
Kulaklarıma ulaşan bebek kıkırtısıyla beraber elimdeki telefonumu pantolonumun cebine sıkıştırdığımda mutfak tezgâhının üzerinde duran kahve tepsisini alarak yerimden hareketlenmiştim. Bige de Eftal için hazırlamş olduğu mamayla beraber peşimden gelirken salonda bir curcuna hâkimdi.
Bugün öğle saatlerinde cümbür cemaat buraya, Firuze'nin doğumu için bütün aile gelmiştik. Onun için aceleyle gelsek de o biz gelmeden çoktan doğuma girmiş, hastaneden çıkışını bile yapmışlardı. Kendisi de bebek de oldukça sağlıklı gözüküyordu fakat bir sorun vardı ki bebeğin ismi konusunda hâlâ bir noktada uzlaşamamışlardı.
"Çocuğumun bir ismi yok şu an, şaka gibi!" diyerek hayıflanan Firuze'ye güldüğümde bir yandan da kahveleri dağıtıyordum. O, Gediz abiyle geldiğimizden beri bu hâline rağmen bir tartışma içerisindeyken bence de bir an önce bebeğe bir isim koymaları gerekiyordu. Öyle ki bu tartışma biraz daha sürerse çocuğu askere yollayabilirdik.
"Öyle şey olur mu kuzum?" dedi, Defne Teyze. O da onların bu kararsızlığına epey şaşırmış gibi duruyordu. O, bebeğin beşiğinden yavaşça uzaklaşırken, "Gönlünüzden geçen bir şey vardır illa ki."
"Kız olsaydı Bige koyardınız," diyen Bige, bunu büyük bir hevesle söylediğinde aklına ne gelmişti bilmiyordum fakat biçimli kaşlarını çoktan çatmıştı. "Bir dakika," dedi, elini hafifçe kaldırarak. "Eftal'in adı neden Bige değil?" Bakışlarını abisine çevirdiğinde son kahveyi de sahibine vermiştim.
"Eftal'in ismini Firuze koydu," dedi, Gediz abi. "Ama aklıma gelseydi tabii ki buna izin vermezdim."
"Kenan koyun siz de," dedi, Defne Teyze de yerine otururken. Bu, bakışlarımı Kenan'a çevirmeme neden olduğunda bu fikrin sunulmasını beklemiyor olmalıydı. Açıkçası Bige böyle bir fikri ortaya atmasa kimsenin aklına gelmeyecekti. "Amcası gibi yakışıklı zaten, diğer huylarını da alsın."
"Allah korusun," dedi, Turgay Amca. Bu, Kenan'ın göz devirmesine neden olurken dudaklarımdaki sırıtışa engel olamadım. "Hiç düşünmeyin bile."
"Kenan'ın ismini sen koymuştun," diyerek Defne Teyze, oğlunun tarafını tuttuğunda annemle babam gülmüştü.
"Olabilir aslında," Firuze'nin sözleri ilgiyle ona dönmemi sağlarken bu fikir çoktan aklına yatmıştı. "Deli cesareti dışında bütün huylarını alabilir."
"Bence hiç girmeyin o işlere," diyerek konunun asıl muhattabı olan kişi konuştuğunda mavi gözlerimi ona doğru bir kez daha çevirdim. "Anneme katılıyorum, illa ki bir şey düşünmüşsünüzdür."
"Bir dakika ya," dedi, Gediz abi. O, oturduğu yerde dikleşirken annesine baktı. "Amcası gibi yakışıklı derken?" diyerek alıngan bir tavırla bunu sorduğunda dayanamayıp güldüm. Bu gülüşüme herkes ortak olurken, "Çocuk benim çocuğum, benim yakışıklılığımı almış asıl!"
"Kıskanma,"
"Sus lan zibidi!"
"Şşh!" diyerek Defne Teyze, onların bu atışmasına son verdiğinde az önce uykusuna dalan bebiş ağlamaya başlamıştı. Defne Teyze'nin büyük zorluklarla uyuttuğu bebiş, onlar yüzünden uyandığında yanağımın içini dişleyerek bakışlarımı usulca Kenan'a doğru çevirdim. O, annesinin gazabından korkmuş olacak ki yerine sindiğinde Gediz abi de karısının ona bir şey söylemesini beklemeden hızla ayağa kalkıp beşiğe doğru ilerlemişti. "Çocuk gibisiniz."
"Ben yavaştan kaçayım," Kenan, bu sözlerinden sonra yerinden hareketlendiğinde onun Firuze'nin ailesini karşılamaya gideceğini biliyordum. Onlar da Trabzon'dan buraya kadar sadece Firuze için gelseler de biz de hem bebek için hem de bu haftanın sonunda olacak nikâhımız için biraz erken gelmiştik. Açıkçası buraya, böyle cümbür cemaat gelmeyi biz de planlamamıştık fakat Firuze'nin doğumu tüm planı değiştirmişti.
"Ben gidecektim," dedi, Gediz abi.
"Sen otur çocuğunu pışpışla," diyerek Kenan, onu bir kez daha kışkırttığında onların bu çocukluğu karşısında gülmemek için epey direniyordum.
"Biz de kalkalım artık," Babamın bu sözleriyle beraber annemle o, yerlerinden hareketlendiklerinde Turgay amca bakışlarını ilgiyle annemle babama doğru çevirmişti.
"Nereye?" dedi, hayretle.
"Oturuyoruz ne güzel, kalın biraz daha.." diyen Defne Teyze'yi annem yanıtladığında ben de yerimden kalkıp nereye bıraktığımı hatırlamadığım kabanımla ceketimi arayışa çıkmıştım.
"Geliriz canım yine, buradayız nasıl olsa!" dedi, annem de. "Hem Firuze dinlensin biraz, yazık kızcağıza."
"Ay iyiyim ben Yıldız Teyze'ciğim," diyen Firuze'nin sesi kulaklarıma ulaşırken yemek masasının etrafındaki sandalyelerin birinde bırakmış olduğum kabanımı elime aldım. "Oturun lütfen, hem daha çocuğuma isim bulmadık."
Onun bu sözleri beni güldürürken kabanımı omuzlarımdan geçirip masanın üzerindeki çantamı elime alarak kabanımın içerisinde kalan saçlarımı çıkarıp düzeltmiştim.
"Yarın geliriz tekrar ziyarete, hem biz de yorulduk.." dedi, babam. Annemle babam Defne Teyze'lerle vedalaşırken ben de adımlarımı usulca beşiğe doğru ilerletip beşiğin içerisinde kıvranan bebişe baktım. Yeni doğmasına rağmen tombul yanakları direkt olarak göze çarparken yumuk yumuk elleriyle işaret parmağımı kavramıştı.
"Ne güzelsin sen ya?" Gözlerim, mavi ışıltıların olduğu gözlerinde dolaşırken yüzünde huysuz bir ifade vardı. Ara ara gözlerini açıp etrafa bakıyor, nerede olduğunu sorguluyor gibiydi.
Baş parmağımla hafifçe yanağını okşadığımda gözlerini bir kez daha kapamıştı. "Hayırlı olsun tekrardan çocuklar," Babamın bu sözleriyle birlikte usulca bebişin beşiğinden uzaklaştığımda onlar benden önce kapıya doğru ilerlemeye başlamışlardı bile. Defne Teyze'yle Turgay Amca, annemleri geçirmek üzere kapıya yönelirken, "Bir dahaki gelişimizde bebeğe isim koymuş olun mümkünse.." demiştim.
"Merak etme yengeciğim, olaya el atacağım." diyen Bige'ye güldüğümde çantamı omzuma astım. Bu esnada Kenan da ceketini giyerken, "Hayırlı olsun tekrardan,"
"Darısı başına hayatım,"
Firuze'nin bu sözleri içten içe göz devirmeme neden olsa da Kenan duruma el atıp yanıma kadar gelmiş ve onlarla vedalaşarak evden çıkmıştık. Biz evden çıktığımızda annemler de çoktan asansöre binip aşağı inmişti bile. Sanırım beni unutmuşlardı.
O, elini uzatıp asansörün tuşuna bastığında gözlerim de apartmanın beyaz boyalı duvarlarında geziniyordu. Burası sadece dört katlı bir apartman olsa da daireler oldukça büyük ve genişti. Kenan'ın söylediğine göre o da İtalya'da yaşadığı süreç içerisinde bu apartmanda, Firuze'lerin karşı dairesinde kalıyordu. Fakat o, daha İzmir'deyken evi boşaltmış sadece kendine ait birkaç parça eşyası burada kalmıştı. Firuze'nin ailesi Firuze'nin yanında kalacağı için de Defne Teyze, bu durumda Firuze'nin yanında kalmayı gereksiz bulmuş ve bizimle beraber otelde kalmayı tercih etmişlerdi.
"Sen eşyalarını almayacak mıydın?" diyerek ona bir soru yönelttiğimde gelen asansöre binmem için bana öncelik tanımıştı.
"Gitmeden önce alacağım, çok fazla eşyam yok zaten." Benim arkamdan asansöre bindiğinde aşağı kata da basarak asansörün kapılarının kapanmasını sağladı.
"Evi boşaltmana gerek yoktu bence, geldiğinde kalacağın bir yer olurdu." dediğimde onun neden evi bu kadar hızlı bir şekilde boşalttığını biliyordum. Aslında bu konu hakkında konuşmamıştık fakat kendimce düşündüğüm şeyler vardı. Sonuçta o evde eski sevgilisiyle beraber uzunca bir süre yaşamıştı ve o eve bir daha girmek istemediği için de bu konuda bu kadar aceleci davranmıştı. Pekâlâ, bu benim düşüncemdi fakat nedense öyle hissediyordum.
"Seninle yarın dışarı çıkarız," diyerek benim bu sözlerime bir karşılık vermediğinde kaşlarım hafifçe havalandı. Yeşil gözleri gözlerime tutunurken, "Babanla konuşurum ben.."
"Neden konuyu değiştiriyorsun?"
Bakışlarım, onun gözleri arasında mekik dokurken düşündüklerimin kesinlikle farkındaydı ve sırf bu yüzden de bana asla karşılık vermiyordu. Belki kuruntu yapıyordum fakat gerçekten doğru düşünüyor da olabilirdim. Belki de gerçekten geçmişi hatırlamak istemediği için bunu yapmıştı ve eğer onun yerinde olsaydım ben de bunu yapmış olurdum. Kendimi onun yerine koyarak düşündüğüm için de bu konuda bu kadar agresiftim belki de.
Yeşilleri, gözlerimde kısaca oyalandıktan sonra diliyle dudaklarını ıslatıp bu sözlerime bir karşılık verme zahmetinde bulundu. "Ne düşünüyorsan düşünmeyi bırak, Maran."
"Böyle yaptıkça bana, düşündüğüm şeylerin doğru olduğunu hissettiriyorsun," dedim, sakinlikle.
