43. Bölüm

•XXXXIII•

melek şendur
meelcnmel

Elimdeki robotun sesi mutfağın duvarlarında yankılanırken başımı kaldırıp mutfağın penceresinden dışarıyı kontrol ettim. Yine kasvetli bir hava vardı fakat bu sefer dışarıda sert bir rüzgâr etkiliydi. Saatlerdir süregelen fırtınada yağmur bardaktan boşanırcasına yağıyor; gür, koca ağaçları olduğu yerde bir o yana bir bu yana savuruyordu.

Saatler önce eve gelmek için işten ayrıldığımda daha yavaş bir tempoda devam eden yağmur, ben eve gelene kadar şiddetini arttırmıştı. Bahçedeki korumaları da her ne kadar patronlarının kızacağını bilsem de bunu umursamadan göndermiştim hatta. Şiddetli fırtınayı bahane etmiştim fakat bundan sonrasında zaten onlara ihtiyacımız olmayacaktı.

Elimdeki mikseri tezgâha bırakıp kabın içerisindeki yeşil, fıstıklı kremayı hiç düşünmeden soğumaya bıraktığım kekin üzerine döktüm.

Bu, benim bu geceki spesiyalimdi.

"Yalnız benim fıstığa alerjim var," diyen Kenan, başımı hızla ona doğru çevirmeme neden olurken Onur'la Ufuk'un kahkahası tüm bahçeyi doldurmuştu. Hatta Olcay da onlara katılırken bu beklemediğim tepki karşısında şaşkındım.

"Gerçekten mi?" dedim, hayretle.

"Evet," dedi, büyük bir ciddiyetle. Ben, ona şaşkınlıkla bakarken gözleri birkaç saniye yüzümde gezinmiş ve ardından gülmüştü.

"Yine bahtsızlığım devreye girdi yani," diyerek homurdanmaya başladığımda Firuze konuştu.

"Bence daha romantik oldu," dediğinde çatalımdaki yeşilliği ağzıma tıkmıştım. "Cedric de üzüme alerjisi olsuğu için Chen'e üzümlü kekim diye hitap ediyor mesela?"

"Çizgi film o." dedim, huysuzca.

"Yine de romantik," diyerek direttiğinde dilimi dudaklarım üzerinde gezdirdim. Aslında doğru söylüyordu.

"Daha öğrenmediğim neler var acaba?" dedim, sitemle. "Beyefendinin bir şeye alerjisi olduğunu bile yeni öğreniyorum!"

Gözlerimi daldığı noktadan çekip elimdeki spatulayla kremayı yaydığımda bedenim bir canavar tarafından ele geçirilmiş gibiydi. Ya da içimde bir yerlerde saklanan bir canavardı bu.

Elimdekileri lavabonun içerisine bırakıp hazırladığım tatlıya bir bakış attım. Gayet güzel görünüyordu. Onu elime alıp dolaba soğuması için bıraktıktan sonra ada tezgâhın üzerinde açık hâlde duran bilgisayarım, saatlerdir hiç bıkmadan tekrar tekrar izlediğim videoyu bir kez daha başa sarmıştı.

Her şeyin başlangıcı olan o video.

BİRKAÇ SAAT ÖNCE

"Bence bunları kullanalım," diyerek yanımdaki ustaya yerdeki parkeleri gösterdiğimde yabancı bir ses ikimiz arasına girmiş ve ilgimi o yöne çevirmeme neden olmuştu.

"Maran Hanım?" diyen genç çalışan elindeki küçük kutuyla bana doğru ilerlerken bu aralar fazla hediyeye maruz kaldığımdan dolayı dudaklarım yukarı doğru kıvrıldı. Küçük, siyah bir kutuydu. "Bu size geldi az önce.." diyerek kutuyu bana doğru uzattığında heyecanla elinden alıp inceledim.

"Kimden gelmiş?" dedim, merakla.

"Bilmiyorum, kurye aşağıda çocuklardan birine bırakmış." dediğinde daha da meraklanmış ve ona teşekkür etmiştim. Ardından o işinin başına dönerken ustanın yanından ayrılıp daha tenha bir köşeye geçtim.

Elimdeki kutunun kapağını heyecanla açarken bunun yine Olcay'ın o tatlı sürprizlerinden biri olduğunu düşünüyordum fakat az önce onunla konuşmama rağmen bana bundan bahsetmemişti. Ona dün söylediklerimden sonra çok sevinmiş ve benden bu konuda da desteğini esirgememişti. Bu akşam Kenan'la baş başa yemekteyken bu konuyu ona açmayı planlıyordum. Açıkçası bunun üzerine çok düşünmemiş, sadece bir an önce ona bu haberi vermek istemiştim. Bu yüzden de bugün etrafa fazla neşe saçıyor olabilirdim.

Dudaklarımdaki o engelleyemediğim gülümsemeyle beraber kutunun içerisine bir bakış attığımda küçük gri kaplamalı bir flaş bellekle karşılaşmıştım. Bu, kaşlarımın havalanmasına neden olurken flaşı elime alıp bir süre inceledim. Bu da neyin nesiydi?

Üstelik ben az önce bunun için mi heyecanlanmıştım?

Kendi kendime gözlerimi devirip flaşı kutunun içerisine koyarak kapağını kapattığımda aslında buradaki işim bugünlük bitmiş sayılırdı. Bilgisayarım arabadaydı ve ben, bunun ne demek olduğunu ancak arabaya geçtiğimde öğrenebilirdim.

İçimde büyüyen saçma merak duygusuna daha fazla karşı koyamayarak orada durmayı bırakmış, kısa süre içerisinde usta başına çıktığımı haber vererek şantiyeden ayrılmıştım. Çantamın içerisinden çıkardığım anahtarımla arabanın kilitli kapılarını açtıktan sonra sürücü koltuğuna hızla kuruldum. Elimdeki çantamı yan koltuğa bırakıp arka koltuktaki bilgisayar çantama uzandığımda kendimi küçük bir çocuk gibi hissediyordum. Heyecanla karışık bu merakımın başka bir tanımı yoktu bende.

Bilgisayarımı açıp kutunun içerisindeki flaşı bilgisayara taktığımda ekranda bir görüntü belirmişti. Bu bir videoydu.

Mavi gözlerim ekranda kısaca oyalandığında bu çalışma odası bana oldukça tanıdık geliyordu. Turgay Amca'nın şirketteki odasıydı ve o da kadrajdaydı. Masanın arkasındaki yerinde otururken Kenan da tam karşısında oturup kahvesini yudumluyordu ağırca.

Bakışlarım anlamsız bir hâl alırken çok geçmeden Turgay Amca'nın sesi arabamın içerisinde yankılandı.

"Düşündün mü?" dedi, önündeki dosyaları karıştırırken.

"Aklıma yatmadı pek," diyen Kenan, elindeki fincanı masaya bırakıp babasına döndüğünde bu görüntü pek yeniye benzemiyordu. Sol üstte tarihinden saatine kadar yazarken bu videonun daha onunla tanışmadığım dönemlere ait olduğu belliydi. "Bunun için kızla mı evleneceğim?" dediğinde kaşlarım hafifçe çatıldı. "Ya bana aşık olursa?"

"Kızın da pek niyeti yok zaten böyle bir şeye," Turgay Amca'nın sözleri kulaklarıma ulaşırken ekrana doğru hafifçe eğildim. Kız kimdi? "Adnan," dediği an gözlerimi kırpmayı bile bıraktığımda arabanın içinde çıt çıkmıyordu. Sadece videodan yayılan ses vardı. "Kızının mantık evliliği istediğini söyledi.. Erkek arkadaşı varmış yeni ayrılmışlar."

Pekâlâ bu bendim. Benden bahsediyorlardı ama hiçbir şey anlamıyordum.

"Biliyorsun Adnan'dan böyle bir şeyi isteyemem," dedi, Turgay Amca. "O benim dostum evet ama daha geçen ay tüm borçlarımızı o kapattı. Henüz ona borcumu ödeyememişken bunu isteyemem." dediğinde bu bilmediğim bilgiyle beraber şaşırmıştım. Bunu ilk kez şimdi duyuyordum. "Şimdi de İtalya'daki şirket batarsa mahvoluruz."

"Sen de hayatımızı güvence altına almam için bu kızla evlenmemi mi istiyorsun yani?"

Kenan'ın bu sözleri, sadece arabanın içinde değil zihnimin içerisinde de yankılandığında kaşlarım anlamsızca çatıldı. Duyduklarım, göğsümün üzerine bir şeyin oturmasına neden olduğunda tüm bunları algılamaya çalışıyordum aynı zamanda.

Duyduklarımın doğru olmaması adına titreyen parmaklarımı tuşa doğru uzattığımda işaret parmağımla önümdeki tuşa birkaç kez bastım ve görüntüyü birkaç saniye geriye sardım.

"..Hayatımızı güvence altına almam için bu kızla evlenmemi mi istiyorsun yani?"

Mavi gözlerim ekrandaki görüntüsünü incelerken konuşulanları duyuyordum fakat algılamakta epey zorluk çekiyordum.

"Yarın akşam yemeğe çıkacaksınız, tanışırsın kızla.. Maran iyi kızdır, sana zorluk çıkarmaz."

"O, bu evliliği kabul edecek mi peki?"

"Sen kabul edersen o da kabul eder merak etme."

Hangi ara dolduğunu bilmediğim gözlerimden birer damla yaş yavaşça aktığında video başa sarmıştı. Göğsümdeki ağırlıkla beraber derin bir nefesi ciğerlerime doldurmaya çalıştığımda başarısız olmuş, sol tarafımda derin bir acı hissetmiştim. Bu acı oldukça gerçekti. Tüm bu olanların aksine.

Kalbim derin bir acıyla sarsılırken yaşlar gözlerimden hızla boşalmaya başlamıştı. Ellerimi kaldırıp dudaklarıma örttüğümde video ekranda otomatik olarak oynuyordu. Üstelik her başa sarışında söylenen kelimelere daha da dikkat kesiliyor, her bir nokta zihnimde yapboz parçaları gibi yerli yerine oturuyordu.

Bu konuşma, Kenan'ın İtalya'dan dönüp şirkete ilk geldiği güne aitti. Yani Kenan'ın arabasının anahtarını babasının odasında unuttuğu o gün. Bizim tanışmamızdan bir gün önce. Ben, tüm gece boyunca onun benden hoşlandığını düşünürken üstelik kendimi ona teslim etmişken her şeyin bir kurmacadan ibaret olduğunu daha şimdi öğreniyordum.

Başımı, tüm bu olanlara inanamıyormuş gibi iki yana salladığımda gözlerimden akan yaşlar bunun şiddetiyle savrulmuştu.

"...Kabul edecek mi peki?"

"Sen kabul edersen o da kabul eder merak etme."

En başından beri her şey bir oyundu ve ben çok büyük bir ihanete uğramıştım. Hem de aşık olduğum adam tarafından. Şu ana kadar çok iyi tanıdığımı sandığım adam, beni bunca zaman kandırmıştı. Üstelik amacına ulaşmış, benimle istediği o evliliği yapmıştı.

Kendimi aptal gibi hissediyordum.

Her şey benden habersizce gerçekleşmişti ve benim ruhum bile duymamıştı.

Bulunduğum durum acınasıydı fakat her şey bu kadar basit olmayacaktı.

ŞİMDİ

Dalan bakışlarımı bilgisayarın ekranından çekip ada tezgâhın önündeki taburelerden birine yavaşça oturduğumda gücüm yoktu. Sırtıma taşıyamayacağım bir yük binmişti ve ben kendimi bırakmamak için direniyordum.

Dolu gözlerimi kırpıştırarak gözyaşlarımdan kurtulmak için çabaladığımda bu benim için zordu. O videoyu izledikten sonra arabayı nasıl kullanmış, nasıl eve gelmiştim bilmiyordum ve hatırlamıyordum da. Eve geldiğimde de aynı videoyu defalarca izlemiş, benim bu yaşadığımın bir ihanet olmaması için kendime en ufak bir umut ışığı aramıştım. Fakat her şey açık ve netti.

