşı koymadım. İçine düştüğüm bu bataklıktan çıkmak için bedenimi saran acıya ihtiyacım vardı.
"Hera!" diye bağırdı tanıdık ama bir o kadarda yabancı bir ses.
Gözlerimin önündeki sis perdesi hafif hafif aralanırken bana doğru eğilmiş beni sertçe sarsan siluet gitgide daha görünür kılınıyordu. Kahverengi göz, esmer ten, siyah saçlarıyla bu siluet geçmişten kopup gelmiş gibiydi.
"Gurur?" dedim şaşkın bir tınıyla.
Burada ne işi vardı? Hayal mi görüyordum? Bakışlarım hemen arkasındaki boşluğa kaydı. Duvardaki kan lekesinden başka bir şey yoktu. Poyraz neredeydi?
Oturduğum yerden hızlıca doğrulmaya çalıştığımda dengemi kaybedip tökezledim. Gurur beni yakalayıp doğrulmam için destekledi.
"O nerede?" diye sordum. Ne kadar süre kendimden geçmiştim? Bu tekrar mı oluyordu?
"Sakin ol o iyi. Savaş ve birkaç adamla birlikte Mustafa Baba'nın yanına gidiyorlar, belki de çoktan varmış ve tedavisine başlanmıştır bile. Burada asıl endişelenmen gereken kişi Poyraz değil sensin? Orada durmuş gerçeklikten soyutlanmış bir şekilde aynı şeyi sayıklayıp durdun. Savaş sana tekrar tekrar seslenmesi rağmen tepki vermedin. Senin adına çok endişelendi ama Poyraz'ı buradan çıkartması gerektiğini söyleyerek onu göndermeye başardım."
Yine aynı şey oluyordu ve ben artık bununla nasıl baş edeceğimi bilmiyordum. Uzun süredir kendimden geçmemiştim. Peki onca zamanın içinde neden bugün? Neden bana en ihtiyaç olduğu anda kitlenip kalıyordum? Neden bilincim bile bana karşı savaşıyordu? Çok fazla soru vardı ve ben bu sorularının cevaplarını bilemeyecek kadar yorgundum.
"Senin burada ne işin var?" diye sorduğumda başımı kaldırıp yüzüne baktım. Kahve gözü beni ilk defa görüyormuş gibi yüzümde turladı. Yüzünün yarısı her zamanki gibi bir maskeyle örtülüydü. Elimi kaldırıp maskeye dokunmak istesem de içimdeki dürtüye engel oldum. Onu böyle görmek istemiyordum. Yıllar geçmişti ama o hala bir maskenin ardına saklanıyordu.
"Şimdi bunu konuşmak için vaktimiz yok. Seni kendine getirmek çok fazla vaktimi aldı. Buradan bir an önce çıkmalıyız. Adamlarım ortalığı temizledi ama yenisinin gelip gelmeyeceğini garanti edemem. Dışarıda bir araba bizi bekliyor, buradan çıkalım sonra bütün sorularına cevap vereceğim."
Burada tam olarak neler döndüğünü bilmiyordum ama söylediklerinde haklıydı. Ne kadar süre geçtiğini bilmiyordum ve bir an önce Poyraz'ın yanına gitmek istiyordum.
"Poyraz'ın yanına gitmek istiyorum," dedim kendimden emin bir şekilde. Bir şey söyleyecek gibi ağzını açıp kapadı. Bana sormak istediği bir sürü soru vardı bunun farkındaydım ama o da benim gibi ne söyleyeceğini bilemiyor gibiydi.
Bir zamanlar ne kadar yakın olursak olalım zaman bizi birer yabancıya dönüştürmüştü. Bunun için onu suçlamıyordum. Şu an yaşanan ne varsa hepsi benim seçimimdi ve bunun için kimseyi suçlamaya hakkım yoktu.
"Patron bir dakika gelir misiniz?" diye bağırdı biri. Bu Gurur 'un adamlarından biri olmalıydı. Gurur bana döndü. Elini siyah saçlarına geçirip geriye doğru attı. Olduğu yerden huzursuzca kıpırdandı. İçinde onu yiyip bitiren bir şeyler vardı ama bana söylemekten de çekiniyor gibiydi.
"Sen önden git," dedi sonunda. Bu söylemek istediği şey değildi. "Benim ufak bir işim var hemen halledip geleceğim. Araba hemen kapının önünde. Şoför seni Poyraz'a götürecek." Arkasını dönüp banyo kapısından çıkmak üzereyken bana doğru döndü.
"Aileye tekrardan hoş geldin," dedi ve hiç bir şey söylemem izin vermeden hızlı adımlarla benden uzaklaştı. Bir şey söylememe fırsat vermediği için minnettardım çünkü ne söyleyeceğimi bilmiyordum.
Ben onların ailesinden değildim. Evet olmaya umduğum bir zaman dilimi olmuştu ama olamazdım. Çünkü aile birbirine ihanet etmez, aile birbirini terk etmez, aile birbirine arkasını dönmezdi ama ben hepsini yapmıştım. Onlara arkamı dönmüş, ihanet etmiş ve terk etmiştim. Şimdiyse pişkin bir şekilde geri dönüp mutlu bir aile rolü oynayamazdım. Ne olursa olsun beni tekrar aralarına kabul edeceklerine emindim ama yine de kendim bile bu yalana inanmaya hazırken bunu onlara yapamazdım. Bu işin sonunda bir uçurum vardı ve ben kimseyi peşimden o uçuruma sürüklemek istemiyordum.
Banyodan çıkıp bir savaş alanına dönmüş solana göz attım. Anın sıcaklığıyla etrafın bu kadar yıkılıp döküldüğünü fark etmemiştim. Bize saldıran adamlar her kimse kesinlikle bizi öldürmeye çalışıyorlardı. Bu beklediğim bir olaydı.
Deha Sancak bütün bir şehre açık açık artık beni desteklemediğini duyurmuştu. Bu da beni alt etmek için inlerine çekilen akbabalara bir fırsat vermişti. Zamanında o kadar çok kişinin kuyruğuna basmıştım ki şu an sayıları ben bile unutmuştum.
Beni bu arbededen kurtaran masanın yanına gelerek yerde duran siyah paltomu aldım. Toz yüzünden artık pekte siyah durmuyordu. Paltoyu hafif silkerek üzerime giydim. Dışarıda kar yağıyordu ve soğuğa pek dayanıklı olduğum söylenemezdi.
