
Oy ve yorumlarınızı bekliyorum efendiler. Şimdiden keyifli okumalar. Öpüldünüz.
YAŞAMIN PENÇESİNE TAKILAN ÖLÜM
Ölüm ve yaşam bir hançerin iki yüzü gibiydi. Biri keskin yüzeydi, diğeri ise o keskin yüzeyi bir arada tutan ahşaptı. İki yüzey aynı değildi ama ayrı da olamazlardı.
Bense o hançerin tam ortasında duruyordum: arafta. Ölümü arzuluyor ama yaşamın pençesinden kurtulamıyordum.
Karşımdaki adam da şu an bir arafta gibiydi. Dışarıdaki silah sesleri şiddetini artırmaya başladığında ne yapacağını kestiremiyor gibi bana baktı. Köşeye sıkışmışa benziyordu ama yine de kuyruğunu dik tutmaya devam ediyordu. Gerçekten hiçbir şey yapmadan elim kolum bağlı şekilde geleceğimi düşünecek kadar aptalsalar bende nefes almayı da hakketmiyorlardı.
Aptal adamla bakışlarımız kesiştiğinde yapacağını kestiremiyor gibi bir bana birde dışarıya giden kapıya doğru bakıp durdu. Sonunda bakışları benim üzerimde sabitlendiğine ellini beline atarak silahını çıkarıp bana doğrulttu. Köşeye sıkışan kişinin yapacağı ilk hamleyi yapması beni şaşırtmamıştı.
Bu bir silahla karşı kaşıya geldiğim ilk an değildi ve bu gidişle de son olmayacaktı. Bu yüzden namlunun ucundaki ölüm kapımı çalmasına rağmen bunu büyük bir sakinlikle karşılıyordum. Çünkü ölüm benim kapıma yabancı değildi. Bu işte ölüm her saniye kapının ucunda bekler ve en beklenmediğin an da içeri girerdi.
Ölüm benim gibi kusurlu ruhlar için kusursuz bir duraktı. Peki kusursuz olan bu durak beni ne zaman kabul edecekti? Bugün olmayacağını biliyordum çünkü buna izin vermeyecektim.
"Kuyruğunu dik tutan fare hikayesini biliyor musun?" diye sorduğumda kaşları havalandı. Ne demek istemediğimi anlamıyormuş gibi yüzüme aval aval bakmaya başladığında bilmediğini tahmin etmek zor değildi.
"Eski zamanlarda kuyruğunu sürekli dik tutan bir fare varmış ama bu fare bütün orman halkını canından bezdirmiş. Kürklü hayvanların kürkünü kemirir, yemek çalar, yuvaları işgal edermiş. Artık orman halkı bu durumdan sıkılmış ve ormanı kralı olan aslanın yanına gitmişler ve ona durumu anlatmışlar. Bu sırada bir kedi çıkıp Aslan krala bu görevi ona vermesini istemiş ve Aslan kralda kabul etmiş. Fare ise her zaman ki eylemlerine devam etmiş.
Kedi fareni peşine düşmüş ve uzun bir kovalamacanın sonunda fare bir ahıra girmiş ve bir inekten yardım etmiş. İnekte yardımı etmeyi kabul etmiş. Kedi de farenin peşinden ahıra girmiş. Bir öteye bir öteye gitmiş ve fareyi aramaya başlamış. Sonunda inek dışkısının içerisinde dik duran bir şey fark etmiş. Kedi ağır ağır farenin yanına gitmiş ve söyle demiş. 'Gırtlağına kadar boka battın ama yine de kuyruğun dik.'
Şimdi sana bakıyorum da tıpkı o fare gibisin. Boynuna kadar boka battın ama hala kuyruğunu dik tutmaya çalışıyorsun."
Hikâye bittiğinde hala silahı kafama doğrultmuş bekliyordu. Bu kadar çenemi yorduktan sonra bir şey anlamadığını düşünüyordum. Bedenini dikleştirdi tıpkı farenin kuyruğu gibi.
"Eğer kaçmayı aklının ucundan bile geçirirsen seni vururum," dediğinde yüzümde alaycı bir ifade oluşmuştu.
Köşeye sıkışmasına rağmen güçlü durmaya çalışması komikti ama onu yargılayacak konumda değildim. Köşeye sıkışan her hayvan gibi son savunma sistemi olarak kabarıp kendini büyük göstermek bizim genlerimize işlenen bir içgüdüydü.
"Bence şu an pek de beni tehdit edecek konumda değilsin," dedim sakinliğimi koruyarak.
Silahı biraz daha yaklaştırıp alnıma dayadığında gözlerimi gözlerinden ayırmadan bakmaya devam ediyordum. Bu bir meydan okumaydı. Yapmayacaktı. Beni öldürmeyecekti. Eğer yapabilseydi bunu çoktan yapardı. Ona engel olan bir şey vardı peki neydi?
"Seni kurtaracaklarını sanıyorsan yanılıyorsun," dedi ve kısa bir duraksamanın ardından devam etti. "Kimin adamlarıyla uğraştığını bilmiyorsun."
Kesinlikle kimin adamlarıyla uğraştığımı bilmiyordum ama onlarda pek biliyor gibi değildiler. Benim hakkımda duydukları birkaç söylentiye dayanarak yakın arkadaşımı kaçırmış bu da yetmezmiş gibi beni ayaklarına çağırıp alıkoyuyorlardı. Buradan ölü çıkabilmeleri bile onlar için büyük şanstı.