Ben ihanete uğramıştım.

Önümdeki bilgisayarı sertçe kapatıp videonun kesilmesine neden olduğumda o sesler kafamın içerisinde yankılanıyordu. Her şeyi doğru duymuştum ve bir şeyin bu kadar doğru olması ilk kez bu kadar canımı yakıyordu.

"Sevgilim?" diyen aynı sesi duyduğumda elimi kaldırıp ıslak gözlerimi yavaşça silmiştim. Kendime saniyeler içerisinde çeki düzen verip yüzüme sahte gülümsemelerimden birini yerleştirdiğimde çok geçmeden mutfağın kapısında göründü.

Üzerindeki gri takımıyla o her zaman olduğu gibiydi. Sıcacık bakan yeşil gözleri ve normalde ona bakan her kadının etkileneceği gülümsemesiyle gayet yakışıklı bir adamdı. Ancak benim için artık öyle değildi. Bakışlarının ardındaki niyeti artık açıkça görüyordum ve geçirdiğimiz zamanlarda kolaylıkla kandığım bu sevgi dolu bakışları artık hiçbir anlam ifade etmiyordu benim için.

Tek hissettiğim saf öfke ve hayal kırıklığıydı.

Sonsuza dek onun, benim için sadece bir süper kahraman ve aşık olduğum adam olarak kalmasını istemiştim. Fakat işler hiçbir zaman istediğimiz gibi gitmiyordu.

"Hoş geldin," dedim, o bana doğru ilerlerken. Dudaklarımdaki gülümsemeyle beraber sağ kolumu ona doğru kaldırdığımda beni geri çevirmedi her zaman olduğu gibi. Güçlü kollarını, onun yanında her daim savunmasız olan zayıf bedenime doladığında ceketinden yayılan hoş kokusunu solumamaya çalışıyordum.

Kahretsin ki hâlâ zayıf noktamdı.

İşte o böyle zehirli bir adamdı.

Yumuşak dudaklarının baskısını yanağımda hissettiğimde bir kez daha dolan gözlerimi o fark etmeden hızla silip ondan uzaklaştım. Hâlâ kokusunu solumamak için nefesimi tutarken önce ada tezgâhın üzerinde duran bilgisayarıma, ardından da etrafa bir bakış atmıştı. "Yemek mi yaptın yine bana?" Başımı salladım hevesle.

"Evet," dedim, kirli sakallarının çevrelediği yanağını hafifçe okşarken. "Çok güzel bir tatlı yaptım, bayılacaksın."

Evet, gerçekten bayılacaktı.

Ciddi anlamda hem de.

Yeşil gözlerindeki ifade yoğunlaşırken başını hafifçe omzuna doğru yatırıp gözlerime baktı uzunca. Ardından elini kaldırıp topladığım saçlarımdan yüzüme doğru düşen tutamlarımı işaret parmağıyla nazikçe ittirdi. "Elinden ne olsa yerim.." dedi, o sıcak bakışlarıyla.

Nasıl böyle güzel oynayabiliyordu?

Nasıl oluyordu da sevmediği bir kadına böyle bakabiliyordu?

Zihnimde dönüp duran bu zehirli düşünceleri şimdilik umursamamaya çalışarak elimi onun yüzünden çektim. Bütün bunları düşünüp kafayı yiyecek zamanım bolca olacaktı fakat şu an bunun sırası değildi. "Hadi git sen bir duş al, sonra da yemek yiyelim beraber.. Sana müthiş haberlerim var." Kaşları havalandı.

Dün karar verdiğim üzere bu gece için belli bir amaç uğruna böyle bir yemek organize etmiştim fakat işler istediğim gibi gitmemişti. Bilmemem gereken şeyler öğrenmiş, bu gece amacından sapmıştı.

"Neymiş o müthiş haber?" diyerek merakla konuştuğunda omuz silktim.

"Yemekte söylerim."

"O zaman," dedi ve parmaklarıyla çenemi kavrayarak bu sefer sol yanağımı öptü. Saatlerdir bastıramadığım o bulantı hissi tekrar açığa çıktığında bu sefer direnmem gerekmişti. Eve gelir gelmez direkt kendimi banyoya atmış ve sırf bu yüzden dakikalarca banyoda kalmıştım. "Ben bir duş alıp geleyim."

"Tamam," diyerek onu başımla onayladığımda mutfaktan çıkmıştı. O mutfaktan çıkar çıkmaz yüzümdeki gülümseme hızla silindiğinde çalan telefonumun melodisi de mutfağın duvarlarında yankılandı. Ekranda yanıp sönen isim, tüm bu olanları daha kolay sindirmeme yardımcı olacak kişiydi. Kurtarıcımdı.

Benim babamdı.

"Ahu?" diyen gergin sesi kulaklarıma dolduğu an bulunduğum kapkaranlık kuyuya bir ışık uzatmıştı.

"Baba," dedim, savunmasız bir sesle.

"Hâlâ o evde misin? Gelip alacağım seni, topladın mı eşyalarını?" diyerek konuştuğunda görecekmiş gibi başımı iki yana salladım.

Bana gelen o sürpriz (!) kutu babama da gitmişti ve tüm bu olanları babamla aynı anda öğrenmiştik. Ben hâlâ şokun etkisindeyken babam beni defalarca aramış fakat ben, o esnada olanları algılamaya çalıştığım için çalan telefonumu duymamıştım bile. Ancak kendime gelebildiğimde ona geri dönüş yapmış ve bunun sonucunda da önce onun öfkesini dindirmem gerekmişti. Telefonu açar açmaz büyük bir öfkeyle karşılaşmıştım ve uzun bir süre onu, buraya gelip beni almaması için ikna etmeye çalışmıştım.

"Ahu bak, beni dinle.." dedi, dizginlemeye çalıştığı sesiyle. Emindim ki şu an evin koca salonunda bir o yana bir bu yana gidip geliyordu. Babam, bu ilişkiye sıcak bakarken bu olanlar beni olduğu gibi onu da hayal kırıklığına uğratmıştı. "O adamla bir dakika bile aynı evde durmanı istemiyorum tamam mı? Ben şimdi yola çıkıyorum gelip seni alacağım!" diyerek keskin bir biçimde bu sözleri sarf ettiğinde ona bir cevap vermemi bile beklemeden telefonu kapatmıştı. Bununla beraber derin bir nefes almaya çalışırken oturduğum yerden kalktım. Ardından da ada tezgâhın üzerinde duran iki kadehi elime alıp salona geçtiğimde hazırlamış olduğum yemek masasına onları yerleştirmiştim.

Tüm bunlara en az babam kadar ben de son vermek istiyordum.

Dakikalarca salondaki yemek masasıyla uğraştığımda her şey tam istediğim gibi olmuştu. Dışarıdaki sağanak yağmur devam ederken koskoca salonda sadece yağan yağmurun cama çarparak bıraktığı ses ve şöminede yanan odunların çıtırtısı yankılanıyordu. Aslında bakıldığında gayet huzurlu bir ortamdı fakat tüm bunların aksine içimde büyük bir huzursuzluk vardı.

Ben kâselere sıcak çorbayı doldururken o da aşağı inmişti. Beraber her zaman olduğu gibi huzurla, sevgi dolu (!) dakikalar geçirmiş, yemeğimizi güzelce yedikten sonra -ki ben doğru düzgün hiçbir şeye dokunmamıştım- tekrar mutfağa geçmiş ve dolaptan tatlıyı çıkarmıştım. Tatlıyı tezgâhın üzerine bırakıp bir süre sadece düşündüğümde bunu yapamayacağımı biliyordum. İntikam duygusu bedenimi ele geçirmişti fakat bunu yapıp kendimi yok sayamazdım. Bu yüzden hiç düşünmeden tezgâhın üzerinde duran tatlıyı alıp çöpe döktüğümde bu yaptığımdan pişmanlık duymuyordum. Onun kadar kötü olamazdım.

Ada tezgâhın üzerinde duran bilgisayarımı alıp içeri geçtiğimde midem bulanıyordu. Kalbim sıkışıyor ama bir türlü duygularımı açık edemiyordum.

"Müthiş haberlerim var dedin," dedi, soru sorarcasına. Bu esnada da bilgisayarımı açıp onun önüne bıraktım. O, beni meraklı gözlerle izlerken yüzümdeki ifade donuktu. Masaüstündeki dosyaya tıklayıp saatler önceki videoyu açtığımda geri çekilip bir iki adım geriledim. "Bu ne?" derken bakışları kısıldı ve oynat tuşuna bastı.

"Biliyorsun Adnan'dan böyle bir şeyi isteyemem..O benim dostum evet ama daha geçen ay tüm borçlarımızı o kapattı. Henüz ona borcumu ödeyememişken bunu isteyemem. Şimdi de İtalya'daki şirket batarsa mahvoluruz."

"Sen de hayatımızı güvence altına almam için bu kızla evlenmemi mi istiyorsun yani?"

Kenan'ın bilgisayardan yayılan sesi, sessiz salonda bir yankı bıraktığında onu ifadesiz yüzümle izliyordum. Başta meraklı olan ifadesi dağılmış, bariz bir şekilde gerilmişti. Kaşları hafifçe çatılmışken yüzü gergindi. "Asıl benim sormam gerekiyor," dedim, video başa sararken. O da hâlâ ekrana bakıyor, bakışlarını bana çevirmeye çekiniyordu. Bu kadar şeyden sonra utanabiliyor olması güzeldi. "Bu ne?" Ses tonum oldukça dingin bir tondayken birazdan kıyametin kopacağını bilmiyordu fakat kendini hazırlasa iyi olurdu.

Sözlerim evin duvarlarında yankılanırken içerisi adeta buz kesmiş, evin sıcaklığı yerini soğuk, kasvetli bir havaya bırakmıştı. Saatlerdir ona içimdekileri dökmemek için büyük bir çaba gösterirken bu kadar dayanmam bile bir mucizeydi. Bana yaptıklarına ve söylediği yalanlara karşı yeterince tepkisiz kalmışken bu kadarı yeter de artardı. Artık buna son vermenin zamanı gelmişti.

Gözlerim, onun yüzünde gezinirken ayaklanmış ve önündeki bilgisayarı kapatıp konsolun üzerine bırakmıştı. Tüm bunları yaparken sakindi. O, bedenini bana doğru çevirip gözlerinin gözlerimle temasa geçmesini sağladığında onu izliyordum. Gözlerine çok değil, sadece birkaç saniye baktığımda gözlerinde korku ve endişeyi çok net görmüştüm. Bu duygu ona hiç yakışmasa da daha beter olmasını tüm kalbimle diliyordum.

"Maran," dedi, bana doğru bir adım atarken. "Dinle beni," dediğinde bilmem farkında mıydı ama sesini duymaya bile tahammülüm yoktu.

Gözlerim usulca gözlerinden ayrılıp etrafta kısaca gezinmiş, tekrar onun gözlerini bulmuştu. "Siktir git, Kenan.. Duydun mu beni? Eşyalarını toplayıp gitmen için sadece beş dakika veriyorum, iyi değerlendirmeni öneririm. Aksi takdirde seni kapının önüne ben koyacağım!"

Sonlara doğru yükselen sesim, halsiz bedenimin bu gücü nereden aldığını bana sorgulatsa da içimde bir dev gücü vardı. Ortalığı yakıp yıkacak derecede kendimi güçlü görüyor, bir o kadar da öfkeli hissediyordum.

Yeşil gözlerini usulca kırpıştırıp elini az önce kalktığı sandalyeye yasladığında daha fazla rol yapacak gücü kendinde bulamamış olmalı ki başını hafifçe öne doğru eğmiş, gözlerini yumup dudakları arasından bir soluk bırakmıştı. Zaten daha nereye kadar rol yapabilirdi ki? "Önce beni dinle, lütfen." dedi, bir kez daha. Güldüm öfkeyle.

