
Selam kuzularım, nasılsınız neler yapıyorsunuz. Normalde sınır dolana kadar bölüm atmayı düşünmüyordum ama bir kaç kişinin sınırı doldurmak için harcadığı çabayı görünce bölüm atmam gerektiğini hissettim. Hepsine tek tek teşekkür ediyorum. Harcadığınız emeğinin karşılıksız kalmasına gönlüm razı gelmedi. Umarım bölümü beğenirsiniz.
Oy ve satır arası yorumlarınızı sabırsızlıkla bekliyorum. Keyifli okumalar.🤍
ÖLMEME İZİN VERME
Silah sesleri şiddetini artırmaya başladığında kendimi korumak adına oturduğum sandalyeden kalkarak masayı tutup sertçe geriye doğru iterek yan yatırdım. Hemen eğilip bir dizimi yere sabitli kolum ise masanın yanına yaslı bir şekilde oturdum. Her şey saniyeler içinde olmuştu ve bedenim düşünmeme fırsat vermeden kendi kendine hareket etmişti.
Her ne kadar şu anlık kendime bir siper bulmuş olsam da eski masanın üzerine saplanan kurşunlar yüzünden çok fazla dayanmayacağının farkındaydım. Elimi hemen belime atarak silahımı çıkardım. Şu an görüş alanım kısıtlıydı ve kafamı en ufak çıkarsam bir kurşunun denk gelmesi çok olasıydı. Etrafımda bir kurşun yağmuru var gibiydi. Duvara saplanan kurşunlar, eski olan duvarları parçalıyor ve etrafa dağılan toz tabakası görüş alanımın daha da kısıtlanmasına sebep oluyordu.
Karşımda duran eski mutfak dolapların çoğu kurşunlar yüzünden parçalamış ve parçaları etrafa dağılmıştı. Ortamı etkisi altına alan toz tabakası yüzünden doğru düzgün bile nefes almakta güçlük çekiyordum. Dışarıdaki adamlar her kimse bizi öldürmek için ant içmişe benziyorlardı.
Anın hararetiyle her ne kadar kendimi biraz da olsa korumaya altına almış olsam da aklım Poyraz'daydı. Saldırı başladığında hemen pencerenin önünde duruyordu ve acı bir şekilde küfrettiğini yarım yamalak duymuştum. Büyük bir ihtimalle yaralanmıştı.
Toz tabakası ve bir sicim gibi yağan yağmurlar yüzünden tam olarak yerini ve durumunu ayırt edemiyordum. İlk önce yerini tespit etmeli ve sonra ona yardım etmenin bir yolunu bulmalıydım.
"Poyraz, iyi misin, neredesin?" diye bağırdığımda sesim odanın içini hâkimiyeti altına alan kaos arasında kaybolmuştu. Eğer vurulmuş ve bilincini kaybetmişse bir şekilde ona ulaşmalıydım ama şu an kafamı bile yerinden çıkartamazken bunu nasıl yapacağımı bilmiyordum.
Bir şeyler düşünmeliydim.
Düşün. Düşün. Düşün.
Siktir, şu an aklıma hiçbir şey gelmiyordu.
Eninde sonunda pes edecekler ve öldüğümüzü düşünerek ateş etmeyi keseceklerdi ama Poyraz güvenli bir noktada değilse bu kadar kurşunun arasından sağ çıkamazdı. Şu an yapabileceğim tek şey risk almaktı.
"Poyraz beni duyuyor musun?" diye bağırdım bir umutla ama etraf o kadar gürültülüydü ki bilinci yerinde olsa bile beni duyabileceğine emin değildim.
"İyiyim!" dedi acıyla boyanmış bir ses tonuyla bağırarak. Sesini duymak beni rahatlatmış olsa da vurulmuş olduğu ses tonundan belli oluyordu.
"Nerenden vuruldun, güvende misin?" diye bağırdığımda kısa süreli bir sessizlik oldu.
"Senin hemen sağında, vestiyerin kenarındayım. Şu an idare edebilirim ama vestiyerin bu kadar darbeye daha fazla dayanacağını düşünmüyorum."
İlk sorumu bilerek cevap vermediğini düşünüyordum. Şu an sakin kalmam gerektiğinin farkındaydım ama vurulmuş olduğunu düşünmek bile beni geriyordu.
"Senin için bir boşluk yaratsam bana doğru gelebilir misin?" diye sordum, aklımı kurcalayan düşünceleri geriye iterek.
