14. Bölüm

PORSELEN FİNCAN

Kayıp Medusa
medusahikayeleri

Selam kuzularım, nasılsınız ne yapıyorsunuz? Ben binbir zorlukla yazdığım bölüm ise karşınızdayım. Benim pek içime sinen bir bölüm olmadı. Çünkü hala üzerimdeki o kara bulutu atamadım. Sırf sizi daha fazla bekletmemek için paylaşıyorum. Umarım beğenir ve desteklerinizi esirgemezsiniz. 🖤

Oylar verildiyse keyifli okumalar dilerim.🤍

PORSELEN FİNCAN

PORSELEN FİNCAN

"Uyan!"

Küçük bir kız çocuğunun acı feryadı kulaklarımı tırmalıyor, sürüklendiğim bilinmezliğin içine daha da sokulduğumu hissediyordum. Küçük ellerini bedenimde hissettiğimde bedenim daha da donuklaştı.

Küçük elleri bedenimi sarsarken hiç hareket etmiyor, bütün uzuvlarım itaatsizlik ediyordu. Ne kadar çabalarsam çabalayayım hareket edemiyordum. Küçük kızın elleri bedenimden ayrıldı.

Kendimi karanlık bir yolda kaybolmuş yalnız, korkak bir kız çocuğu gibi hissediyordum. Ellerimi tutmasını istiyordum; kaybolmama engel olması için ona yalvarmak, beni burada bu karanlıkta bırakmaması için ona sıkıca tutunmak istiyordum.

Küçük kız kimdi? Neden buradaydı?

Bunlar önemsiz sorulardı. Çünkü şu an ona ihtiyacım vardı. Onun beni kurtarmasına ihtiyacım vardı.

Gözlerimi açmaya, savaştığı karanlığı yenip aydınlığa ulaşmaya çalıştıkça daha da karanlığa gömülüyordum.

Küçük kızın bedenimden ayırdığı elleri artık yüzümdeydi. Küçük, soğuk, titrek parmakları yüzümü okşuyor, sanki bir annenin kızına gösterdiği şefkati gösteriyordu. Onun parmaklarından akan şefkat ruhuma akıyor, ruhum alışık olmadığı duyguyla kaynıyordu.

Parmakları yanaklarımdan gözlerime kadar çıktı. Kirpiklerim parmaklarına takılıyordu. Biraz göz kapaklarımın üzerinde oyalanıp iki parmağıyla göz kapaklarımı aralamaya çalıştı ama ne kadar zorlarsa zorlasın birbirine dolanan kirpiklerim çözülmüyor, her denemesi canımı daha da yakıyordu. Canımı yaktığını fark etmiş olmalı ki parmaklarını hızlıca çekti. Eli yine yanağıma kaydı. Akan gözyaşlarımı parmağıyla sildi. O sildikçe gözyaşlarım daha da hızlı akmaya ve ona meydan okumaya başladı.

Sonunda pes edip parmaklarını yanağımdan çekiyor ve küçük kollarını bedenime dolayıp beni yattığım parkelerin üzerinden kaldırmaya çalışıyor, bedenimin ağırlığı altında eziliyordu. O küçük bir kızdı, ceset torbasını andıran bedenimi kaldırmayı başaramamıştı. Bunu beklemek elbette ki aptalca olurdu. Biraz daha çabalayıp en sonunda çabalamaktan vazgeçti.

Ona durmamasını söylemek, beni burada, bu bilinmezlikten, bu karanlıktan ve hareketsizlikten kurtarması için yalvarmak istiyordum. Hiçbir şey yapamıyor, kaskatı kesilen vücudumla kendimi bir tabutun içinde ölüme sunulan bir ceset gibi hissediyordum.

Ölüm böyle bir şey miydi? Karanlık, soğuk, koca bir bilinmezlik... Buna ölüm denebilir miydi?

"Lütfen uyan artık! Korkuyorum!"

Sesi o kadar kırılgan ve narindi ki bedenimin bir kuş tüyü gibi hafiflediğini hissediyordum. Yanağıma damlayan bir damla yaş ile kendime gelmeye çalıştım. Ağlıyordu. Gözyaşları gözyaşlarıma karışıyor, yanaklarımı ıslatıyordu.

Kendimi zorlayıp ellerimi parkeye dayayarak bedenimi itmeye çalıştım ama sanki koca bir enkazın altında kalmıştım ve ne kadar uğraşırsam uğraşayım buradan kurtulamayacaktım.

"Yapamıyorum." dediğimde hıçkırıkları biraz daha büyüdü. Artık bütün duvarlarda yankılanıyor, kulakları sağır edecek kadar yükseliyordu. Ellerimi kulaklarıma bastırmak ve sesi engellemek istiyordum ama o ses beynimin içinde yankılanıyordu. İnsan beyninin içindeki seslere kulak tıkayabilir miydi ki?

Küçük elleri tekrar bedenime kaydı ve beni tekrar kaldırmaya çalıştı. Bu sefer bende ona yardım etmek için bütün gücümle savaştım. Bedenim yavaşça parkeden ayrılıyor, bilincim yavaş yavaş kendine geliyordu. Parkelerden ayrılan bedenimin ardında bıraktığı boşluk büyürken bulunduğum anlamsız durumda büyüyordu.

Ben kendimi ittikçe küçük kızda beni çekmeye çalışıyordu. Bu yardımı bedenimin üzerinde pek bir etkisi olmasa da ruhumu sarsıyordu. Sonunda doğrulabilmiştim. Sırtımı duvara yaslayıp her an tekrardan yere kapaklanmayı bekledim ama küçük kız yanıma geçerek bedenini bana yaslayıp oturdu. Düşmem için bedenime takoz oluyor, ağırlığımın altında ezilmesine rağmen ses çıkarmıyordu.