"Seni dinlemek falan istemiyorum ben," Başımı iki yana salladım. "Neyini dinleyeceğim? Bana söylemediğin yalan kalmadı, neyini dinleyeceğim ben senin? Daha ne yalanlar söyleyeceksin kim bilir?" Bağırışım öyle güçlüydü ki boğazım yırtılacakmış gibi hissediyordum.

Bu sözlerimle beraber bana doğru bir adım attığında ben de geriye doğru adımlamış, onun adımlarının durmasını sağlamıştım. Elini hafifçe kaldırıp masayı gösterdiğinde, "Otur şuraya, konuşalım lütfen." dediğinde benimle dalga geçtiğini düşünüyordum. Eğer bir kamera şakası yapıyorsa komik değildi. "Beni dinlemeden yanlış kararlar verme."

"Oturayım öyle mi?" dedim, alayla. Çenemi hafifçe dikleştirdiğimde eli yavaşça aşağı doğru düşmüştü. Benimle başa çıkamayacağını biliyordu fakat boşu boşuna efor sarf ediyordu. "Tabii hemen," İki büyük adımda masaya doğru yönelip tek bir hamleyle beyaz masa örtüsünü çektiğimde masanın üzerinde bulunan her şey yere düşerek tuzla buz olmuş, içeride büyük bir gürültü kopmuştu. Zeminde yankılanan tabak çanak sesleriyle birlikte parmaklarım arasındaki örtüyü sertçe bıraktığımda öylece beni izliyordu. Dönüştürdüğü kişiyi gözünü kırpmadan izliyordu.

Durmadım, masanın etrafında duran beyaz boyalı sandalyelerden birini kendimden beklemediğim bir güçle kaldırıp karşı duvardaki içki dolabına doğru fırlattığımda neredeyse tüm içki şişeleri kırılmış, bir kısmı yeri boylarken bir kısmı da devrilmişti. Yerdeki cam kırıkları ve şişeleri kırıldığından dolayı yere damlayan şaraplar, bir kan gölü gibi görünürken buğulanan gözlerim bu hengamede yine onun yeşillerini buldu. Şu an onu bile öldürebilirdim fakat o yerinden kıpırdamıyordu.

"Ya ben sana inandım," dedim, sesimin titremesine engel olamayarak. Ardından bir kez daha adımlarıma yön verip tam karşısında durduğumda ağlamamam gerekiyordu. Ağlayıp onun karşısında aciz durmamalıydım. "Sana güvendim! Aşık oldum ben sana aptal!" Sözlerim, onun yeşillerinin ince bir tabakayla kaplanmasına neden olduğunda gözlerimi kırpıştırıp gözlerimin buğusundan kurtulmaya çalıştım. "Tüm bunları bile bile beni kandırdın, inanamıyorum sana! Nasıl yapabilirsin bunu?"

"Bildiğin gibi değil yemin ederim," diyerek konuştuğunda gözyaşlarım arasında gülmüştüm. Bu, alaylı bir gülüş olsa da acınacak durumda olan bendim. "Bir izin ver konuşayım, anlatayım sana her şeyi."

"Anlatma," dedim, direnerek. "İstemiyorum, bana bir şey anlatma!" Elimi kaldırıp tişörtünün sardığı göğsüne sert bir şekilde vurduğumda geriye doğru hafifçe sendeledi, arkasında kalan konsola çarptı. Bir kez daha onun göğsüne vurduğumda gözlerimden akan yaşlara engel olamıyordum. "Aptal olan benim ama.. Senin hiçbir suçun yok."

"Maran," dedi, içi gidiyormuş gibi. Dolu gözlerim, onu bulanık görmeme neden olsa da onu görmek istediğimi de pek sanmıyordum. "Yalvarırım dinle beni.. O teklifi kabul ettiğimde seni tanımıyordum bile! Seninle tanıştığımızda da çoktan vazgeçmiştim."

"Neden?" diye bağırdığımda elini kaldırıp yüzünü sertçe sıvazlamıştı. "Neden bana söylemedin, neden?"

"Söyleyecektim," dediğinde havada olan elimi onun yüzüne doğru savurmuş, tenin tene çarpma sesi, onun kelimeleri arasına bir mesafe koymasını sağlamıştı. Başı hafifçe yana doğru düşerken avucum ona vurduğum için yanıyordu. O kadar güçlü bir tokat atmıştım ki benim canım bile yanıyordu. Bir kez daha havada olan elimle yüzüne doğru bir tokat daha savurduğumda içim bir türlü soğumuyordu. Beni bu duruma getirdiği için ona kızgındım. Üstelik bu kızgınlık son bulmayacak, öfkem dinmeyecekti.

"Söyleyecek miydin?" derken bir ejderha gibi ortalığa alevlerimi saçıyordum. O ise gözlerini gözlerimle buluşturmakta ilk kez bu kadar zorlanıyordu. Parmaklarımla sertçe çenesini kavrayıp yüzünü kendime doğru çevirdiğimde dolu gözleriyle karşılaşmıştım. "Ağlıyor musun?" dedim, sahte bir üzüntüyle. Mavi gözlerim onun yeşillerinde gezinirken gözlerini bir kez daha benden uzaklaştırmıştı. "Ağlama, senin üzülmeye hakkın yok ki!"

"Her şey gerçekti," dedi, tane tane. Sözleri bir mırıltı gibi dudaklarından dökülürken ne ona ne de bu sözlerine inanmak istiyordum. Artık onun sevgi dolu sözcüklerine, o kahrolası bakışlarına kanmamam gerekiyordu. Hiçbir şey gerçek değildi, bütün her şey yalandan ibaretti. "İnan bana, Maran." Başımı iki yana salladım hızlıca. "Sana yemin ederim hiçbir şey yalan değildi."

"İnanmıyorum," Bu, onun bakışlarının darmaduman olmasına neden olurken tek kelimelik cümlem onu hiç olmadığı kadar etkilemişti. Dolu gözlerinden bir damla yaş süzüldüğünde onu ilk kez bu hâlde görüyordum. İlk kez onu ağlarken görüyordum ama o bir oyuncuydu. Büyük bir oyuncuydu hem de. "Senin hiçbir şeyine inanmıyorum ben! Bu sahte gözyaşlarına da öyle!"

"Her şeyin yalan olduğuna nasıl inanabiliyorsun?" derken o gözlerini gözlerime çevirmiş, bana sorgulayan bakışlarla bakmaya başlamıştı. "Bunca zaman," dedi, gözleri sanki son kez yüzümde geziniyormuşçasına. Az önce bakamadığı kadar çok bakıyordu gözlerime. Sanki veda edecekmiş gibi.

Bu düşünce, tüm bunlara rağmen canımı yakarken gözyaşlarım hızlanmıştı. Onunkisinin aksine benim sevgim oldukça gerçekti ve şu an ona veda etmek çok zor geliyordu.

Hâlâ ona aşık olacak kadar aptaldım.

"Bunca zaman birlikteydik.. Eğer sana hissettiklerim bir yalandan ibaret olsaydı çoktan arkamı dönüp gitmiş olacaktım."

"Seninle babanın itibarı, benim duygularımdan daha önce geliyordu ama.." dediğimde bunu duymaktan fazlasıyla utanıyor, gözlerini hızla gözlerimden kaçırıyordu. "Tüm bu şaşaa için değdi mi bari?"

"Sana," dedi, sabrının son damlalarında. Ona bunları söylemem hoşuna gitmiyor, yerin dibine girmek istediğini gözlerinde görüyordum. "Kabul etmediğimi söyledim!"

"O yüzden evlenmek istiyordun," derken saatlerdir aklımda biriken cümleleri tek tek ona döküyordum. Bir yılan gibi zehrimi akıtıyordum. Gözlerimden akan yaşlar yanağımı ıslatırken, "Ben de bana çok aşık olduğunu düşünmüştüm. Ne kadar aptalım değil mi? Arkamdan gülüyor muydun?"

"Doğru düşünmüşsün," dediğinde ona öylece baktım. "Sana çok aşıktım," dedi, yeşil gözleri yüzümün her köşesinde gezinirken. "Hâlâ çok aşığım, hiçbir şey değişmedi!"

Gözlerim, onun gözlerinde dolaşırken günler öncesine kadar bakmaya doyamadığım yeşillerine artık bakmak istemiyordum. Ona büyük bir öfke duyuyor ama tüm bunlara rağmen de kalbimin acısını görmezden gelemiyordum.

"Git," dedim, büyük bir sakinlikle. Ardından elimi kaldırıp merdivenleri gösterdiğimde, "Ne alıyorsan al, çık git evimden."

"Maran.."

"Sana," dedim, bağırarak. "Çık git, dedim!"

Bağırışım evin duvarlarında yankılanırken gözleri uzun bir süre gözlerimden ayrılmamış, bu esnada da parmağımdaki yüzükleri çıkarmıştım. Ardından sağ elini tutup hafifçe kaldırdığımda elimdeki yüzükleri avucuna bıraktım. Bunu yaparken birkaç damla gözyaşımı avuçları arasına bıraksam da ağlamaktan bir türlü vazgeçemiyordum. Karşısında ağlamamak için kendime sözler vermeme rağmen görüyordum ki başarılı olamıyordum.

"Yapma," dedi, fısıltıyı andıran bir ses tonuyla. Gözlerim, avucundaki yüzüklerin üzerindeyken, "Maran lütfen yapma bunu bana.."

"Ben hiçbir şey yapmadım," dedim, hızla ondan uzaklaşırken. "Her şeyi sen yaptın!" Ardından gözlerine bile bakmayıp arkamı döndüğümde adımımı atacaktım ki koluma tutunan eli buna müsaade etmemişti. Ne diye bana daha çok işkence çektiriyordu ki?

Gözlerimi yumup gözyaşlarımın akmasına izin verdiğimde çenem hafifçe titremiş, dudaklarım öne doğru büzülmüştü. Ben, onun gitmesini de istemiyordum ki! Her şeyin yalandan ibaret olmadığını, beni gerçekten çok sevdiğini bilmeye şu an çok ihtiyacım vardı fakat beni daha fazla kandırmasına izin veremezdim.

"Bırak kolumu, dokunma bana!" diyerek gözyaşlarım arasında kolumu ondan kurtardığımda bir hata yaparak gözleriyle temasa geçmiştim.

"Yapma böyle," derken bana doğru yaklaşıp aramızdaki mesafeyi kapattı. "Sana yalan söylemiyorum, beni bir dinle. Lütfen.." Elleri, yüzümü avuçlarken yeşil gözleri oldukça yakınımdaydı. Beni böyle manipüle etmesine izin vermeyecektim. Yeteri kadar buna müsaade etmiştim.

Ellerimi kaldırıp yüzümdeki ellerini sertçe ittiğimde, "Git," dedim, bir kez daha. "Seni dinlemek, seni görmek istemiyorum! Çık git evimden!"

"Ya ben aşığım sana," diyerek bağırışıma aynı şiddetle karşılık verdiğinde gözyaşlarım arasında başımı iki yana sallayarak ona inanmadığımı belirttim. Benim güvenimi bir kere sarsmıştı. "Seni gördüğüm ilk andan beri hem de! Nasıl inanmıyorsun buna? Nasıl tüm bu hissettiklerimin bir yalandan ibaret olduğunu düşünebilirsin?" derken ikimizin bağırışları emindim ki dışarıya kadar ulaşıyordu.

"Sen," dedim, tıslarcasına. "Büyük bir oyuncusun sadece!"

"Beni dinlemiyorsun," diyerek bana yaklaşmak için bir kez daha hamle yaptığında elimi göğsüne yaslayıp onu kendimden uzaklaştırdım. "Hata yapıyorsun Maran, beni bir dinle!"