"Sadece o eve girmek istemiyorum hepsi bu," dedi, tane tane. "Bunun altında başka anlamlar aramana gerek yok."
Asansörün açılan kapılarıyla beraber benim bakışlarımdan kaçmayı başarmış olacak ki benden önce asansörden inmiş, ben inene kadar da beklemişti. Aklımdaki paranoyak düşünceler tüm sinir sistemimi altüst ederken asansörden inip adımlarımı hızla apartmanın çıkışına yönlendirdim. O da peşimden ilerlerken bu davranışlarım benden bağımsız gerçekleşiyordu.
Gerçekten paranoyak olabilirdim ve bu korkunçtu.
Hızlı adımlarla apartmandan çıkıp dışarıdaki soğuk havayla karşılaştığımda apartmanın girişindeki merdivenleri inmeye koyulmuştum. Annemle babamın arabada beni beklediğini gördüğümde Kenan'ın arabası da hemen onun önündeydi.
"Geleceğim birkaç saate yanına," diyen sesini, çatık kaşlarımı düzeltmeye çalışarak dinlemeye çabaladığımda aklımda boğuşan düşünceler buna müsaade etmiyordu. "Maran," dedi, yavaşça. Bakışlarım, annemle babamın bulunduğu arabada gezinirken çeneme tutunan parmaklarıyla beraber başımı yavaşça ona doğru çevirmek zorunda kalmıştım. Yumuşacık bakan yeşilleri, soğuktan al al olduğuna neredeyse emin olduğum yüzümde kısaca gezindikten sonra eklemişti. "Saçmalama,"
"Bir şey demedim bile!"
"O aklından neler geçtiğini biliyorum ama." dediğinde dudaklarımı birbirine bastırdım. Bu, onun haklı olduğunu gösterirken tüm soğuğa rağmen parmaklarının sıcaklığı beni ısıtmaya yetmişti. "Baban bizi izliyor olmasa seni öperdim."
"Babamı çok umursuyorsun sanki." Güldü.
"Doğru," dedi, gayet öküzce. Bununla birlikte de başını bana doğru yaklaştırıp dudağımın kenarına fazla özel bir öpücük bıraktığında bu cesaretine artık alışmıştım. Fakat annemle babamın, dikiz aynasından bizi izlediklerine oldukça emin olduğum için yanaklarım bu sefer soğuktan değil sırf bu yüzden kızarmıştı.
"Tamam," dedim, ondan hızla uzaklaşırken. O, babamdan benim kadar korkmadığı hatta hiç korkmadığı için oldukça rahattı. Bakışlarım etrafta dolaşırken, "Gidiyorum ben, beni bekliyorlar."
"Öpücük vermeyecek misin kocana?"
Söylediği şey, saç diplerimden ayak parmaklarıma kadar bir elektrik dalgasının yükselmesine neden olduğunda tüylerim ürpermişti. Bedenim, kullandığı kelime karşısında hafifçe titrediğinde bu şakayı yapmaktan bir türlü bıkmamıştı. Neredeyse günlerdir bu tür şakalar yapıyor, beni yeterince heyecanlı değilmişim gibi daha da heyecanlandırıyordu.
Kollarımı göğsümde birleştirip çenemi hafifçe dikkeştirerek ona baktığımda gözlerinde keyifli parıltılar vardı. "Aldın öpücüğünü, işine bak hadi."
Ona arkamı dönerek aynı hızlı adımlarla biraz ilerideki arabaya doğru ilerlemeye başladığımda onu arkamda bırakmış olmama rağmen yüzümdeki huysuz ifade silinmiş, dudaklarımda bir gülümseme doğmuştu. Buz gibi soğuğa rağmen bana böyle sıcacık duygular hissettirmesi biraz şovdu fakat bundan vazgeçmiyordu.
Ben arabanın arka kapısını açıp koltuğa kurulurken duyduğum motor sesi, onun da bu soğuğa daha fazla karşı koyamadığını gösterirken kapıyı kapatıp arabanın sıcaklığına kendimi bırakmıştım.
"Vedalaşamadınız mı bir türlü? Ne konuşuyordunuz öyle?" diyen annem, bana imalı bir bakış attığında babam elinden geldiğince bizi duymamaya çalışıyor gibiydi. O, arabayı çalıştırıp açık olan navigasyona göre caddeye doğru ilerlediğinde omuz silktim.
"Hiç,"
"Nikâh için bir şeyler eksik falan değil, değil mi?" dedi, ilgiyle. "Bir şey unuttuysan çocuklardan birine söyleyelim halletsinler."
"Her şey hazırdı zaten, bir şey unutmadım galiba.." derken kaşlarımı çatmış, bavuluma koyduğum eşyalarımı zihnimde tarıyordum. "Otele gidince bir bakayım yine de."
"Bak kuzum, halledelim hemen. Bir şey eksik olmasın şimdi."
"Ama bir sorunumuz var," dedim, anneme doğru yanaşırken. O da bana doğru hafifçe yaklaştığında yüzümde bezgin bir ifade vardı. "Cevher Hala'yla Farah Hala kına istiyor!" Kıkırdadı.
"Adet bu ama.. Onları da biliyorsun böyle şeylere bağlılar."
"Anne istemiyorum," Başımı iki yana salladım. "Eğlence falan tamam ama kına istemiyorum! Bir şey yap lütfen."
"Hayatım nişan istemediniz tamam dedik, istemede onlar da olmadı hem.. Kırmayalım şimdi insanları, birkaç saat katlanmaya çalışamaz mısın? O kadar kötü bir şey değil ki, çok eğleneceksin eminim."
Annemin bu sözleri, kollarımı göğsümde birleştirip oflayarak arkama yaslanmama neden olduğunda sanırım bundan kaçışım yoktu. Hatta öyle ki Kenan bile beni kurtaramaz gibi geliyordu.
Belki de annemin dediği gibi eğlenmeyi deneyebilirdim.
🧸🧸🧸
"Güzelmiş evin,"
Elimdeki pizza diliminden bir ısırık aldığımda gözlerim boş evin salonunda geziniyordu. Dışarıda yağan yağmurun sesi, aramızdaki sessizliği doldururken ara ara birbirimize yönelttiğimiz sorularla sessizliğimizi bozuyorduk. Oturduğum yerde, parke zeminin üzerine benim için bıraktığı küçük bir yastıkta saçma bir şekilde rahat hissetsem de o rahatsız olduğumu düşünerek sıklıkla bana rahat olup olmadığımı soruyordu.
Saatler önce, onun bana yaptığı bir teklifle beraber onun evine gelmiş ve birkaç eşyasını toplamasına yardımcı olmuştum. Bu esnada sık sık etrafı incelesem de evde ona ait eşyalar dışında hiçbir şey yoktu. Oysaki buraya gelirken neyle karşılaşacağımı bilmediğim için biraz endişeliyken benim bu kuruntulara son vermem için bana bu teklifi yaptığını da biliyordum. Zaten son günlerde ona bu konuda bolca laf soktuğum için bunu anlamış olmasına şaşırmıyordum.
Gözlerim, salonla bitişik olan mutfağa usulca kaydığında etrafı dört sandalyeyle çevrili olan ufak masa gözüme bir kez daha çarpmıştı. Aslında evi küçük fakat aynı zamanda genişti de. Kapıdan girer girmez seni geniş bir koridor karşılasa da koridoru bitirdiğinde salona ulaşıyordun ve salon da mutfağa bağlanarak buraya oldukça modern bir hava katıyordu. Firuze'lerin evi de böyleydi fakat bu ev bomboş olduğu için ilk kez bu kadar inceleme fırsatı edinmiştim. Salonun en köşesinde yukarı doğru tırmanan merdivenlerden sonra iki oda vardı. Biri ona ait bir odayken diğeri de çalışma odası şeklinde dekore edilmişti.
"Eşyalı hâli nasıldır bilmiyorum ama," dedim, gözlerimi koli koli dizili olan eşyalardan alarak. "Böyle de güzelmiş." O, elindeki kadehten şarabını yudumlarken ellerimi hafifçe birbirine vurarak kırıntılardan kurtulmaya çalıştım. "Ne düşünüyorsun?"
"Hiç," dedi, boşalan kadehini parke zemine bırakırken. Ardından bakışlarını bana çevirdiğinde dudaklarında tatlı bir gülümseme oluşmuştu. "Sana bir şey itiraf edeyim mi?"
Ses tonunda yakaladığım o çocuksu heyecan, dudaklarımın yukarı doğru hareketlenmesini sağladığında dakikalardır bir şeyler düşünüyor olduğunun zaten farkındaydım. "Söyle.."
"Tanıştığımız ilk gece," diyerek konuştuğunda kaşlarım hafifçe havalanmış, söyleyeceği kelimeleri sabırsızlıkla beklemeye başlamıştım. Bir anda içimde yeşermeye başlayan bu merak duygusu onun eseriydi. "Aslında seni o gece ilk görüşüm değildi."
Sarf ettiği kelimeler içimdeki o çocuksu heyecanı daha da coştururken bu söyledikleri merakımı gidermemiş, daha da meraklanmama yol açmıştı. Dudaklarımda aptal bir sırıtış oluşurken gözlerim hafifçe irileşerek onun gözlerinde daha büyük bir merakla dolanmata başlamıştı. Yaslandığım yerden yavaşça doğrulduğumda bu tatlı merakım onu eğlendiriyor gibiydi.
"Nasıl?" dedim, merakla. "O ne demek öyle?"
"Seni daha öncesinde gördüm demek.."
"Kenan.." Başımı hafifçe iki yana sallarken küçük bir çocuk gibi merakla ona sokulmuştum. "Şaka falan yapıyorsun herhalde?"
"Seni burada gördüm, Maran." Yeşil gözleri gözlerimden yavaşça ayrılarak arkasında kalan cama döndüğünde işaret parmağını hafifçe kaldırarak karşı caddeyi göstermişti. Arnavut kaldırımlarında yürüyen tek tük insan gözüme çarparken zihnim de geçmiş zamandaki anıları hızla tarayıp tamı tamına iki yıl önce İtalya'da geçirmiş olduğum o birkaç günü gözümün önüne sermişti bile.
"Tam şurada, tek başına yürüyordun.."
2 YIL ÖNCE
"Burası çok güzel, dönmek istemiyorum." dedim, telefonun karşısındaki sese. Gözlerim, caddelerdeki kafelerde tek tek gezinirken bir yerlere yetişmekte olan insanların kuru gürültüsü vardı. Normal zamanda olsak bu beni rahatsız edecekken şu an oldukça keyif duyuyordum.
Dakikalar önce, biraz yürüyüş yapabilmek adına az ileride bırakmış olduğum otelimden ayrılmış ve kendimi dışarı atmıştım. Hava kasvetli olsa da görünürde bir yağmur yoktu.