Güvenli bir alana geçmesi için ona bir boşluk kazandırmalıydım ama şu an onu nasıl yapacağımı bilmiyordum. Kurşun sesleri hafiflese tam olarak durmamıştı. Ya dışarıdaki insanların kurşunları bitmek üzereydi ya da çoktan öldüğümüzü düşünmeye başlamışlardı.
"Şu an dışarıda benim olduğum kısmı görebilecek iki adam var ve onları ortadan kaldırmadığımız sürece hareket edemem. Hareket ettiğim an beni fark edeceklerdir. Anlayacağın üzere kapana kısıldım ama iki adamı bir şekilde oyalayabilirsen bir şansım olabilir. Yapabilir misin?"
Bunu sorması bile saçmaydı. Yapıp yapamayacağım önemli değildi. Yapmalıydım.
"Bulundukları konumu bana açıkça söylersen halledebilirim," dedim kendimden emin bir tavırla. Bunu uzun süredir yapmıyordum. Biraz paslanmıştım ama bu benim için nefes almak kadar normal bir olaydı. O yüzden bedenimin hemen hatırlayacağına emindim.
"Biri tam karşında 12 yönünde, tahmini uzaklık 12 metre. Diğeri ise saat 1 yönünde ve 10 metre. Şu an ikisi de açık hedef."
10 ve 12 metre. Fazla uzak sayılmazlardı ve bulundukları konum birbirlerine çok uzak değildi. Bunu halletmek çocuk oyuncağı olacaktı. Umarım Poyraz'ın verdiği konumları doğruydu. Yoksa bu ikimizi de tehlikeye düşürebilirdi. Bu Poyraz'a güvenmediğim anlamına gelmiyordu. Şu an yaralıydı ve mantıklı bir hesaplama yapabilme oranı düşüktü ama yine de ona güvenmekten başka da şansım da yoktu.
En son silahı birini öldürmek için kullanmamın üzerinden kaç yıl geçtiğini bile hatırlamıyordum. Yıllarca bundan kaçınıp durmama rağmen evren pek benim tarafımda değil gibiydi. Bugün verdiğim sözü bozmak zorundaydım. Bugün eski Hera'nın dönüşünün vaktiydi.
Bir savaşa girdiğinde ruhunun yara almadan çıkamayacağını en iyi bilen kişi bendim ve şu an ruhumun yara alıp almamasını umursamamalıydım.
Derin bir nefes alıp silahı kavradım. Dışarıdakiler kim olduğunu bilmiyordum ama kim olursa olsunlar ya bizi tam olarak göremiyor ve rastgele etrafa ateş harcıyorlardı ya da ellerine ilk defa silah tutuşturulmuş acemilerdi. Bu kadar kurşun sıkıp bir tane bile isabet ettirememelerinin başka mantıklı açıklaması yoktu ama iki seçenekten hangisi olursa olsun ikisi de şu an benim işime gelirdi. Daha fazla vakit kaybetmenin hiçbir anlamı yoktu. Kurşun yuvadaydı ve kızgın bir boğa gibi serbest bırakılmayı bekliyordu.
"Ben hazırım, eğer sen de hazırsan ben dikkatlerini dağıtırken benim olduğum tarafa doğru koşmaya başla. Hazır mısın?" diye sorduğumda olduğum yerde huzursuzca kıpırdandım.
"Ben hazırım. Sinyal verdiğin an hareket edeceğim."
Ses tonu ne kadar sakin olsa da çektiği acıyı gizlemeye çalıştığının farkındaydım. Onu hemen oradan çıkarmalıydım. "Şimdi!" diye bağırdım ve bağırır bağırmaz kafamı kaldırdım ve silahı tuttuğum elimi masanın kenarına sabitleyip masanın üzerinden Poyraz'ın verdiği konuma baktım. Haklıydı ve iki adamı şu an rahatlıkla görebiliyordum
Beni fark etmelerine bile fırsat vermeden art arda ateş etmeye başladım. Ben ateş etmeye başladığım an adamların bakış açıları bana döndüğünde Poyraz saklandığı alandan eğilmiş bir halde çıkıp bana doğru ilerledi. Onu tam olarak göremesem de bir gölge gibi hareket edişini hissedebiliyordum. Tahmini olarak dört kurşun sıkmıştım ve ikisi ıskalasa da diğer ikisi adresine ulaşmış, karşımdaki iki adam düşmüştü.
Poyraz'ın varlığını yanımda hissettiğim an ateş etmeyi kesip eğilerek eski konumuma döndü. Silahımı yere doğru eğerek Poyraz'ın olduğu tarafa doğru döndüm. Gördüğüm manzara bir anlığına nefessiz kalmama neden olmuştu. Boğazıma bir yumru oturmuş ve yutkunsam da geçmiyordu.