Onunda bana ihtiyacı olduğunu düşünüyordum. İkimizde ayakta kalmak için birbirimizden destek alıyor gibiydik. Biraz bekledikten sonra yavaş yavaş kendime geliyordum. Gözlerimin önündeki bulanıklık dağılıyor, hıçkırıkları sessizleşiyordu. Beynim acıyla savaşırken bedenim hissizdi.

Gözlerimi açmak için biraz zorlansam da sonunda başarabilmiştim. Gözlerimi açınca beni ilk karşılayan koca bir karanlıktı. Işık ise hayaletti, donuk ve ölü. Karanlık her yeri hakimiyeti altına almıştı, hiçbir yeri ve hiçbir şeyi ayırt edemiyordum. Uçsuz bucaksız koca bir karanlığın ortasında yalnızdık. Tepemizde sanki sadece bizi aydınlatan bir ışık vardı.

Bütün gücümü toparlayıp kafamı yanımdaki küçük bedenin sahibine çevirdim. Kafasını bana yaslamış oturuyor, küçük bedeni benim bedenimin yanında bile küçücük kalıyordu. Üzerinde beyaz kısa bir elbise vardı. Teni tıpkı kanı çekilmiş bir beden gibi bembeyazdı. Sanki bir heykeltıraşın elinden çıkmıştı. Belini geçebilecek uzunluğa sahip olduğunu düşündüğüm saçları katran karası ve dalgalıydılar. Saçları yüzünü örttüğü için onu görmemi zorlaştırıyordu.

Onu dürtüp bana bakmasını sağlamak ve yüzünü görmek istiyordum ama içimden bir ses bundan hoşlanmayacağını söylüyordu. Bu kız kimdi? Sanki onu tanıyor gibiydim. Onu tanıdığımı hissediyordum ama kim olduğunu hatırlamıyordum.

Karanlığın içinde birbirimize yaslı bir şekilde ne kadar oturduğumuzu bilmiyordum ama bedenim yavaş yavaş kendine geliyordu. O ise hiç hareket etmiyor, soluk alıp verişlerini bile duymuyordum. Eğer bana dokunan tenini hissetmiyor olsaydım onun burada olduğuna inanmazdım.

Biraz daha öyle oturmaya devam ettikten sonra hareketsizliği bozan o olmuştu. Bana yasladığım kolunu benden uzaklaştırdı. Bu hareket karşısında biraz irkilsem de bozuntuya vermedim. Kafamı çevirip hemen onun olduğu tarafa çevirdim.

Saçlarını kulaklarının arkasına atmıştı, bana doğru döndüğü için yüzünü daha net görebiliyordum. Buz mavisi gözleriyle o da beni inceliyordu. Gözlerimiz birbiriyle buluştuğunda buz parçaları ortalığa saçıldı. Bakışı o kadar donuktu ki içimin ürperdiğini hissediyordum. Yüzü bir çocuğun yüzü olamayacak daha donuk, kıpırtısız ve sertti. Sanki küçük bir bedene hapsedilen bir kadındı. Gözlerini gözlerimden bir saniye bile çekmedi. Göz kırpmıyor ve bu durum beni daha da korkutuyordu ama beni asıl korkutan aramızdaki benzerlikti.

Solgun ve cılız beyaz teni ve sert yüz hatlarıyla bana çok benziyordu. Aramızdaki tek fark onun katran karası siyah saçları ve benim sarıya çalan kumral saçlarımdı.

"Kimsin sen?" diye sordum çatallaşan sesimle. Soruma karşılık olarak gözlerini ağır ağır kapayıp tekrar açtı. Hareketlerinin korkutucu bir yanı vardı. Gözlerini gözlerimden çekip karşıya, karanlığa doğru bakmaya başladı. Sırtını duvara yaslayıp ayaklarını karnına doğru çektikten sonra kollarını bacaklarına doladı. Çenesini dizlerinin üzerine koyup karanlığı izlemeye devam etti.

"Beni tanıyorsun." dedi sonunda. Sesi en az yüz ifadesi kadar soğuktu.

İstemsizce kafamı olumsuz anlamda salladım ama o bana değil karşıya bakıyordu. Bu yüzden bende tıpkı onun oturduğu gibi oturup çenemi dizlerime yaslayıp bekledim. Karanlık beni içine çekmeye çalışıyor gibiydi. Karanlığa ne kadar bakarsam o da bana bakıyor ve beni daha karanlıklaştırıyordu.

"Hatırlamıyorum." dediğimde küçük beyaz elbisesinin hışırtıları sessizliği bozdu. Oturduğu yerden kalkmıştı. Bunu bedenime yasladığım tarafımı istila eden soğuktan anlayabiliyordum. Çenemi dizlerimden kaldırıp onun tarafına dönmeye yeltendiğimde önüme kadar gelip durdu.

Oturuyor olmama rağmen yüzlerimiz aynı seviyedeydi. Bu yakınlık, aramızdaki korkunç benzerliği de gün yüzüne çıkarıyordu. Gözleri sanki bedenimi delip geçen birer buz parçasıydı. Ondan kaçmak istiyordum. Küçük bir kızın bana bu kadar karmaşık duygular hissettirmesi ne kadarda tuhaftı.

"Hatırlayacaksın." dedi ruhumu buz kütlesine çevirebilecek kadar soğuk sesiyle.