"Hata mı yapıyorum?" Güldüm alayla. "Doğru söylüyorsun, en başından beri büyük bir hata yapıyorum! Seninle evlenmemeliydim, sana kanmamalıydım! Ben tam bir gerizekalıyım!" Bakışlarına oturan hayal kırıklığıyla beraber gözlerime bakmaya devam ettiğinde kendime bir nefeslik zaman tanımıştım. Evin içerisine kısa bir sessizlik çöktüğünde elimle bir kez daha merdivenleri gösterdim. "Git eşyalarını topla ve beni daha fazla yorma." dedim, sakin bir sesle. Yorulmuştum ve tek istediğim artık dinlenmekti. "Lütfen."

"Gitmemi gerçekten istiyor musun?" dediğinde yeşil gözlerine baktım. Bütün bu olanlar benim için yeterince zordu ve buna bir son vermem için gitmesi gerekiyordu.

"Evet," dedim, hiç düşünmeden. Bu, boğazımın düğüm düğüm olmasına neden olurken ona aksini söyleyemezdim. Bunca olan şeye rağmen bunu yapamazdım. Kendime olan saygımı yok sayamazdım. "Git."

Son kelimelerim bunlar olurken daha bu sabah beraber uyandığım yeşil gözleri, mavi gözlerimde son kez uzunca gezindi. Bunun son kez olduğunu hissetmek bile kalbimin acıyla kasılmasına neden olduğunda öpmeye doyamadığım dudaklarını birbirine bastırdı ve gözlerini gözlerimden çekip geriye doğru bir adım atarak merdivenlere yöneldi.

O, arkasını döndüğü an yıkılmaz ifadem yerle bir olduğunda arkamda kalan ve birlikte de çok fazla vakit geçirdiğimiz o koltuğa kendimi bırakacaktım ki orta sehpanın üzerinde duran telefonum çalmaya başladı. Dolu gözlerimi yanıp sönen ekrana doğru çevirdiğimde babamın bir kez daha arıyor olduğunu görmüştüm. Onun aramasını yanıtlarken arkamdaki koltuğun ucuna oturdum. Göğsümde anlamsız bir his varken sırtımdan kalkkacağını sandığım yük de hâlâ olduğu yerdeydi. Sanki kalkması gereken yerde daha çok yük binmişti.

"Efendim?" dedim, burnumu çekerken.

"Pardon, Adnan Kaya'nın kızıyla mı görüşüyorum acaba?" diyen yabancı bir kadın sesi, kaşlarımın çatılmasına neden olduğunda elimin tersiyle gözlerimi sildim ve yerimde dikleştim.

"Evet, benim." derken arkamda bir hareketlilik hissetmiştim fakat bunu umursamadım.

"Kendisi bir trafik kazası geçirdi, hastaneye götürüyoruz şu anda.."

Duyduklarım, mavi gözlerimin hafifçe irileşmesine neden olurken genç kadının söylediklerini daha fazla dinleyememiştim. Göğsümdeki ağırlık, beni olduğum yere çakarken telefonum elimden kayıp parke zemine düştü. Eş zamanlı olarak dakikalardır dolu olan gözlerimden bir damla yaş süzüldüğünde salondaki sessizliği telefonun ahizesinden yayılan kadın sesi dolduruyordu fakat kulaklarımda sadece bir uğultu vardı.

Hayatımın en kötü günleri, bu geceden itibaren başlamıştı.

🕳️🕳️🕳️

Bulunduğum hastane koridorunda çöktüğüm duvar dibinde ne kadar süredir bu şekilde oturuyordum bilmiyordum fakat bakışlarımı uzun bir süredir karşımdaki gri duvardan alamıyordum. Kulaklarımda hâlâ o iç gıcıklatıcı uğultu varken önümden gelip geçen insanları umursamıyordum bile.

Yorgun düşen bedenim arkamda kalan duvara yaslanmış, bacaklarımı kendime doğru çekip kollarımı bacaklarıma dolamıştım. Benden bağımsız bir şekilde gözlerimden yaşlar akmaya devam ederken yanımda oturan kişi benden hiçbir desteğini esirgemiyordu. Omzumda hissettiğim sıcak parmakları beni sakinleştirse de koridorun diğer ucundaki kişi bunu engelliyordu.

İki farklı insan, aynı anda bana farklı duyguları yaşatıyordu.

Gözlerimi sıkıca yumduğumda gözlerimden iki damla yaş hızla yanağımdan süzüldü. Başımda şiddetli bir ağrı, midemde dehşet bir bulantı hissi vardı fakat göğsümün sol tarafındaki güçlü acı, tüm bunları bastırıyordu.

Saatler önce gelen aramayla beraber Kenan beni hastaneye getirmiş ve bu süre zarfında da ona karşı koyacak gücü kendimde bulamamıştım. Hatta öyle ki hastaneye nasıl geldiğimizi bile hatırlamıyordum. Tek hatırladığım hastaneye geldiğim an ameliyathane kapısının önünde karşılaştığım görüntüydü.

O görüntü saarlerdir gözümün önünden gitmiyordu.

Babam, benimle son konuşmasından sonra evden arabasıyla çıkmıştı ve bahçedeki korumaların söylediğine göre yanında annem de vardı. Evden çıkmadan önce büyük bir tartışma yaşadıklarını, babam evden çıktığında da annemin onun peşinden telaşla gittiğini söylemişlerdi. Annemle beraber ağır bir trafik kazası geçirmişlerdi ve doktorun söylediğine göre ikisinin de durumu ağırdı. Hâlâ ameliyathanelerdi ve aradan saatler geçmişti.

"Bir şey olmayacak," dedi, Olcay. Onun fısıltısını duyduğum an gözlerimi araladığımda omzumu sıvazlayan eli durdu ve başımın üzerine destek verircesine bir öpücük bıraktı. "Hadi toparla kendini, lütfen."

Yanan gözlerimi kırpıştırarak çenemi kollarıma yasladığımda Onur da tam önüme çöküp elindeki su şişesini açtıktan sonra bana uzattı. "Hadi iç biraz," dediğinde onun açık kahve tonlarındaki gözlerine baktım dolu gözlerimle. Ardından doğrulup titreyen elimle bana uzattığı şişeyi aldığımda sadece birkaç küçük yudum alabilmiştim. Kuruyan boğazım biraz da olsa kendine gelirken bana uzattığı peçeteyi de elinden aldım.

"Gel bir lavaboya gidelim, elini yüzünü yıkayalım senin. Hem biraz hava alırsın, burada beklemenin bir faydası yok." diyen Ufuk da elimi tutup beni usulca oturduğum yerden kaldırdığında ona itiraz etmedim. O, Olcay'a bir baş işareti yaptığında Olcay'la beraber koridorda ilerlemeye başlamıştık. O, kolumu nazikçe tutarken gözlerim koridordaki sandalyelerde oturan Defne Teyze'yi bulmuştu. O da tıpkı benim gibi ağlarken Bige de onu teselli ediyordu. Kenan'ın babası da koridorda volta atarken kalbimin ücra köşelerinde saklanan nefret bir anda tekrar açığa çıktı. Bakışlarım onu takip ederek oğluna ulaştığında onun yeşil gözleriyle karşılaşmam uzun sürmedi. Karşıdaki duvara yaslanmış, kollarını göğsünde birleştirmişti ve saatlerdir olduğu gibi beni izliyordu. Birkaç kez yanıma gelmek için yeltendiğini görsem de buna cesaret edememişti.

"Senin ne işin var hâlâ burada?" diyerek içimdeki o şeytan bir kez daha kendini gösterdiğinde ayakta duracak gücü kendimde bulamamama rağmen Olcay'ın koluma tutunan elinden kurtulup birkaç büyük adımda ona doğru ilerlemiştim. Onun karşısında durduğum an bir tokadı onun yüzüne indirdiğimde başı hafifçe sağa doğru düştü. "Al aileni de siktir git buradan! Her şey sizin yüzünüzden oldu!" Ağlamalarım şiddetlenirken Olcay beni ondan uzaklaştırmaya çalışıyordu. Tabii Kenan ve babası dışında kimse ne olup bittiğini bilmediği için şaşırmış görünüyorlardı. "Hayatımı mahvettiniz tek bir gecede!" diye bağırdığımda etraftaki tüm gözler artık üzerimizdeydi.

"Sakin ol, gel şöyle.." diyen Onur, kolumdan nazikçe tutarak beni kenara çektiğinde alev saçan gözlerim Kenan'ın üzerindeydi. O da yüzüme bile bakamıyordu.

"Senden nefret ediyorum!" dediğimde ancak bir tepki verebilmiş ve yerinden hareketlenmişti. O, aksi istikamete doğru adım atmıştı ki önünde bulunduğumuz ameliyathanenin kapısı açıldı. Bakışlarım içeriden çıkan doktora döndüğünde hızla ona doğru ilerledim. Orta yaşlarını geçmiş olan doktor, yorgunluğun çöktüğü bakışlarını bana çevirdi ve bir süre mavi gözlerime baktı. Onun gözlerine sorgularcasına bakarken bakışları donuktu.

"Maalesef," dedi, kendine bir nefeslik zaman tanırken. Bu, kirpiklerimde asılı kalan bir damla yaşın yavaşça düşmesine neden olurken ağzından çıkacak olan olumlu bir şeyi bekliyordum fakat tek bir kelimesiyle bile umutlarımı yıkmıştı zaten. "Elimizden geleni yaptık ancak iki hastayı da kaybettik.."

Şoka girmiş ifadem onun yaşlı gözlerinde dolaşırken başımı hızla iki yana sallamaya başladım. "Hayır." dedim, müthiş bir sakinlikle. Doktorun bakışları arkamda kalan insanlara kısa bir an döndüğünde koridorda çıt çıkmıyordu.

"Başınız sağolsun."

"Hayır," diye fısıldadım kendi kendime. O, yanımdan geçip giderken artık yorulan gözlerimden yaşlar arka arkaya döküldü ve bedenim artık göğsündeki ağırlığı taşıyamayarak yere çöktü. "Hayır, hayır, hayır.." Kurumuş kan lekelerinin olduğu ellerimi beyaz zemine yasladığımda dudaklarım arasından tüm koridoru inletecek derecede güçlü bir hıçkırık yükselmiş, bedenim şiddetli bir ağlamayla sarsılmaya başlarken haykırışım duvarlarda yankılanmıştı. "Baba!" Başımı delirmişçesine sallarken bir bedenin beni kolları arasına aldığını hissediyordum. "Beni bırakamazsınız!"

Haykırışlarım, hastanenin soğuk duvarlarında yankı bırakırken göğsümdeki ağırlık da sırtımdaki yük de artmıştı. Başa çıkamayacağım tüm ağırlıklar zayıf omuzlarıma binmiş, üzerimde olan eller çekilmişti.

Şimdi yapayalnızdım.

Bir başıma.

Tek başıma tüm bu yükü taşımak zorundaydım.

🕳️🕳️🕳️

Sert bir rüzgâr, sürüklediği kurumuş yaprağı önümdeki toprağın üzerine doğru sürüklediğinde çamur olan ellerimle onu hafifçe kenara ittim. Okunan duaların sesi kulaklarıma ulaşırken elimi kaldırıp benim en önemli varlıklarımın kazındığı tahtaya dokunmuştum.

Adnan Kaya.

Yıldız Kaya.

Titreyen çenemi, dudaklarımı sertçe birbirine bastırarak engellemeye çalıştığımda kendimi durdurmamın imkânı olmadığını biliyordum. Hâlâ koca bir kâbustaymışım gibi geliyordu.

Babamın, o heybetiyle bile herkesi korkutacak babamın ve güzelliğiyle herkesi kıskandıran annemin bir toprak yığınının altında olması imkânsız geliyordu ama öyleydi. Görmüştüm, dakikalar önce kefenle örtülü olan bedenlerini daha az önce toprağın altına koymuştum.

Hafifçe çiseleyen yağmurla beraber benim gözlerimden de birkaç damla yağdığında başımı önümdeki toprağa yasladım. Parmaklarım tahtanın üzerindeki ismi okşarken başımı yasladığım yer, onun sıcacık göğsü gibiydi. Sanki tüm yükümü orada bırakmış, istediğim sıcaklığa bir toprak sayesinde ulaşmıştım.