Bakışlarım hemen sol eliyle tuttuğu omuzuna kaydı. Üzerinde giydiği beyaz tişört artık pek de beyaz sayılmazdı. Tamamen kanın kızıllığına bulanmış ve kan yüzünden sırılsıklam olmuştu. Poyraz omuzuna baskı yapsa da kan durmuyor ve parmak aralarından sızmaya devam ediyordu. Sadece bakarak bile çok fazla kan kaybettiğini söyleyebilirdim.
Bakışları bir anlığına bakışlarına kilitlendiğinde mavi, yeşil harelere sahip gözlerinin ardından çektiği acıyı tam olarak görebiliyordum. Bu manzara benim bile canımın yanmasına sebep olmuştu.
"İyiyim," dedi. Bakışlarımdaki korkuyu fark etmiş olacak ki beni rahatlatmak istiyordu.
Bu durumdayken bile beni düşünmesi sinirimi bozsa da sakinliğimi korumalıydım. "Elini çek de bir bakayım," dediğimde sözümü ikiletmeden elini çekti.
Büyük bir yalancıydı. Bu manzaraya bakıldığında hiç de iyi olmadığı aşikardı. Kurşun omuzunu delip geçmişti. Büyük bir ihtimal uzun bir süre kolunu kolay kolay kullanamayacaktı. Dağılan deriden kan sızmaya devam ediyordu. Normalde turnike uygulamak gerekirdi ama omuzundan vurulduğu için bu imkansızdı. Bir an önce kanı durdurmam gerekiyordu ama kısa süreliğine kurşun yağmuru dinse de tekrardan başlamıştı.
Dışarıda kaç kişi olduğunu tam olarak bilmiyordum ve tek başıma hepsini alt edebilir miydim? Hem sınırlı mermim varken bu zor olacaktı. İlk olarak Poyraz'ı buradan uzaklaştırıp daha korunaklı bir yere geçirmeliydim.
"Baskı yapmaya devam et ama ondan önce silahını bana ver. Bende pek kurşun kalmadı," dediğimde tereddütle bana baktı.
"Bana öyle bakmayı bırak ve dediğimi yap."
"Ben iyiyim, benim için kendini riske atmana izin veremem. Tek kolumla da iş görebilirim," dedi geriye doğru yaslanıp doğrulmaya çalışırken. Omzu bir anlığına masaya değdiğinde acıyla irkildi. Bir de bu halde iş görebileceğini söylüyordu. O gerçekten kimseye yük olmamayı çok yanlış anlamıştı. Bu haldeyken bırak bana yardım etmeyi ancak bana ayak bağı olurdu.
"Bu halde bana ayak bağı olmaktan başka bir işe yaramazsın. Hem seni düşünüp hem de adamlarla uğraşamam, bu yüzden güvenli bir yere gitmen gerek. Bu yüzden de nefesini boşa tüketmede bana silahını ver," dedim otoriter bir ses tonuyla.
Bakışlarından her ne kadar bunu yapmak istemediği belli olsa da bana daha fazla karşı koyamayacağının farkındaydı. Bu yüzden hiçbir şey söylemeden yaralı eliyle sıkı sıkıya kavradığı silahı almam izin verdi. Silahı elinden aldığımda kan yüzünden ıslanmıştı ve kanın vıcık vıcık yapısın ellerimde hissediyordum. Eli sayısızca kez kana bulaşmış biri olan ben için bu his çok da yabancı olmasa da sevdiğin birinin kanı hep farklı hissettiriyordu. Sanki elinde yanan bir kor tutmaya benziyordu ve bu vicdanı olmayan insanların bile alışabileceği bir şey değildi.
Kafamdaki saçma düşünceleri atıp kısa bir duraklamanın ardından tekrardan Poyraz'a döndüm. Şu an canlıydı ve öyle kalmasını sağlayacaktım. "Yedek şarjörün var mı?" diye sorduğumda kafasını olumlu anlamda salladı. Bu hareketiyle omzu daha da acımış olmalıydı ki dişlerini sıkıp olduğu yerde kıpırdandı.
"Hareket etme, ben hallederim. Sadece nerede olduklarını söyle."
"Deri ceketimin cebinde iki tane olmalı," dediğinde vakit kaybetmeden ceplerini kurcaladım. Dediği gibi iki şarjörü vardı. Bu adamı soysak acaba daha neler çıkardı ama şu an bunun için vakit yoktu.