Arkasını bana dönüp uzaklaşmaya başladı. Onu durdurmak ve aklımda takılı kalan soruları sormak istiyordum ama bu beni geriyordu. Küçük beyaz elbisesi sanki rüzgarda dalgalanıyormuşçasına havalandı. Çıplak ayaklarını karanlık zeminin içine sokmaya çalışıyor gibiydi.

Ortamdaki karanlık gitgide aydınlanmaya başladı ve yeşillik, karanlığın bıraktığı bütün izleri silerken kuş cıvıltılarının melodisi kulaklarımı okşuyordu. Bedenimi yasladığım şey artık koca bir çınar ağacıydı. Ortamı saran çiçek kokuları insanın kendinden geçirebilecek güzellikteydi, yeşilliklerin ortasına saçılmış rengarenk çiçekler ortamı daha da huzurlu kılıyordu.

Küçük kız yüzünü bana dönerek elini kaldırıp bana gelmem için bir işaret yaptı. Yüzündeki o soğukluk gitmiş, yerini sıcak bir gülümsemeye bırakmıştı. Ağaçtan destek alarak ayağa kalkmayı başardığımda rüzgarın hafif esintisi beyaz elbisemin eteklerini havalandırıyor, tıpkı onun elbisesine benzeyen elbisem bedenimi okşuyordu. Çıplak ayaklarım çimenin yumuşak ve ıslak yapısından dolayı gıdıklanıyorlardı.

Kendimi o kadar özgür hissediyordum ki sonsuza kadar burada kalabilirdim. Bir ayağımı diğer ayağımın önüne koyup çimenlere basa basa küçük kızın peşinden gitmeye başladım. Yüksek bir tepenin üzerine çıkıyor ve arada arkasına bakıp gelip gelmediğimden emin oluyordu. Uzun saçlarımız rüzgarla dans ederken ruhlarımız birbirleriyle dans ediyordu.

Kısa bir süre sonra ikimizde artık tepenin başına gelmiştik. Tepenin ucundaki uçurumun kenarında yan yana duruyorduk. Kafamı indirip aşağıya baktığımda uçurumun sarp kayalıkları beni selamlıyordu. Kendimi buradan aşağıya bıraksam kimse cesedimi dahi bulamazdı. Bu fikir her ne kadar hoşuma gitse de küçük bir kız çocuğu beni izlerken bunu yapmayacaktım.

Uçurumdan uzaklaşmak için geriye doğru adım attığımda küçük kız elimi kavrayıp beni durdurdu. Kafasını kaldırıp bana bakarken gülümsüyor, tıpkı benim gibi soğuk olan küçük parmaklarını parmaklarıma daha da kenetliyordu. Bende kendimi zorlayarak ona gülümsemeye çalıştım ama ikimizde bu sahte gülümsemelerin altında yatan acıları hissediyorduk.

Gözlerini benden ayırıp tekrar önüne bakmaya başladığında bende önüme bakmaya çalışıyordum ama gözüm hep uçuruma kayıyordu. O an aklımdaki tek düşünce kendimi o uçurumun kollarına bırakmaktı. Küçük kız elimi bırakıp eliyle beni biraz geriye gitmemi istercesine ittirdi. Bende istediğini yapıp biraz geriledim.

Bir tarafı uçuruma dönük diğer tarafı bana dönük bir şekilde durdu ve parmak uçları üzerine kalktı. Yaptığı tehlikeli hareket karşısında hayrete düşmüş bir şekilde onu izlerken onu tutup uçurumun kenarından çekmek istiyordum ama elini bana doğru kaldırıp durmama neden oldu. Sanki istesem de hareket edemezdim. Ayaklarım çimene çivilenmiş gibiydi.

"Bir uçurumun kenarında gözüne bağlanan geçmişinin kumaşıyla yürüyorsun." dedi, sesi buz gibi soğuktu.

"Uçurumun sarp kayalıkları seni arzuluyor ve sende onları. Düşünce canının yanmayacağını, şu an çektiğin acıdan daha büyük bir acı olmadığını düşünüyorsun." diyerek devam ederken sözlerine biraz duraksadı.

Parmak uçları üzerinde uçurumun kenarında yürüyordu. Biraz ilerledikten sonra ayağını kaldırıp arkasına dönüyor ve yürümeye devam ediyordu. Her dönüşünde midem ağzıma geliyordu ama hareket edemiyordum.

"Ama ölümün nasıl hissettirdiği hakkında hiçbir fikrin yok. Sürekli ölüme bakıyor, onu izliyorsun. Bir süre sonra artık o da seni izlemeye başlayacak. O zaman şuan aldığın her nefesin kıymetini daha iyi anlayacaksın. Öldüğünde arkanda yaptıkların değil, yapamadıkların kalacak."

Ne demek istediğini anlamıyordum ya da neden böyle şeyler söylediğini. Sadece onu uçurumun kenarından çekip almak istiyordum. Eğer o düşerse bende düşerdim. Ruhumun daha derinine. Artık ölümün bile beni kabul etmeyeceği bir arafa.

"Ölümün nasıl bir şey olduğunu öğrenmek ister misin?" diye sorduğunda sesi çok neşeliydi. Sanki bahsettiği şey ölüm değil de bir oyundu. Sanki ölüm onun küçük bedeni için bir oyuncaktan ibaretti.

Kafamı olumsuz anlamda salladığımda yüzü asıldı ve yüzündeki o neşeli ifade silindi. Tekrar o ruhsuz ifadeye bürünmüştü.

"Peki sen ölümün nasıl hissettirdiğini nereden biliyorsun?" diye sorduğumda uçurumun kenarından ayrılıp yanıma geldi.

"Beni sallar mısın?" diye sordu sorduğum soruyu duymazlıktan gelerek. Tekrardan neşeli bir kız çocuğuna dönüşmüştü. Bu ruhsal değişimleri beni ürkütüyor, kafamı karıştırıyor, mantıklı düşünmemi engelliyordu.