"Seni ektiğim için pişmanım," diyen Olcay'a kıkırdadığımda soğuktan donduğunu hissettiğim yüzümü, boynuma doladığım atkıya gömmüştüm. Gezmek için uygun bir mevsimde geldiğim söylenemezdi. "Şu an keşke orada olsaydım, İtalyan erkekleri fenadır şimdi."
"Sorma.." Görecekmiş gibi başımı hafifçe iki yana salladığımda ikimizin de oldukça merak ettiği bir konuydu bu. Onların bu gizemi bir türlü çözülememişti. "İki gün sonra eli boş döneceğim galiba."
Olcay'ın melodik gülüşü kulaklarıma dolarken dudaklarımda hafif bir sırıtış vardı. Bu esnada karşı kaldırımdan buraya doğru geçen bir bedeni gözlerim yakaladığında gözlerim bir süre onun üzerinden ayrılmadı.
Uzun boyuna müthiş bir uyum sağlayan iri bedeni ve geniş omuzlarıyla sanırım istediğimi bulmuştum. Gri takımının üzerine giymiş olduğu yine gri olan uzun kabanıyla gerçekten bir beyefendi imajı çiziyordu. Aramızda epey bir mesafe varken çoktan bir kahve dükkânına girmişti bile.
Pekâlâ, onu bulmuştum.
"Dönmeyeceğim galiba," dedim, kendi kendime. Ardından gözlerimi kırpıştırarak bu yabancı adamı gözlerimle beklemeye başladığımda kendimi bir salak gibi hissediyordum. "Eli boş dönmeyeceğim yani."
"Ne diyorsun, anlamıyorum Maran?" dedi, gülerek. Telefonun ucundan duyduğum sesle kendime geldiğimde bu aptal merakıma engel olabileceğimi sanmıyordum. Topuklu botlarımın arnavut kaldırımlarında bıraktığı o tok sesle beraber kahve dükkânına doğru ilerlemeye başladığımda uzun zaman sonra beni heyecanlandıran bir şey bulabilmiştim. Bulabilmiştim bulmasına fakat ben bu mesafeyi yürüyene kadar kısmetim çoktan kaçabilirdi.
Tam da tahmin ettiğim gibi o, benim birkaç adımım kalmışken kahve dükkânından ayrıldığında elindeki kahveyle beraber ileride duran siyah arabasına doğru ilerlemeye başlamıştı. Önümden yürüdüğü için yine yüzünü görememiş, sadece bu kadarıyla yetinmem gerekmişti.
"Bu İtalyan erkekleri harbi yakışıklı oluyormuş Olcay," diyerek telefonun diğer ucunda merakla bekleyen Olcay'a bir yanıt verdiğimde önümde süzülen bir cismi ilgiyle süzüyordum. "Yani henüz yüzünü göremedim ama arkadan görmem bile yetti, düşün.." Derin bir iç çektiğimde bunu, Olcay'la aynı anda yapmıştık. Bu esnada önümde yürüyen herifin adımları yavaşlar gibi olduğunda başını da hafifçe yana doğru oynatarak bir kedi gibi kulaklarını havaya dikmişti. Sanki söylediklerimi anlamış gibiydi fakat bu umurumda değildi. Anlamış olması işime gelebilirdi de.
"Tadı nasıl anlatsana,"
"Anlatamam görmen gerek." dediğimde o da başını usulca önüne doğru çevirmiş ve son birkaç adım daha atarak cebinden çıkardığı bir anahtarla siyah jeep'ine doğru ilerlemişti. O, arabasına binerek gözden kaybolduğunda omuzlarım yavaşça aşağı doğru düştü.
"Bir aşk daha başlamadan bitti."
GÜNÜMÜZ
"O sen miydin?" diyerek kahkahalarım arasında ona yönelttiğim soruyu gülerek onayladığında başım da gülerken hafifçe yana doğru düşmüştü. "Şaka gibi.." dedim, inanamıyormuşçasına.
Gerçekten de inanamıyordum.
Onunla yıllar önce karşılaşmış fakat birbirimizden haberimiz bile olmamıştı. Pekâlâ bu çok tuhaftı. Onu nasıl tanıyamamıştım? Yüzünü görmemiş olsam bile o gün tanık olduğum o heybeti, sadece onda görmüştüm. Oysaki o günden sonra uzun bir süre o bedeni unutamamıştım bile. Nasıl oluyor da onu hatırlayamamıştım?
"Sen nasıl anladın ben olduğumu? Önümdeydin!" dedim, hayretle. İçimdeki o bitmek bilmez merak, zihnimin bana hatırlattığı o soğuk kış günü ve şimdi, onu ilk kez gördüğüm caddedeki evinde birlikte şarabımızı yudumlarken tüm bunlar bir film sahnesi gibi geliyordu. Onunla şu zamana kadar ailelerimiz dolayısıyla zaten tanışmış olmamız gerekiyordu fakat onu tam bu sokakta görmüş, hatta buralı olduğunu düşünerek aşkımı kalbime gömmek zorunda kalmıştım. Ve şimdi de o, yine dönüp dolaşıp beni bulmuştu.
"Arabaya bindiğimde aynaları kontrol ederken görmüştüm seni," dedi, tüm bu heyecanıma ortak olurken. Yeşillerinde, tıpkı benim duyduğum o heyecan kırıntılarını görürken ikimiz de o güne gitmiştik aslında. "Sen farkında değildin ama bakışlarımız kesişmişti o gün.."
Kalbim, sıcacık duygularla dolup taşarken dudaklarımdaki aptal sırıtış da çenemi ağrıtmış fakat yine de buna engel olamamıştım. Gözlerim, onun eşi benzeri olmayan yeşil gözlerinde dolaşırken onu o gün tanıyamamış olmanın üzüntüsü içerisinde olsam da bugün birlikte olduğumuz için de kendimi çok şanslı hissediyordum.
"İnanamıyorum," Yavru köpek bakışlarım onun yüzünde dolaşırken söyledikleri şaka gibi geliyordu. "Bunca zaman burnumun dibinde olduğunu zaten biliyordum ama bu.. Neden daha önce anlatmadın?"
"Bilmem," dedi, omuz silkerek. O, ikimizin arasında duran şarap şişesine uzanıp önce benim kadehime yöneldiğinde onu izliyordum. "Tanıştığımız gece bir yerden tanıdık gelmiştin ama kesinlikle o gün karşılaştığım o deli kız olduğunu düşünemedim.." Elimi kaldırıp koluna vurduğumda kadehime doldurmakta olduğu şarabın yere dökülmesini son anda engellemişti.
"Sensin deli!"
"Beni İtalyan sandın ha?" dedi, alayla. Bu, bir kez daha gülmeme neden olduğunda ellerimi kaldırıp yüzüme örtmüştüm.
"Beni bozmamış olmana şaşırıyorum," dedim, gülerek. "Arkanı dönüp bana laf sokmanı beklerdim çünkü!"
"Hayallerini yıkmak istemedim," dediğinde o alaycı ifadesi hâlâ oradaydı. En az benim kadar eğleniyor olsa da o gün de tıpkı şimdiki gibi bu durumdan keyif aldığına neredeyse emindim.
"Arabaya binip gittiğinde hayallerim yıkılmıştı zaten." Kaşları havalandı.
"O kadar etkilendin yani?" dediğinde bir kez daha güldüm. Kahkahalarım boş evin duvarlarında yankılanmaya alışmıştı. "Yüzümü bile görmeden hem de."
"Of tamam," dedim, buna bir son vererek. "Dalga geçme benimle."
"O gün de beni epey eğlendirmiştin." Göz devirdim, dudaklarımdaki gülümsemeyle.
"Tahmin edebiliyorum.." dediğimde doldurduğu kadehimi elime almıştım. Neredeyse doğum günümden bu yana -henüz iki haftalık kadar bir süre olsa da- içki içmemiştim ve şu an benim ısrarlarıma dayanamayıp yalnızca bir iki kadeh olmak şartıyla bunu görmezden gelmeyi tercih etmişti. Açıkçası şarap içmek benim için bir bağımlılık olsa da o gün şaraptan dolayı değil, onun kadehinde kalan birkaç yudumluk viskiyi içmemle o hâle gelmiş ve sonrasında da kendimi durduramamıştım. Tabii bu, babamın da bana içkiyi yasaklamasına neden olmuştu. "Acaba o gün tanışsak nasıl olurdu? Yine şu an olduğu gibi etkilenir miydik birbirimizden mesela?"
"Sen etkilenmişsin zaten," diyerek o alay dolu tavrını sürdürdüğünde ona sahte bir öfkeyle bakmaya çalışsam da dudaklarımdan firar eden bir kahkahayla beraber bunu başaramamıştım.
"Kenan!" dedim, uyarıcı olmaya çalışarak. Bunu ne kadar umursamıştı bilmiyordum ama dudaklarındaki o sırıtışla beraber tıpkı benim gibi arkasına yaslanmıştı. "Ciddi ol iki dakika.."
"Tamam tamam," dedi, bir çocuğu kandırıyormuşçasına. Ardından ifadesini düzelttiğinde bakışlarını da bana çevirmişti. "Bilmem, nasıl olurdu?"
"Bence daha romantik bir tanışma olabilirdi,"
"O saçma çarpışmalardan birini mi yaşasaydık yani?" Omuz silktim.
"Olabilirdi."
Yeşil gözlerini devirdiğinde bu fikir çoktan aklıma yatmış, zihnimi geçmişe götürerek hayali bir oyunu oynatmaya başlamıştım bile.
2 YIL ÖNCE
Topuklu botlarımın arnavut kaldırımlarında bıraktığı o tok sesle beraber ilerideki kahve dükkânına doğru ilerlemeye başladığımda sabahın erken saatlerinde caddelerde tek tük insan vardı. Şimdi de henüz midemin boş olması dolayısıyla kendime bir kahveyi ödül olarak görmüştüm.
Kulağımdaki kulaklıktan yayılan yabancı müziğe kendi kendime mırıldanarak eşlik ederken son birkaç adım daha atıp kahve dükkanının kapısını araladım. İçerinin sıcaklığı beni karşılarken dışarıdaki soğuktan kısa bir anlığına da olsa kurtulabilmiş olmanın mutluluğunu kendi içimde yaşamıştım.
Adımlarımı baristaya doğru yönlendirirken kulağımdaki kulaklığı usulca indirmiş, kabanımın cebindeki telefonumu çıkarmaya koyulmuştum. Tam o esnada adımlarım kesildiğinde oldukça sert bir cisme çarpmış, başıma aldığım darbeden dolayı dudaklarımdan bir inilti dökülmüştü.
"Ah," Dudaklarımdan dökülen acı dolu inilti mekânın içerisinde kısık bir şekilde yayılan müziğe karışırken elimi kaldırıp alnımı ovuşturmuş, bir süre sadece kendime gelmeye çalışmıştım. Başıma öyle bir darbe almıştım ki şu an kafamın etrafında civcivlerin dolandığına emindim.