"Hiç yakışmıyormuş bu renk sana," dedim, çatlak sesimle. Başımı hafifçe kaldırıp elimi, annemin mezarının üzerine koyduğumda gözlerimden akan yaşlar hızlandı. Hatırladığım anıyla beraber dudaklarımda buruk bir gülümseme oluşurken dudaklarımdan acı dolu bir hıçkırık koptu.

10 YIL ÖNCE

Bakışlarım, birkaç adım ötemdeki kadının üzerinde hayranlıkla gezinirken ellerimi çenemin altında birleştirdim. Üzerindeki kahverengi elbisesiyle oldukça şık, benim güzeller güzeli annemdi.

O, dalgalı sarı saçlarını eliyle düzeltirken bakışları aynadan beni buldu ve kocaman gülümsedi. Bu gülümsemesiyle bu hayatta yaptıramayacağı şey yoktu. Babam da ona, tek bir gülümsemesiyle aşık olmuştu. O, efsanevi aşık olma hikâyesini o kadar çok dinlemiştim ki bir gün birinin de bana böyle aşık olmasını dilemiştim.

"Niye öyle bakıyorsun kuzucuğum?" dedi, o sevecenliğiyle.

Bana hep böyle hitap ederdi.

Ben onun minik kuzusuydum, hep böyle söylerdi.

"Seni izliyorum," dedim, mavi gözlerimdeki hayranlıkla onu izlerken. Onun gülümsemesi genişlerken makyaj masasının üzerinde duran rujunu eline aldı. Genç, güzel bir kadındı annem. Sapsarı saçlarını hep göğsü hizasında kestirir, bir santim bile uzamasına müsaade etmezdi. Babamın böyle sevdiğini söyleyerek saçlarına dokundurtmazdı bile. Gözleri basit bir renkteydi fakat kahverengi gözlerindeki o kendine has parıltısı, dünya üzerinde başka hiç kimsede yoktu. "Bu renk sana çok yakışıyor.."

Kahverengi sadece ona bu kadar yakışıyordu.

Gözleri, sadece bu renkte daha çok parlıyordu.

GÜNÜMÜZ

"Hiç yakışmıyor," diye mırıldandım gözyaşlarım arasında. Elimin altındaki toprağı avuçlarım arasına aldığımda o hayali kokusu toprağa bile bulaşmıştı. Hoş, yasemin kokusu ciğerlerime dolarken sanki baş ucumda gibiydi. Baş ucumdaydı ama yoktu.

Yasemin değil, toprak kokuyordu annem.

Esen sert rüzgâr başımdaki siyah örtüyü hafifçe dalgalandırdığında gözyaşlarım, başımı gömdüğüm toprağı hafifçe ıslattı. Bu sırada yağmur şiddetini arttırırken etraftaki insanlar da usulca arabalarına doğru ilerlemeye başlamıştı fakat arkamda birinin varlığını hissediyordum. Onun kim olduğunu da biliyordum ama dönüp bakmıyor, o yokmuş gibi davranıyordum. Her şeyin sorumlusu zaten oyken ne diye burada olduğunu anlamıyordum. O kadar yüzsüzdü ki hâlâ karşıma çıkabiliyordu.

"Git," dedim, keskin fakat gayet sakin olan ses tonumla.

Uzunca, bayağı uzun bir süre ses çıkmadığında bir an yanıldığımı düşünmüş ve arkamı dönmek için bir hamle yapmıştım fakat beni durduran onun erkeksi sesi olmuştu.

"Gitmeyeceğim, buradayım." diyen sesi kulaklarıma ulaşırken elimi kaldırıp gözlerimi hırsla sildim ve çöktüğüm yerden kalktım. Bana bile saygısı yoktu. Hoş, olsaydı tüm bunları yaşamazdık belki de.

Bedenimi ona doğru çevirip ellerimi birbirine hafifçe vurarak parmaklarımdaki toprak kalıntılarından kurtulduğumda birkaç adım ötemde olan bedeniyle karşılaştım. Baştan aşağı kapkarayken her zaman ışıltılı olan yeşil gözlerinin parıltısı yok olmuştu. Gözlerinin beyazı kızarmış, beyaz teni de soğuktan olsa gerek al al olmuştu.

Onu görmek istemediğimi söylememe rağmen sürekli dibimdeydi ve gerçekten artık sakin kalamıyordum. Böyle bir zamanda bile bana saygı duymuyordu.

"Sen ne kadar saygısız, şerefsiz bir adamsın?" diyerek aramızdaki mesafeyi yavaşça kapattığımda ona alttan bakıyordum. Onun yeşil gözleri sadece kısa bir an gözlerime değdiğinde bana hiçbir karşılık vermemesi sinirlerimi bozuyordu. Ona ettiğim hakaretlere rağmen buradaydı. "Bana saygı duymuyorsan cenazeme saygı duy!" dedim, titrek sesimle. "Git buradan, görmek istemiyorum seni, anlamıyor musun?"

Bağırışım koca ağaçların arasında yayıldığında şiddetli yağan yağmurdan bizi, altında bulunduğumuz ağaç koruyordu. Koca, dev bir çınardı.

"Yanında olmak istiyorum," dedi, nihayet gözleri gözlerime temas ettiğinde. "İzin ver, sadece yanında olayım. Yine konuşma benimle ama bırak, hafifleteyim yükünü.."

"Sen yükümü hafifletmiyorsun," Başımı salladım hafifçe. "Benim omuzlarıma daha çok yük bindiriyorsun."

"Maran," dedi, o her zamanki yumuşak sesiyle. Zaten bu ses tonuyla bana her istediğini yaptırmıştı.

"Aileni yalıda görmek istemiyorum," diyerek söyleyeceklerinin önüne set çektiğimde çenemi hafifçe dikleştirip gözlerine kararlılıkla baktım. "Seni de öyle..Herkes baş sağlığına gelecek ve ben sizi orada istemiyorum, duyuyor musun beni?"

"Annem-"

"Anneni de istemiyorum."

"Annemin bir suçu yok, ona böyle davranma." Kaşlarını çattı. "Hiçbir şeyden haberi yok, onu suçlayamazsın."

"Duydun mu?" diyerek kararlılığımı sürdürdüğümde bana öylece baktı. Işıltısız gözleri kısaca gözlerim arasında mekik dokuduğunda dudakları arasından bir soluk bırakıp başını usulca salladı. "Güzel." Başımı salladım. "Her şey bittiğinde eşyalarım için Bora'yı göndereceğim."

"Yapma bunu işte," dedi, birden çıkışarak. Ona ifadesiz yüzümle baktığımda bakışları etrafta dolandıktan sonra yüzüme sabitlenmişti. "Kendine geldiğinde konuşup halledeceğiz, sandığın gibi bir durum yok ortada.. Dinle beni bir kere, lütfen. Gidemezsin benden.."

"Ne anlatıyorsun sen ya?" Yaşlı gözlerime rağmen güldüm alayla. Bu esnada bir ağacın altında beni bekleyen çocukları görmüştüm. "En kısa sürede bir avukatla görüşüp boşanma davası açacağım, sen neyden bahsediyorsun? Neyini dinleyeceğim senin? Ne gibi bir açıklaman olabilir?"

Bu sözlerimle beraber gözleri gözlerimde takılı kaldığında uzun bir süre oradan ayrılmadı. Mahcup ifadesi değişirken kaşları hafifçe çatıldı, aramızdan sert bir rüzgâr geçti.

"Anlamadım, ne?" dedi, söylediklerimi duymamış gibi. Gözleri, ciddiyetini koruyan gözlerimde mekik dokurken siyah kabanının cebine hapsettiği ellerini yavaşça çıkardı. "Boşanma davası mı açacaksın?"

"Seninle evli kalmaya devam edeceğimi mi sandın?"

"Öyle bir şey yapamazsın," dedi, oldukça sert bir tonda. Kaşlarım havalanırken bu cüreti karşısında şaşırmadığımı söyleyemezdim. Demek mahcubiyeti buraya kadardı. "Ben istemediğim sürece olmaz, Maran."

"Sen ne kadar pişkin bir adamsın ya?" Başımı iki yana salladım hafifçe. "Ne yapmamı bekliyordun? Al sana fırsat işte, sevmediğin bir kadınla hayatının sonuna kadar evli kalmayacaksın!" Durdum ve ardından ekledim. "Hem merak etme, hayatınızın sonuna kadar size yetecek miktarda yüklü bir ödeme yaparım." Bu sözlerimle beraber bakışları eski mahcubiyetine kavuşurken gözlerini hızla gözlerimden kaçırmış, daha fazla orada durmak istememiştim. Ancak yana doğru bir adım atmak istediğimde beni durduran o değildi. Ben kendi isteğimle durmuştum. Olduğum yerde yavaşça dönüp onun yüzüne baktığımda son sözlerim ona bir vurgun yaratmış gibiydi. "Keşke vicdanlı bir kadın olmasaydım da o gece seni öldürseydim." dedim, buz gibi sesle. Başını, benim aksi istikametime doğru usulca çevirip yutkunduğunda söylediğim her şey zoruna gidiyordu. Onun da omuzlarında taşıyamadığı bir yük vardı. O da bu can yakan sözlerimdi. "Belki şimdi onların yerinde sen yatıyor olurdun."

"Ağır konuşuyorsun," Kısık sesini koca ormandaki sessizliğin içerisinde çok net duyduğumda gözlerimden akan yaşa engel olamadım. Yüz ifadem çelik gibiydi fakat gözlerimden akan damlaları da engelleyemiyordum.

Ona hiçbir şey söylemedim. Sadece arkamı dönüp annemle babamın mezarına son kez bile bakmadan onun yanından ayrıldığımda kalbimde derin bir acı vardı. Sol tarafımda çok derin bir bıçak yarası vardı ve onu iyileştirmem epey zaman alacaktı. Son iki günde bütün bu yaşadıklarım bir kâbustan ibaret gibi görünse de bunlar benim inanmak istemediğim acı gerçeklerimdi.

İnanmak istemediğim ama zorunda kaldığım gerçekler.

🕳️🕳️🕳️

Boşluğa dalan gözlerim, duvardaki çerçevelerde gezinirken artık kuruyan gözlerimde derman yoktu. Mavi gözlerim cayır cayır yanıyor, tek damla yaş bile akıtamıyordum. Bakışlarım uzun uzun bir noktaya dalıyor ve orada da kalıyordu. Hiçbir şey yapmak istemiyor, yerimden bile kıpırdamakta güçlük çekiyordum.

Bu, lanet olası bir histi.

Yaşıyordun ama nefes alamıyordun.

Aldığım her nefes ciğerlerime batarken çerçevedeki resimleri inceledim dakikalardır olduğu gibi. Annem, babam ve ben kadrajdaydık. Şu an tam oturduğum koltuktaki bir fotoğrafımızdı bu. Tam dört yıl önce, üniversiteye yeni başladığımda çekilmişti. O günü hatırlıyordum. Babamın çok istediği o bölümü kazanmıştım ve o gün sevinçten nasıl havalara uçtuğumu daha dün gibi hatırlıyordum. Babamla annemin nasıl sevindiğini, beni nasıl kucakladıklarını..

Fotoğrafa baktım uzunca.

Annemle babamın tam ortasında oturmuş, onlar beni sıkıca sarmalarken kocaman gülümsüyorduk. Babam, annemin koca gülümsemesini izlerken ben de kadraja bakıyordum. Bu fotoğrafın bir kopyası şirketteki odamda, masamda duruyordu.

Sızlayan gözlerimi kırpıştırıp dudaklarımı sertçe birbirine kenetlediğimde yanımdaki bedene sokulup başımı onun sıcak göğsüne yasladım. Bununla beraber elini kaldırıp kolunu sıkıca bedenime doladığında başımın üzerine bir öpücük bırakmıştı.