"Kurtulmayı beklemek mi? Bu komikti işte. Eğer isteseydim çoktan buradan kurtulurdum ama neden adamlarım dururken kendimi yorma gerekesimi duyayım ki hem size saldıran ben değilim ama eğer saldıran taraf ben olsaydım düşmanımı tanımadan hareket etmezdim. Siz ise kapalı gözlerinizle etrafı ateşe veriyorsunuz ama farkında olmadığınız bir şey var; o ateş sizi çevrelemiş durumda ve sizin yaktığınız ateş benim yakacağım ateşin yanında mum ışığı gibi kalacak."
Başıma dayadığı silahı indirdiğinde bir adım gerileyerek benden uzaklaştı. Söylediklerimde haklı olduğumu biliyordu. Bunu gözlerinden okuyabiliyordum. Eğer içimde bir damla bir vicdan kalsaydı ona empati duyabilirdim ama ondan bende yoktu. Yıllar önce canım yana yana onu söküp bir kenara atmış ve arkama dönüp bakmamıştım bile.
Silah sesleri daha da yakından duyulmaya başladığında deponun içinde huzursuz bir hava vardı ve bu hava beni daha çok eğlendiriyordu.
Karşımdaki adam, kapının yanında duran adamın yanına yaklaşarak ona bir şey söylediğinde aralarında küçük çaplı bir tartışma çıkmıştı. Ne dediklerini duymasam da beden dillerinden bir konuda anlaşamadıkları anlaşılıyordu.
Sonunda liderleri olduğunu düşündüğüm adam kapıya yöneldiğinde diğer adamlarda onu takip etmeye başladı. Hepsinin elinde birer silah vardı. Liderleri kapıdan çıkmadan önce son kez bana dönerek bağırdı.
"Bu iş burada bitmeyecek!"
Kesinlikle ona katılıyordum. Bu iş burada bitmeyecek, burada başlayacaktı.
Depo tamamen boş kaldığında bakışlarım hemen yanımda baygın yatan Savaş'a kaydı. Eğer buradan sapasağlam çıkmak istiyorsak bir an önce harekete geçmeliydik.
"Savaş, uyan!" diye bağırdığımda sesim deponun içinde yankılandı. Normalde bağırmak riskli bir girişim olabilirdi ama dışardaki gürültüden sesimin duyulmayacağına emindim.
Savaş mırıldanır gibi bir ses çıkarıp yavaş yavaş kıpırdandığında bu beni rahatlatmıştı.
"Hey, uyan artık bir depo köşesinde ölmek istemiyorum," dediğimde kafasını tutabilmek için kendiyle savaşıyordu sanki.
Ona biraz vakit tanımam gerektiğinin farkındaydım ama fazla vaktimiz yoktu. Kafasını kaldırıp geriye doğru yaslandığında acı bir inilti döküldü dudaklarından. Nefes almakta zorlanıyor gibi bir hali vardı. Yüzü morluklar ve kan içerisindeydi.
Onu bu halde görmek canımı yakıyordu. Bu halde olmasının tek nedeni benimle birlikte olmaktı. Bazen yanımda olduğu için kendimi şanslı hissediyordum ama bazen de benimle olmasa daha iyi bir hayat yaşar mıydı diye düşünmeden de edemiyorum.
"Selam güzellik," dedi başını bana döndürürken. Sesi tonundan acı çektiği belli oluyordu.
"Selam baş belası, seni fena benzetmişler," dedim çenemle yüzünü işaret ederken.
Yüzünde bir tebessüm oluşmuş ama acı bir iniltiyle tebessümü hemen solmuştu. İnce dudağının kenarında bulunan yara yüzünden canı yanıyor olmalıydı.
Bu halimiz bana küçüklüğümüzü hatırlatıyordu. Daha dokuz on yaşlarındayken başını hep belaya sokar, mahalledeki yaşı büyük çocuklara sataşırdı ve sonunda dayak yiyen kendisi olurdu. Kavgayı başlatan o olmasa da kışkırtan taraf hep oydu.
Sonundaysa onu büyük çocukların elinden kurtarmak bana düşerdi. Şimdi ise kocaman olmuştuk ama döngü değişmemişti. O başını belaya sokar ve ben onu kurtarırdım. Herkes bunun böyle olduğunu düşünse de yanıldıkları bir şey vardı. Beni kurtaran kişi aslında oydu.
"Sen bir de onları görecektin," dedi kendini toparlamaya çalışırken.
Bakışlarım yüzünde dolandı. Bana bakan büyük, bal rengi gözleri kan çanağına dönmüş, kemikli burnu kan lekelerinden gözükmüyordu. Uzun kirpikleri ise bu iç acıtan sahneye rağmen hala çok güzellerdi.
"Onları gördüm ve gayet sağlamdılar," dedim alaycı bir tonda.
Başını yasladığı sandalyeden kaldırıp doğrulmaya çalıştığında dişlerini sıkıp derin bir nefes verdi. Yüzünün aksine başka yerleri de darbe almış gibi gözüküyordu. Onu böyle görmek içimde tutmaya çalıştığım öfkemin gün yüzüne çıkmaya çalışmasına neden oluyordu.
"Bunlar beni kaçıranlar değil," dedi ve biraz duraksadıktan sonra devam etti. "Onların hepsi hastanelik oldu."
Savaş başını hep derde sokmasındaki tek avantajı iyi bir dövüşçüye dönüşmesiydi. Ne kadar kavgaya karışsa da bir şekilde paçayı sıyırmayı başarıyordu. O kolay kolay pes edecek bir adam değildi. Eğer şu an buradaysa bunun için çok fazla adam gerekliydi ve bu üç adam bunun için yeterli değildi.
"Bunların önemi yok artık, şu an buradan çıkmaya odaklanmalıyız," dediğimde bedenini daha da dikleştirip bana baktı.