"Mi dispiace molto," (Çok özür dilerim.) diyen bir erkek sesi, kaşlarımı çatmama neden olurken alnımdaki elimi yavaşça indirip başımı hafifçe kaldırarak karşımdaki yabancıya baktım. Benden epey uzun olduğu için başımı ona doğru kaldırmam gerekmişti ve pekâlâ, bu konuşmanın sonunda boynum tutulabilirdi.
Bana bakan yeşil gözleri, ondan aldığım darbeden dolayı şu an perişan bir hâlde olan benim üzerimde gezinirken gözlerim çok kısa bir an onun üzerine dolaşmıştı. Benim neredeyse üç katım olan vücuduna çarpan başımın bu kadar zonklaması hiç şaşırtıcı olmasa gerekti. Belki de daha büyük bir darbe almadığıma şükretmeliydim.
Gözlerim tekrar gözlerine tutunduğu esnada bakışlarındaki mahcupluğu görmüş ve ona mahcup olması konusunda da içten içe hak vermiştim.
"State bene?" (İyi misiniz?)
Buraya özgü olan o müthiş aksanı, şu anlığına beni etkilememişti fakat benim yerimde başka biri olsaydı onun etkileneceğine emindim. Hatta yeşil gözlerinden de öyle.
"Pensa che?" (Sizce?) Çatık kaşlarım altındaki bakışlarım onun üzerinde gezinirken bu kaba tavrı beklemiyor olmalıydı. "Ti sembro stare bene?" (İyi gibi mi görünüyorum?)
"Hai ragione, mi dispiace tanto.." (Haklısınız, özür dilerim.)
Gözlerim onun yeşil gözlerinde kısaca gezindikten sonra çarpışmamızın etkisiyle omzumdan kayan çantamı hırsla düzelttim ve onunla olan göz temasını kesip hızla yanından geçtim. "Hayvan ya," Çatık kaşlarım varlığını sürdürürken adımlarım baristaya doğru tekrar hareketlenmişti ki duyduğum ses, adımlarımın bıçak gibi kesilmesine yol açtı.
"Hayvan mı?" diyen bu ses, kaşlarımın daha çok çatılmasına yol açtığında arkamı hızla dönmeme neden olmuştu. Bakışlarım direkt olarak bu yabancı adamın yeşil gözlerini bulurken aslında pek yabancı değildi. Kaşları alayla havalanmış bana bakıyordu.
"Türk müydün sen?" dedim, şaşkınlıkla öfkenin karışmış olduğu bir sesle. Madem Türk'tü, beni neden bu kadar uğraştırmıştı?
"Hâlâ İtalyan olduğumu mu düşünüyorsun?" diyerek o gıcık tavrıyla bir kez daha konuştuğunda tüm sinirlerim altüst olmuştu bile.
"Madem Türk'tün neden beni uğraştırıyorsun dakikalardır?"
"Kusura bakma, Türk olduğunu anlayabileceğim bir özel gücüm yok." diyerek de bana lafı çaktırmadan yapıştırdığında kaşlarım derince çatıldı. Pekâlâ bu ukalalığı fazlasıyla sinir bozucuydu. "Üstelik özür dilememe rağmen bana kaba davranan sensin, bu durumda asıl sen beni uğraştırmış oluyorsun."
"Tabii ki özür dileyeceksin!" dedim, büyük bir kibirle. Bu sefer onun kaşları çatılırken omzumdaki çantayı düzeltmiştim. "Bana çarpan sendin.. Önüne bile bakamayan birisinin yurt dışına çıkabilmesi büyük bir risk oluşturuyor bakıldığında."
"Hadi ya?" dedi, alayla. Yeşilleri üzerimde çok kısa bir an dolandığında epey öfkeliydim. "Çok önemli işlerim olmasa burada kalıp sana laf yetiştirmek isterdim küçük hanım ama ne yazık ki çok işim var.." dediğinde bana olan hitabı, zaten altüst olan sinirlerimi daha da gerdi.
"Sensin küçük hanım," dedim, sinirle. "Hadsiz!"
"Yeter ama artık," diyerek o alay dolu ifadesinin dağılmasını sağladığımda kaşları derince çatılmış ve o ciddi görüntüsünün anlam kazanmasına neden olmuştu. "Dakikalardır bana söylemediğin laf kalmadı, sabrımı taşırma istersen."
"Senin sabrın taşsa ne olur be?" diyerek çirkefleştiğimde işler iyice yoldan çıkmıştı. O, sabır dilercesine bakışlarını tavana doğru kaldırdığında bu hayali sahnede ikimizin kahkahalarıyla son bulmuştu.
Dudaklarımdan dökülen melodik gülüş; onun gülüşüne karışırken dakikalardır güldüğüm için karnıma bir ağrı ssplanmış, gözümden neredeyse yaş gelmişti. Romantik bir şekilde hayal ettiğimiz tanışma, pek de romantik sonuçlanmamıştı.
"Ya Kenan!" dedim, gülüşlerimin arasında. "Benden etkilenmen gerekiyordu, hep öyle oluyor."
"Niye ben etkileniyorum canım?" dedi, gıcık bir tavırla. Ardından kadehini dudaklarına doğru yanaştırırken ekledi. "Asıl sen etkilenmelisin, benim gibi herifi kaç kere gördün hayatında?" Dudaklarımdan hah diye bir nida döküldüğünde dudaklarındaki sırıtışı büyüdü.
"Yesinler!"
"Yesinler tabii."
Boğazımın gerisinden bir kıkırtı yükselirken buna, çalan telefonunun melodisi karışarak bu eğlenceli anımızı bozmuştu. Ben, dudaklarımdaki gülümsemeyle arkama yaslandığımda o da kadehindeki şarabı tek dikişte bitirip yerde duran telefonunu eline alıp kimin aradığını kontrol etti. Benim gözlerim de telefonunun yanıp sönen ekranına kaydığında yazan isim, uzun zamandır bozulmayan sinirlerimi hızla altüst etmişti.
Arayan kişi, Yasemin'di.
Evet, bu kısmı atlamıştım. Onlar ortak bir amaç uğruna birlikte çalışmaya başlamışlardı. Bu teklifi Yasemin yapsa da bu, zaten Kenan'ın beklediği bir şey olduğu için şaşırmamış ve bu teklifi hiç hoşuma gitmese de değerlendirmişti. Onların ortak bir düşmanı olduğu için beraber çalışmaları oldukça mantıklıydı fakat Kenan'ın gücü tek başına da yeterliydi.
"Niye arıyor bu seni?" dedim, hoşnutsuzca. O, bu söylediklerimi duymazdan gelerek Yasemin'in aramasını reddettiğinde sırf ondan hoşlanmadığım için yanımda telefonunu açmadığını biliyordum. Bunu hep yapıyordu. Hatta mahzene gitmemi istemediği için bile dışarıda görüşüyor, beni ondan olabildiğince uzak tutuyordu. Aslında mahzene gitmemem konusunda yaşanan son olayların da etkisi büyüktü.
"Bilmem," dedi, telefonunu kapatırken. O, daha telefonunu bırakmadan bir kez daha çaldığında gözlerimi devirdim. "Abim.." diyerek kısa bir açıklamada bulunduğunda aramayı çoktan yanıtlamıştı. "Efendim abi?"
Gözlerimi ondan alıp kadehimdeki şarabı tıpkı onun az önce yaptığı gibi tekte içtiğimde biten şarap şişesi daha fazla içmeme şimdilik engel olmuştu. Eğer bir tane daha almış olsaydık kesinlikle onu da tüketir gibiydik. O, önceleri çok fazla sevmemesine rağmen sanırım benimle birlikte içmeye alışmıştı.
"Tamam, geliyoruz şimdi Maran'la.." diyen sesi, başımı ona doğru çevirmeme neden olduğunda hiçbir yere gitmek istemiyordum. Burada onunla kalıp sabaha kadar saçmalamak istesem de söylediklerine bakılırsa gitmek zorundaydık.
O, çok geçmeden telefonunu kapattığında benden önce ayaklanmıştı bile. "Nereye ya?" dedim, mızmız bir çocuk gibi.
"Abimle Firuze tekmiş, bizimkiler dışarı çıkmışlar." derken yerdeki boş şarap şişesini ve pizza kutusunu alarak birkaç adım ilerideki mutfağına yönelmişti. "Bige oradaymış ama çocuklarla baş edemiyorlar anladığım kadarıyla. Firuze de pek iyi değilmiş, abim onunla ilgileniyor." O, birkaç adımda yanıma gelerek ellerimi sıkıca tutmuş, oturduğum yerden beni sadece kendi gücüyle kaldırmıştı. Yerden kalkmak için hiçbir çaba sarf etmesem de yaptığım bu şımarıklıklar hoşuna gidiyordu. "Kaç kilo aldın sen? Böyle değildin sanki," dediğinde sinirlerimi bozamamıştı. Benimle alay ettiği o gözlerinden belli oluyordu.
"Kilo almadım, aksine verdim!" dedim, büyük bir özgüvenle. Bu, kaşlarının havalanmasına neden olurken ellerimi ellerinden yavaşça kurtarıp geniş omuzlarına sarmıştım. Ona dokunurken bile içten içe eriyor, parmaklarımın uçları adeta yanıyordu.
"Az önce pizzaları götürürken verdiğin kiloları almışsındır." Kıkırdadım.
"Çok gıcıksın." Burnum burnuna hafifçe sürttüğünde kalbim çoktan horon tepmeye başlamış, normal ritminin dışına çıkmıştı. Pekâlâ, artık bunun olmaması gerekiyordu. Sonuç olarak ilk kez ona bu kadar yakın olmuyordum.
"Sen de çok güzelsin," diyerek benim kaba sözlerime güzellikle karşılık verdiğinde bir kez daha gülmüştüm. Onun yanında bu kadar çok gülmeye artık bünyem de alışmış sayılırdı.
Dudaklarımdaki gülüş, şımarık bir gülümsemeye dönüşürken ona bir öpücük bahşetmeyi planlıyordum ki o telefonu bir kez daha çalarak aramıza girmiş, ondan uzaklaşmama neden olmuştu. O, yanımdan geçerek yerde duran telefonunu eline aldığında ben de parke zemindeki boş kadehleri alıp mutfağa geçmiştim. Kadehleri suyla çalkalayıp kenara koyduğumda o da telefonunu kapatmıştı. Onu ısrarla kimin aradığını çok iyi bilsem de hiçbir şey söylememiş, sadece beraber evden çıkarak Firuze'lere geçmiştik.
"Sen geç, geliyorum ben hemen." diyen Kenan, o ısrarla çalan telefonunu açarak terasa doğru ilerlediğinde ben de Bige'yle beraber salona geçmiştim. Salondaki o curcuna, daha ilk dakikadan başıma ağrı girmesine neden olurken bir kez daha çocuk yapmayacağım konusunda kendime söz vermiştim.