"Şimdi ben onları oyalarken, arkadaki kapıya doğru ilerlemeni istiyorum. Kapı aralık duruyor ve bu yüzden ayaklanmana gerek kalmadan içeriye rahatça girebilirsin. Duraksama ya da bana bakmak için arkanı dönme tamam mı? Sadece ilerle, ben onları halledince yanına geleceğim. İçeriye girdiğinde kapıyı arkandan kapa ve koluna baskı yapmaya devam et. Acıdığının farkındayım ama daha fazla bası uygulamalısın. Anladın mı beni? Şimdi daha fazla zaman kaybedemeyiz. Ben sinyal verdiğimde ilerle," dedim silahın ucu gitmesi gereken yere doğrulturken.
Orası bir banyoydu. Eve ilk girdiğimde kapının hemen yanında kapısı aralık durduğu için gözüme çarpmıştı. Şu an Poyraz için en güvenli yer orasıydı. Konuşmamı bitirir bitirmez ahşap masaya çarpan bir kurşunla refleks olarak arkamı döndüğümde Poyraz kolumu tutup dönmem için hafifçe çekiştirdi. Omzumun üzerinden dönüp ona baktığımda endişeli bakışları yüzünden şu an yavru bir kediyi andırıyordu.
"Kaç kişi olduklarını bilmiyoruz. Kurşun seslerine bakarsak dışarıda bir ordu adam olmalı. Bir ordu adamla tek başına savaşabileceğini gerçekten düşünüyor musun?" diye sorduğunda onu rahatlatmak için gülümsedim.
"Ben bunun için eğitildim. Biliyorsun değil mi? Tek başıma idare edebilirim ama yaralı biri bana ayak bağı olursa ikimiz de ölürüz, bu yüzden dediğimi yap ve beni dinle."
"Üzgünüm," dedi yorgun bir ses tonuyla. "Daha dikkatli olmalıydım."
Gerçekten üzgün gözüküyordu ama buna gerek yoktu. Dikkatsiz davranan tek kişi o değildi. Bugün öfkesine yenilip ortalığı dağıtan ve hiç düşünmeden hareket eden bendim.
"Bunları konuşmak için daha fazla zamanımız olacak. Ölecek gibi konuşmayı kes ve dediğimi yap," dediğimde gözlerinde umutsuzluğu görebiliyordum. Bugün burada ölmesine izin vermeyecektim. Bir gün ölecekti ama o gün kesinlikle bugün olmayacaktı. İkimizde bugün buradan sağ çıkacaktık ve bunun arkasında kim varsa hesabını verecekti.
Poyraz da benimle aynı silahı kullandığı için işim daha rahattı. Kendimi bu silahla daha rahat hissediyordum. Poyraz silahını hiç kullanmamış ve benim silahımda da 11 tane kurşun kalmıştı ve iki yedek şarjörüm vardı. Şu an elimde yedeklerle birlikte kırka yakın mermi vardı. Biraz paslanmış olsam da beni idare edeceğini düşünüyordum.
İki silahı da kontrol edip şarjörleri rahat alabilmek için belime sıkıştırdım. Üzerimdeki paltoyla rahat edemeyeceğim için onu da çıkarıp kenara attım. Elimde iki silah vardı. Hazırdım. Bugün burada birileri ölecekti ve bunlar kesinlikle bizler değildik.
"Şimdi!" diye bağırdım Poyraz'a doğru ve hiç vakit kaybetmeden ayağa kalkarak silahlarımı ateşledim.
Silahları ateşlerken dikkatli bir şekilde masanın arkasından çıkarak koşar adımlarla pencerenin kenarına doğru ilerledim. Amacım dikkatleri kendi üzerime toplayarak Poyraz'ın daha rahat bir şekilde hareket etmesini sağlamaktı. Şu an yaralıydı ve hızlı bir şekilde hareket edemezdi ama dikkatler aptalca ayakta duran bir kadında olursa kesinlikle kaçması için yeterince vakti olurdu. Kendimi kurşunların arasına böyle düşüncesizce atmanın büyük bir aptallık olduğunu biliyordum ama yine de Poyraz için bunu yapmaktan çekinmiyordum. O da olsa benim için bunu yapacağına emindim.
Birkaç kere kıl payı kurtulduğum kurşunları saymazsak beklediğimden daha iyi bir şekilde ilerlemiştim. Pencerenin kenarına geldiğimde sırtımı duvara yasladım. Elimdeki silahların kurşunlar bitmişti ve o karmaşada birileri vurup vurmadığımdan emin değildim. İki silahın da şarjörlerini çıkarttım, iki yedeği taktım. Bunlar elimdeki son mermilerdi ve bunları en iyi şekilde değerlendirmeliydim. Poyraz'ın silahını belime sabitledim.