Hava kararmaya yüz tutmuşken dışarı çıkarak binanın önünde duran arabaya bindim ve yolun beni sürüklediği geçmişime doğru ilk adımı attım.
***
"Dur!"
Şoför dediğimi yaparak arabayı durdurduğunda hiç vakit kaybetmeden arabadan indim.
"Efendim ama henüz varmadık. Sizi yuvaya kadar eşlik edilmem emredildi. Şu an buralar çok tehlikeli başınıza bir şey gelebilir," dedi şoför. Genç bir çocuktu. En fazla yirmili yaşlarının başında olmalıydı. Gözleri hala ışıl ışıl parlıyordu ama yine de emre uymadığı için korktuğu gözlerinden okumak zor değildi.
"Sorumluluk bana ait. Sen gidebilirsin."
"Ama efendim."
"Git," dediğimde sesim beklediğimden daha yüksek çıkmıştı.
Genç çocuk biraz daha duraksadıktan sonra kafasını camdan içeriye sokup arabayı çalıştırdı. Araba gözden kaybolana kadar seyretmeye devam ettim. Gözden kaybolduğunda etrafıma bir göz attım. Karanlık bir caddede, bir sokak lambasının altında, kar tanelerinin arasında öylece dikiliyordum. Sessizliğin içinde koca bir çığlık... Kar tanelerinin örttüğü kaldırımın üzerinde bir leke gibiydim. Her şeye ve herkese tezattı benliğim.
Ağır adımlarla kaldırımın bedeninde usulca hareket etmeye başladım. Gitmek istediğim yer yürüme mesafesiyle on dakikalık bir uzaklıktaydı. Yorgundum. Bu yüzden ulaşmam daha uzun sürecek gibiydi. Ellerimi paltomun cebine attığımda Pars Alaz'ın verdiği telefon hala cebimde duruyordu. Telefonu cebimden çıkartıp baktım. Telefonu açıp karıştırmaya başladım.
Yürüdüğüm caddede sokak lambalarının araları biraz açıktı, bu yüzden bazen aydınlık bazen karanlık olduğu için görüşüm pek net değildi. Hem ne aradığımda dair de bir fikrim yoktu. İlk başta telefonu kabul etmekle büyük bir hata yapmıştım zaten. Ortak olduğumuz doğruydu ama bu ondan bir şey alacağım anlamına gelemezdi.
Telefon tamamen boştu. Rehber ikonuna tıklayıp biraz bekledim. Sadece bir numara kayıtlıydı: ortak.
Gerçekten bu adam kendini ne zannediyordu? Ortak olduğumuzu çok çabuk benimsememiş miydi? Halbuki ikimizde birbirimiz hakkında hiçbir şey bilmiyorduk.
Soğuktan titreyen ellerim numaranın üzerinde oyalandı. Neden şu an onu aramak gibi bir dürtü vardı içimde? Arayıp ne söyleyecektim ki? Gerçekten kafayı yemeye başlıyordum. Belki çoktan yemişimdir bile. Ekranı kapatıp telefonu kısa süre bir daha bakış attıktan sonra telefonu yolun kenarında toplanmış kar tanelerin içine attım. İlk başta yapmam gereken şey buydu.
Birkaç adım daha ilerleyip olduğum yerde duraksadım. Gerçekten bunu yapmalı mıydı? Bilmiyordum. Bunu yapmam gerektiğini biliyordum ama içindeki o dürtüye karşı koyamıyorum. Geriye dönüp birkaç adım geriledim. Kar, ipek bir çarşaf gibi bütün sokağın örtüyordu. O kadar kusursuzdu ki en ufak bir kusur bile hemen göze çarpıyordu.
Elimi telefonun oluşturduğu boşluğa atıp telefonu çıkardım ve kendi düşünme fırsat bile vermeden cebime attım. Bunu yapmalıyım biliyordum ama kimin umurundaydı? Sonuçta bu benim hayatımdı ve seçimleri ben yapardım.
Kar taneleri bana eşlik ederken ilerlemeye devam ettim. Bedenimde, bakire acıların ruhuma karıştığı yaşamı bütün iliklerimde hissediyordum. Bazen ölmek için nefes almak gerekirdi; yaşamak içinse hissetmek.
Yaşam ve ölüm, sonsuzluk içerisinde iki zaman ayracı gibiydi ve ben o sayfaların içinde yolunu bulmaya çalışan bir kelimeydim. Bilinmezlik... Beni, varlığımı, ruhumu simgeleyen o kelimeydim ben: bilinmezlik.
Yürüdüm, Tanrı'nın benliğimi yok etmesini umarak.
Yürüdüm, yokluğun beni var etmesini umarak.
Şafak, umutların üzerini kan kırmızısına boyarken kalan son gücümle ilerlemeye devam ettim. Yorulmuştu, tükenmişti acılar. Sınırım neresiydi? Nereye gidersem yaşam peşimi bırakırdı? Bunun cevabını bilmiyordum ama yürüyerek ona ulaşamayacağımı biliyordum. Yolun sonundaydım. Ne kadar yürürsem yürüyeyim evren içerisinde tükenip giden bir yoldan fazlası olamayacaktım. Bu nedenle durdum.
Bedenimin bana yalvardığını hissediyor, acı bütün bedenime yayılıyordu. Soğuk boğazımı söküyor gibiydi. Bütün bu sancılı haykırışlara kulak tıkamak istesem de artık bir adım daha atmak istemiyordum. Bedenim acıların boyunduruğu altına girmiş ve diz çökmem için bana baskı yapıyordu.
Biraz dinlenmem gerekiyordu. Tam olarak nerede olduğumu anlamak için kafamı kaldırdığımda yuvada çokta uzak olmayan bir yerde olduğumu fark ettim. Gözlerim sokakta dolaşmaya başladı. Yorgun ve kırık dökük binalar son nefes alışverişlerini yapıyor, gece lambaları onlar için ağıt okuyordu. Ortam karanlığa ve sessizliğe o kadar uymuştu ki oturup saatlerce bu manzarayı izleyebilirdim. Bu portre bana bir şeyi hatırlıyordu: benliğimi. Çizilen bu portre benim benliğim gibiydi. Bir cenaze töreni; ölen ruhlar ve kaybedilen umutlar.