"Bunun için bir planın vardır, değil mi? Çünkü senin hep bir planın vardır."
Beni çok iyi tanıdığının farkındaydım ama her seferinde bunu yapması beni şaşırtıyordu.
"Bugün yok," dediğimde başını yana yatırıp bana şüpheli gözlerle baktı.
"Ne o, başımızı derde sokan sensin ve benim mi planım olası gerekiyor?" dediğimde hala hayretler içerisinde bana bakıyordu.
Haklıydı, buraya gelmeden önce bir plan yapmıştım ama görünüşe göre planda bazı değişiklikler olmuştu. İşler böyle ilerlerdi. Sen ne kadar kusursuz plan yaparsan yap sonunda çatlak verme oranı yüksekti.
"Bir planım var ve bunun için ağzına ihtiyacım var," dediğimde yüzünde alaycı bir tebessüm oluştu. Şu an aklından fesat düşünceler geçtiğine emindim.
"Ölmeden önce son bir öpücük mü istiyorsun? Tıpkı Romeo ve Juliet'teki gibi," dedi yüzündeki alaycı ifade büyürken. "Sen yeter ki iste bebeğim seni milyonlarca kez öperim."
Gözlerimi devirip ona ters ters baktığımda neden onu kurtarmaya geldiğimi sorgulamaya başlamıştım. O kadar dayak yemesine rağmen hala espri yapacak enerjiyi nasıl buluyordu hayret ediyordum.
"Saçma sapan konuşma, eğer ölecek olsam son isteğim öpücük değil, merhametli bir ölüm olurdu," dediğimde cevabımdan hoşlanmamış gibi omuzunu silkti.
"Hep bir ciddiyet, hep bir ciddiyet," dediğinde benle değil de kendiyle konuşuyordu.
"Göğüslerimin arasında küçük bir bıçak var, bana biraz daha yaklaşıp onu ağzınla alabilir misin?" diye sorduğumda hiç tepki vermeden karşıya bakıyordu. Ne olduğunu çözmek için bende karşıya baktığımda hiçbir şey yoktu.
"Savaş, nereye daldın?" dediğimde bakışları bana döndü.
"Memelerde takılı kaldım," dedi büyük bir ciddiyetle.
Memeler mi? Bu çocuk neyden bahsediyordu? Bütün darbeleri kafasına mı almıştı?
"Memeler mi? Ölmek üzereyiz ve senin tek düşüncen memeler mi?"
Bakışlarını bana döndürdüğünde yüzünde daha önce hiç görmediğim kadar ciddi bir ifade vardı.
"Onları sıradan meme kategorisine indiremezsin. Onlar mükemmel memeler, onlar senin memelerin."
Buradan çıktığımda kesinlikle onu öldürecektim. Şu an bile saçmasapan konuşuyordu. Ne kadar büyük bir hata yaptım da Tanrı bu çocuğu ceza olarak bana gönderdi acaba?
"Savaş eğer buradan sağ salim çıkarsak seni kendi ellerimle öldüreceğim," dedim artık sabrımın sınırına dayanmışken.
"Ne demiş atalarımız, bir meme uğruna ölmeli ve öldürmeli insan."
Bu cümleyi öyle ciddiyetle kurmuştu ki gerçekten böyle bir atasözü olduğuna inanıyor gibiydi.
"Savaş!" dedim ciddi bir tonda.
"Tamam be tamam. Bütün hevesimi kursağımda bıraktın," dedi bıkkın bir ses tonuyla.
Aramızda çok az bir mesafe olmasına rağmen bu mesafede göğüslerime ulaşamazdı. Ellerimiz ve ayaklarımız bağlı olduğu içinde yakınlaşmak zor olacaktı. O yaralı olduğu için benim ona yaklaşmaya çalışmam daha mantıklıydı.
Parmak uçlarımı yere değdirip sandalyeyi yerden hafifçe kaldırıp kenara doğru ittirdiğimde pek etkili bir hamle olmamıştı.
"Sikeyim böyle işi," dedim sinirle.
Tekrar denemek için parmak uçlarımı yere sabitleyip kenara doğru kaydığımda bu sefer bir santim de olsa ilerlemiştim. Birkaç denemenin sonunda Savaş'a iyice yaklaştım. Bu yeterli bir mesafeydi.
Savaş'a yakın baktığımda yaralarının ciddiyeti daha çok gözler önüne seriliyordu. Buradan kurtulduğumda bunu ona yapanları bulup hepsini tahtalı köye postalayacaktım ama ilk önce buradan kurtulmalıydım.
"Sıra sende," dediğimde elinden geldiğince bana doğru eğildi. Canı yandığı için ağır ağır hareket ediyordu. Başı göğüslerimin hizasına geldiğinde duraksadı. Saçma bir cümle kurmasını bekliyordum ama hiçbir şey söylemedi.
Sıcak nefesi tenimi yakıyordu sanki. Bu durumda bulunmamız tamamıyla saçmalıktı ama yapabileceğimiz bir şey yoktu. Artık yüzü tamamen göğüs arama gömülmüştü. Biri bizi böyle görse büyük bir ihtimal yanlış anlaşılırdık ama bu umurumda değildi.
Normalde zevkten kendimi kaybetmediğim sürece temastan pek hoşlanmazdım ama ona kendimden daha çok güveniyordum. Bel altı espriler yapabilir, hatta fazla sinir bozucu bel altı esprileri yapabilirdi ama bunu yapmasını izin verebileceğim tek erkek de oydu.
"Acaba orada daha ne kadar daha oyalanmayı düşünüyorsun?" dediğimde başını kaldırıp geriye doğru yaslandığında bıçak dişlerinin arasındaydı.