Sanıldığının aksine iki silah kullanmak o kadarda kolay değildi ve büyük çoğunluğu bunu hava olsun diye yapıyordu. Bense sadece dikkat dağıtmak için kullanmıştım. Şimdi Poyraz'ın güvende olduğuna göre ciddi olmanın zamanı gelmişti. Hem seslere bakılırsa dışarıda da fazla kişi kalmamıştı.
İlk olarak kaç kişi olduklarını ve konumlarını belirlemem gerekiyordu. Bu yüzden sağ elimle silahı kavrayıp pencereden ateş ederken kafamı çıkartıp bir göz attım. Görsel hafızam iyiydi, bu yüzden konumlarını belirlemek benim için zor olmamıştı.
Şu an da görünürde dört adam vardı. İkisi karşıdaki karkas halde bulunan binanın kolanların ayaklarının yanında duruyor, diğer iki adamlardan biri binanın önüne park edilmiş siyah bir aracın arkasındaydı, biri de tam olarak çaprazımda kabak gibi ortadaydı. Hepsi de iyi yarı adamlardı. Normal şartlarda çantada keklik diyebileceğim bir durumda olsam da Poyraz'ın kaçmasını sağlamak için bütün dikkatleri üzerime çekmiştim. Yani şu an hepsinin gözü üzerimdeydi ve en ufak hareketimi bekliyorlardı. Hem bunların aksine kör noktamda birileri olabilirdi ve ben bu adamları halletsem de kör noktamda birileri varsa açık hedef olabilirdim.
Çok fazla etken vardı ve bunları düşünerek harcayacak fazla vaktim yoktu. Poyraz yaralıydı ve kan kaybediyordu. Düşünmeyi bırakmalı ve yılların verdiği yeteneğime güvenmeliydim. Ne de olsa ben bu değil miydim? Ben ölümü gelmiş insanlara doğrultulan bir silahtım ve patlamamam için hiçbir sebep yoktu. Pencerenin pervazından hafifçe çıkarak ateş etmeye başladım.
1.
Öldü.
2.
Iska.
3.
Öldü.
4
Iska.
5.
Iska.
6.
Öldü.
7.
Öldü.
7 kurşun, dört ölü ve 3 ıska.
Paslanmama rağmen bu iyi bir skor sayılırdı. Vakit kaybetmeden hemen geriye doğru çekilerek etrafı dinlemeye başladım. Silah sesleri durmuştu ama etrafta saklanan birileri olabilirdi ve eğer aptal değillerse bu saniyeden itibaren görüş alanıma gireceklerini düşünmüyordum.
Eğer birileri varsa onları bulunduğum yerden göremiyordum. Bu yüzden karşıya geçmek zorundaydım. Bakışlarım karşıdaki vestiyere kaydı. Eğer kapısında bulunan camı sağlam kalsaydı bana görüş açısı sağlayabilirdi ama bırak camı ahşabı bile paramparça haldeydi. Gözlerim vestiyerin yanındaki sararmış duvardaki kan izine takıldı. Şu an Poyraz yaşıyorsa bu, bu vestiyer sayesinde olmuştu ve şimdi o vestiyeri beni koruması gerekecekti.
Dikkat çekmeden sessizce hareket etmem imkansızdı. Pencerenin dağılan parçaları yerlere saçılmıştı ve en ufak hareketimde ses çıkaracaklardı. Bu yüzden karşıya koşarak geçmek en mantıklı yoldu. Derin bir nefes alıp karşıdaki boşluğa baktım. Elimdeki silahı iki elimle kavrayarak yan döndüm. Silahım karşıda, bakışlarım kör noktadayken bir an bile tereddüt etmeden hızlıca karşıya doğru koştum.
Tereddüt etmek demek ölmek demekti.
Kısa bir koşuşun ardından vestiyerin yanına gelerek konumumu aldım. Buradan bakıldığında etrafta kimse görünmüyordu. Biraz daha cama doğru yaklaşıp dikkatlice baktım. Silahımı bir an olsun indirmiyordum. Her duruma hazırlıklı bir şekilde bekliyordum. Gözlerim etrafı gözlüyor, kulaklarım etraftaki seslerdeydi.
Asfaltın üzerindeki kanlar içinde yatan cesetleri saymazsak beklenmedik şekilde sakindi. Bu işte bir bit yeniği olmalıydı. Eğer bu adamları Deha Sancak gönderdiyse bu kadar az adam göndermesi saçma olurdu.