"Salıncağımız yok ki?" dediğimde yanımdan geçip gitti. Bedenim bir anda tekrardan hareket etmeye başlamıştı. Hemen arkamı dönüp gittiği yöne baktım. Hemen arkamızda koca bir ağacın dalına asılı bir salıncak duruyordu.

Küçük kız seke seke salıncağa doğru koşarken beyaz elbisesinin etekleri uçuşuyordu. Salıncağa ulaştığında tahta kısmına oturup ayaklarından destek alarak kendini sallamaya başladı. Ne yapacağımı bilmiyordum. Uçurumun kenarında öylece dikilip sallanan küçük kızı izliyordum.

Salıncak havalandığında saçları ve etek uçları uçuşuyor, yüzündeki gülümseme daha da büyüyordu. Kahkahaları kuş cıvıltılarının arasında yerini alırken benim varlığımı unutmuş gibiydi. Ağır ağır adımlarla ona doğru ilerlemeye başladım.

Tıpkı annemin küçükken beni salladığı salıncağa benzeyen bu salıncak bana çocukluğumu hatırlatıyordu. Hemen salıncağın arkasına geçip küçük kızı sallamaya başladım. Ben salladıkça kahkaha atıyordu, kahkahaları kuş cıvıltılarının andırıyordu. Biraz daha salladıktan sonra sallamayı bırakıp salıncağın yavaşlamasını seyrettim.

Salıncak durunca küçük kız salıncaktan inip yanıma geldi. Yüzünde öyle masum bir ifade vardı ki bütün kötülükler bu masumiyet karşısında diz çökebilirdi.

"Sıra sende." dedi narin sesiyle. Gözlerini kırpıştırıp dururken ona hayır demekte zorlanıyordum.

"Sallanmak istemiyorum." dediğimde biraz yüzü asılsa da bozuntuya vermemeye çalışıyordu. Kafasını olumlu anlamda sallayıp tekrar arkasını dönerek uçurumun kenarına doğru ilerlemeye başladı. Ardından koşup onu durdurmak istesem de ona ulaşamadan çoktan uçurumun kenarına varmış ve ayaklarını uçurumdan aşağıya sarkıtarak oturmuştu.

Yanına vardığımda elini yan tarafına vurup benimde oturmamı istediğinde istediğini yaparak tıpkı onun gibi ayaklarımı boşluğa bırakarak yanına oturdum. Ayaklarını hafif hafif sallıyor, ellerini geriye doğru attığı çimenlere sabitleyip geriye yaslı bir şekilde oturuyordu.

"Sen kimsin? Adın ne?" diye sorduğumda bakışları bana döndü. Yüzünde anlam veremediğim bir ifade belirtmişti.

"Benim adım yok ki." dedi gözlerini gözlerimden ayırmadan.

Sanki portremin en önemli rengiydi ve ben onu kaybetmiştim.

"Burası neresi, biz neredeyiz?''

Gözlerini benden ayırıp etrafa şöyle bir göz gezdirip tekrar bana döndü.

"Burası mı?" dedi, sesindeki şaşkın tını beni de şaşırtmıştı.

"Burası senin beynin. Burası senin uçurumun. Ben sadece beyninin sana oynadığı küçük bir oyundan ibaretim." dediğinde ağzından dökülen kelimeler sanki boğazıma düğümlenmişti. Nefes alamıyordum, kalbim göğüs kafesimden çıkacak gibiydi.

"Yanılıyor olmalısın, sen, sen buradasın seni hissediyorum." dediğimde küçük kızın bedeni değişmeye başladı. Beyaz teni morarıyor, buz mavisi küçük gözleri yuvalarından çıkacakmışçasına irileşiyordu. Sanki soluğu boğazına takılıyor konuşmak için büyük bir çaba sarf ediyordu.

"Ben yıllar önce öldüm. Beni sen öldürdün."

İhanet ruhum için bir kağıt kesiği gibiydi. İçten içe ruhum sızlıyor, acı bütün ruhumu sarsıyordu. Gözlerim günlerin verdiği yorgunluğun kalıntılarını taşırken göz kapaklarımı aralamaya çalıştım ama birbirine yapışmış gibiydiler. Bunun sebebi yorgunluk mu yoksa ihanetin ruhumdaki kalıntılarının mı sebep olduğuna emin değildim.

Yatağın içinde hafifçe kıpırdandım. Şu an neredeydim, ne olmuştu, saat kaçtı, hangi gündeydik hiçbirini bilmiyordum. Bunu önemsediğim de söylenemezdi. Kendimi bu yatağın içine gömüp hiç var olmamayı dilerdim ama bunun olmayacağının bilincindeydim. Tanrı bir hata yapmıştı ve beni yaratmıştı. Şimdiyse yaptığı hayatı silmek için elinden geleni yapıyordu. Bir gün ben de pes edecektim ama o gün bugün değildi. Çünkü bana yaşatılan her şeyin karşılığını vermeliydim.

Gözlerimi ağır ağır açıp sırt üstü uzandım. Gözlerim beyaz tavandaki ufak siyah bir lekeye takıldı. Sadece bir lekeydi işte, hiçbir anlamı olmayan. Ellerimi yatağa yaslayıp bedenimi zorlayarak sırtımı yatak başlığına yasladım. Bunu yaparken kolumda hafif bir sızı vardı. Başımı yana eğip kolumdaki sızının sebebine baktığımda kolumda bir serum takılıydı ama burası bir hastane değildi.