"Memeler de fenaymış hıı," dedi bıçak ağzındayken. Bu çocuk bir saniye bile ciddi olamıyordu. Gözlerimi devirip söylediklerini duymamazlıktan geldim.
"Acele et, fazla vaktimiz yok," dedim sakin bir tavır sergilemeye çalışırken.
Dışarıdaki silah sesleri azalıyordu ve bu da gerçekten fazla vaktimizin olmadığının göstergesiydi. Ya bizim adamlar işini iyi yapıyordu ya da bütün plan suya düşmüştü. Bunu anlamanın tek yolu ise de bu bantlardan kurtulmaktı.
Savaş büyük bir ciddiyetle ağzında tuttuğu bıçağını kucağına düşürdüğünde ona yaklaşmak için kullandığım yöntemi kullanarak sırtımı ona döndüm. Bu biraz zor olsa da birkaç denemenin ardından başarmıştım. Sandalyenin arkasında bağlı olan ellerimle Savaş'ın kucağındaki bıçağa uzanmaya çalıştığımda bantlar bileklerimi kesiyor ve bu da canımın yanmasına sebep oluyordu. Acıyı umursamayarak tekrar denediğimde sonunda bıçağı almayı başarabilmiştim.
"Çok iyisin bebeğim," dedi heyecanlı bir ses tonuyla.
"Bana bilmediğim bir şey söyle," dedim bıçakla bandı kesmeye çalışırken.
Bunun bu kadar zor olacağını tahmin etmemiştim. Sanki hiçbir ilerleme kat edemiyordum. Hem görmüyor hem de bağlı ellerle istediğim gibi hareket edemiyordum. Avucumun içine sabitlediğim bıçağı bileğimin yardımıyla bir yukarı bir aşağıya hareket ettirirken sonunda bandın yavaş yavaş gevşediğini hissedebiliyordum. Bant gevşedikçe hareket etmem daha da kolaylaşıyordu. Sonunda tamamen bantlardan kurtulmuştum.
Bıçağı kucağıma koyup bileklerini ovdum. Canım yanıyordu ama kaybedecek vakit yoktu. Hemen eğilip ayaklarındaki banttan da kurtulduğumda artık kendimi rahat hissediyorum.
Hemen oturduğum sandalyeden kalkıp Savaş'ın oturduğu sandalyenin arkasına gidip dikkatle bantlarını kestim. Bileklerinin hali benimkilerden daha da kötüydü. Bilekleri özgür kaldığında acıyla inledi.
"Siktir," dedi bileklerini ovarken. "Onları çıktıkları yere geri sokacağım."
Hiçbir şey söylemeden sandalyenin önüne gelip ayaklarının bantlarını da kestiğimde ayaklanmak için bir hamle yaptı ama dengesin sağlayamayıp geri oturdu.
"Biraz sakin ol, hiç iyi gözükmüyorsun."
Yakından baktığımda göğsünde morluklar, çenesinden ve dudağında yarıklar ve birçok yerinde şişlik vardı. Nefes alışverişlerinin düzensizliğine bakılırsa kaburgalarında da problem olabilirdi.
"İyiyim ben, oturmaktan popom ağrımaya başladı."
Şu an kendini görmediği için öyle demesi kolaydı ama kendisini benim gözümden görseydi aynı şeyi söyleyemezdi. Sırf beni endişelendirmemek için güçlü durmaya çalıştığının farkındaydım ama şu an onun gerçekten iyi olmasına ihtiyacım vardı.
"İnat etmeyi kes ve bir kere de benim sözümü dinle. Otur dediysem otur." İnat etmeyi bırakıp sonunda bütün ağırlığını sandalyeye bırakıp geriye doğru yaslandı.
Bende oturduğum yerden kalkarak kapının yanındaki kartona doğru ilerlemeye başladım. Silahlarım içinde olmalıydı. Kartonun yanına geldiğimde bütün silahlarım içeresinde duruyordu. Bıçağımı alıp eteğimi biraz yukarı çekerek bacağıma sabitledim. Silahın birini elime alıp diğerini de kılıfa soktum.
Silahın birini Savaş'a vermem gerekiyordu ama eğer eline silah tutuşturursam saçma sapan hareketler yapabilirdi. Tam olarak neresinde hasar olduğunu bilmediğimiz için fazla hareket etmemesi onun için iyiydi.
Silahı kaldırıp kapıya doğrulttuğumda dışarıya çıkıp çıkmamak konusunda kararsızdım. Eğer dışarı çıkarsam Savaş'ın peşimden geleceğine emindim. O bir şey için inat etmişse onu kararından döndürmek zordu. Bu halde burada oturması gerekliydi. Hem bende dün aldığım yara yüzünden kolay bir şekilde hareket edemiyordum. Biraz önce de ellerimi çözmeye çalışırken kendimi çok zorladığım için yaramda hafif sızlamaya başlamıştı.
Şu an en doğru karar burada bekleyip Savaş'ın güvende tutmaktı. Hem böylelikle gücümü koruyabilir beklenmedik bir saldırı karşısında daha tetikte olabilirdim. Her şey tamamen bahaneydi. Savaş'ı yalnız bırakmak istemiyordum. Sanki gözlerimi bir an üzerinden ayırırsam tekrar gözlerimin önünden kaybolacakmış gibi geliyordu.
Sırtımı Savaş'a dönük silahım kapıya doğrultulmuş şekilde geriye doğru adımladım. Sonunda Savaş'ın yanına geldiğimde başımı ona doğru döndürdüm. Yüzü git gide daha da beyazlıyordu.
Silahımı indirip önüne geçerek dizlerimin üzerine çöktüm ve silahımı kucağına bıraktım.