Beni tanıyordu ve bu kadar adamın benim için çocuk oyuncağı olacağını biliyordum. Yerde yatan adamlara göz gezdirdim. Alınlarına aldığı kurşun yaraları yüzden bazılarının yüzünü ayırt etmekte zorlansam da sıradan ve özensiz giyim tarzlarına bakıldığında bunların Deha Sancak'ın adamları olduğunu düşünmüyordum. Deha Sancak disiplinli bir adamdı ve bu yüzden de onunla çalışan adamalarında öyle olmasını isterdi. Herkesin takım elbise giymesi zorunluydu ve bu adamlara bakıldığında hepsi sıradan kıyafetler giyiyordu.
Hem bütün bunları göz ardı etsek de Deha Sancak bana karşı bu kadar az adam gönderecek kadar aptal değildi. Durum buysa bu adamlar kimdi ya da kimin adamlarıydı? Bu şehirde o kadar çok düşmanım vardı ki herhangi biri olabilirdi. Buna kafa yormak yerine etraf sakinken bir an önce buradan çıkmalıydık. Şimdiki adamları halletmiş olabilirdim ama yenileri her an gelebilirdi. Hem bu kadar büyük gürültü yüzünden polisler bile çoktan yola çıkmış olmalıydı.
Etrafa son bir kez daha göz atıp sakin adımlarla geriye doğru ilerlemeye başladım. Yerdeki birkaç yığın yüzünden birkaç kere dengemi kaybetsem de banyo kapısının yanına ulaşmıştım. Bu süre zarfında silahımı hiç indirmemiş, dikkatimin dağılmasına izin vermemiştim.
Poyraz dediğimi yaparak kapıyı kapatmıştı. Silahı sağ elime alarak sol elimde dikkatlice kapıyı açıp geri yeri içeri girerek ardımdan kapıyı kapattım. İçeri girdiğimde beni uğursuz bir karanlık karşılamıştı. Hiçbir şey göremiyordum.
Elimle duvarı tarayıp anahtar aramaya başladım. Kısa bir aramanın sonunda anahtarı bulmuş ve lambayı açmıştım. Lamba açılınca sarı cılız ışık hemen bacaklarımın dibinde sırtı duvara yaslı Poyraz'ı aydınlatmıştı. Bakışlarım hemen sararmış banyo fayansların üzerindeki kan göletine takıldı. Siktir. Bu çok fazlaydı. Çok mu geç kalmıştım?
Dizlerimin üzerine çökerek Poyraz'a yaklaştım. Kendinden geçti geçecek bir hali vardı. Eğer böyle devam ederse bedeni şoka girecekti. Bir an önce ne yapıp ne edip kanı durdurmam gerekiyordu.
"Poyraz," dedim elimle hafifçe yanağına vururken. "Kendine gel."
Kısa bir anlığına başını kaldırıp bakışları beni buldu. Yüzünde acı, histerik bir gülümseme vardı. Bu aptal bu durumda neye gülümsüyordu?
"Konuş benimle," dedim gözlerimi gözlerine sabitli tutmaya çalışırken.
Dudakları bir şey söylemek için hafifçe aralandı ama hiçbir şey söylemeden kapandı. Etrafa göz atıp temiz bir şeyler aradım ama bunun boşa bir arayış olduğunun farkındaydım. Yarayı daha iyi görmem gerekiyordu. Bu yüzden üzerindeki deri monttan kurtulmalıydım. İlk önce sağlam kolundan başlayıp montu yavaş hareketlerle çıkardım, sonra da boynunu tutup onu yaslandığı yerden biraz uzaklaştırıp montu sırtından geçirdim ve yaralı omzuna dikkat etmeye çalışarak üzerinden sıyırdım. Ne kadar dikkat etsem de yaralı omzuna geldiğim an acıyla inledi. O kadar güçsüz bir inlemeydi ki bu beni korkutuyordu.
Bir doktora ihtiyacı vardı ve ben onu buradan tek başıma çıkartsam da dışarıda birilerinin olup olmadığını bilmiyordum. Şu an kendimi kapana kısılmış gibi hissediyordum ama bunun bana engel olmasına izin veremedim. Montundan kurtulur kurtulmaz yarası daha görünür bir haldeydi. Elimi belime atarak bıçak kını bulup tek hamlede bıçağı kınından çıkartıp aldım. Vakit kaybetmeden Poyraz'ın tişörtünü baştan aşağıya keserek çıkardım. Kan yüzünden bedeninde var olan sayısızca dövmenin üzeri kırmızıya boyanmıştı. Baskı yapmak için onun tişörtünü kullanamazdım. Fazlasıyla kanlı ve ıslaktı.