Her yerde çocukluğumun kalıntılar var gibiydi. Yuvaya bir sokak kala ara bir çıkmaz sokakta acı bir ses duyduğumda olduğum yerde duraksadım. Başımı yana çevirip sokağa baktım. İki binanın arasında kalan karanlık bir aralıktı. Bir çöp konteynırından başka bir şey gözükmüyor, sesin tam olarak nereden geldiğini kestiremiyordum. Bir ağlamaya ya da onun gibi bir şeye benziyordu, tam kestirebiliyordum.
Bir kedi miyavlamasına benziyordu ama acıklı bir miyavlamaydı. Sanki yardım istiyordu. Sesin geldiği yöne doğru ilerlemeye başladım. Gözlerim karanlığa alışmış olmasına rağmen pek bir şey göremiyordum. Ses, konteynırın arkasından geliyordu. Adımlarımı biraz daha hızlandırıp konteynırın yanına vardım.
Dizlerimi kırıp çömeldim, tam olarak neyle karşılaşacağımı bilmiyordum. Çöpten yayılan koku beni rahatsız etse de biraz daha yaklaşıp sesin nereden geldiğini anlamaya çalıştım. Tam konteynırın arkasında küçük bir karton kutu yan yatmış şekilde duruyordu ve içinde siyah bir karartı vardı. Biraz daha yaklaşıp kutunun içine dikkatle baktım. Bu bir kedi yavrusuydu. Gece kadar siyah tüyleri yüzünden fark edilmesi biraz zordu.
Ne yapmam gerektiğini bilmiyordum. Tıpkı bir insan gibi içli içli ağlıyordu. Başını karnının üzerine koymuş küçük bir tüy yumağına benziyordu. Elimi uzatıp duraksadım. Onu korkutmak istemiyordum.
"Selam küçük şey," dedim fısıltıyla. "Sana yardım etmek istiyorum. Bana güvenebilir misin?"
Kucağının üzerine yasladığı başını ağır ağır kaldırıp bana baktı. Gözünün olması gerektiği yerde koca bir boşluk, bir girdap vardı. Bir gözü eksikti. Diğer gözü ise karanlık bir geceyi aydınlatan bir ay gibiydi. Ben ona bakarken o da bana bakıyor, ruhumdaki eksikleri tıpkı benim onun eksiklerini gün yüzüne çıkardığım gibi dışarı çıkarıyordu. Biraz daha birbirimize bakmaya devam ettik.
Elimi uzatıp bana güvenmesi için fırsat vermek adına bekledim. Kısa bir süre sonra yattığı yerden kalkarak elime ulaştı. Pürüzlü, küçük ve ıslak diliyle yaralı parmak uçlarımı yalamaya başladığında bütünleşmiş ve tanışmıştık. İsmini bilmiyordum veya ne yaşadığını ama onu anlıyordum. Kusurlu, eksik ve diğerlerinden farklı olmanın nasıl bir şey olduğunu biliyorduk ve bu bizim için yeterliydi.
Bana güvenmeye başlamıştı. Bu biraz hızlı olmuştu ama en çok yara alanlar en kolay güvenenler değil midir zaten?
"Şimdi seni kucağıma alacağım tamam mı?"
Ellimi küçük karnına koyduğumda korkuyla irkildi. "Bana güvenmenin zor olduğunu biliyorum ama söz veriyorum sana zarar vermeyeceğim."
Söylediğim cümle karşısında gülümsedim. Ne zaman biri bize zarar vermeyeceğini söylese en çok onlar canımızı yakmaz mıydı?
Tekrardan elimi uzatıp karnına dokunduğumda bu sefer geri çekilmedi. Küçük bedeni havalandığında korkuyla kıpırdanmasına rağmen kaçmaya çalışmadı. Giydiğim paltonun üst kısmını biraz daha açarak kediyi dikkatlice içine koydum. Bir elimi de altına sabitleyerek konforlu bir alan oluşturdum. Diğer elimle de dışarıda kalan başını hafifçe okşuyordum. Göğsümün üzerinde yatan bedeni ıslak ve soğuktu.
Kısa bir yürüyüşün sonunda yuvaya gelmiştik. Küçülen bu sokak diğerlerine nazaran hep daha ürkütücü ve daha karanlık gelmişti gözüme. Şimdi ise hissettiğim tek şey hasret, hayal kırıklığı ve büyük bir pişmanlıktı.
Yuva eskiydi. Yapımı bile tamamlanamadan eskimiş tuğlaları yıkılıp dökülmüştü. Hatta küçükken çocuklar bu binanın ne zaman yıkılacağına dair üzerine bahis başlattıklarını bile duymuştum ama bence bu binanın yıkılması o kadar kolay olmayacaktı. O yaşlıydı. Kamburu eğik, her yeri yara bere içinde olabilirdi ama kimse onun ne fırtınalar, ne günler, ne anılar atlattığını bilemezdi. Onu güçlü yapan bu anılardı. Kaç ölüme, kaç yaşama şahit olduğunu merak ediyordum. Benim için bu bina bilge yaşlı dede veya nineydi.
Burası normalde bir otel olmasına rağmen yaşanan aksaklıklar yüzünden inşaatı yarım bırakılmıştı. Mustafa Baba da elinden geldiğince onarımını yapıp burayı kimsesiz çocuk için birer yuva haline getirmişti. Burası bir yetimhaneyi andırsa da burada büyüyen her çocuk buraya yuva derdi.
Sıvasız, çıplak, çatısız ve eksikti. Bu binayı ilk gördüğümde buraya ait hissetmiştim. Çünkü kusurluydu. Benim gibiydi ama bu kusurun en güzel yanı çatısı olmadığı için, Tanrı'nın kusursuzluğunu en iyi resmettiği gökyüzünü rahatlıkla izleyebiliyor olmaktı.
"Hera!" dedi bir ses. Bakışlarımı binadan çekip karşımda duran adama baktım.
"Baba," dedim. Bu kelime sanki boğazımı kazıyıp çıkmışçasına canımı yakıyordu.
"Neden orada duruyorsun gelsene," dedi güler bir yüzle. Hiç değişmemişti. Onca yıla rağmen aynı adam karşımda duruyor gibiydi. Ona doğru ilerlemek istesem de bir adım dahi atamıyordum. Yıllarca ondan kaçıp durdum, şimdi ise kendi ayaklarımla geri dönüyordum.