"İyi misin?" diye sorduğumda başını olumlu anlamda sallamakla yetindi.
Ne kadar iyiyim dese de görüşü pek öyle söylemiyordu. Onu bu halde görmeye alışkın değildim ve alışık olmadığım sahne karşısında beynimin içinde bir şeylerin koptuğunu hissediyordum.
"Pek iyi gözükmüyorsun. Neren ağrıyor?"
"İyiyim Hera, sadece çok yorgun hissediyorum."
"İyi misin? Kendine aynada baktığında yine aynı şeyi söyleyebilecek misin merak ediyorum," dedim endişemi gizlemeye çalışırken.
Yaslandığı yerden doğrulmaya çalıştığında dişlerini sıkıp elini karnına yasladı. Ne yapacağımı bilemiyordum. Elimden yapacak bir şey gelmemesi çok can sıkıcıydı. Böyle durumlarda kendimi çok aciz hissediyordum.
"Bana öyle bakma," dedi zoraki bir gülümsemeyle.
"Nasıl bakıyormuşum?" dedim zoraki gülümsemesine karşılık verirken.
"Tıpkı küçükken her dayak yediğimde bana baktığın gibi. Şimdi koca adam oldum, bana ablalık yapmak zorunda değilsin. İyiyim dediysem iyiyim."
Ablası değildim bunun farkındaydım ama yine de aile gibi hissettiğim tek kişi oydu. Bu yüzden ona normalde hiç davranmadığım gibi davranmam normaldi. Onu kaybetmek istemiyordum. Onu kaybetme düşüncesi bile aklımı kaybetmeme neden oluyordu.
"Üzgünüm, hepsi benim yüzümden oluyor." dedim başımı dizlerine yaslarken.
"Asıl üzgün olması gereken kişi benim biliyorsun değil mi? Zayıf noktanım ve bunu bilen herkeste seni benimle vurmaya çalışıyor. Keşke daha güçlü olup seni koruyabilseydim." Dedi uzun parmakları saçlarımda dolaşırken.
"Güçlü olmana gerek yok, ben yaşadığım sürece sana bir şey olmasına izin vermeyeceğim. Bu yüzden sende benden bir şey saklama. Kötüysen kötü olduğunu bileyim." Dediğimde saçlarımda dolaşan elleri bir anlığına duraksadığında başımı kaldırıp ona baktım. Başımdaki eli yanağıma doğru kaydı.
"Bana söylediğin şeyi sende yapabilir misin?" diye sorduğunda tam ağzımı açıp cevap vereceğin an deponun kapısı büyük bir gürültüyle açıldı. Refleks olarak elim hemen Savaş'ın kucağında duran silaha gittiğinde arkamdaki tanıdık sesle duraksadım.
"Efendim iyi misiniz?" diye sordu Aslan sakin bir ses tonuyla. Arkamı dönüp kapıya baktığımda Aslan ve birkaç adam silahlı bir şekilde içeri girdiler. Aslan'la birlikte toplam 6 kişiydiler.
"Ben iyiyim ama Savaşın durumu pek iyi değil. Ortalık temizse onu bir an önce buradan çıkarmamız gerek."
Çöktüğüm yerden kalktığımda Aslan kafasını olumlu anlamda salladı.
"Temiz efendim."
"İyice kontrol ettiniz mi?"
"Evet."
"Öyleyse Savaş'ı bir an önce buradan çıkarın ve güvenli bir hastaneye götürün. Yanında en az 5 kişi olsun ve Poyraz da yanından ayrılmasın," dediğimde Aslan yanındaki iki adama bir şeyler söyledi.
Adamalar hiç vakit kaybetmeden Savaş'ın kollarının altına girerek ona destek oldular. Tam yanımdan geçerken Savaş dönüp bana baktı.
"Sen ne yapacaksın?" diye sorduğunda endişesi yüzünden belli oluyordu.
"Beni merak etme. Buradaki işi halledip hemen yanına gelmeye çalışacağım," dediğimde bana pek inanmasa da kafasını sallamakla yetindi. İki adam ve Savaş kapıdan çıktığında artık kendimi daha rahat hissediyordum.
"Aslan, Poyraz'a haber ver, hastanede Savaş'ı yalnız bırakmasın ve işini hallettiğinde bana rapor ver."
Aslan başını olumlu anlamda sallayıp arkasını dönerek kapıdan çıktığında Savaş'ın oturduğu sandalyeye oturdum. Kendimi o kadar bitkin hissediyordum ki şu an burada uyuyabilirdim.
Koca depoda yalnız kalmıştım. Etrafa bir göz geçirdim. Bomboş bir beton yığınından farksızdı. Etrafta birkaç çöpten başka bir şey yoktu. Sırtımı sandalyenin sırtına, başımı da geriye doğru yasladım. İyi bir tatile ihtiyacım vardı. Belki de emekli olma zamanım geldi de geçiyordu bile. Erken emeklilik kulağa çok hoş geliyordu.
Her ne kadar bunu istesem de yapamayacağımı biliyordum. Bu şehir bir bataklık gibiydi. İnsan bir kere girdi mi çıkamıyordu. Bense bu bataklıkta batan sayısız insandan sadece biriydim. Diğerlerinden tek farkım artık çıkmak için çabalamıyordum. Bu bataklığı kabullenmiş ve ona göre hareket ediyordum. Böylelikle dibe ulaşmam diğerlerine göre daha uzun sürecek olsa da sonunda varacağım yer dipti.
Bunun farkındaydım ve bunu kabulleniyordum. Diğer insanlar gibi umut tacirliği yapıp insanlara bataklıkta bir goncanın açacağını vadetmiyordum. Burası bir bataklıktı ve kazanacağın tek şey sadece birkaç saniyelik nefesten fazlası değildi.