Bu yüzden tıpkı Poyraz'a yaptığım gibi bıçağı kendi tişörtümü kesip çıkarmak için kullandım. Benim tişörtüm de pek temiz sayılmazdı ama şu an en iyi seçenek buydu. Tişörtü iki parçaya bölüp bir parçasını top haline getirip yaranın çıkışına sabitledim. Diğer parçayı da aynı şekle sokup yaranın girişine sabitleyip sertçe baskı uyguladım. Bu hareketim yüzünden Poyraz yerinde acıyla kıpırdandı ve boğuk bir şekilde inledi. Durum hiç iç açıcı görünmüyordu. Şu an kanını durdursam bile kesinlikle bir doktora ihtiyacı vardı.
Bir anlığını bu sahne bana çok tanıdık geldiğini hissettim ama kim olduğunu ne zaman olduğunu hatırlamıyordum. Beynimi zorlayıp hatırlamaya çalıştım ama kendimi ne kadar zorlarsam baş ağrım aynı oranda artıyordu. Bir an başıma keskin bir acının saplandığını hissetim. Olduğum yerde acıyla kıvrıldığımda geçmişin acıları beni sarmaladı.
***
Silueti gecenin karanlığına düşmüş cılız ay ışığını gölgelendirirken bedeni ağır ağır ilerliyordu ölü sokağın acı dolu kaldırımlarında.
Beyaz renkli elbisesi kanın kızıllığına gebe kalmış acı içerisinde narin bir balerin edasıyla parmaklarının üzerinde yavaş bir dans sergiliyor gibiydi. Bunun nedeni ayaklarının altında bulunan cam kırıklarıydı elbette. Her ne kadar parmak uçları ağırsa da camların oluşturduğu boşluktan firar eden kızıllık onu daha ileri sürüklüyordu.
Bedeninde bulunan birkaç yaranın en büyüğü karnının sağ tarafında bulunan bir cam parçasının neden olduğu yaraydı. Ne yaparsa yapsın durduramadığı bir nehir gibi akıyordu kanı. Elini biraz daha bastırırken yarasına acı yüzünden dişlerini sıkıyordu.
Biliyordu, bugün ölecekti. Hissediyordu. Her ne kadar sadece bedeni ölecek olsa da acı ona imkansız bir şey yaptırıyordu. Yaşama tutunuyordu. Birkaç nefes daha almak istiyordu. Yaşama arzusu onu etkisi altına almış daha da ileriye götürüyordu.
Daha fazla dayanacağını sanmıyordu. Yıkık dökük bir binanın önüne gelip durdu. Düşündü, düşündü. Bedenini terk eden kanın ardında bıraktığı boş damarlar gibiydi beyni. Ne bir anıyı yakalayabildi ne de bir yüzü. Hani insan ölürken hayatı gözlerinin önünden film şeridi gibi geçermiş ya, işte bu da koca bir yalanmış hayat gibi.
Yavaşça yıkık duvara yaslanmaya çalışsa da acı ona engel oluyordu ama aldırmadan kendini duvara yasladı. Duvarda hissettiği soğuk bütün vücudunu sarıyor ve onu rahatlatıyordu. Duvardan yayılan küf kokusu burnuna dolarken ona bir şeyi hatırlatmaya çalışıyor gibiydi. Ölüm, diye geçirdi içinden. 'Ölümün soğuk yüzü beni selamlıyor,' diye düşündü.
"Ona izin vermeliyim," diye fısıldadı karanlığın içinde. Ona izin vermeliydi ve bunu da yapacaktı. En yakın dostu onu almaya gelmişken karşı koymayacaktı.
İçi boşaltılmış bir ruh gibi hissediyordu kendini. Boş, sadece boş. Yavaşça duvarın üzerinde süzüldü bedeni ve kaldırımın acıları onu sarmaladı. Issız bir sokakta gecenin bir vakti ölmek üzereydi. Yanında kimse yoktu. Sokak lambaları bile bu manzaraya dayanamayıp ağlıyordu. Yanıp sönmelerinden onların ağladıklarını anlayabiliyordu. Ya da öyle olduğunu düşünmek istiyordu. Burada ölürken arkasından kimsenin ağlamayacak olmasını düşünmek karnındaki boşluktan daha çok acı veriyordu ona.
Üzerindeki beyaz elbisesine baktı. Artık pek de beyaz sayılmazdı. Kan kırmızısı. İşte bu rengi sevdi. Kısa siyah saçlarına, yeşil mavi hareli gözlerine uymuştu. Sonra sağ avucuna baktı. Dikdörtgen ahşaptan oyularak yapılmış siyah bir kutuyu sıkıca kavrıyordu. Üzerine kan bulaşmış bir tabuta benziyordu. Kendi tabutunu elinde taşıdığını hissetti.