Firuze, televizyonun karşısındaki kanepede Gediz abinin küçük yardımlarıyla yemeğini yerken ikisi de oldukça yorgun görünüyordu. Açıkçası Firuze'nin ailesi burada kalıp onlara yardımcı olsalar da Firuze bu hâlde bile onları yormamaya dikkat ediyor olmalıydı.
"Hoş geldin Maran," diyen Gediz abiyle Firuze'ye gülümsediğimde beşiğinde ağlamakta olan Alaz'a doğru ilerlemiştim. Evet, sonunda bebişe bir isim koyabilmişlerdi. Aslında Firuze, Defne Teyze'nin ona sunduğu fikri oldukça beğense de hem Bige kıskandığı için kıyameti koparmış hem de Kenan buna müsaade etmemişti. O, Turgay Amca'nın da düşündüğü gibi düşündüğü için, yani sadece ismini değil aynı karakteri alacağına da inandığı için buna karşı çıkmıştı.
"Hoş buldum," diyerek cıvıldadığımda onun yerinden kalkmaması için bebişle ben ilgilenmeyi seçmiştim. Bige; Eftal'le ilgilendiği için de bana tek seçenek kalmış, büyük bir zevkle beşiğe yanaşmıştım.
Gözlerim bir çift yumuk gözle karşılaştığında dudaklarımdaki gülümseme büyüdü, aramızdaki bir büyüymüş gibi onun ağlaması da yavaşça kesildi. Bal rengine kaçan gözlerini babasından aldığı çok açıktı. Arada gözlerini aralayıp etrafa huysuz bakışlar atarken güzelliğinin farkında olduğunu sanmıyordum.
"Onu odaya götürsene Maran," diyen Firuze, gözlerimin irileşmesine neden olduğunda başımı da hızla ona doğru çevirmiştim. "Eftal uyutmuyor çocuğu burada!"
"Ay yok," dedim, hızla. "Ben götüremem, alamam ki kucağıma.." dediğimde bana deliymişim gibi bakmışlardı. "Bir şey olur şimdi, nasıl tutacağımı bile bilmiyorum."
"Ben hallederim," diyen bir ses, beni bu durumdan kurtardığında bu kişinin kahramanım olduğu açıktı. Pekâlâ, ona boşuna kahramanım demiyordum.
Elindeki telefonunu cebine sıkıştırıp yanıma doğru geldiğinde üzerimdeki bakışlar dağılmış, herkes kendi işine dönmüştü. Gediz abi Firuze'yle ilgilenmeye devam ederken Bige de Eftal'i oyalıyordu. Onun o küçük çığlıklarından dolayı uyuyamayan Alaz da oldukça huysuzdu.
Kenan, benim yapamadığım şeyi yaparak beşiğinde huysuzca kıpırdanan Alaz'ı dikkatli bir şekilde kucağına aldığında o güçlü kollarına böylesine tatlı bir şeyin yakışması saçmalıktı. Dışarıdan bakıldığında sert olan o mizacına çok zıt olsa da manzaram güzeldi.
"Gel bakalım sen de," diyerek ikinci bebeğine seslendiğinde bunu bana karşı söylediğini hemen anlamıştım. Yeşilleri kısaca bana uğramış, ardından da adımlarımın onu takip etmesiyle beraber yerimden hareketlenmiştim. O, merdivenleri tırmanarak önümden ilerlerken ben de arkasındaydım. "Kendi çocuğun olduğunda nasıl kucağına alacaksın acaba?" Omuz silktim.
"Onu da o zaman düşünürüz," dediğimde gülmüş, merdivenleri bitirerek Eftal'in odasına beraber girmiştik. Bebişin beşiği aşağıda kaldığı için onu Eftal'in beşiğine yatırmayı düşünüyor olmalıydı.
O; tam da tahmin ettiğim gibi Alaz'ı, Eftal'e ait olan ahşap küçük beşiğe yavaşça bıraktığında onun homurtuları da böylelikle son bulmuştu. "Zor değil aslında," diyerek mırıldandığında o kadar kısık bir tonda bunu söylemişti ki Alaz'ı rahatsız etmemeye özen göstermişti. "Eftal doğduğunda aynı şeyi ben de yaşamıştım," derken bakışları bana döndü. Yeşil gözleri gözlerime uğradığında bir yandan da Alaz'ın beşiğini belli belirsiz sallıyordu. "O yüzden seni anlıyorum ama bunu yenmen gerek."
Sözlerinin altında yatan ima, dudaklarımın hareketlenmesini sağlarken kaşlarım havalandı. "O niye?"
"Bizim de bir çocuğumuz olacak çünkü," dedi, yavaşça. Bu kelimeler, tenimin karıncalanmasına neden olurken yaptığı bu gelecek planı içimi ısıtmıştı. Üstelik onunla geldiğim bu noktaya bakıldığında birkaç gün sonra evli bir çift olacağımızın bir kez daha fakat bu sefer büyük bir aydınlanmayla farkına varmıştım.
Gerçekten evleniyorduk.
Birlikte aynı yatağı, aynı evi paylaşacaktık ve bunu düşünmek bile garip hissetmeme neden oluyordu. Daha önce de onun evinde kalmışlığım olmuştu fakat bu farklıydı. Sonuçta bu sefer onun evi ya da benim evim gibi bir şey olmayacak, bizim evimiz olacaktı. Hâlihazırda eşyaların taşındığı evimiz..
"Söyleme şöyle," dedim, fısıltı hâlinde.
"Ufuk sana yanlış rakam verdi ama," diyerek aylar önce Ufuk'un bana yalandan bakmış olduğu falı hatırlattığında gülerek gözlerimi baydım. Kesinlikle o söylediklerini umursamamıştım. "Biz daha çok yaparız."
"Yok ya?" dedim, alayla. "Bir tane yeter, öyle çok abartmaya gerek yok."
"Dalga mı geçiyorsun Maran?" derken oldukça ciddi görünüyordu. Ben, söylediklerimi kafamda tartarken dalga geçtiğimi düşünmesi normaldi.
"Dört tane olmaz Kenan, unut onu."
"Dört tane olmaz zaten," dediğinde ifadem düzelmişti ki söylediği şeyle beraber kaşlarım hızla çatıldı. "Çok az değil mi?"
"Şaka yapıyorsun herhalde?"
"Ortak noktada buluşamıyoruz seninle."
"Bir tane diyorum!"
"Ben de olmaz öyle şey diyorum."
"Kudurdun iyice," dedim, bu sözlerine karşılık. Ardından konuştuğumuz konunun şu an için ne kadar saçma olduğunu fark ederek başımı hafifçe iki yana salladığımda biz iki gerizekalının evlilikle ne işi olduğunu sorgulamaya başlamıştım bile. "Konuştuğumuz şeye bak Allah aşkına! Kapat konuyu, son sözü ben söylüyorum."
"Son sözü ben söylerim ve sen bunu zamanla öğreneceksin." dediğinde bu kadar keskin konuşması ilk kez dudaklarımı birbirine kilitlememe neden olmuştu. Normal bir zamanda olsak bu söylediklerine karşılık bolca laf sarf eder, baskın tarafın kim olduğunu ona gösterirdim fakat şu an bu söylediklerine o kadar inanıyordum ki tek bir söz söyleme yetimi de kaybetmiş sayılırdım.
Pekâlâ, baskın tarafın kim olacağı hâlâ net değildi. Genelde hararetli tartışmalara girip sonrasında kuzu gibi olsak da sanırım bu ömrümüzün sonuna kadar devam edecekti.
Ne o ne de ben, yenilgiyi kabullenemeyen iki kişiyken bu zorlu bir süreç olacak gibiydi.
🧸🧸🧸
Aynadaki aksi görüntümden hiç olmadığım kadar rahatsızken bir kez daha abartılı bir şekilde oflamış, saçımla uğraşan Olcay'ın göz devirmesine neden olmuştum.
Sabah uyandığımdan beri oldukça gergindim ve bu gerginliğim bir türlü son bulmuyor, her dakika daha da artarak çevremdeki insanları da geriyordu.
Birkaç saate nikâhım vardı ve ben, o güzel hissettiğim günlerimden birinde değildim. Hiçbir şeyden memnun olmuyor, kendimi bir türlü beğenemiyordum. Annem, benim için İzmir'deki ekibini getirse de mutlu değildim. Saçlarım istediğim gibi olmuyor, bana göre hiçbir şey yolunda gitmiyordu. Üstelik gece heyecandan uyuyamadığım için gözlerim şişmişti.
"Ay saçım başım ne hâlde ağlayacağım şimdi sinirden!" diyerek ağlamaklı bir tonda konuştuğumda Olcay bıkkınlıkla saçlarımı bırakmış, Efe'ye attığı bir bakışla beraber onun hemen yanımda bitmesine neden olmuştu.
"Ben senin kadar sabırlı değilim," dediğindeyse Efe gülmüştü.
"Kenan'ı istiyorum, nerede o?"
"En son aşağıda, lobideydi."
"Tamam aşağı iniyorum ben." diyerek yerimden hareketlendiğimde Olcay, ellerini omuzlarıma hafifçe bastırarak beni tekrar yerime oturtmuştu. Bakışlarım onu bulduğunda Efe de saçımdaki dalgaları ince bir tarakla açmaya devam etmişti.
"Saçmalama, inemezsin böyle.. Hem o da hazırlanıyordur şimdi, germe adamı." diyerek beni azarladığında neredeyse ağlamak üzereydim. Nedense bir türlü iyi hissedemiyor, en mutlu günüm olması gerekirken oldukça gergin hissediyordum. Midemde tuhaf bir ağrı vardı ve bu değil tek bir lokma yemeyi, su içmeme bile müsaade etmiyordu.
Sanırım hazır değildim.
'Şımardın sen ha.'
Evet, kesinlikle hazır değildim.
"Yok ben yapamayacağım," dedim, mırıldanarak. Bu, odada benim için koşturan insanların bile duraksamasına neden olduğunda Olcay da gözlerini açıp bana bakmıştı. Bu bakışlar pekâlâ anlamlı olsa da içimdeki bu saçma duygulara anlam veremiyordum. Dün gece heyecandan uyuyamayan benken nasıl oluyordu da şimdi hazır hissetmiyordum. "İptal edelim, yapamayacağım ben."
"Saçmalama Maran," dedi, Olcay bir kez daha. O, şaşkınlıkla bana bakarken çoktan gözlerim dolmuştu. "Aşkım bir iki saate nikâh kıyılacak, ne dediğinin farkında mısın sen?"
"Hiçbir şey istediğim gibi gitmiyor ama!" diyerek carladığımda çoktan gözyaşlarım sel olmuştu. Elimi kaldırıp aynadaki aksimi gösterdiğimde odanın kapısı annem tarafından açıldı. "Şu tipime bak, Kenan beni nikâh masasında bıraksa yeridir yani!"