Ben kürkçü dükkana dönmemek içi o dükkanı aleve veren bir tilkiydim. Döndüğümde bir kürkçü dükkanı bulamayacağımdan emindim ama şu an bakıyorum da yerle bir olan dükkan karşımda sapasağlam duruyordu.
Mustafa Baba bana doğru ilerlemeye başladı. Şimdi daha net bir şekilde görebiliyordum. Yüzündeki derin kırışıklar hariç değişen pek bir şey yok gibiydi. Kahverengi gözlerindeki şefkat hala olduğu gibi yerinde duruyordu ama herkesin kalıplaşmış büyükbaba imajından çok daha farklıydı; yumuşak yüz hatları yerine keskin yüz hatları sahip, göbekli bir yapıdan çok fit bir vücuda sahipti. Boyu 1.85 civarında olmalıydı. Kalıplı bir adamdı.
Çocuklar onu ilk gördüğünde korkuyorlar hatta bazen ağlayıp kaçanlar bile olmuştu bile olmuştu ama buna rağmen o bir şekilde bir yolunu bulup en taşlanmış kalplerin içine bile girmeyi başarmıştı. O bu şehirde kimsesiz kalmış her çocuğun babasıydı.
Büyük adımlarla önüme gelip duraksadı. Yakından bakınca gözlerinin altındaki torbalar daha da koyulaşmış, yüzünün çoğu yerinde derin kırışıklar oluşmuştu. Yıllar ondan bir çok şey alıp götürmüştü ama yine de ellili yaşlarında olmasına rağmen yakışıklıydı.
"Bu kim?" dedi kucağımda sinen kediyi parmak uçlarıyla severken.
"Bilmiyorum, onu yolda gelirken buldum. Aç ve üşümüş olmalı," dediğimde ikimizde kucağımdaki kediye bakıyorduk.
"Hiç değişmemişsin," dedi sitemkar bir ses tonuyla.
Bakışlarımı kediden kaldırıp ona baktığımda onun da bakışları beni buldu. Sanki ona baktığımda içinde buz tutmuş benliğim yavaş yavaş eriyor gibiydi. Gözlerindeki şefkat ruhum acı veriyordu.
"Küçükken de sokakta bulduğun her hayvanı buraya getirirdin," dedi açıklama gereği duymuşçasına. Haklıydı. Nerede aç üşümüş bir hayvan bulsam hep Mustafa babaya getirirdim. Çünkü bilirdim ki o elleriyle neye dokunsa onu iyi ederdi.
"Poyraz için buradasın değil mi?" diye sorduğunda sesinde ufakta olsa bir hüzün olduğunu hissedebiliyordum. O da en az benim kadar buraya daha ayak basmamak için verdiğim savaşı biliyordu. Bu yüzden de buraya sadece Poyraz için geldiğimin de farkındaydı. Konuşmak istiyordum ama ağzımdan tek kelime dahi çıkmıyordu. O da bunu fark etmiş olacak ki konuşmaya devam etti.
"Şu an durumu stabil ama biraz dinlenmesi gerek. Şu an kimsenin odasına girmesine izin yok. Yani bu da demek oluyor ki sende giremezsin. Asilik yapıp sözümü dinlememezlik yapma tamam mı?"
Şuan sanki küçük çocuk gibi azarlanıyordum. Bu beni gülümsetmişti.
"Peki," dedim sadece. İstesem de şuan Poyraz'ı o halde görmeye hazır değildim. Bu yüzdende Mustafa Baba'nın dediğini yapacaktım.
"Peki öyleyse, bu küçük savaşçıyı ben alıyım," dedi kucağımdaki kediye uzanırken. Kedi biraz zorlasa da onu kucağına almıştı. Her şeyi iyileştirdiğine inandığım parmakları şimdi küçük kedinin gece kadar siyah tüylerinde dolaşıyordu. Bakışları ise hala benim üzerimdeydi. Bakışları kan ile boyanan tişörtüme kaydı. Gözlerinde anlam veremediğim bir duygu belirip kayboldu.
"Eski oda bıraktığın gibi duruyor. Sen gittikten sonra o odaya kimse dokunmadı. Temizlemek için sürekli girdim ama hiçbir şeyin yerini değiştirmedim. Gurur bana geleceğini haber verince bizim kızlar senin için bir kaç kıyafet bıraktı. Yorgun gözüküyorsun. Son yaşanan olaylar ağır gelmiş olmalı. Bir duş al ve dinlen. Bende o sırada bu küçük savaşçıyla ilgileneyim. Odanın yerini hatırlıyorsun değil mi?"
"Hatırlıyorum."
"Poyraz uyandığında sana haber gönderirim."
"Buna hakkım var mı bilmiyorum ama teşekkür ederim."
Bakışlarını bakışlarımdan kaçırıp sırtını dönüp binaya doğru ilerlemeye başladım.
"Oyalanma."
***
O konuşmanın ardından odaya çıkıp duşumu almış ve bana verilen kıyafetleri giymiştim. Hata benim için yeni iç çamaşırı bile vardı ve hapsi tam bedenime uygundu ama kıyafetler pek benim tarzım değildi. Bol bir siyah sweat, siyah bir eşofman. Bu kadar şey yapmalarına bile minnettardım. Bu yüzden şikayet etmemem gerektiğinin farkındaydım.
Mustafa Baba'nın dediği gibi odam bıraktığım gibi duruyordu. Bu bira garip hissettiriyordu. Sanki ölü birinin odasına girmişim gibi. Hiçbir şeye dokunmamaya özen göstererek pencerenin altında duran yatağa doğru ilerlemeye başladığımda kapı çalındı. Gelen kimdi? Poyraz uyanmış ve onu haber vermeye mi gelmişlerdi ya da Savaş mı gelmişti?
Kapıyı açıp başımı kaldırıp kim olduğuna baktığımda beni karşılayan geçmiş bir kor gibi ruhuma düşmüştü. Bir kuş tüyü cehennemin ateşinin dalgaların üzerinde süzülüyordu ama ateş onu küle çevirmiyordu. Acı iliklerine kadar işliyor ve narin tüy acıyla kıvrılıyordu. O tüy bendim. Yanıyor ama kül olamıyordum. Geçmişimin anıları, şeytanın insanın aklına düşürdüğü günahlar gibi beynime düştü.