Geniş bir odaydım. Odanın tam ortasında yattığım koca yatak ve iki sehpa haricinde bir şey yoktu. Hastane odasından pek bir farkı olmasa da hastanenin o boğucu kokusu yoktu.

En son Pars Alaz ile yemek yediğim düşünülürse şu an onun evinde olmalıydım. Elimi koluma atıp serumun iğnesini yavaşça kolumdan çıkarıp sehpadaki torbanın yanına bıraktım. Tam bitmemişti ama daha fazla yatarak vakit kaybetmek istemiyordum.

Üzerimdeki yorganı açıp kenara attığımda gözlerim bana ait olmayan kıyafetlere takıldı. Biri kıyafetlerimi değiştirmişti. Elimi üzerimdeki beyaz tişörtün üzerine atıp hafifçe çekiştirdim. İç çamaşırlarım duruyordu.

Normalde olsa isteğim dışında bedenime dokunulmuş olması burayı birbirine katmam için yeterli bir sebepken sakindim. Çünkü şu an yaşananlar benim dikkatsizliğim sonucu gerçekleşmişti. Sırf benim dikkatsizliğim yüzünden başkasını suçlayacak konumda değildim.

Bacaklarımı yatağın kenarından aşağıya sarkıtıp biraz bekledim. Bedenimin üzerinden bir tır geçmiş gibi hissediyordum. Sanki ayağa kalksam bedenim bir çuval gibi yere yığılacaktı. Başımı kaldırıp odaya göz attım. Gerçekten yatak ve sehpa dışında bir şey yoktu. Burası pek kullanılmayan bir oda olmalıydı. Benim evimden pek farklı değil gibiydi. Her kimse burayı sadece yatmak için kullanıyor gibiydi.

Etrafa biraz daha göz geçirip kıyafetlerim ve üzerimdeki eşyalardan bir iz aradım ama yoktu. Bu yüzden ellerimi yatağın kenarına yaslayıp ağır ağır oturduğum yerden kalkmaya çalıştım. Bedenim acıyla sızlıyordu ama umursamadım. Biraz hareket etsem kendime gelecek gibi hissediyordum.

Bedenimi tamamen dikleştirdiğimde başım hafif dönse de ayakta durmayı başardım. Kapı hemen sağ çaprazımda duruyordu ama kendime biraz daha zaman tanımak için olduğum yerde duraksamaya devam ettim.

Bana ait olmayan bol siyah eşofman altı belimden düşüyordu. Biraz daha yukarı çekiştirip sabitlemek istesem de şu an etrafımda bunu sabitleyecek bir şey yoktu. Sürekli yukarı çekiştirip durmak başlı başına sinir bozucu bir durum olacağı için çıkarmak en mantıklı çözümdü. Zaten üstümde giydiğim beyaz tişört kalçalarımı örtüyordu, bu yüzden eşofmanı çıkarmam pek de problem olmazdı. Yavaş hareketlerle eşofmanı çıkarıp yatağın üzerine attım.

Bedenimin üzerine çöken uyuşukluk ağır ağır dağılırken kapıya yönelip ilerlemeye başladım. Kapı hafif aralık duruyordu. Kapıyı elimle biraz daha açarak kafamı aralıktan hafifçe çıkartıp etrafa baktım. Büyük bir yerdi. Şu an görünürde 4 kapı ve aşağıya doğru inen bir merdiven vardı. Alt kattan sesler geliyordu. Bu yüzden kapıyı tamamen açarak hemen merdivene doğru ilerledim. Birkaç adımda merdivene ulaşmıştım.

Merdivenin korkuluklarından destek alarak yavaş yavaş aşağıya inmeye başladım. Merdivenlerden indikçe Pars Alaz'ın sesi daha net şekilde geliyordu. "Bu zaten beklediğimiz bir şeydi," dedi duraksayıp tekrardan konuşmasına devam ederken. "Biz ona saldırırken elini kolunu bağlayıp oturacak değildi."

Olduğum yerde duraksayıp onları dinlemeye başladım. Çünkü bahsettikleri kişi Deha Sancak olmalıydı. En son saldırılar ona yönelikti. Bu yüzden de karşılık veren de büyük ihtimalle Deha Sancak'tı ama tam olarak da emin olamıyordum.

Deha Sancak ve Pars Alaz arasında nasıl bir husumet olduğunu bilmiyordum ama sıradan bir husumet olmadığı açıktı. Deha Sancak, Pars Alaz ortaya çıkar çıkmaz sadece onunla dans ettiğim için beni ortadan kaldırmaya çalışması bir şeylerden korktuğu anlamına geliyordu. Belki de aramızda bir bağlantı olduğunu düşündüğü için böyle bir hamle yapmıştı ama yanıldığı ortadaydı. O geceye kadar Pars Alaz'ı daha önce görmediğime emindim. Deha Sancak bile bu adamdan bu kadar korkuyorsa Pars Alaz'ı hafife almamalıydım.

"Şimdi ne yapacağız?" diye sordu yabancı ses.

Oda da yabancı başka biri daha vardı. Şu an olduğum konumdan onları görmek zordu ama hareket edersem beni görebilirlerdi, bu yüzden olduğum yerden kıpırdamadan dinlemeye devam ettim.

"Şu an bekleyip göreceğiz," dedi Pars Alaz sakin bir ses tonuyla.

"Ne yani, bize saldırdılar ve biz de elimiz kolumuz bağlı bir şekilde bekleyecek miyiz? Karşı hamle yapmamız gerekmez mi?" diye sorduğunda kısa süreli bir sessizlik oldu.