"Hey hey hey," diyen annem, çattığı kaşlarıyla yanıma doğru ilerlerken Olcay'a ne oluyor temalı bakışını fırlatmıştı. Zaten ağladığım için duraklamasına neden olduğum Efe, annemin bakışlarıyla benden uzaklaştığında hepsi yavaşça odadan çıktı. "Ne oluyor, sorun ne? Neden ağlıyorsun anneciğim?"
"Çok çirkinim, sorun bu!"
"Aa," dedi, annem hayretle. O, ellerini omuzlarıma koyarak aynadan bana bir bakış attığında gözlerimden akan yaşlarla ona bakıyordum. Bu esnada Olcay da bir peçeteyle yaşlarımı silerken annem omuzlarımı sıvazladı. "Nasıl laf o öyle? Çok güzelsin sen."
Başımı iki yana salladığımda gözlerim bulanık görüyordu. Çok az bir vaktimiz kalmışken hiçbir şeyim hazır değildi ve en önemlisi de sorun bendim. Midemde tuhaf bir ağrı varken bunun açlıktan olduğunun farkındaydım fakat tek bir lokma bile yemek istemiyordum.
"Enişteyi çağıracağım," diyen Olcay, gözyaşlarımı silmeyi bıraktığında annem de şaşkınlıkla ağlayan beni izliyordu.
"Hazırlanıyordur çocuk, rahatsız etmeyin şimdi.. Maran'ın da hazırlanması lazım, çok az kaldı." dedi, annem. "Hadi kuzum, sil şu gözyaşlarını toparlan! Ne oluyor, anlat bana."
"Saçım, makyajım hiçbir şeyim olmuyor!" Oturduğum sandalyede bacaklarımı kaldırıp dizlerimi kendime doğru çektiğimde kollarımı da dizlerime dolamıştım. "Hiçbir şey hayal ettiğim gibi gitmiyor.. Regl oldum, her tarafım şişti! Ya elbisem de olmazsa?"
Onlar önce bana, ardından da birbirlerine baktığında Olcay kesin karar vermiş olacak ki usulca adımlarına yön verip odadan çıkmıştı. Onun bu anlamsız buhranımı çözmesi için Kenan'ı çağıracağını biliyordum. Pekâlâ, bu iyi olabilirdi. Çünkü şu an bana iyi gelebilecek tek şey oymuş gibi geliyordu.
"Boşuna üzüyorsun şu an kendini," Annemin beni yatıştırmak için söylediği sözleri ağlayarak dinlerken o da arkamdan çekilip tam önümde durmuştu. "Akıttığın makyajın dışında harika görünüyorsun, üstelik tam olarak hazır değilken bile böyle güzel görünüyorsan gerisini düşünemiyorum!" O, gözlerimi bir peçeteyle silip masada duran metal iki küçük tokayı eline aldığında yaşlı gözlerimle onu izliyordum. "Hem bak Kenan gelecek, görmesin seni böyle.. Gel şu makyajını düzeltelim, üzerini giydikten sonra da Efe saçını halletsin."
"Anne," dedim, çatallı bir sesle. Annem, saçlarımı elindeki tokalarla iki yandan tutturduğunda masada duran envai çeşit kapatıcılara doğru uzanmıştı ki bakışları bana döndü. Onun şefkat dolu bakışları yaşlı gözlerimde dolanırken ağzımdan çıkacak kelimeleri özenle seçmeye çalışıyordum. Bu hissettiklerimi sadece tek bir kelimeyle açıklamak istiyor ve onun beni anlamasını bekliyordum.
"Korkuyorum."
İşte bu tek kelimelik cümlem, sabahtan beri içimde büyüyen o hislere bir tercüman olurken bu duygularımı en iyi açıklayan kelimenin de bu olduğunu ağzımdan çıktığı an fark etmiştim. İçimdeki korku, bugüne kadar kalbimin en ücra köşelerinde sessizce beklemiş ve bugün de kendini göstermişti.
Ben, mutsuz olmaktan korkuyordum.
Öne doğru hafifçe büzülen dudaklarım, bir ağlama krizinin daha habercisiyken annemin anlayışlı bakışları daha da anlam kazanmıştı. O, elindekileri bırakıp derin bir nefes aldığında gözlerimden akmakta olan bir yaşı eliyle yakaladı.
"Ben de korkmuştum," Söylediklerini desteklercesine başını salladığında burnumu çektim. "Çok normal bu, seni anlıyorum.. Aslında hayatına kaldığı yerden devam edeceksin ama bu sefer yanında biri olacak; senin hayatın değil, sizin hayatınız olacak. Çok zor, çok büyük bir sorumluluk ama çok güzel bir şey. Birçok şeyi birlikte yapacak, aynı yatağı paylaşacaksınız.. Her akşam yemeğini birlikte yiyeceksiniz, o birkaç dakika gecikse bile sen kızacaksın. O gelmeden uyumayacaksın bile. Hayatındaki her alanı paylaştığın biri olacak, ömrünün sonuna kadar onunla yaşayacaksın.. Hep o yanında olacak, en zor zamanında bile ilk o yetişecek sana." Elindeki peçeteyle yaşlarımı silmekten usanmadan bir kez daha yanağımdan süzülen yaşı yakaladığında dudaklarında ona çok yakıştırdığım o sıcak gülümsemesi vardı. "Hele bir de seni çok seviyorsa o korkularının dinmemesi için hiçbir sebep yok. Bunlar tatlı heyecanlar, tatlı telaşlar.. Hayatınızın her döneminde olacak. Sadece sen değil o da korkuyor şu an. Çünkü yepyeni bir hayat var önünüzde artık, yeni sorumluluklarınız var. Bu yüzden korkman çok normal birtanem. Korkacaksın tabii ki."
"O da mı korkuyordur?"
"Korkuyordur ama seni mutlu edememekten değil," dediğinde bakışlarım onda takılı kalmıştı. "Başına aldığı belayı fark ettiği için korkuyordur."
Annemin bu beklenmedik sözleri içime adeta su serperken gözyaşlarım arasında dudaklarımdan bir kıkırtı dökülmüştü. Bir anda benim bu ruh hâlimi değiştiren bu kelimelerine içten içe hak versem de Kenan'ın gerçekten bundan korktuğuna neredeyse emindim.
"Hadi toparla kendini," derken saçlarımı hafifçe okşadı. "Git şu yüzünü bir temizleyip gel hazırlığımıza devam edelim, olur mu?" dediğinde başımı yavaşça sallamıştım. "Hem çok az vaktimiz kaldı, oyalanmayalım daha fazla.. Yedin mi sen bir şeyler?"
"Yemedim,"
"Sen banyoya geç, ben de aşağı inip sana yiyecek bir şeyler göndereyim. Bir şeyler atıştır da kendine gel, olmaz öyle."
"Tamam," diyerek yerimden yavaşça kalktığımda annem bana son kez talimatlarda bulunarak odadan çıkmış, ben de banyoya geçerek kendime çeki düzen vermiştim. Yeni bir makyaj için yüzümü güzelce temizlemiş, yanımda getirmiş olduğum birkaç nemlendiriciyi de yüzüme sürerek bu buhranı ifademden silmeye çabalamıştım.
Ben, üstümü giymek için banyodan çıktığımda odanın kapısı biri tarafından açılmıştı. Başımı kapıya doğru çevirdiğim an, karşılaştığım kişi şu an en ihtiyaç duyduğum kişiydi.
Yeşil gözleri, yüzümde kısaca gezindiğinde Olcay'ın ona söylediklerini tahmin edebiliyordum. O, arkasında kalan kapıyı kapatırken çoktan adımlarıma yön verip ona doğru ilerlemiştim bile. Aramızdaki mesafeyi birkaç büyük adımda kapatıp boynuna sarıldığımda parmak uçlarımda yükselmem gerekmişti. Tabii bu esnada zar zor gönderdiğim yaşlar tekrar gözlerime birikmiş, akmaması için ekstra bir çaba sarf etmem gerekmişti.
Onun o güven veren elleri, ince belime dolandığında bir eli dalgalı saçlarımı buldu. İkimizden de çıt çıkmazken koskoca odanın içerisinde büyük bir sessizlik vardı. İkimiz de konuşmuyor, sadece kapının önünde öylece duruyorduk. Açıkçası kendimi toparlayana kadar böyle kalmayı da tercih ediyordum.
"Olcay iyi olmadığını söyledi," diyen o yumuşacık sesi, kolları arasına iyice gömülmeme neden olduğunda parmaklarının belli belirsiz saçlarımda dolandığını hissediyordum. İlk olarak o, yavaşça benden uzaklaştığında yeşil gözleriyle doğrudan temasa geçmiştim. "Ne oldu, anlat bana.. Çözeyim hemen."
"Bir şey olmadı, iyiyim." dediğimde buna pek inanmış gibi değildi. Yeşil gözleri gözlerimde delice dolaşıyor, ağladığımı bilmesine rağmen buna dair emareler arıyordu.
"Ağlamışsın biliyorum," dedi, bu düşündüklerimi dile getirerek. Ellerini kaldırıp yüzümü avuçladığında başımı hafifçe eğip gözlerimi onun gözlerinden uzaklaştırmaya çalışmıştım fakat boşunaydı. O da tıpkı benim gibi başını eğerek gözlerimle temasa geçtiğinde ona karşı koyamamıştım. "Vaz mı geçtin?"
Bu sorusu, bakışlarımın onda takılı kalmasına neden olurken ona bunu düşündürdüğüm için çoktan iç sesimin bana ettiği hakaretlere maruz kalmaya başlamıştım. Pekâlâ, gergin olabilirdim. Hatta çok kısa bir an hazır olup olmadığımı sorgulamış da olabilirdim fakat hiçbir şeyden vazgeçtiğim yoktu. Bunu, onun aklında bile yokken ben ortaya atmış ve onu bu noktaya kadar getirmiştim. Şimdi yaptığım şımarıklık gibi görünse de bu söylediği söz konusu bile değildi.
Yeşil bakışları benim mavi gözlerim arasında mekik dokurken vereceğim en ufak cevabı bekliyor, gözlerimi kaçırsam bile bir anlam çıkarmak için an kolluyor gibiydi.
"Saçmalama," dedim, mırıltı hâlinde. Başımı iki yana salladığımda gözleri bir kez bile gözlerimden ayrılmıyordu. Sanırım onu nikah masasında bırakmamdan korkuyordu. "Vazgeçmedim, vazgeçmem de.. Sadece bugün işler benim istediğim gibi gitmiyor o kadar."
"Doğruyu söyle," dediğinde uzun zamandır çatmadığım kaşlarımı çatarak bugün yakalayamadığım formuma kavuştum. "Maran eğer vazgeçtiysen bunu nikâh masasında öğrenmek istemem.. İstemiyorsan şu an her şeyi iptal edebilirim."