***
Genç adam masanın başında oturuyordu ve elindeki ahşabı oymaya çalışırken arada onu izleyen kız çocuğuna bakıyordu. Kıza her baktığında gözlerinde aynı duygu beliriyordu. Bir ressamın en güzel eserine bakarken hissettiği o duygu: gurur.
"Sana bir sır vereyim mi?" dedi genç adam yorgunluk dökülen sesiyle. Küçük kız hiç konuşmadan sadece kafasını sallayarak karşılık vermişti.
"Ahşap oymayı bana Mustafa Baba öğretmişti. Bende tıpkı senin gibiydim. Sürekli babamı izlemek için yanına giderdim ve sürekli bu kadar sabır gerektiren bir işi nasıl sıkılmadan yaptığını merak ederdim," diyerek derin bir nefes aldı. Anılarını tazelemeye çalışıyordu. Biraz daha düşündükten sonra yine konuşmaya devam etti.
"Aslında bana hiçbir zaman sebebini söylememişti ama bana hep bir gün bunu anlayacağım kadar büyüdüğümde kendi kendime keşfedeceğimi söyleyip dururdu."
Genç kız genç adamın sözünü kesip "Peki keşfettin mi?" diye sordu sabırsız bir tınıyla. Genç adam kafasını olumlu anlamda sallayıp konuşmaya başladı.
"Evet şimdi anlıyorum, bu ahşap parçasını görüyor musun?" diye sorarken eliyle ahşap parçasını kızın daha rahat görmesi için havaya kaldırdı. Genç kız kafasını olumlu anlamda salladı.
"İşte bu ahşap parçası insan. Elimde tuttuğum bu sivri alet ise hayat. İnsanlar tıpkı bu ahşap parçası gibi dünyaya oyulmamış ve dümdüz gelirler. Olgunlaşmalı ve şekillenmeleri için oyulmaya ihtiyaçları vardır ve bu hayatın görevidir. Bunu yaparken başkasının gücüne ihtiyaç duyar, hayat acıya ihtiyaç duyar. Ahşap parçası güçle oyulurken insanlar acıyla oyulur. Ne kadar acı çekerse o kadar olgunlaşır insan. Ne kadar acı çekerse o kadar güzelleşir."
Gözlerinde acıyı taşıyan adam elindeki ahşabı oymayı bitirmişti. Yavaşça ayağa kalkıp kızın yanına gitti ve oturdu. Elindeki müzik kutusunu kızın kucağına koyup devam etti.
"Baba her ahşap oyduğunda hayatın gerçekleriyle yüzleşiyordu ve bu da onu daha sabırlı bir insan yapıyordu. Hiçbir zaman acıdan korkmazdı ve onu kucaklardı. Çünkü bilirdi ki acı onu daha da güzel kılacaktı. Acı insanın hem ustası hem de en yakın dostudur Ahenk. Bunu sakın unutma. Canın yandığında acıdan kaçmaya çalışma. Onu kucakla."
Genç adam tekrardan susup kızın gözlerinin içine uzun uzun baktı. Sanki sustukları gözlerinde bir anlam buluyordu. "Kendini bir bilinmezliğin ortasında bulacaksın. Kim olduğunu, ne için savaştığını unutacaksın. Hiçbir şey sana mantıklı gelmeyecek. Bomboş olacaksın ve seni çıkışa götürebilecek iki yolun olacak. Biri acıların ve biri de seni canından çok seven arkadaşların. Düştüğünde, diz kapakların kanadığı an da ben orada olacağım ve senin için acılarını kucaklayacağım. Biliyorum, o senin düşmene izin vermez ama o olmadığında ben orada olacağım."
Görüntü gitgide kaybolup giderken genç adam son kez fısıldadı. "Bu kutu benim sabrım ve tek anahtarı sensin."
***
"Korhan?"
İsmi dudaklarımdan dökülürken o kadar acı veriyordu ki acı şekle bürünse kalbimden kopup boğazımdan çıkan bir kömüre benzerdi. O kadar kara, o kadar sert ve her an için için yanmaya hazır bir kömür.
O karşımda duruyordu. Geçmişimin acısı, pişmanlığım... Gözlerimin içine öyle bir bakıyordu ki bir şarap kadehinin duvara çarpıp dağılması gibi bende onun gözlerine çarpıp parçalanıyordum. Şarap paramparça olan cam parçalarının arasına sızıyordu. Şarap benim en büyük pişmanlığımdı, ruhuma sızarken öylece durup ona bakmaya devam ettim. Kelimeler susuyor ama sessizlik satırlarca konuşuyordu.
Koyu kahverengi gözleri o kadar koyuydu ki siyahtan ayırt etmek zordu. O bir meleğinin kanadına damlatılan mürekkep kadar günahkâr, bir şeytana boyun eğdirecek kadar merhametsiz gözleri nasıl oldu da tekrar benim gözlerimle buluştu? Nasıl oldu da onca yılın ardından tek bakışı bile beni alt üst etmek için yeterli olabiliyordu?
"Hera," dedi boğuk, sert ses tonuyla. İsmim onun dudaklarında şeytanın okuduğu bir ilahi gibiydi. "Beni içeri almayacak mısın?"
Kapıyı açıp geçmesi için ona yol verirken ne yaptığımı idrak edemiyordum. Beynimin içine sayısızca kıymık batıyordu sanki. Bedeni içeriye süzülürken ardında bıraktığı boşluğa gözlerimi dikip bekledim. Kendimi o boşluğa bırakmayı ve hiç var olmamayı diledim. Ben olmasaydım her şey daha iyi olurdu. Ben olmasaydım Korhan daha mutlu bir adam olurdu. Ben olmasaydım o ölmezdi.
Omzuma değen eliyle düşüncelerimden sıyrılıp irkilerek bir adım geriledim. Eli aramızda havada asılı kalmıştı. Kalın kaşlarını çattığında gözlerim yüzünde turladı. Tanrı Korhan'ın portesini çizerken tamamen kırmızı rengi kullanmıştı. O güçle çizilen, kibirle boyanan bir adamdı ama yıllar ona pek de iyi davranmamıştı.