İkisi de konuşmayı kesmişti ve sadece tabak sesleri geliyordu. Şu an çıkıp yanlarına gitsem onları dinlediğimden şüphelenmezdiler ama yine de riske almaya değmezdi. Biraz daha burada durup ondan sonra yerimden çıkmak daha mantıklıydı.

"O kız yüzünden mi?" dedi yabancı. "Gerçekten onunla ortak olacağını söyleme bana. Hakkında hiçbir şey bilmiyoruz. Geçmişi hakkında hiçbir bilgi yok. Sanki bir an da sürpriz yumurtadan çıkmış gibi. Ona güvenemeyiz. "

Bahsettikleri sürpriz yumurta bendim. Benim hakkımda araştırma yapmışlardı ama bir şey bulamamışlardı. Bu beklendik bir durumdu. Çünkü yanlış kişiyi yanlış yerde arıyorlardı.

"Ortak olacağımızı söyledim evleneceğimizi değil. Bütün ortaklarımıza güveniyor muyuz? Hepsi bir gün bizi arkamızdan bıçaklayabilir ve biz de bunun bilincinde olarak hareket ediyoruz. Hera Ateş'in de pek bir farkı yok. Karşılıklı yarar sağladığımız sürece kiminle ortak olduğumu umursamıyorum. Sen de öyle yapmalısın," dedi Pars Alaz.

Söylediklerine katılıyordum. Yaşam tarzlarımız yüzünden birilerine güvenmek büyük bir aptallıktı ve ben de bu yüzden en büyük aptallardan biriydim.

Güven, göz kamaştırıcı kırılgan bir fincana benzerdi. Onu ortaya çıkarmak en usta sanatkarlar için bile uzun süren bir uğraştı ama kaybetmek o kadar da uzun süremezdi. İki parmağın ucundan kayıp giden bir fincan sadece saniyeler içinde dağılıp giderdi. O fincan dağıldığında artık hiçbir şey eskisi gibi olmazdı.

"Onun hala işimize yarayacağını mı düşünüyorsun? Elindeki bütün her şeyi kaybetti. Artık bir işe yaramaz. Kendi başımıza üstesinden gelebiliriz bunu sen de biliyorsun değil mi?"

Bir anda bütün sesler kesildi. Sessizlik bir sis gibi odaya çöktü. Şu an yanlarında olmasa da gerginliği buradan hissedebiliyordum. "Gerçekten görmüyorsun değil mi?" diye sordu Pars Alaz sakin bir ses tonuyla. Sorusuna cevap beklemeden konuşmaya devam etti. "Sence her şeyi kaybetmiş birine mi benziyor?"

"İşini, parasını, adamlarını kaybetti. Yani onu o yapan hiçbir şey yok artık. Eğer dediğin hala işe yarıyorsa neden kaçıp duruyor, neden bir şeyler yapmıyor?"

Şu yabancının kim olduğunu merak ediyordum ama asıl merak ettiğim şey Pars Alaz'ın bu sorulara vereceği yanıttı. "İş, para, adamlar bunların hepsi tekrardan elde edilebilir şeyler. Bunlar bir kayıp değil. Bizim elimizde bunlardan fazlaca olmasına rağmen elimiz kolumuz bağlı oturuyoruz. Çünkü bunlar yeterli değil. Onun elinde bilgi var ve asıl gücü bu. Eğer dediğin gibi işe yaramaz biriyse neden Deha Sancak işini bitirmedi?"

"Kızı olduğu için mi?" dedi yabancı.

"Hayır," dedim duvarın arkasından çıkıp onlara doğru ilerlerken. Daha fazla duvarın arkasında saklanıp benim hakkımda teoriler üretmelerini dinlemek istemiyordum. Bu can sıkıcıydı. Görüş alanlarına girdiğimde ikisinin de bakışları beni buldu.

"Deha Sancak aile bağlarını önemseyen bir adam değil," dediğimde Pars Alaz ile bakışlarımız birbirine kesişti. "Hem benim hakkımda bir şeyi merak ediyorsanız teoriler üretmek yerine bana sormalısınız."

"Bizi dinlediğinden haberimiz yoktu," dedi yabancı. Bakışlarım yabancıya kaydığında mutfak barının önünde oturuyordu ve bakışları benim üzerimdeydi.

"Pek sessiz konuşmuyordunuz. Hem benim hakkımda konuşurken sizi dinlediğim için özür dileyecek değilim," dediğimde yabancının mavi bakışları bedenimde dolaştı.

"Özür dilemeni bekleyen yok," dedi yabancı soğuk bir tonda.

"Böyle bir niyetim de yok zaten," dedim bakışlarımı bakışlarına sabitliyken.

Oturduğu tabureden kalkarak bakışlarını benden çekip Pars Alaz'a yöneltti. Uzun boylu, yapılı bir vücuda ve kısa, sarı saçlara sahipti. "Ben çıkıyorum birader. Halletmem gereken işler var," dediğinde Pars Alaz sadece kafasıyla onaylamakla yetindi.

Göz ucuyla bana bakarak yanımdan geçip gitti. Benden hoşlanmadığı her halinden belli oluyordu. Belki de onu biraz aptal konumuna düşürdüğüm için de olabilirdi bu. Pek umurumda değildi.

"Uyanmışsın," dedi Pars Alaz iki tabağı mutfak barının üzerine koyarken.

"Evet," dediğimde bakışları kısa süreli beni bulduğunda yaptığı işe geri döndü.

Şu an bu durumda olmak garip hissettiriyordu. Normalde onu gördüğüm yerde öldüreceğimi söylememe rağmen şu an evindeydim, yatağında uyumuştum. Bu duruma nasıl geldiğimi anlayamıyordum. Evet mantıklı düşünürsek şu an ona düşman olmam için hiçbir sebep yoktu ama nedense bunu kendime inandıramıyordum.