"Efendim."
Aslanın sesi ben düştüğüm düşünce çukurundan çıkarıp aldığında başımı kaldırıp sesin geldiği yöne baktım. Tam karşımda Aslan ve iki adım önlerinde ise lider, tacizci cüsseli ve kibar çocuk vardı.
"Gizlice kaçmaya çalışırlarken yakaladık. Geriye kalan herkes öldü," dedi Aslan açıklamaya gereği duymuş olmalı ki.
"Vay vay bakın burada kimler varmış," dedim kelimelerin üzerine tek tek basarak.
Liderleri olduğunu düşündüğün adam gözlerimin içine bakıyordu. Eksiye nazaran küstahlığından eser yok gibiydi. Böyle durumlarda insanların ne kadar değişebildiğini seyretmek çok eğlenceli oluyordu. Şimdi eğlence sırası bendeydi.
"Yaklaştır."
Aslan ve diğer iki adam önlerindeki adamların başlarına silah dayayarak bana doğru ilerlemeye başladılar. Liderleri ilerlememek için çabalasa da Aslan zor kullanarak da olsa ilerlemesini sağlıyordu. Zaten ikili bir karşılaşmada adamın Aslan'ın karşısında duramayacağından emindim. Aramızda birkaç adımlık mesafe kaldığında durdular.
"Diz çökün ve benden af dileyin," dedim bacak bacak üstüne atarken.
Biraz önce bana üsten bakan insanların şimdi karşımda bu kadar aciz durması hayatın bir gerçeğiydi. Kendinden güçlü biriyle karşı karşıya geldiğinde onun seni alt edebileceğini bilmeliydi insan ve karşımdaki adamlar yutamayacakları bir büyüklükte bir lokmayı yemeye çalışmışlardı. Şimdi ise o lokma boğazlarında tıkalı kalmıştı.
Cüsseli ve kibar çocuk birbirlerine bakıp hemen dediğimi yerine getirerek dizlerinin üzerlerine çöktüler ama liderleri bedenini daha da dikleştirip gözlerini gözlerimden ayırmadan ayakta durmaya devam ediyordu. Elinde olsa gözleriyle beni yiyecekti sanki.
"Dik başlılık yapıyorsun demek," dedim sakin bir tavır sergileyerek.
Hiçbir şey söylemedi ve yüzüme bakmaya devam etti. Başımla Aslan'a işaret yaptığımda beni anlayarak liderin ayaklarına sert bir tekme indirdi. Tekmenin etkisiyle bir küfür savurup dizlerinin üzerine sertçe çöktü.
"Sürtük," dedi dişlerini sıkarken.
Bu kelimenin beni sinir edeceğini düşünüyordu ama yanılıyordu. Sürtük olarak yaftalanmakta bir problem görmüyordum. Hem karşımdaki adam köşeye sıkışan bir kediydi ve şu an yapabildiği tek şey hırlamaktı. Bu yüzden hiçbir tepki vermeden konuşmaya başladım.
"İlk olarak belirtmeliyim ki ben şiddet yanlısı bir kadın değilim. İstediğim şeyi söyleyen ilk kişi burada kılına bile zarar gelmeden buradan çıkıp gidebilir. Hem arkadaşıma yaptığınız onca şeyden sonra bence bu iyi bir teklif ama eğer ben şiddet severim ve konuşmam diyorsan tabi ona da diyecek bir şeyim yok," dedim ve biraz duraksayarak devam ettim. "Kim için çalışıyorsunuz?"
Cüsseli ve kibar çocuğun kafaları eğik bir şekilde duruyor ve hareket etmiyorlardı. Aslında buradan kurtulmak istedikleri açıkça belli olsa da liderlerinden çekiniyor gibi bir halleri vardı.
Ellerimi kenetleyip bacağımın üzerine sabitleyip her hareketlerini dikkatlice izlemeye devam ettim.
"Zavallısın," dedi liderleri. "Adamlarının arkasına sığınıp sözde güç gösterisi yapıyorsun"
Sözleri duyar duymaz istemsizce kahkaha attım ve kahkaham boş deponun içinde yankılandı.
"Ahh öyle mi düşünüyorsun? Bak şimdi kalbim kırıldı. Demek ki adamlarımın arkasına sığınan bir zavallıyım ha? Desene o zaman senin patronunda büyük bir zavallı. Sonuçta o da direkt karşıma çıkmak yerine adamlarını gönderiyor. Hem ben en azından şu an buradayım değil mi?"
Gözleri fal taşı gibi açıldı ve artık eski sakinliğinden eser yok gibiydi. Şu an karşımdaki adam kırmızı görmüş kızgın bir boğayı andırıyordu ve yuları serbest kaldığı an saldırmaya hazırdı.
"O yükselmek için senin gibi bedenini kullanan bir sürtük değil," dedi tiksinir gibi.
Yapmaya çalıştığı şeyin farkındaydım, sözleri ile beni kışkırtmaya çalışıyordu ama bu boşa kürek çekmekten farksızdı. Yaşamım boyunca bu sözleri sayısızca kez duymuştum.
Çevremde kendinden üstün bir kadın görmeye dayanamayan tiplerden çok vardı ve böyle tipler genellikle onlardan yukarda bir kadın gördüklerinde o mevkiye bedenini kullanarak geldiğini düşünürlerdi. Bu mevkiye bedenimi kullanarak gelmemişti ama gelseydim de bunu sorun etmezdim. Sonuçta bir kadının bedeni etkili bir silah olabilirdi ve eğer bir savaştaysan silah silahtır.