"Tüm bunları söylediğine göre sen vazgeçmiş olmalısın," dedim, hiç düşünmeden. Çatık kaşlarım altındaki bakışlarım üzerinde dolanırken onun da kaşları çatıldı. Benim gerginliğimin bulaşmadığı tek kişi oyken artık bunu başarmıştım. "Baksana, her şeyi iptal etmeye hazırsın bile!"
"Saçmalıyorsun şu an," derken elleri yavaşça yüzümden ayrılmış, benden uzaklaşmıştı. "Olcay, bu konuda tereddütlü olduğunu söylediği için konuşuyorum.. Eğer öyleyse söyleyebilirsin, son dakikayı beklemene gerek yok."
Evet, kesinlikle gerginliğim ona da bulaşmıştı.
"Vazgeçmediysem bile seni şu sözlerinden sonra nikâh masasında bırakabilirim," dedim, carlayarak. "Şu söylediklerine bak! Karın olmam için ölüyordun."
"Ben mi ölüyordum?" diyerek alayla konuştuğunda birkaç saate nikâhı olacak bir çift gibi görünmediğimize emindim. Şu an tartışıyor olmamız saçmalıktı. "Bana, neyi bekliyoruz diyen sendin."
"Sen de hemen kabul ettin!"
"Evet çünkü sana aşığım," dediğinde bu bağırışmamız bu sefer kısa sürmüş, burada son bulmuştu. Beni yumuşatan bu sihirli sözcükleri dudaklarından döküldüğünde o gerginlik de bedenimi usulca terk etmişti. Evet; ikimiz de normal hâlimize kavuşmuş, sabahtan beri bizi tüketen bu saçma histen kurtulmuştuk. Her şeyin bu kadar basit olacağını bilseydim onunla daha öncesinde tartışırdım.
Çatık kaşlarım normal hâlini alırken kalbim eski gümbürtüsüne kavuşmuştu. Odadaki kısa sessizlik yerini kalp atışlarıma bırakırken, "Evet, karım olman için ölüyorum da.." dediğinde aramızdaki o yarım adımlık mesafe yine onun tarafından kapanmıştı. Bu, başımı hafifçe kaldırıp onunla göz temasına girmeme neden olduğunda yeşil gözleri yavaşça dudaklarıma indi. "Vazgeçmedim, buradayım."
Bakışlarım tıpkı onun gibi usulca pembemsi dudaklarına düştüğünde vücuduma bir elektrik dalgası yayılmış, benim gevşememi sağlayacak şeyi bulmuştum. Benim gerginliğimi alabilecek tek kişi oydu ve şu an tartışmamız saçmalıktı.
"Ben de vazgeçmedim," dedim, baskın bir tonda. "Buradayım gördüğün gibi."
"Sorun ne o hâlde?" dedi, anlamıyormuşçasına.
"Gerginim işte, hiçbir şey hayal ettiğim gibi gitmiyor."
"Ne mesela?" derken bu konuyla gerçekten ilgileniyor gibiydi. Gerçekten sorunumu çözmek için gelmiş, beni rahatlatarak bu odadan çıkmayı planlamıştı.
"Gece uyuyamadım, yüzüm gözüm şiş görmüyor musun?" dediğimde gözleri dikkatlice yüzümde gezinmişti.
"Gayet normal görünüyorsun,"
"Anormal görünüyorum,"
"Takacak yer arıyorsun bence," dediğinde haklı olabilirdi. Böyle günlerde en ufak detaya bile takılıp kendime zehir edebiliyordum. O da bunu bildiği için böyle söylüyordu. "Senin için ne yapabilirim?"
"Gerginim," dedim, mızmız bir çocuk gibi. Bununla beraber kollarımı ona doğru kaldırıp sarıldığımda yüzüne alttan bakmak zorunda kalmıştım. Çıplak ayak olduğum için de boy farkımız gözle görülüyordu. "Sakinleştir beni, sana ihtiyacım var."
Yumuşacık bakışları yüzümü turlarken eli bir kez daha yüzüme tırmanmıştı. "Kaçırayım mı seni?" dedi, süper bir fikirmiş gibi.
"Az kaldı, hazır bile değilim. Senin sunduğun fikir bu mu?" Kaşları havalandı.
"Ben de gerginim."
Evet, bunu elimin altında kaskatı kesilmiş olan bedeninden anlayabiliyordum. Aynı duyguları paylaştığımızı biliyordum fakat bu kelimeleri ondan duymak tuhaftı. Hissettiklerini pek fazla dile getirmeyen bir adama göre hem de.
"Bu kadar cümbüşe gerek yoktu, bir nikâh kıyıp geri dönecektik işte!"
"Yine öyle olacak ama sadece birkaç kişi daha fazlayız," dedi, beni yatıştırırcasına. "Sakinleş, hazırlanmana bak.. Tadını çıkar, her şey kontrolümde."
Gözlerim kısıldı. "Sana bunları kim söyleyecek?" Güldü.
"İyiyim ben, senin kadar vahim durumda değilim." dediğinde dalgalı saçlarıma dokunmak için can attığını o yeşil gözlerinde görüyordum. Sırf saçlarım bozulur diye dokunmuyor olsa da ellerinin hareketlendiğinin farkındaydım. "Hiçbir şey olmayacak söz veriyorum, her şey güzel gidiyor. Şimdi ben gideceğim.. Gevşemen için sana bir kadeh şarap göndereceğim ama bu aramızda kalacak tamam mı?" Gözlerime bir onay bekler gibi bakarken hızla başımı sallayarak bu teklifini geri çevirmemiştim. Sonuçta hâlâ cezalıydım. "Hazır olduğunda aşağıda bekliyor olacağım seni."
"Tamam," dedim, bir kez daha onu onaylayarak. O, gözlerime son kez uzunca baktıktan sonra söylediğini yapmak üzere odadan çıkmadan önce dudaklarıma tatlı bir öpücük bırakarak öyle yanımdan ayrılmıştı. Onunla yaptığım bu kısa konuşma bile beni az da olsa rahatlatırken konuşma kısmından çok onun kollarından aldığım o enerji bana güç vermişti.
Üzerimdeki ağırlık onun sayesinde az da olsa hafiflerken olduğum yerde durmayı bırakıp hareketlenmiş, bir an önce hazırlanmak için odanın bir köşesinde tüm ihtişamıyla duran nikâh elbiseme doğru ilerlemiştim.
🧸🧸🧸
Gözlerim, elimdeki telefonumun ekranında gezinirken yüzümde dakikalardır engelleyemediğim bir gülümseme vardı. İçimde zapt edemediğim tüm duygular yüzüme yansımıştı ve buna da engel olamıyordum.
"Al birtanem," diyen bir sesle beraber başımı telefonumdan kaldırabildiğimde bana uzattığı karton kahve bardağını onun elinden yavaşça almıştım.
Bu sabah, dünkü curcunadan sonra ilk kez baş başa kalabilmiş ve dışarı çıkarak kahvaltıya gitmiştik. Önce beraber güzelce kahvaltı yapmış, ardından da bana daha önce hiç gitmediğim o yerleri gezdirmişti. Buraya daha önce bir kez gelsem de bilindik tarihi yapılar dışında hiçbir yere gitme fırsatım pek olmamıştı ve bu yüzden de burada bir iki gün daha kalmaya karar vermiştik. Ailelerimiz bu gece dönüyor olsalar da biz hafta başına dönmüş olacaktık. İşte asıl tüm curcuna da o zaman başlıyordu. Döner dönmez ilk olarak projeyi teslim etmem gerekirken bir yandan da gelinlik için son provayı halletmem gerekiyordu. O işi neyse ki Defne Teyze benim için halletmiş, bana bolca yardımda bulunmuştu. Bana yakışacak o gelinliği kendi elleriyle ve oldukça da özenle dikmişti. Her şey tam istediğim gibi olsa da memnun olmadığım bir konu elbette olacaktı. Farah ve Cevher Hala, anlamlandıramadığım bir istekle kına yapılmasını istiyordu. Üstelik kimseyi kırmamak için de böyle bir şeye kalkışmam gerekiyordu.
Hatırladığım bu şeyle beraber içimde bir sıkıntı oluştuğunda içten içe göz devirmiş, kendimi soktuğum bu durum için de çoktan pişman olsam da bunun bir faydası yoktu. Çünkü herkes önümüzdeki hafta Trabzon'dan İzmir'e geliyordu. Onları en azından Trabzon'da yapılacak olan düğünden Kenan vazgeçirmişti ki bir de bununla uğraşmamız gerekmeyecekti. Zaten yeterince koşuşturmacalı bir süreç olmuşken daha fazla yorulmama onun da gönlü el vermemiş, orada yapılacak düğünün gereksiz olacağını söylemişti. Hâl böyle olunca da kınadan zar zor vazgeçirdiği tatlı halaları, kınanın yapılması konusunda ısrarcı olmaya devam etmişti. Kenan, istemediğim için yine aynı tavrı korumaya devam etse de onları kırmak istememiştim.
Onları kırmak istememiştim fakat şu an bana işkence gibi geliyordu.
Gözlerimi, baktığım nikâh fotoğraflarından zorlukla alabildiğimde telefonumu kapattım. Elimdeki sıcacık kahve, buz gibi olan ellerimi ısıtırken aklımdaki bu düşünceleri hızla savuşturmuştum.
"Beni başka nereye götüreceksin?" diyerek başımı Kenan'a doğru kaldırdığımda adımlarımız oldukça sakin ve yavaştı. Kolunu omzuma atıp beni sarmalamış, elimi sıkı sıkıya tutmuştu.
"Gezmelere doymuyorsun bakıyorum da?"
"E beni şımartan sensin," dedim, üste çıkarak. Bu, dudaklarında bir gülüşün doğmasına neden olduğunda benim de dudaklarım istemsizce yukarı doğru hareketlenmişti.
"Haklısın," dedi, başını ağırca sallarken. "Hata bende, çok şımarttım seni."
"Ha pişmansın yani," diyerek bakışlarımı ondan uzaklaştırdığımda yürüdüğümüz kaldırımda sadece tek tük insan vardı. Havanın kararmasına birkaç saat vardı henüz fakat sokaklar bomboştu.
"Tuzak soru," diyen o mırıltısını duyduğumda kıkırdadım. Bakışlarımı tekrar ona çevirdiğimde aynı anda bakışlarımız birbirini bulmuştu.
"Kenan," dedim, uzatarak.
"Ne?" dedi, tıpkı benim gibi. Gözleri ilgiyle bana döndüğünde caddenin sonundaki eski yapılı büyükçe bir havuzu göstermiştim. Bir efsaneye göre içinden bir dilek geçirip suyun içerisine para atarsan dileğinin kabul olduğuna dair söylentiler vardı. Hatta daha önce geldiğimde de oraya uğramış dileklerimi dilemiştim.
"Dilek tutalım gel," diyerek onun kolları arasından çıktığımda ellerimiz birbirinden ayrılsa da sağ elimi ona doğru uzatıp sıcaklığını kaybetmeyen elini tekrar tuttum. Onu, havuza doğru sürüklerken bana itiraz etmemişti.