Yüzündeki kırışıkların sayısı artmıştı. Zekâyla parlayan gözlerinin ardından boş, soğuk bir ifade vardı. Bu ifadeyi daha önce görmemiştim.
"Neden buradasın?" dediğimde kelimeler bir su gibi kızgın taşların üzerine düşüp hemen yok oldu. Sesim güçlüydü. Bu adamın benim üzerimdeki en büyük etkisi buydu. Karşısında tamamen güçleniyordum. Tırnaklarımı ona geçirmekten çekinmezdim ama bu onun canını yakmaz aksine ona daha çok zevk verirdi.
"Eski bir dostu ziyaret," dedi, sesi sert ve keskindi. Kurduğu cümle öylesine kurulmuş bir cümle değildi. Onu çok iyi tanıyordum ve o bir cümle kurmadan önce cümleyi tartar, on kere kontrol eder, bir kere söylerdi. Cümlenin altında yatan alayı, hicvi sezebiliyordum.
Zeki bir adamdı hatta geçmişte onun yanında küçük bir kız çocuğundan farksızdım. Benimle oynar ve ben neyin doğru ve neyin yanlış olduğunu anlamazdım. Şimdiyse anlıyordum. O bir fırçanın ucu gibi tamamen yalana batmıştı. Bu adamda doğru olan tek bir şey yoktu.
Sırtını bana dönüp odanın içine doğru ilerlemeye başladığında bakışlarım omuzlarına düştü. Birçok acıyı ve günahı taşıyan omuzları genişti, güçlüydü. Yaptığı iş ona güzel bir vücut vermenin yanında ondan birçok şey alıp götürüyordu.
Uzun bir adamdı. En az 1.85 olmalıydı. Uzun olmama rağmen ben bile anca omuzlarının biraz altına gelebiliyordum. Duruşu her zamanki gibi kendinden emindi. Üzerine giydiği siyah kalın paltosu bedeninin ayrıntılarını gizliyordu.
Gözlerini mahremiyetimin üzerinde küstahça ve alayla gezdiriyordu. Ayrıntıları özümsüyor, bütünü tamamlıyordu. Gözleri komodinin üzerinde duran eski bir fotoğrafa geldiğinde duraksadı. Gözlerinin içinde bir şeyler yıkıldığını ve ince dudaklarının kenarının bir kâğıdın kenarı gibi hafifçe kıvrıldığını fark etmem zor olmamıştı. Fotoğraf hepimizin içinde bulunduğu tek kareydi.
"Neden buradasın?" diye sordum tekrar. Sesim en az onun sesi kadar donuk, duygudan arınmış bir şekilde çıkmıştı. Gözlerim yüz hatlarında dolaştı. Yüzüne düşen bir saç tutamı gözlerini gölgelendiriyor, uzun kirpikleri çıkık elmacık kemiklerinin üzerine gölge düşürüyordu.
Gözleri ve dudakları eski sertliğine tekrar döndüğünde cüsseli bedenini tamamen bana döndürdü ve ellerini paltosunun cebine soktu. Ona bakmak için kafamı kaldırmam gerekiyordu. O ise duruşunu hiç bozmuyordu. Gözlerim arsızca gözlerine tırmanınca onun karşısında büründüğüm benliğim ağır ağır onu gömdüğüm topraktan çıkıyordu.
"Bir teklif ile geldim," dedi en az cehennem kadar kavurucu sesiyle. Bir elini cebinden çıkardı. Uzun, sert, nasırlı parmaklarının boğumları tıpkı benimkiler gibi yara bere içindeydi. Bazı yaralar yeni açılmıştı, kan yeni yeni çekiliyordu ama bazıları kabuk tutmuştu. Benim aksime o yaralarını saklayan bir adam değildi. Elini siyah saçlarına geçirip yüzüne düşen tutamı geriye attı.
"Seni sadece ben ikna edebilirmişim, sanki sana bir şey yaptıracak gücüm varmış gibi."
"Beni niçin ikna edeceksin?"
"Bana gelmen için."
Bu cümleyi düşünmeden söylemişti. Değil on kere tekrar etmek cümle daha zihnine düşmeden dudaklarından dökülmüştü. Bazı cümleler vardır. En karanlık mahzenlerde sakladığımız ve açılmasın diye üstüne asma kilitler astığımız. Bir tane, iki tane, sahi kaç tane yeterli olurdu? Sonra bir gün gelir ve sıkı sıkıya kapadığını düşündüğün o mahzen sanki bir saç teliyle bağlıymışçasına açılıverirdi. O kelimeler dudağından dökülür ve geriye koca bir pişmanlık kalırdı.
Gökyüzündeki bütün yıldızları ayağıma serse, gezegenlerden bana taç yapsa, acıları yok edip sadece mutluluk var etse ben acılar içinde boğulmayı ve gökyüzü olmadan yaşamayı yeğlerdim.
Gözlerimin içine arzuyla bakıyor, benden birkaç kelime duymak için dileniyordu. Bunu biliyordum. Onu tanıyordum. Onun canını acıtacak cümleler söyleyebilir, ruhunu yerden yere vurabilirdim. Buna hiç karşı gelmezdi, ağzımdan çıkan kelimeleri ve cümleleri bir ilahi gibi kucaklayıp göğsüne bastırır, biraz da o kanatırdı.
Onu yıkan şey kelimelerin gücü değil suskunluğun ağır yüküydü. Konuşmadığım her saniye canının yandığını biliyordum. O yüzden bir şey söylemeden öylece gözlerinin içine bakmaya devam ettim. Gözlerinin içinde beni uçurumun kenarına sürükleyen acılar vardı. Beni uçurumun kenarına getiriyor, beni orada bırakarak geri dönüyordu. Beni itmesini istiyordum ama bu onun bile yapamayacağı bir şeydi. Ben onun en aciz noktasıydım, o ise benim en acımasız noktamdı.
"Yine susuyorsun," dedi şikâyet edercesine.
Gözlerini gözlerimden ayırıp benden bir adım uzaklaştı. Üzerine giydiği siyah, kalın paltosunun üstten iki düğmesini açtı. Altına giydiği siyah boğazlı kazağın sarıp sarmaladığı yapılı göğsü gün yüzüne çıkmıştı. Benden biraz daha uzaklaşıp çalışma masanın yanına giderek sandalyeyi çekip ters çevirdi. Göğsü sandalyenin sırtına gelecek şekilde oturup kollarını birbirine düğümleyerek sandalyenin sırtına yasladı. Bu hareketi pazularının büyüklüğünü açığa çıkarıyordu, kafasını kollarına yaslayıp bana bakmayı sürdürdü.