Gözleri kapanıyor, bedenini artık hissetmiyordu. Elindeki kutuyu bıraktı ve kutu kucağından kayarak yere düştü. Düşmenin etkisiyle kapağı açıldı. Karanlığa ve sessizliğe meydan okuyan bir melodi yayıldı etrafa. Genç kız son gücüyle gözlerini açıp kutuya baktı. Siyah elbiseli bir balerin kutudan çıkmış tek ayağı üzerinde dönüyordu. Bu bir müzik kutusuydu. O an kendini o balerine benzetti. Belki şimdi ölecekti ama bu ölüm onun hikayesinin başlangıcı olacaktı. Tekrar ana rahmine düşecekti yani bir tabuta. Tekrardan doğacaktı bir ölü olarak. Sonra dans edecekti. Karanlık ve sessizlikle...
Melodi bütün sokağı inletirken kız bu melodiyi tanıdı. Geçmişinden. Yavaşça ağzını aralayıp gökyüzüne baktı. Bir şey söylemek istiyordu. Ölmeden önce birkaç kelime bırakmak istiyordu ayın karanlık sayfalarına. Biraz daha zorladı kendini. Ağzını oynatıyor, sessiz bir şeyler bırakıyordu karanlığa ama sessizlik istemiyordu. Son kez dudaklarını oynattı. Ölümüne saniyeler kala. Yıldızlar yasını tutmaya başlamıştı; ay son kez aydınlatırken bedenini, gökyüzü onun için gözyaşı döküyor, müzik kutusu ölüm ağıtını okuyordu.
Gözleri son kez kapanmadan önce ona yaklaşan birini gördüğünü düşündü. Bir kurtarıcı ya da ölüm meleğinin... Tam çıkaramamıştı ama son bir şey fısıldadı.
"Ölmeme izin verme."
❄️
Kafamın içinde idam sehpası kurulmuştu. Gelecek, geçmişin sarmalına asılmış son nefesini veriyordu.
Hatırlamıyordum.
Hatırlayamıyordum.
Beynimin içindeki o koca boşluk dolmuyordu. Ne olmuştu? O gece ne olmuştu? Beynimin içindeki boşluk ruhumu içine çeken kara bir delikti. Ben her o boşluğu doldurmaya yeltendiğimde benden bir şeyler alıp götürüyordu. Sayfaları kayıp tozlu bir kitap gibiydim. Eksiktim. O sayfalar benim en karanlık anılarımdı bunu sezebiliyordum. Peki neden onları hatırlamıyordum?
"Hera?"
Bu ses?
"Hera, neredesiniz?"
Savaş! Savaş buradaydı! Buraya nasıl gelmişti?
"Buradayız," dedim kendimi toparlayıp uyuşan ellerimi yok sayarak.
Banyo kapısı hızlı bir şekilde açıldığında Savaş bir fırtına gibi içeriye daldı. İçeriye girer girmez bir an gözlerimiz birbiriyle buluştu. Gözlerindeki endişeyi çok net okuyabiliyordum. Kafam şu an karmakarışıktı. Ne yapmam gerektiğini bilmiyordum.Elimin altındaki bedenin gitgide daha da hareketsiz kaldığını ve soğuduğunu hissediyordum.
Savaş'ın bakışları benden Poyraz'a kaydığında hızlı bir hareketle yanımıza çöktü ve titreyen iki parmağı Poyraz'ın boynuna kaydığında bu hareketi beynimin içinde bir şimşek çaktı.
Ne olmuştu? Ne kadar zaman geçmişti?
Savaş'ın hareketleri bana bir ömür gibi geldi. Savaş'ın titreyen parmakları bir an duraksadı ve bakışları beni buldu. Bana bir şeyler söyledi ama hiçbirini algılamıyordum. Bir anlığına arkasına dönüp birine bağırdığını hissetim ama kim olduğunu ve kime bağırdığını anlamamıştım. O an dudaklarımı aralayıp kapadım. Ağzımdan sadece bir kaç kelime döküldü.
"Ölmesine izin verme."
***
Ve bir bölümün daha sonuna geldik. Bölüm hakkındaki düşünceleriniz neler?
Sizce şuan olaylar nasıl gidiyor?
En sevdiğiniz karakterler kim?
Poyraz hakkında ne düşünüyorsunuz?
Bölümü buraya kadar okuduğunuz için teşekkür ederim. Seviliyorsunuz.🖤
İnstegram; kayipmedusaa
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 7.83k Okunma |
331 Oy |
0 Takip |
18 Bölümlü Kitap |