Babaannemin o annemle birebir aynı olan kokusu ciğerlerime dolarken tükendiğini sandığım yaşlar gözlerimde hızla birikti, burnumu üzerindeki gömleğin yakasına gömdüm. Gözlerimi sıkıca yumup kokusunu içime çektiğimde yaşlar yanağımdan süzülmeye başlamıştı. "Ne yapacağım ben?" diye fısıldadım çaresizce. Kalbimdeki ağırlıkla beraber ciğerlerime bir nefes doldurmaya çabaladığımda hıçkırığım babaannemin göğsünde kaybolmuştu. "Babaanne," dedim, o saçlarımı şefkatle okşarken. Onun masmavi gözlerinden yaşlar yavaşça süzülürken buna rağmen gülümsedi. Benden daha fazla acı çekiyordu ama dimdik durmaya çalışıyordu. Ben, ona oğlunun emaneti olarak kalmıştım. "Kim şımartacak beni şimdi?"

"Ben buradayım," dedi, yüzümü avuçlarken. Yüzümdeki yaşlar onun pamuk ellerini ıslatırken parmaklarıyla yavaşça sildi yaşlarımı. "Gücüm yetene kadar yanındayım.."

Dudaklarım öne doğru büzülürken bakışlarım puslanmış, yanan gözlerimden birer damla yaş daha dökülmüştü. "Söz mü?" dedim, gözyaşlarım arasında. "Sen de bırakmayacaksın beni değil mi?" Başını salladı iki yana. Bu, gözlerinden akan yaşların hızlanmasına neden olurken elini kaldırıp hızla sildi.

"Söz," dedi, oğlunun bana bıraktığı gözlerime bakarken. "Bırakmayacağım seni, nasıl bırakırım?" derken başımı göğsüne bastırıp çenesini başımın üzerine yaslamıştı. Yaslandığım bedeni ağlayışının şiddetiyle sarsılırken yaklaşan adım seslerini duyuyordum.

"Maran," dedi, ince bir ses. Bununla beraber akan yaşlarımı yavaşça silip babaannemin kolları arasından çıktığımda gelen Olcay'dı. Kahverengi gözlerinin altında mor halkalar oluşmuş, gözleri hafifçe kızarmıştı. Elinde duran telefonumu bana doğru uzattığında ekledi. "Telefonun çalıyor, bir bak istersen."

Burnumu çekerek elindeki telefonumu aldığımda eş zamanlı olarak ayağa kalkmıştım. Elimde titreyen telefonumun ekranına baktığımda arayan kişi, derin bir nefes almama neden oldu. "Kaçıncı arayışı bu," dedi, Olcay yanımda yürürken. O da bu durumdan bıkmış gibiydi.

Onun bu sözleriyle beraber salonun bahçeye açılan sürgülü kapısını hafifçe kenara kaydırıp ona baktım. "Babaannemle ilgilenir misin? Hemen geleceğim.."

"İlgilenirim tabii," diyerek kolumu sıvazlayıp yanımdan ayrıldığında ben de kendimi bahçeye atıp onun aramasını yanıtlamıştım. O, telefonuna cevap vermemi beklemiyor olacak ki bir süre konuşmadı. Ben de konuşmazken çok geçmeden telefonun ucundan tok sesi duyuldu.

Onu, mezarlıktaki konuşmamızdan sonra görmemiştim ve neredeyse aradan beş gün geçmişti. Ona söylediğim gibi yalıya uğramamış, ailesinin gelmesine bile müsaade etmemişti. Tabii gelen giden herkesin gözleri bir şekilde onları aramış fakat yeri olmadığı için sormaya çekinmişlerdi. Babaannem de daha dün gece bana bunu sorma fırsatı bulmuş ve ben de ona her şeyi anlatmıştım.

"Maran," diyen sesini duyduğum an, bedenim öfkeyle yüklendiğinde derin bir nefesi ciğerlerime doldurmaya çalıştım. "Seni merak ediyorum, üzgünüm ama daha fazla dayanamadım. Sesini duymak istedim.. İyi misin?"

Bu sözleri sinirlerimi altüst ederken artık ona diyecek tek bir kelime bulamıyordum. Onca hakarete rağmen hâlâ beni arayıp nasıl olduğumu sorabiliyordu.

"Ne istiyorsun?" dedim, sorusunu es geçerek. "Sana, beni arama demedim mi ben?"

"Seni merak ediyorum," dedi, bir kez daha.

"Neden?" Kaşlarımı çattım, karanlık gökyüzüne bakarken. Saat henüz erkendi fakat hava o kadar kasvetliydi ki gündüz gözü olmasına rağmen hava kapkaranlıktı. "Neden beni merak ediyorsun, anlamadım? Ne için?"

"Seni seviyorum," dediğinde güldüm öfkeyle. Benim için artık bir yabancıdan farkı yoktu oysaki. "Sana değer veriyorum her şeyden önce.. Bu yüzden seni merak ediyorum. Sesini duymak istiyorum, yanında olmak istiyorum ama sen bana yasak koyarak beni cezalandırıyorsun... Seni görmek istiyorum, Maran. Kapıdayım, lütfen gelir misin?"

Bakışlarım hızla bahçenin diğer köşesine döndüğünde buradan bile o büyük sur gibi kapıları görebiliyordum. Kapıdaki korumalar bahçedeyken onların benden aldığı talimattan dolayı şu an içeri giremiyordu. Günlerdir kapımda olduğunu bilmeme rağmen onun içeri girmesine müsaade etmiyordum.

"Gelmeyeceğim," dedim, net bir tavırla. Bununla beraber telefonun ucundan bir nefes verdiğini işitmiştim.

"O zaman bırak ben geleyim."

"Kenan," dedim, yorgunca. "Lütfen düş yakamdan. İstemiyorum seni, görmek istemiyorum, sesini duymak istemiyorum. Anla artık, bitti!" Sessiz kaldı. Bir süre ikimizden de çıt çıkmazken ne o ne de ben telefonu kapatma girişiminde bulunuyorduk.

"Madem öyle," dedi, sözlerimin ağırlığıyla zar zor konuşurken. "Seni son kez görmek istiyorum, lütfen.."

Bu sözleri, ıslak kirpiklerimi kırpıştırmama neden olduğunda kulağıma yaslı olan telefonu indirip aramayı sonlandırdım. Bana bunu yapmamalıydı. Bana nasıl oluyordu da hâlâ böyle işkence edebiliyordu anlamıyordum. Bu sözlerimin aksine nasıl oluyordu da hâlâ onu görmek için mantığımla savaşıyordum? Kalbim nasıl oluyordu da hâlâ onun için böyle çarpabiliyordu?

Dolu gözlerimden birkaç damla yaş arka arkaya süzüldüldüğünde elimi kaldırıp hızla gözlerimi silmiştim. Ardından telefonumu pantolonumun arka cebine sıkıştırıp salona girdiğimde koltuğun ucunda duran mavi, uzun hırkamı alıp tekrar bahçeye çıktım. Hırkamı üzerime geçirirken bahçede hızlı adımlarla ilerliyordum. Bu saçmalığa bir son vermem gerekiyordu. Artık kalbim onun için böyle çarpmamalı, ona nefret kusarken aynı zamanda onu görmek için böyle can atmamalıydım.

Kulübeden çıkan korumaya elimle kapıyı işaret ettiğimde elindeki küçük kumandayla kapıları açtı. Siyah demir kapı ağırca açılırken, "Size eşlik etmemi ister misiniz?" demişti peşimden gelen Bora da.

"Gerek yok, birkaç dakikaya döneceğim." diyerek onu yanıtladığımda adımları durdu. Ben de aralanan kapıdan dışarı adımımı attığımda siyah arabasını görmem de bir olmuştu. Film kaplı camlarına bir bakış attığımda onu görmesem de üzerimde bakışlarının ağırlığını hissediyordum.

Adımlarım yavaşlarken kollarımı bedenime dolamıştım. Soğuk hava tüm bedenimin buz kesmesine neden olurken her zaman kurulduğum koltuğun kapısını açtım. Arabanın içerisine sinen kokusu aniden ciğerlerime dolduğunda bu görüşmenin benim için zor geçeceği belliydi.

Onun kokusunu solumamaya çalışarak arabaya binip kapıyı kapattığımda bakışları üzerimdeydi. Başımı ona doğru çevirip göz göze geldiğimizde perişan bir hâldeydi. Gömleğini ütüsüz bile giymeyen adam şu an karşımda oldukça düzensiz ve dağınıktı. Üzerinde gri kapüşonlu kazağı varken arabanın içerisi dışarıya göre gayet iyiydi. Klimadan yayılan sıcaklık dizlerime çarparken yeşil gözlerine baktım birkaç saniye. Hâlâ ışıltısız bakıyordu.

"Geleceğini biliyordum," dedi, yavaşça. Sesi o kadar dingindi ki arka koltukta bir bebeğin uyuduğunu bile düşünebilirdim.

Yeşil gözleri uzunca bir süre yüzümün her köşesinde gezindiğinde bunu aklına kazımaya çalışıyor gibiydi. Bakışlarında, bunun son bir görüşme olduğunu belli eden bir ifade vardı.

"Beni rahatsız etme diye geldim," Burnumu çektim. "Babaannemi tek başına bıraktım."

"Beş dakika sadece," dediğinde ona itiraz etmedim. Bağırmadım, hakaret etmedim. Çünkü tüm bunlara gücüm kalmamıştı. "Sonra gideceğim, söz veriyorum."

Ona bir cevap vermeden bakışlarımı yola doğru çevirdiğimde elinin hafifçe havalandığını görmüştüm. Elinin ısısı saç diplerime kadar ulaşırken dokunmuyordu ama dokunuşlarını hissediyordum. Saçlarımı okşayışını, şefkat dolu öpücüklerini, her şeyini kelimenin tam anlamıyla hissediyordum. Bunların hiçbirini yapmıyordu ama hayali dokunuşları benimleydi.

"Seni o kadar özledim ki.." Neredeyse fısıltı hâlinde sarf ettiği bu sözlerini duyduğumda gözlerimi yumdum. Bunu yapmamla beraber günlerdir gözlerimden eksik olmayan bir damla yaş yavaşça süzüldü yanağımdan. "Kokunu, sesini, evin içinde cıvıl cıvıl dolaşmanı..Bana bağırıp çağırmanı bile." Gülüşünü işittim ama bu her zamanki gülüşlerinden değildi. Acı bir gülüştü ve bu acıyı biliyordum. Yaşıyordum. Kalbimin tam orta yerindeydi.

"Her şeyi bu hâle getiren sensin," dedim, kısık bir sesle.

"Benim," diyerek kabul etti. "Kendimi asla affetmeyeceğim."

"Ben de seni asla affetmeyeceğim." Başımı ona doğru usulca çevirdiğimde gözlerinden yavaşça süzülen yaşlara şahit oldum. O gece de görmüştüm ama onu ilk kez böyle görüyordum. Her zamanki o yıkılmaz, çelik gibi ifadesi yoktu.

"Biliyorum," dedi, sadece.

"Senden nefret ediyorum,"

"Onu da biliyorum."

Aramızda kısa bir sessizlik oldu. Bu sessizlikte ikimiz de birbirimizin yaşlı gözlerinde kaybolmuş, sonu olmayan bir yola sürüklenmiştik. Sadece nefes alış verişlerimiz duyulurken az önce bana dokunmak için havalanan eli saçlarıma temas edecekti ki buna müsaade etmedim. Tüm hayatım onun yüzünden tepetaklak olmuştu ve benim bunu unutmamam gerekiyordu. Öfkemi diri tutmam gerekirken o çağırmış ve gelmiştim.

Tam bir aptaldım.

Hâlâ ona kanan bir aptal.

"Annem çok gelmek istiyor," diyerek ellerini benden uzaklaştırdığında ben de bu bakışmayı sonlandırmıştım. "Annen onun en yakın dostuydu." dedi, sakince. "En az senin kadar üzülüyor, üstelik onun hiçbir suçu yokken ona böyle davranıyorsun."