Gözlerinin üzerimde dolaşması o kadar tanıdık bir histi ki hiç garipsemiyordum. Eskiden bir şeyler çizerken tıpkı şimdi oturduğu gibi oturur ve beni izlerdi. Sonra o ahşabı sabırla şekillendirirken ben oturur onu izlerdim. O zaman bu masum izlemelerin ardından yatan sırların, katran kadar karanlık, katran kadar pis olduğunu bilmiyordum.
"İmkansızım."
Göğsüme koca bir balyoz inse bu kelime kadar beni sarsmazdı. Tiksintiyle yüzümü ekşitip pencerenin önüne gittim ve dışarıya bakmaya başladım. Hala yeni yeni aydınlanıyor, güneş bütün ihtişamıyla gökteki yerini almak için hazırlanıyordu. Hava durgundu, gökyüzünün üzerine bir bulut çekilmişti. Kıskanç güneş bütün gözlerin onda olmasını severdi. Etrafındaki bütün yıldızları söndürür, gezegenleri örterdi. Işığı gözlerimizi kamaştırırdı ama bu bir perdeydi. Bu gizli bir gururdu.
"Hiç değişmemişsin," dedi beklemediğim bir anda. Sesi boğuk ama buna rağmen yine de gürdü. Kafamı tekrar çevirip ona baktığımda gözleri bende değil de karşısındaki fotoğrafın üzerindeydi.
"Sen..." dediğimde gözlerini fotoğraf çekip benim üzerime sabitledi. Saçıma taktığım havlu gevşediği için önüme düşen birkaç tutam saçı tekrar havlunun içine sıkıştırıp devam ettim. "Sen değişmişsin."
Gözlerini ağır ağır kapayıp kirpikleri kısa süreli olarak birbirlerini okşadığında derin bir iç çekip tekrardan gözlerini açtı. "Yıllar bana pek adil davranmadı," dediğinde sesi düşünceliydi.
Kollarını yasladığı sandalyeden çekip ayağa kalktığında sandalyeyi tek hamlede masanın altına sıkıştırdı. "Ama sana baktığımda ne yaşamış olursan ol hala yaşamak için bir yol buluyorsun."
Giydiği postalar parkelerin yüzeyini ağır ağır ezerken bana doğru ilerlemeye başladı. Duruşu öyle güçlüydü ki ne kadar karşımdaki adama karşı hissiz olsam da ona imrenmemek elde değildi.
Önüme gelip kolunu pencerenin çıkıntısına yaslayıp bekledi. Boylarımız biraz daha eşitlendiğinde yüzünü yüzüme doğru yaklaştırdı. Geri çekilmedim. Ona meydan okuyordum ve bu meydan okuma onu eğlendiriyordu.
Biraz daha yaklaştı. Yüzü yüzümün birkaç santim ilerisindeydi. Nefes alışverişlerini dudaklarımda hissediyordum. Kan, is ve ne olduğunu çözemediğim bir koku. Bu koku ona aitti ve genzimi yakıyordu. Dudakları yüzümü es geçip kulağıma yaklaştı. Dudaklarından dökülen nefesi saçlarımın arasında pervasızca dolaştı. Eliyle saçımı doladığım havluyu çekip kafamdan aldı ve burnunu saçlarıma sürtüp derin bir nefes aldı. Özgür kalan saçlarım bir nehir gibi sırtıma döküldü.
"Bu şehir en güçlü ruhlar için bile bir kabusa dönüşebilir," diye fısıldadığında içime doğru akan katranı iliklerimde hissediyordum. Damarlarımın içinde dolaşıp beni tamamen içine çekiyordu. Soluğum kesiliyor ve boğuluyordum.
Hiçbir şey olmamış gibi kolunu omzuma sürterek yanımdan geçti, ardından arkamdaki sehpanın önüne gidip duraksadı. Saçımdan aldığı havluyu sehpanın üzerine bıraktı.
"Bir savaş başlattın ve bu savaş sadece Deha Sancak'a yönelik olmadığını biliyorum. Seni tanıyorum ve biliyorum ki bu savaş bütün şehre karşı başlattın. Tıpkı küçükken hayal ettiğimiz gibi. Benden nefret ettiğini biliyorum ama ne olursa olsun bu savaşta yanında olmak istiyorum."
Kurduğu cümlede hiçbir duygu belirtisi yoktu. Sanki eline verilmiş bir kâğıdı okuyor gibiydi. Bazen o konuştuğunda kendimi hep bir sahnede hissederdim ama bana verilen replikler anlamsızdı.
"Sana ihtiyacımı yok," dedim sert bir şekilde.
"Biliyorum," derken sesi sakindi. "Ama senden biliyorsun ki bu işte yanında durabilecek tek kişi benim. Yeni ortağının aksine senin hakkında her şeyi biliyorum, nasıl düşündüğünü, nasıl hareket ettiğini, nasıl bir yol izlemeyi düşündüğünü, bu nedenle sana ayak uydurabilirim. "
Biliyordum. O bahanelerin arkasına sığınan bir adam değildi. Kartlarını açık oynuyor ve benim ne tepki vereceğimi ölçmeye çalışıyordu ama artık oyunu ona göre oynamayacaktım. Haklıydı, değişmiştim ve o bunu daha iyi kavramak üzereydi.
"Ortağım hakkında ne bildiğini bilmiyorum ama şu an yanımda yürümesini istediğim tek adam o ve sen benim yanımda yürümeyi ancak hayal edebilirsin," dedim sakinliğimi korumaya çalışarak.
Suskundu. Hiçbir şey söylemiyor sadece beni izliyordu. Gözlerinde anlam veremediğim bir duygu vardı. Çözemiyordum.
"Güçlüsün, zekisin ve çok fazla bağlantın var ama yine de işe yaramazsın. Çünkü biliyorsun konu bensem senin bile ulaşamadığın yerler var değil mi?"