Aslan'ın ağzından gerçekleri duymadığım sürece benim için hala düşmandı. Birkaç gündür karşılaştığım adamın sözüne inanıp yıllarca benim için çalışan adamı hiçe sayamazdım. Bütün oklar onu gösterse de bunu yapmak saçmalık olurdu. İlk olarak Aslan'ın ağzından o kelimeleri duymalıydım. Duymadığım sürece bunun doğru olmadığını kendi içinde yalanlayıp duracaktım.

"Telefonunu kullanabilir miyim?" diye sorduğumda sorgu dolu bakışları beni buldu. "Benim telefonum kısa bir süre önce kırıldı ve yeni bir tane almaya fırsatım olmadı."

"Arkamdaki sehpanın üzerinde duruyor, alabilirsin," dediğinde kafamı olumlu anlamda sallayarak sırtımı ona dönüp önümde duran cam sehpaya doğru ilerledim. Geniş ve modern bir oturma odasıydı. Gri ve siyahın ağırlıkta olduğu oda sanki öylesine yerleştirmiş gibiydi. İçinde hiçbir yaşanmışlık yoktu. Tıpkı benim kullandığım daire gibi.

Sehpanın yanına gittiğimde söylediği gibi telefon sehpanın üzerinde duruyordu. Bu telefonunu kullanmak pek mantıklı olmasa da şu an yapabileceğim bir şey yoktu. Telefonunun ekranını kaydırdığımda telefon hemen açılmıştı. Vakit kaybetmeden hemen tuş kısmına girerek Poyraz'ın numarasını tuşladım. Bulunduğumuz durum yüzünden yabancı bir numarayı açıp açmayacağından emin değildim ama açmasını umut ediyordum. Birkaç defa çaldıktan sonra telefon açılmıştı.

"Alo?" dedi mesafeli bir tonda.

"Benim Hera," dediğimde kendimi açıklama fırsatı bulamadan beni soru yağmuruna tutmaya başladı.

"Neredesin sen, iyi misin, kiminlesin, ne yapıyorsun, o adamla mısın, gelip seni alayım mı, bu numara kimin?"

Sorular birbirinin ardından o kadar hızlı sıralıyordu ki ona yetişemiyordum bile. Sadece bir gece evden ayrılmıştım ve hemen evhamlanmaya başlamışlardı. Beni küçük bir kız çocuğu falan mı sanıyorlardı? Bu olay benim kadar onları da etkilemişe benziyordu.

"Poyraz," dedim hafif sesimi yükseltip dikkatini çekmek adına. "Bütün sorularını cevaplayacak kadar vaktim yok. Bu yüzden dur ve beni dinle," dedim onu sakinleştirmek adına sakin bir ses tonu kullanarak.

"O zaman sadece şu iki soruma cevap ver. İyi misin ve neredesin?" Ses tonundan bile endişelendiği belli oluyordu.

"İyiyim merak etme ve şu anlık güvenli bir yerdeyim," dedim onu biraz daha yatıştırmak adına.

"Şu anlık mı?" diye sorduğunda bir şeylerden şüphelendiği belli oluyordu.

Ona Pars Alaz'ın evinde olduğumu söyleseydim büyük bir ihtimalle yaygara koparacaktı, bu yüzden şimdilik bunu ona söylemeye niyetim yoktu.

"Şu anlık," dedim sakin bir tonda. "Seni bunun için aramadım. Benim için bir şey yapmanı istiyorum."

"Ne?"

"Aslan'dan en son ne zaman haber aldın?" diye sorduğumda telefonun ardında kısa bir duraklama oldu.

"Neden şimdi Aslan'ı soruyorsun, bir şey mi oldu?"

Poyraz ve Aslan'ın arası pek iyi sayılmazdı. Çünkü Poyraz Aslan'a hiçbir zaman tam anlamıyla güvenmemişti. Bu yüzden de şu an ona böyle bir soru sormamı tuhaf karşıladığının farkındaydım ama şu an Savaş ile konuşmak istemiyordum. Bu yüzden de Poyraz'dan başka şansım yoktu.

"Her şeyi sana açıklayacağım ama ilk önce benim bir şeylerden emin olmam gerek. Şu an sorularına cevap veremiyorum. Bu yüzden sadece beni dinle. Savaş'a bir şey belli etmeden evden ayrılıp benim için Aslan'ı bulman gerek. Bir şeylerden şüphelenmeye onu güvenli bir yere çek. Bunu yaptıktan sonra bana konum at, hemen geleceğim. Tamam mı?"

"Tamam ama bunu neden yapıyoruz? Aslan ile aram iyi değil biliyorsun. Benimle bir yere kendi isteğiyle geleceğini pek sanmıyorum."

Bu konuda haklıydı ama bu numaradan Aslan'ı arayamazdım. Savaş ise Aslan'a çok güveniyordu ve eğer şüphelendiğim şeyler gerçek olursa bu durumdan en çok etkilenecek kişi Savaş olurdu. Böyle bir şeye onu sürükleyemezdim. Hem henüz tamamen toparlanamamıştı.

"Bir yolunu bul ve onu güvenli bir noktaya çek." Şu an içim içimi yiyordu ve bir an önce onunla yüz yüze gelip gerçekleri onun ağzından duymak istiyordum.

"Peki, dediğini yapacağım ama bütün bunlar bittikten sonra bana sebebini açıklaman gerek."

"Peki açıklayacağım. Söylediğim şeyi hallettiğinde bu numaraya konumu mesaj olarak atman yeterli," dediğimde bir şey söylemesine fırsat vermeden telefonu kapattım. Bir şeylerden şüphelenmeye başladığına emindim ama bensiz hareket etmeyeceğini bildiğim için içim rahattı.