"O kadını görmek istemiyorum," dediğimde bakışlarının hızla bana döndüğünü hissetmiştim.

"O kadın dediğin benim annem," dedi, keskin bir sesle. Başımı ona doğru çevirdiğimde kaşları çatıktı. Annesine böyle davranmam hoşuna gitmiyordu. "Kusura bakma ama böyle konuşmana izin veremem.. O kadın ne demek? Bana ne dersen de kabul ederim ama ailemi karıştırma!"

"Babanı da mı savunuyorsun?" dediğimde yaptığım imayla beraber gözlerime uzun uzun baktı.

"Babamı da yaptığı şeyleri de savunmuyorum," diyerek o tavrını sürdürdüğünde bu sefer onda farklı olan bir şey vardı. Gözlerini gözlerimden bir kez bile kaçırmamıştı daha. "Ama ben bu karardan dönüp ona bunun yanlış olduğunu söylediğimde o da hatasını anladı ve pişman oldu.. Sana yalan söylemedi, seni gerçekten kızı gibi görmüştü."

"Senin yalanlarını dinlemek istemiyorum," derken yüzümde tiksinir gibi bir ifade vardı. "Seni dinlemek de istemiyorum, zaten ne diye geldiysem buraya?" diyerek hışımla kapıya doğru döndüğümde eli nazikçe bileğimi sarmıştı. Bununla beraber kapının koluna asılı kalan elimi yavaşça çektiğimde bakışlarımı da eş zamanlı olarak ona doğru çevirdim. Sağ elimi kaldırıp bileğime dolanan elini ittiğimde kaşlarım çatıktı.

"Bana dokunma,"

"Bu ne kadar sürecek?" diyerek bu tavrıma bir karşılık verdiğinde sakinliğimiz çok uzun sürmemişti. Birazdan tartışmaya başlayacağımız açıktı. "Beni ne zaman dinleyeceksin, Maran?"

"Seni dinlemeyeceğim," dedim, gayet sakinlikle. Bununla beraber bakışlarını kısa bir an benden uzaklaştırıp derin bir nefes aldı. "Bitti diyorum, anla!"

"Bitmedi!" diyerek o da bana bağırdığında çatık kaşlarımdan dolayı başıma bir ağrı saplanmıştı. Yeşil gözleri delice bir ateşle yanarken bunu söylemem onu çıldırtıyordu. "Bitebilir mi sanıyorsun? Yaşadıklarımız bu kadar basit mi yani?"

"Yaşadıklarımız baştan sona bir yalandan ibaret," diyerek bu kelimelerini düzelttiğimde direksiyonu sıkıca kavradığı için parmak boğumları bembeyaz kesilmişti. "Sen beni kandırdın." dedim, tane tane.

"Seni kandırmadım!" dedi, bana karşı çıkarak. "İlişkimiz boyunca hiçbir zaman sana yalan söylemedim ben."

"Eğleniyor muydun bari?" dediğimde elini kaldırıp yüzünü sertçe sıvazlamıştı. "İstediğin zaman koynuna da giriyordum-"

"Maran!" dedi, adeta kükreyerek. Gözlerinden alevler saçarken onun aksine sakin duruyordum fakat içimdeki yangından kimsenin haberi yoktu.

"Sen çok şerefsiz bir adamsın." Daha birkaç gün öncesine kadar bağımlı olduğum o güzel, zehirli gözlerine baktım bir süre. "Yarın eşyalarımı aldıracağım. Karlos'u da-"

"Karlos'u alamazsın." diyerek kesti sözlerimi. Kaşlarım havalanırken güldüm alayla.

"Pardon?" dedim, ters bir tavırla. "Karlos benim köpeğim, ben istemesem onu sahiplenmeyecektin bile!"

"Bizim köpeğimiz," diye düzeltti beni. Gözlerim yüzünde kısaca gezindikten sonra dudaklarımı sertçe birbirine bastırdım. "Senin ya da benim diye bir şey yok."

"Biz diye bir şey de yok çünkü boşanıyoruz!"

Bakışları yüzümdeyken bunu söylememden nefret ediyordu. Uzunca bir süre gözlerime bakmış, bu süreçte de gözlerindeki alevler sönmüştü. "Bunun olmaması için elimden geleni yapacağım," dedi, en sonunda. "Boşanmayacağız, sen benim karımsın ve öyle de kalacaksın. Ancak ben ölürsem," derken gözlerime büyük bir kararlılıkla bakıyordu. "Ancak o zaman benden kurtulursun Maran."

Sözleri, arabanın içerisinde bir sessizlik olmasına neden olurken ona tek bir kelime daha söyleyip nefesimi boşa tüketmemiş ve son kez yeşil gözlerine bakıp arabadan inmiştim. Arabadan indiğim an sert bir rüzgâr saçlarımı savurduğunda soğuk havayı iliklerime kadar hissediyordum. Soğuktan yer yer kızaran elimi kaldırıp saçlarımı zapt etmeye çalışırken bakışlarının ağırlığı sırtımdaydı. Bu ağırlık, ben yalının bahçesine girene kadar peşimi bırakmazken kapanan demir kapının sesini duymuştum.

O, söylediklerini yapardı. Sarf ettiği kelimelerin hiçbiri boşa değildi ve aklına koyduğunu yapacaktı.

O, benim için bir yabancı gibiyken aynı zamanda onu çok iyi tanıyordum da.

Kenan Keskin, bana bir o kadar yabancı fakat bir o kadar da tanıdıktı.

🕳️🕳️🕳️

Soğuk hastane koridorunda adımlarken kötü anılar da aniden zihnime hücum etmişti. Buraya adımımı attığımdan beri içim huzursuzlukla dolmuş, hatırlamak bile istemediğim görüntüler de aklımda yine yer edinmişti.

Tamı tamına iki hafta geçmişti.

Annemle babamın ölümünün ardından koskoca iki hafta geçmişti ve ben hâlâ onların bıraktığı yerdeydim. Kalbimde derin bir acı vardı fakat buna rağmen dimdik durmam gerekiyordu. Dimdik durmalıydım ki günü geldiğinde bütün bu olanların hesabını sorabilmeliydim.

Omzuma asılı olan çantamı düzeltip önünde durduğum odanın kapısını tıklattığımda içeriden gelen onayla beraber kapıyı usulca araladım. Geniş masanın ardında oturan genç adamın bakışları, önündeki bilgisayar ekranından bana döndüğünde içeri doğru bir adım atmıştım. Bununla beraber oturduğu yerden yavaşça ayaklanırken kapıyı ardımdan kapattım.

İki haftadan fazladır hastaneye uğramadığım için kontrollerimi aksatmıştım. Bulantılarım bu süreçte yoğunlaşmış, ağrılarım artmıştı fakat bunların normal olduğunu bildiğimden endişelenmemiştim. Dün de hastaneyi arayıp bugüne bir randevu almış ve sabah erkenden hastaneye gelmiştim. Evde herkes uyurken hazırlanıp kimseye görünmeden çıkmıştım. Bu hamilelikten hâlâ sadece Olcay'ın haberi varken babaanneme dahi söylememiştim çünkü kararımı değiştirmeyi düşünmüştüm.

Bu bebeği doğurmaktan vazgeçmeyi düşünmüştüm ta ki dünün tarihine bakana dek.

Dün, onuncu haftayı doldurmuştum ve bebeğim üçüncü ayı yarılamıştı. Yani aldırmam imkânsızdı. Bunca zaman o kadar çok şeyle meşgul olmuştum ki aklım başımdan gitmişti. Kendimde bile değilken ne yapacağımı da düşünememiştim.

Doktorumun yeşil gözleri kısaca üzerimde gezinirken ona doğru birkaç adım atıp elimi uzattım. Onunla el sıkışırken bakışlarında garip bir ifade vardı. "Hoş geldiniz," dedi, tok bir sesle. "Sizden uzun bir süre ses çıkmayınca epey meraklandım doğrusu."

"Hoş buldum," derken ellerimiz ayrılmış, o arkamda kalan koltuğu gösterirken çantamı iki koltuğun arasındaki sehpaya bırakıp oturmuştum. "Meşguldüm, o yüzden gelemedim."

"Evet haberim var," Yavaşça yerine otururken bakışları, mavi gözlerim arasında kısaca mekik dokudu. Son gördüğünün aksine şu an epey düzensiz ve özensizdim. Üzerimde gri bir eşofman takımı varken yüzüm de her zamankinin aksine soluk ve cansızdı. Bu olanları haber sitelerinden duymuş olmalıydı çünkü ilk kontrolümde beni tanımadığını açıkça belli etmişti. "Olanları duydum.. Başınız sağ olsun."

Bakışlarım, geçirdiğim haftalarda da olduğu gibi bir kez daha puslandığında gözlerime bu kadar dikkatli bakan bir adamın karşısında böyle durmamalıydım. Kendime güçlü olacağıma dair söz vermişken şimdi de yabancı bir adamın karşısında ağlayacak hâlim yoktu.

"Dostlar sağolsun," diyerek onu geçiştirdiğimde gözlerimi birkaç kez kırpıştırıp gözyaşlarımı geri gönderdim. O da bunu fark etmiş olmalı ki daha fazla uzatmadı.

"Eşinizle konuştunuz mu?" dediğinde onu bozmadım.

"Bebeği doğuracağım," dedim ve ardından ekledim. "Zaten başka şansım kalmadı, onuncu haftayı bitirdim." dediğimde başını ağırca sallayarak beni onayladı ve ellerini birbirine kenetledi.

"Eşiniz yine yok ama," dediğinde ona düz bir şekilde baktım. Onun gözleri benden ayrılmazken, "Yoksa söylemediniz mi?"

"Boşanıyoruz," dedim, bu meraklı tavrına karşılık. Kaşları havalanırken bunun bebekle alakalı olduğunu düşünüyor olmalıydı. "Bebeğimin nasıl olduğunu görmek istiyorum."

"Tabii buyrun," Elini kaldırıp odanın köşesindeki sedyeyi gösterdikten sonra aynı anda ayaklandık. Ben, üzerimdeki trençkotu çıkarırken o da ellerini dezenfekte edip eldivenlerini takmaya koyulmuştu bile. "Bebeği istemedi mi yoksa?"

"Hâlâ doktorumu neden değiştirmediğimi düşünüyorum," dediğimde hafifçe güldü bu sözlerime fakat ben ciddiydim. "Ama gariptir ki sizinle konuşmak iyi geliyor."

Bu sözlerim, başını bana doğru çevirmesine neden olurken sedyeye oturdum. "Yakında Amerika'da bir seminere katılacağım.. Yani burada olmayacağım, sizi iyi bir doktor arkadaşıma yönlendirebilirim?" dediğinde onun işaretiyle beraber uzanıp kapüşonlu kazağımı hafifçe sıyırdım.

Onunla olan konuşmamıza burada ara verdiğimizde yine aynı rutin şeyler yaşanmıştı. Bebeğimin ultrason görüntüsünü incelemiş ve gayet sağlıklı olduğunu söyleyerek içimi rahatlatmıştı. Buraya gelirken gergindim çünkü uzun bir süredir onu ihmal etmiştim.

"Demek Amerika'ya gidiyorsunuz?" dedim, trençkotumu giyip yerime otururken. "Önümüzdeki haftalarda ben de gideceğim."

Evet, bu doğruydu. Babaannem yakın bir zamanda tekrar dönecekti çünkü burada kalmak, özellikle yalıda olmak onu çok üzüyordu. Bu durum benim için de böyleydi ve ben de onunla beraber Amerika'ya gitmeyi düşünüyordum. Bir süre orada kalıp bebeğimi orada doğurabilirdim belki de?

"Öyle mi?" diye sordu merakla yerine otururken. Tekerlekli sandalyesini hafifçe sürükleyip kollarını masaya yasladığında onu başımla onayladım. "Ne kadar kalacaksınız?"