Yüzündeki o donuk maskeyi düşürmüyordu ama gözlerinin içindeki o yıkılışı görebiliyordum. Pencerenin kenarından ayrılıp ona doğru ilerlemeye başladım. Hiç hareket etmiyor sadece beni izliyordu. Aramızda bir kol mesafesi kadar yer kaldığında duraksadım. Gözlerim ona meydan okuyordu. Elimi kaldırıp işaret parmağımı göğsünü delip geçecekmiş gibi bastırdım.
"Beni çok iyi tanıyorsun, bunu inkâr etmiyorum," dedim, sesim tehditkardı. "Ama beni çok iyi tanıyan sen bile bazen ne yapacağımı kestiremiyorsun. Zeki bir adamsın Korhan ama beni tamamen çözecek kadar değil. Senin ilgini çeken de bu değil mi?"
Gözlerimin içine bakarken göğsüne bastırdığım elimi hızla kavrayıp avucunun içine hapsetti. Tutuşu kibar ve gevşekti. İstesem elimi avucunun içinden çekebilirdim ama yapmadım. Avucu benim soğuk parmaklarımı sararken tutuşunu biraz daha artırdı. Gözlerini gözlerimden ayırmıyordu.
"Belki öyle, belki de değil?" dedi fısıltıyla. "Bunu hiçbir zaman bilemeyeceğiz." Tutuşunu gevşetti ve elim avucunun içinden kayıp boşlukta asılı kaldı. Beni es geçerek arkama doğru ilerlediğinde de konuşmasına devam etti.
"Biz tamamen günaha boyanan iki adamdık, bir gün hiç beklemediğimiz bir anda hayatımıza girdin. Tamamen günaha boyanan ruhlarımızın içinde merhamet olduğuna inandın. Sürekli kazıp durdun ama yine de bulamadın. Sonunda vazgeçip bizi olduğumuz gibi kabul ettin. Bu kabulleniş senin için zordu biliyorduk ama yine de buna izin verdik."
Cümleleri kurarken bana bakmıyordu. Sırtı bana dönüktü ve masanın üzerinde duran dağınık kâğıt parçalarıyla uğraşıyordu. Kısa bir duraklamanın ardından konuşmaya devam etti.
"Şimdi bakıyorum da ne günahlara ne merhamete inancın kalmış," dediğinde sesinde anlam veremediğim bir tını belirmişti. Bedenini bana döndürüp masaya yaslandığında gözlerinde her zaman görmeye alışık olmadığım bir duygu belirdi: gurur.
"Geçmişe dönüp baktığımda o küçük kızdan nasıl güçlü bir kadına dönüştüğünü görebiliyorum," dedi, sesi boğuk olmasına rağmen güçlüydü. "Ve ben bu güçlü kadını izleme zevkini kaçırmak istemiyorum."
Cümleleri ruhuma bir ok gibi saplansa da bedenim hiç hareket etmiyordu. Ruhlarımızın yıkımı sessizlikti. Ruhumun yıkımı suskunluktu.
Hiçbir şey söylemeden ona bakmaya devam ettim. Gözlerine bakacak gücü kendimde bulamadığım için gözlerimi masayı sımsıkı kavrayan sert, kemiksi parmaklarına indirdim. Parmak boğumlarına işleyen yaraları örten dövmelerin üzerinden tek tek geçtim. Anıları bedenine kazımayı severdi. Bu yüzden bedeninde sayısızca dövme vardı. Şu an da bedeninde tek açıkta kalan parmakları olduğu için yalnızca onları görebiliyordum. Daha önce onlara bu kadar net bakmamıştım ama şimdi de bakmama rağmen göremiyordum.
"Her neyse," dedim konuyu değiştirmeye çalışarak. Sesim beklediğimden daha kısık çıkmıştı. "Seninle ortak olmayacağım."
"Ben bu şehri yerle bir edebilecek bir silahım Hera ve beni kullanabilecek tek kişi de sensin. Kullan beni Hera. Namlumu nereye yönlendirirsen senin için orayı yerle bir ederim."
Haklıydı. O bu şehirde tanınan en ünlü tetikçiydi. Bu şehirde ondan korkmayan biri yoktu. O aldığı hiçbir işte başarısız olmamıştı. Onu tek başarısızlığı bendim. Onu yanıma alırsam benim için büyük bir artı olacağını biliyorum ama nefretim mantığıma ağır basıyordu.
"Dediğim gibi bir ortağım var zaten." Hiçbir şey söylemedi. Sadece bana bakmaya devam etti.
"Sen kibirli bir adamsın Korhan ve seni tanıdığım süre boyunca kimseye diz çöktüğünü ve emir aldığını görmedim. Şimdi karşıma geçmiş seni kullanmam gerektiğini söylüyorsun. Peki öyleyse kibriyle ün salmış Korhan Kartal, önümde diz çökebilir misin?" diye sorduğumda bakışları derimi delip geçmek ister gibi bedenimde dolaştı. Bunu yapamayacağını biliyordum. Onun kibri her şeyden daha önemliydi.
"Tahmin ettiğim gibi artık konuşacak daha fazla bir şey kalmadı. Bu yüzden artık odamı terk etsen iyi olur dinlenmek istiyorum."
Gerçekten kendimi çok yorgun hissediyordum. Bu yüzden yanında geçip kapıya doğru yöneldiğimde kolumu tutup beni duraksattı ben ne olduğunu anlamadan önüme geçerek dizlerinin üzerine çöktü.
"Bir söz verdim Hera," İsmim dudaklarından dökülüp boşlukta asılı kaldı. "Sen düştüğünde diz kapakların kanadığında yaralarını sarmak için yanında olacağıma söz verdim. Düştün Hera. En diptesin ve ben acılarını kucaklamak için buradayım." Bakışları bende değil yerdeydi.
"Tut elimi Hera, acılarını acılarımla sarayım." Sesi bir şeytanın en güzel günahını fısıldadığı anda takındığı masumiyeti barındırıyordu.
"Gör beni Hera, ruhumu ruhunla yakayım."
Ve bie bölümün daha sonuna geldik. Bölüm hakkında düşüncelerinizi paylaşırsanız çok sevinirim.
Benimle iletişime geçmek isterseniz instegram adresimden bana ulaşabilirsiniz.
İnstegram: kayipmedusaa
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 7.83k Okunma |
331 Oy |
0 Takip |
18 Bölümlü Kitap |