"Daha ne dileyeceksin acaba?" dedi, meraklı bir tonda. "Kocan da burada işte.."
Söylediği kelime, vücuduma bir elektrik dalgası yayarken artık buna alışmam gerektiğinin farkında olsam da verdiğim tepki hep aynıydı. "Kenan!"
"Ne?" dedi, bir kez daha. Güldüm.
"Daha çok aşk, daha çok kariyer istiyorum!"
"Daha çok aşk istiyorsan bana söylemen yeterli," dediğinde dudaklarımdan bir kıkırtı daha dökülmüş, bakışlarımı o çapkın bakan gözlerinden zorlukla ayırmıştım. "Kariyeri de hâllederiz bir şekilde."
"Alaaddin'in sihirli lambası mısın sen? Nasıl hâlledeceksin?"
"İhtiyacın mı var sanki tüm bunlara? Zaten en iyisisin." Bu sözleri hiç olmadığı kadar hoşuma giderken başımı hafifçe omzuma doğru eğip ona tatlı bir gülümseme göndermiştim.
"Teşekkür ederim kocacığım," Gözleri kısılırken bunu beklemiyor olacaktı. Tam da bana yaptığı gibi onu beklemediği bir anda yakalamıştım. Bu yaşadıklarımız bir rüya gibi gelse de aslında hiç olmadığı kadar gerçekti. Dün gece odama girdiğim an kendimi yorgunlukla yatağıma bıraktığımda tüm bu olanların bir hayal olmadığını anca anlayabilmiştim.
"Ne dedin sen?" diyerek bir tepkiyi ortaya koyduğunda buna bu kadar şaşırması saçmalıktı fakat aynı duyguları yaşadığımız için onu anlayabiliyordum. Ona hitap etmeme rağmen benim bile kalbim deli gibi çarpıyordu.
"Kocam değil misin?"
"Alacağım bu gece seni koynuma.. O zaman anlarsın kocan mıyım değil miyim?"
"Kenan!"
"Baban için uçağı sabahtan hazırlattım biliyor musun?" dediğinde bu, gülmeme neden olmuştu. Onunla babamın bu atışmaları her ne kadar beni gerse de açıkçası komiklerdi. Dün gece babam neredeyse sabaha kadar otelin lobisinde oturmuş, herkesi lafa tutarak hiç kimsenin odaya gitmesine müsaade etmemişti. Bunu da Kenan'la aynı odada kalmamamız için yapmıştı fakat zaten ikimiz de ayrı odalarda kalıyorduk. Babam sanırım Kenan'a güvenmemiş ve en son Kenan pes ederek tek başına odaya çıktığında ancak rahat edebilmişti.
"Korkarım ki babam hiçbir yere gitmeyip bizimle beraber dönecek," diyerek onun kaşlarını çatmasına neden olduğumda gülmemek için epey direnmem gerekmişti.
"Yok artık," dedi, inanamıyormuş gibi. "Baban, karım olduğunu kabullenemeyecek sanırım."
"Ben bile inanamıyorum, bu çok normal değil mi?"
"Senin inanamaman normal," dediğinde ne söyleyeceğini merak etmiş, bakışlarımı ona çevirmiştim. "Sevişmedik daha ondan."
"Aklın fikrin orada zaten."
"Aylardır bu saçmalık yüzünden benden uzak duruyorsun, tabii ki aklım fikrim orada olacak."
"Sapık herif."
"Sana sapığım sadece." dediğinde başımı iflah olmazmış gibi iki yana sallamıştım. Dudaklarımda onun eseri olan bir gülümseme varken çoktan havuzun önüne doğru onu sürüklemiştim. Onun elini bırakıp omzuma asılı olan çantamı indirdiğimde oldukça heyecanlıydım. Bu tür şeyler gerçekleşmese bile büyük bir inançla bağlıydım ve buna da engel olamıyordum.
"Sen de bir şey dile," dedim, hevesle. O, biraz ötemde durup beni izlerken ellerini kabanının cebine yavaşça yerleştirdi. Bu esnada çantamda bulduğum bozuk parayı çıkardığımda benim hevesim onda yoktu. Bu tür şeylere inanmadığını biliyordum ve bu yüzden de ona daha fazla ısrar etmeyecektim.
"Dileyecek bir şeyim yok benim," diyen o imalı sesi, sırıtmama neden olduğunda bakışlarımı ondan çekip elimdeki bozuk parayı, içimden geçirdiğim sayısız dilekle beraber suyun içerisine atmıştım. Pekâlâ, benim de dileyecek pek bir şeyim yoktu fakat hiç olmazsa eğleniyordum.
"Fotoğraf çekelim mi?" derken çoktan aramızdaki mesafeyi kapatıp bir kedi gibi ona sokulmuştum. Ona, elimi uzattığımda bunu telefonunu vermesi için yapmıştım. "Hadi Kenan, lütfen!"
"Ne kadar fotojenik bir kadınsın sen böyle?" diyerek bana laf soktuğunda onu umursamamış, cebinden çıkardığı telefonu bana uzatmasını beklemiştim. O, telefonunu elime tutuşturduğunda bu huysuz tavırlarını pek umursadığım söylenemezdi. Dünden beri sıklıkla fotoğraf çekildiğimiz için bundan sıkılmış olmalıydı; çünkü o benim gibi pek fotoğraf çekilmeyi sevmiyor, hemen sıkılıyordu.
Elimdeki ona ait telefonun ekranını aydınlatıp kamerayı açtığımda, "Gel yamacıma," Boştaki elimle onu kendime doğru hafifçe çektiğimde ikimiz de kadraja girmiş, telefonu hafifçe kaldırarak doğru açıyı yakalamıştım. "Çok mutlu görünüyorsun," dedim, iğneleyici bir tonda.
O; bu sözlerime karşılık o huysuz ifadesini bir kenara bıraktığında yeşil bakışları çok hafifçe kısılmış, dudaklarına tatlı bir gülümseme kondurmuştu. Gözlerim, telefonun ekranından ayrılıp ona doğru döndüğünde bu şaheser karşısında elim ayağım adeta birbirine dolanmıştı. Tıpkı onunki gibi bir gülümseme benim dudaklarımda da mevcutken onun bakışları da tam bana dönmüş, bu esnada da kameranın tuşuna basarak bu anı ölümsüzleştirmiştim.
Yeşil gözleri mavi gözlerimde kısaca gezindiğinde dudaklarımdaki sırıtış büyüdü. Elimi kaldırıp kirli sakallarının çevrelediği çenesine yerleştirdiğimde parmak uçlarımda yükselerek dudaklarına kapanmış, dudaklarının o eşsiz tadıyla buluşmuştum. İşte bununla beraber midemdeki tenyalar adeta halaya durduğunda kalbim de iyice coşmuştu. Müthiş bir hızla göğüs kafesime çarpıyor, dışarı fırlamak için can atıyordu.
Dudaklarımın üzerindeki dudakları yavaş ve bir o kadar yumuşak bir şekilde hareketlendiğinde çok kısa bir an elinin varlığını belimde hissetmiş, tüm bu hissettiğim duyguları bastırmama pek yardımcı olmamıştı. Aksine bedenim onun kolları arasında tam anlamıyla can vermeye hazır ve nazırdı.
Elimdeki telefonun varlığını unutmadan bir kareyi daha yakaladığımda telefonu indirmiş fakat ondan uzaklaşmamıştım. Bu anın tadını biraz daha çıkarmak, onun kollarında birkaç saniye daha fazla durmak istiyordum.
Üst dudağımı yavaşça kavradığında onun bu yavaş ve fazlasıyla narin olan hareketleri ona daha çok teslim olmamı sağlıyordu. Bana karşı hem yumuşak hem de sert davranmasından fazlasıyla hoşlanıyor, bu iki zıt durumda da aynı duyguları hissediyordum.
Bizim bu romantik ve bir o kadar tutkulu dakikalarımızı bölen şey, cebimde titrediğini hissettiğim telefonum olduğunda çenesini hafifçe okşayan parmaklarım durmuştu. Dudaklarımızın bağlantısı benim ondan yavaşça uzaklaşmamla son bulurken telefonum sessizde olduğu için o bunu duymamış fakat ondan uzaklaşmamdan da hoşnut olmamıştı.
"Telefonum," diyerek ona kısa bir açıklamada bulunduğumda elimde ona ait olan telefonu onun eline tutuşturup cebimdeki telefonumu çıkarmıştım. O, benden uzaklaşarak az önce çektiğim fotoğraflara bakmak üzere telefonunu açtığında ben de kimin aradığını kontrol edip aramayı hızla yanıtladım.
Babamdı.
"Efendim babacığım?" dediğimde Kenan bana kirpikleri altından bir bakış göndermişti. Biz ne zaman yakınlaşsak babam mutlaka beni arıyordu ve Kenan, onun bize çip taktığını falan düşünüyordu. Ki bakıldığında bu doğru olabilirdi de.
"Neredesin Ahu?" dedi, sevecen bir tonda. "Sizi bekliyoruz, ne zaman geliyorsunuz?"
Onun bu sözleriyle beraber boştaki elimi kaldırıp bileğimdeki saatimi kontrol ettiğimde bir saate kadar uçağın kalkacağını fark etmiştim. Bu yüzden de artık dönmemiz gerekiyordu.
"Geliyoruz şimdi, yakındayız zaten." dediğimde otel sadece az ilerimizdeydi. Neredeyse beş dakikalık bir yürüme mesafesi vardı. "Siz hazır mısınız?"
"Ne için?" diyen babam, kaşlarımın havalanmasına neden olduğunda içime düşen şüphe tohumları çoktan yeşermeye başlamıştı bile. "Biz yemeğe bekliyoruz sizi, yakınlarda müthiş bir restoran var bu gece oradayız."
"Anlamadım," dedim, gözlerimi kırpıştırarak. Bu, yanımdaki Kenan'ın da dikkatini çekmiş olacak ki telefonunu kapatıp cebine sıkıştırmıştı. Onun ilgili bakışları üzerimdeyken babamın düşündüğüm şeyleri söylememesi için içten içe dua ediyordum. "Uçağın kalkmasına az kaldı, geç kalmayın sonra?"
Şüpheyle sorduğum bu sorunun cevabı, içimde büyüyen o şüphe tohumlarını yeşertirken tüm hayallerim yıkılmıştı. Kenan'la planladığımız o baş başa geçecek iki gün tamı tamına bir hayal kırıklığı olacaktı.
"Ne uçağı Ahu?" dedi, gülerek. "Buradayız kızım, hep beraber dönmeye karar verdik.. Annen söylemedi mi yoksa?"
Gözlerimi sıkıca yumduğumda önümüzdeki iki günün bana zehir olacağını çoktan anlamıştım bile.
🧸🧸🧸
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 8.81k Okunma |
816 Oy |
0 Takip |
55 Bölümlü Kitap |