"Eğer o kadar kolaysa belki sende benim altıma girip bedeninle beni tatmin etmelisin. Belki o zaman senide benim olduğum mevkiye çıkabilirim."
Oturduğu yerden hızlıca bana doğru hamle yaptığında Aslan omuzlarını yakalayıp onu tekrar eski yerine oturttu.
"Serbest bırak beni, o zaman kim kimin altına girecek göstereyim sana," dedi burnundan solur bir halde.
Normalde böyle bir kışkırtmaya karşılık vermek sadece vakit kaybıydı ama bugün canım biraz eğlenmek istiyordu. Ayağa kalkıp üzerimdeki deri trençkotu çıkararak oturduğum sandalyenin üzerine bıraktım.
"Bırak," dedim otoriter bir ses tonuyla. Aslan sözümü ikiletmeden geriye doğru çekildi. "Ellerini de çözün," dediğimde lider hemen araya girdi.
"Buna gerek yok seni bu şekilde de alt edebilirim."
Bu adam buraya gelirken yürek falan mı yemişti yoksa beni mi çok hafife alıyordu? Birazdan bu yaptığından çok pişman olacaktı.
"Peki, sen bilirsin bizde teklif var ısrar yok. Eşit bir karşılaşma olması adına bende ellerimi kullanmayacağım ve bu şekilde bana dokunmaya başarırsan buradan sapa sağlam çıkmana izin vereceğim. Ne zaman istersen başlayabilirsin."
Dediğim gibi ellerimi kullanmaya niyetim yoktu hem ihtiyacım da yoktu. Lider oturduğu yerden kalkmak için yeltendiğinde elleri bağlı olduğu için bu pek kolay olmuyordu. Gerçekten daha oturduğu yerden kalkamıyorken bir de bana dayılanması ironiden başka bir şey değildi.
"Aslan şunun ellerini çöz," dediğimde adam bu sefer karşı koymadı.
Aslan belinden çıkardığı bir bıçakla adamın elindeki bantları keserek serbest bıraktı. Lider kalkar kalkmaz bana doğru hamle yaptığında geriye doğru adım atarak hamlesinden kurtuldum. Yaptığım boş hamle yüzünden dengesi bozulmuştu. Şu an bir hamle yapsam kolay bir galibiyet olacaktı ve ben bunu istemiyordum. Biraz daha eğlenmeliydim.
Hiçbir şey yapmadan toparlamasını bekledim. Dengesini tekrar sağladığında bana doğru ilerleyip sağ yumruğunu bana doğru savurdu. Çok yavaş ve savruk bir yumruktu. Bu yüzden de kaçınmam zor olmamıştı.
Ardı ardına yumruklarını savurmaya başladığında hepsinden rahatlıkla kaçındım. Şuan yumruklarına karşılık vermiyor sadece kaçınıyordum. Bu sayede yumrukları git gide daha da kontrolde çıkıyordu. Sinirlendikçe daha da rastgele hamleler yapıyordu ve bu da benim işime gelirdi.
Sağ yumruğunu bana doğru sakladığı da sağ kollumla hareketini boşa çıkarıp sol elimle ensesini kavrayarak avucumun içiyle çenesine ve burnuna bir darbe indirdim. Geriye doğru savrulmadan önce dirseğimle diyaframına sert bir darbe indirdim. Bütün dengesi bozulduğunda ayaklarına çelme takarak sırt üstü yere düşmesini sağladım.
Bu hareketimden sonra kolay kolay yerden kalkamadı ama yine de her ihtimale karşı ayağımı biraz önce dirseğimle vurduğum yerin üzerine koydum baskı uygulandım. Bu hareketim karşısında acıyla kıvrıldı. Kondisyonu kötü olsa da henüz ölmemiştim ve yerde yatan adamda bunun kanıtıydı.
"Altımda olmaya bayılacağını söylemiştim," dedim topuklu ayakkabımı diyaframına doğru bastırırken.
Diyaframına yaptığım baskı yüzünden nefes alışverişleri düzensiz bir hale gelmişti ve bu yüzdende bir şey söylemek için çabalasa da ağzından hiçbir kelime çıkmıyordu. Hem o iğrenç ağzına açsa da kendi yararına bir şey söyleyeceğimi düşünmüyordum.
"Sana eğer onun tek kılına dahi zarar verirsen cehennemin dibine gitsen dahi seni bulup o cehennemin en dibine sokacağımı söylemiştim ama sen ise beni alt ettiğini düşünüp pişkin pişkin bir kılından daha fazlasına zarar verdiğini söyleyip bununla övündün. Yani birazcık bile yaşama şansın vardıysa bile bunu kendi ağzın ile mahvettin."
Sözümü bitirir bitirmez ayağımı kaldırıp karnına sert bir tekme indirdim. Vuruşumun etkisiyle boğuk bir şekilde inledi.
"Ama merak etme, artık bir katil değilim. Bu yüzden de seni öldürmeyeceğim ama sana ölümden beter bir cehennem vereceğim ve her etrafına baktığın ise sana bahşettiğim cehennemle yüzleşeceksin."
Ayağımı karnından çektiğimde kollarını karnında birleştirip cenin pozisyonu aldı. Omuzumun üzerinde arkaya doğru baktım. "Aslan ve yanındaki buraya," dediğimde söylediğimi yaparak ikisi de yanıma geldi. "Aslan sen kollarını tut, sen de ayaklarını tut ve ne olursa olsun sakın bırakmayın."
İkisi de kafasını olumlu anlamda sallayıp emrimi uygulamaya koydu. Aslan kollarını tutup sabitlemeye çalışırken diğer adamda ayaklanır tutmaya çalışıyordu ama lider tekmeler savurup kollarını oynatarak onlara engel olmaya çalışıyordu.