Poyraz Savaş'a oranla bana karşı daha itaatkârdı. Bunun sebebi belki de hala bana karşı kendini borçlu hissetmesi olabilirdi. Şu an bunların önemi yoktu. Bir an önce Aslan'la olan meseleyi çözmeliydim.

Telefonu avucumun içine sabitleyip mutfağa doğru döndüğümde Pars Alaz ayakta durmuş benim olduğum tarafa bakıyordu. Üzerindeki kıyafetleri değiştirmiş ve tekrardan takım elbise giymişti. Hangi ara üzerini değiştirmişti bu adam? O kadar uzun süreli bir telefon konuşması yapmadığımdan emindim. Bunun bir önemi yoktu. Benimde bir an önce kıyafetlerimi değiştirip buradan çıkmam gerekiyordu.

"Eğer konuşman bittiyse gel beraber bir şeyler yiyelim," dedi eliyle mutfağın köşesindeki yemek masasını gösterirken. Şu an canım bir şeyler yemek istemiyordu. Beynimi kurcalayan çok fazla şey vardı ve bu midemin alt üst olmasına sebep oluyordu.

"Bir şey yemek istemiyorum. Kıyafetlerimi verirsen bir an önce ikimizde kendi işlerimize gidebiliriz," dediğimde sanki üzerimdekini yeni fark etmiş gibi baştan aşağıya beni süzdü.

"Şu an bence üzerindekiyle gayet iyisin. Beyaz sıradan bir tişört bile senin üzerinde bir anlam kazanmış," dediğinde ses tonu sakindi. Bu adam neyden söz ediyordu? Gece ben değil de o kafasını bir yere vurmuş olmalıydı.

"Hiç espri kaldıracak bir durumda olduğumu sanmıyorum," dediğimde bir kaşı havalandı. "Espri yapığımı kim söyledi?"

Bu adamı anlayarak vaktimi kaybetmek istemiyordum. Çünkü onu anlamaya çalışmak boşa kürek çekmekten farksızdı. Bende de boşa harcayacak vakit yoktu.

"Kıyafetlerim," dedim konuyu değiştirmeye çalışarak. "Şu an yetişmem gereken acil bir yer var ve sen benim vaktimi boşa harcıyorsun." Hiçbir şey söylemeden bar tezgahın üzerinden bir tabağı alarak masanın üzerine bıraktı. Beni dinlemiyor ve kendi bildiğini yapıyordu.

"Yemeğini ye, sonra kıyafetlerini vereceğim," dedi soğuk, sert bir ses tonuyla.

"Kıyafetlerimi ver, sonra belki yemek yerim," dediğinde bedenini dikleştirip bakışlarını bana yönlendirdi. Buz mavisi soğuk bakışları bedenimi delip geçecek kadar sertti.

"Bir şeyi iki kere söylemekten hoşlanmam," dediğimde olduğu yerde kıpırdamadan durmaya devam etti.

"Bende bana ne yapmam gerektiğini söylenilmesinden hoşlanmam."

Şu an da ikimizde birbirimizin üzerinde üstünlük kurmaya çalışıyorduk ve bunun kazananı olmayacaktı. Elimdeki telefon titrediğinde onu yok sayarak telefonu kaldırıp baktım. Mesaj Poyraz'dan gelmişti ve dediğim gibi bana konum atmıştı. Bir an önce buradan çıkmalıydım ama bu adamın beni kolay kolay bırakmayacağına emindim.

"İşin var mı?" diye sorduğumda iki kaşı da çatıldı. Bunun beklemediği bir soru olduğu yüz ifadesinden belli oluyordu. Hiçbir şey söylemeden bana dik dik bakmaya devam etti. Sanki ne yapmaya çalıştığımı anlamaya çalışıyordu.

"Aklında ne var?" dedi kollarını birbirine kenetleyerek. Sert bakışlarını bir saniye olsun üzerimden ayırmıyordu. Bir şeylerden şüphelendiği belliydi.

"Seninle ortak olacağım dedim ama ondan önce bir şey yapmalıyız."

Ve bir bölümün daha sonuna geldik. Bir bölüm sonu geleneğini olarak düşüncelerinizi buraya bırakırsanız çok sevinirim.

Eğer düşüncelerinizi paylaştıysanız size bir kaç şeyden bahsetmek istiyorum. İlk olarak daha önce bahsettiğim o girdaptan hala kurtulabilmiş değilim. Sanırım her hafta bölüm yetiştirmeye çalışmak düşündüğümden daha çok üzerimde baskı kuruyor ve bu baskı yüzünde istediğim gibi yazamıyorum.

Eğer böyle giderse tamamen yazmayı bırakmaktan korkuyorum. Bu yüzden en mantıklı çözüm olarak kısa süreli bir ara vermek gibi geliyor. Kurguyu düşünmeden, kendimi bölüm yetiştirmek zorunda hissetmeden biraz dinlenmek istiyorum ama korkmayın bu öyle uzun bir süre olmayacak.

Haberiniz var mı emin değilim ama ben yeni bir kurgu yayınladım. Ara verdiğim süre boyunca yeni yayınladığım "Dip" isimli kurguma yeni bölüm gelecek. -birikmiş bölümler olduğu için-

Yani eğer Herkesin Efendisini okuyup beğendiyseniz ona da bir göz atıp desteklerseniz çok sevinirim.

Şuan söyleyeceklerim bu kadardı. Buraya kadar okuduysanız öpüldünüz. 🤍

 

Bölüm : 03.03.2025 17:12 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...