Elimi silah kılıfıma atarak silahımı çıkardım ve havaya doğrultarak bir el ateş ettim. Bir anlığına herkes duraksadığında Aslan bütün gücünü kullanarak adamı hareketsiz hale getirmişti. Hem elleri hem ayakları tamamen kıskaca alınmıştı. Başını kaldırıp bana baktığında silahı yere indirip bir adım ilerleyerek biraz daha başına yaklaştım. Ayağımı anlına dayayıp sertçe bastırarak başını yere sabitledim.
"Hareket etmesen iyi olur maazallah her an topuğum gözüne girebilir değil mi?" dediğimde topuğumu göz hizasına getirerek duraksadım. Ayakkabımın sivri topuğuyla gözü arasında 3-4 santim bir mesafe vardı.
İçimdeki dizginlemeye çalıştığım vahşi bir kadın vardı ve onu ne kadar dizginlemeye çalışsam da yaşanan onca şeyden sonra ona engel olmakta zorlanıyordum. Beynimin içinde keskin bir acı vardı ve bu bir doğum sancısını andırıyordu. Beynimin içindeki diğer kadın kontrolü ele geçirmek için yanıp tutuşuyordu. Ona izin verirsem ne olacağını ben bile kestiremiyordum.
Topuğu yavaş yavaş indirmeye başladığımda lider el ve ayaklarını kurtarmak için çırpınmaya, başını çevirmeye çalışıyordu. Bu beyhude bir çabadan başka bir şey değildi. Ayağımı daha sert bastırıp kafasını sabitledim. Topuğumu biraz daha indirdiğimde gözüne gelmiştim. Hiç duraksamadan ayağımı ittirmeye devam ettim. Ben indirdikçe yerde yatan adamın çığlıkları da aynı oranda artıyordu.
Topuğun göz kapağını geçip yumuşak dokuya geldiğinde çok fazla kuvvet harcamaya gerek yoktu. Çünkü yumuşak doku küçük bir baskıyla bile dağılıyordu. Biraz daha ittirdiğimde gözün beyaz kısmı tamamen ezilmişti. Daha derine gidersem beyni de hasar alabilirdi ve ben bunu istemiyordum.
Topuğumu gözünden çıkardığımda beyaz yapının yarısı topuğuna yapışmıştı ve artık gözünün olduğu kısımda ezilmiş göz kalıntıları vardı.
"Güzel ayakkabılarım mahvoldu," dediğimde adam çoktan kendinden geçmişti. "Bu kadar acıyla dayanamayıp bayıldı mı? Ne can sıkıcı."
Gerçekten çok can sıkıcı bir durumdu. Daha yeni eğlenmeye başlamama rağmen çoktan kendinden geçmişti. Hem artık onla oynasam da pek bir şey ifade etmeyecekti. Diğer adamların tutulduğu tarafa döndüğümde dehşete düşmüş benziyorlardı. Gözleri fal taşı gibi açılmış, yüzleri kireç gibi olmuştu. Yapacak son bir işim kalmıştı ve bunu onlara bakarak yapmak istiyordum.
Silahı yerde baygın şekilde yatan baygın adamın kasıklarının arasına doğrultup bekledim. "Tam iki kere," dedim duraksayarak "Bana sürtük dedi." Sözümü bitirir bitirmez kasıklarının arasına iki el ateş ettim.
"Bu leşi buradan çıkartın ve şehrin merkezine asın. O saldırıda ailesi ölmüş herkese de haber verin," dediğimde hemen iki adam gelip kollarından tutarak dışarıya doğru sürükleyip uzaklaştılar. Peşlerinde sadece kanla kaplı bir iz bırakmışlardı. Bu iz sanki benim hayat yolumu betimliyordu.
O adama ne yaparsam yapıyım içimdeki bu ateş soğumayacaktı ama aile üyelerini kaybetmiş insanlar için bir yem görevi görerek işime yarayacaktı. Çünkü bu o ailelere eğer bana karşı gelirlerse başlarına gelebilecek şeylerin bir göstergesi olacaktı. Bu da kısa bir süreliğine de olsa bir kargaşa çıkmasına engel olacaktı. Bir taşla iki kuş.
Geriye sadece iki adam kalmıştı. Birine verilmiş bir sözüm vardı, bu yüzden onu sona bırakıp diğerine döndüm.
"Çok fazla zaman kaybettim, o yüzden direkt sadede gelelim. Kimin için çalışıyorsunuz?"
Artık onları tehdit etmenin bir anlamı yoktu. Gözlerinin önünde başlarına gelebilecek şeylerin bir fragmanı oynamıştı zaten.
Genç kibar olan ilk olarak yanındaki cüsseliye dönüp baktı. Cüsseli sadece kafasını yere indirmekte yetindi. Sonrada gözlerini gözlerime dikti. Bu kısa süreli bakışmaydı. Gözlerini kaçırıp hemen başını eğdi.
"Eğer beni bırakacağına söz verirseniz size söylerim."
Tavırlarından yaşının daha çok küçük olduğu anlaşılıyordu. En fazla 17-18 yaşlarında olmalıydı. Bana kibar davrandığını düşünürsek onu serbest bırakıp bırakmamak pek de önemli değildi.
"Emrivakilerden hoşlanmam bu yüzden konuş," dedim soğuk ve otoriter bir ses tonuyla. Genç adam bana bakmıyor ve her halinden korktuğu anlaşılıyordu.
"Bizi tutan kişi..." dedi duraksayarak. "Pars Alaz'dı."
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 7.83k Okunma |
331 Oy |
0 Takip |
18 Bölümlü Kitap |