"Henüz karar vermedim ama buradan uzaklaşmanın bana iyi geleceğini düşünüyorum," Omuz silktim, gözlerim etrafta gezinirken. "Bebeğim için de en iyisi bu."

"Sizin için iyi olabilir," dediğinde elimi çeneme yasladım.

"Belli mi olur, belki doğumda da siz olursunuz.." Gözlerinin kenarı hafifçe kısılırken dudaklarından erkeksi bir kıkırtı döküldü. Gülüşüyle beraber kısa bir an onu inceledim. Bu saçmaydı ama gerçekten onun bir klonu gibiydi. Göz rengi sadece bir ton daha açık, teni o kadar beyaz değildi. Fakat bunlar dışında onu ilk gördüğüm an bile ne kadar benzediğini fark etmiştim.

"Olabilir, bunu çok isterim." dediğinde onu inceliyordum. Az önce yalan söylemiyordum, onunla konuşmak saçma bir şekilde bana iyi geliyordu. En sonki konuşmamız bunu düşünmemde etkili olmuştu.

"Ne zamandır doktorsunuz?" diye sorduğumda bu soruyu beklememiş olmalı ki bir süre suratıma baktı.

"Birkaç yıldır," dedi ve ardından ekledi. "Neden boşanıyorsunuz?"

"Her şeye fazla mı burnunuzu sokuyorsunuz?" Güldü yine.

"Bana her şeyi soruyorsunuz ama benim soru sormamı kabul etmiyorsunuz." Başını hafifçe iki yana salladı, gözleri yüzümde dolaşırken. "Tuhaf bir kadınsınız.."

"Bebekle alakası yok. Şartlar öyle gerektirdi sadece." diyerek az önceki sorusunu yanıtladığımda ilgiyle beni izliyordu. Beni çözmeye çalıştığı belli olan bir ifade vardı bakışlarında. "Anlaşamıyorduk, hepsi bu."

"Oysaki aşkla bakıyormuşsunuz birbirinize.." dediğinde başımı kaldırıp gözlerine baktım. Sorgulayan bakışlarımı fark ettiğinde kaşları usulca havalandı. "İnternet, malûm.."

"Beni mi araştırdınız?"

"Hayır," dedi, düz bir sesle. "Ailenizin vefatını haberlerden öğrendim.. Eşinizle olan fotoğraflarınızı da orada gördüm, aranızda bir sorun olduğunu herkes fark etmiş ne de olsa." Başımı iki yana salladım hafifçe.

"İnsanlar işte.." dedim, bıkkınlıkla. Buna alışmıştım. "Bunu konuşmanın yeri ve zamanıymış gibi ilişkimi didikliyorlar."

"Göz önünde olmanın zorlukları da bunlar olsa gerek." Omuz silktim umursamazca. "Haddim değil ama merakımı lütfen bağışlayın," dedi, kibarca. Oldukça kibar bir adamdı. İlk kontrolümden beri ona kabalık yapmama rağmen hâlâ bana kibar davranıyordu. "Eşinizin hâlâ bu hamilelikten haberi yok, değil mi?"

"Hayır yok," dedim, onu yanıtlayarak. O, bana meraklı gözlerle bakarken gerçekten beni merak ediyor gibiydi. Sadece iki haftada hayatımda ne gibi büyük değişimler olduğunu merak ediyordu, görüyordum. "Bebeğin cinsiyetini ne zaman öğreneceğim?" diyerek üzerimdeki ilgisini dağıttığımda beni hızla yanıtladı.

"Genellikle 16. haftalarda cinsiyet belli olur ancak bu daha erken de gerçekleşebilir.. En erken 14. haftada öğrenebiliriz." dediğinde gülümsedim. Son zamanlarda beni heyecanlandıran tek şey bu olmuştu. "Siz ne hissediyorsunuz?"

"Kız olacakmış gibi hissediyorum," dedim, dürüstçe. "Belki bunu çok istediğim için de böyle düşünüyor olabilirim.." Dudağımı hafifçe büzdüm bilmem dercesine.

"İlk geldiğinizde bu bebeği aldırmayı düşünüyordunuz ama şimdi sizi epey heyecanlı ve hevesli görüyorum," diyerek bir çıkarımda bulunduğunda onu dinliyordum. "Kalan süreçte lütfen kendinizi yıpratmamaya çalışın," dedi, geçirdiğim zor günlere atıfta bulunarak. "Zor dönemlerden geçiyorsunuz biliyorum ama bebeğinizi düşünmelisiniz. Ki geçirdiğiniz zor günlere bakılırsa bebeğiniz de sizin gibi güçlü.. Gayet sağlıklı görünüyor, hiçbir sorun yok." derken bana bir bakış attı. "Yazdığım vitaminleri kullanıyor musunuz?"

"Evet, kullanıyorum tabii ki."

"Bu dönemde aşermeleriniz olabilir fakat sağlıklı beslenmeye dikkat etmelisiniz." dediğinde bunların hepsini zaten biliyordum. Hamileliğimi öğrendiğim ilk an sıkı bir araştırma yapmıştım. "Bol bol spor yapın. Önceki gelişinizde de söyledim, bolca su tüketin. Yemek sonrası kısa yürüyüşler de önemli, lütfen aksatmayın ve bir de lütfen yediklerinize dikkat edin.. Biliyorum bu dönemlerde çok fazla şey tüketmek istiyorsunuz ama bunların bebek için sağlıklı olması önemli." dedi ve mavi gözlerime baktı. "Anlıyorsunuz, değil mi?" Başımı salladım. "Güzel.. Size numaramı vereyim, bir şey olduğunda haberleşebilelim."

O, masanın üzerinde duran telefonuna doğru uzandığında ben de çantamdan telefonumu çıkarmış ve birbirimizin numarasını almıştık. O bana son uyarıları yapıp benimle uzunca konuştuktan sonra çantamı alıp onunla bir kez daha el sıkışmıştım. Odadan çıkacağım sırada beni durduran şu sözleri oldu.

"Doktorunuzu değiştirmek istiyorsanız sizin için iyi bir doktor önerebilirim," dediğinde omzumun üzerinden ona bir bakış attım. Yeşil gözlerine bir süre baktıktan sonra kapının koluna yaslı olan elimi indirip kapıyı aralamıştım.

"Hayır, doktorumu değiştirmek istemiyorum." dedim, hiç düşünmeden. O, bu sözlerimin onda yarattığı şaşkınlıkla beraber ne yapacağını bilemezken nezaketle gülümsedim. "Her şey için teşekkür ederim, iyi günler.."

Odasından çıkıp kapıyı arkamdan kapattığımda buraya gelirken üzerimde oluşan ağırlık birden yok olmuş gibiydi. Kendimi biraz olsun daha iyi hissederken bunun sebebi neydi bilmiyordum ama onunla konuşmak iyi gelmişti. Hatta sırf bu yüzden ona doktorumu değiştirmek istemediğimi söylemiştim ve pişman da değildim. Onun yanında kendimi rahat hissediyordum ve biliyordum ki başka bir doktorla bu şekilde içsel sıkıntılarımı paylaşamazdım.

Hastaneden çıkıp Bora'nın açtığı kapıdan koltuğa kurulduğumda o da arabanın etrafında dolaşıp sürücü koltuğuna geçmişti. O, başını çevirip bana baktı kısa bir an. "Yalıya mı gidiyoruz, efendim?"

"Evet," diyerek yanıtladım onu kemerimi takarken. O, önüne dönüp arabayı çalıştırdığında yan tarafımdaki camı hafifçe araladım.

Yapmam gereken bir şey daha vardı. Onu hallettikten sonra burada kalmayacak, gidecektim.

Kimse henüz benimle tanışmamıştı ama en kısa sürede tanışacaklardı.

🕳️🕳️🕳️

Siyah deri, topuklu çizmelerimin zeminde bıraktığı tok sesle beraber şirketin koridorlarında ilerlerken buraya uzun zamandır uğramadığım için kendimi garip hissediyordum. Etrafta çok fazla insan koşuşturuyordu fakat benim için terk edilmiş bir yer gibiydi.

Sessiz ve ıssızdı.

Babam yoktu. O olmayınca da burası böyle bir yerdi.

Bomboş, harabe bir ev gibi.

Bugün, aradan geçen günlerin ardından şirkete gelmiş ve önemli bir toplantı için herkesin toplanmasını istemiştim. Ve de gitmeden önce burada katılacağım son toplantı için.

Bu hafta sonu Amerika'ya gidiyordum ve henüz orada ne kadar kalacağım belli olmasa da uzun bir süre burada olmayacaktım. Bu yüzden de ben yokken şirkette işlerin benim istediğim şekilde yürümesini istediğim için bugün şirketten ayrılmak durumunda kalacaklar da vardı. Ben ve babam yokken işleri yönetecek olan biri olacaktı ve ben, bunu günler öncesinden planlamıştım.

Adımlarım yavaşlarken yanımda yürüyen Serpil, bir adım önüme geçerek toplantı kapısını benim için açtı. "Buyrun Maran Hanım," dedi, oldukça kibar bir şekilde. O geri çekilirken benim için açtığı kapıdan içeri bir adımımı atmıştım. Toplantı odasına girdiğim an, klimadan yayılan sıcaklık bedenimi esir aldığında gözlerim de büyük toplantı masasının etrafındakileri buldu.

Kenan, babasının tam karşısında otururken üzerinde yine o şık takımlarından biri vardı. Üzerindeki koyu renkte olan gömleği, benim ona haftalar önce aldığım gömlekti. İlk kez şimdi, bu toplantıda giymişti.

Başını önündeki kağıtlardan kaldırıp bana baktığında göz göze geldik. Onu arabadaki son konuşmamızdan sonra bir daha görmemiş olsam da beni düzenli olarak aramış fakat tabii ki aramalarına dönüş yapmamış, beni istediği zaman arayıp rahatsız etmemesi için onu her yerden engellemiştim. O akşamın ertesi günü Melinda'yla iletişime geçip tüm eşyalarımı toplamasını rica ettikten sonra Bora da gidip tüm eşyalarımla beraber Karlos'u da evden almıştı. Tabii bunu öğrendiğinde benimle iletişime geçemediği için etrafımdaki insanları rahatsız etmişti ama ben yine de onunla iletişime geçmemekte kararlı davranmıştım.

Çünkü bana iyi gelmiyor, bir şekilde beni manipüle ediyordu.

Bakışlarımı ondan uzaklaştırıp adımlarımı babamın yerine, masanın baş köşesine doğru yönelttiğimde avukatım da peşimden geliyordu. O, hemen çaprazımda kalan boş yere kurulurken ben de oturmadan önce üzerimdeki siyah, deri trençkotu çıkarmıştım. "Nasılsınız Turgay Bey?" dedim, gözlerim onun üzerindeyken. Olan bütün bunlara rağmen onun duyduğu üzüntü gözlerinden okunsa da tıpkı oğlu gibi müthiş bir oyuncu olduğundan hâlâ yerinde dimdik oturuyordu.

"İyiyim," dedi, gözlerini bana çevirirken. Yalan söylüyordu, iyi falan değildi. Tıpkı benim olmadığım gibi. "Sen nasılsın, iyi görünüyorsun?"

Evet, iyiydim. Yani en azından iyi görünmek için her şeyi yapmıştım. Yüzümdeki solukluğu gidermek için kat kat fondöten sürmüş, hayatımda hiç yapmadığım kadar ağır bir makyaj yapmıştım. Üzerime siyah, uzun kollu bir body'le aynı renk dar bir pantolon giymiş ve bunu, deri çizmelerim ve ayak bileklerime kadar uzanan deri trençkotumla tamamlamıştım. Açıkçası gayet iyi görünüyordum.

Tekerlekli sandalyemde hafifçe dönüp masaya doğru yaklaştığımda kollarımı masada birleştirmiştim. "İyiyim tabii ki," dedim, yüzümdeki gülümsemeyle. "Birazdan daha iyi olacağım."

"Acil toplantı istemişsin," dedi, yaslandığı yerden doğrulup masaya doğru yaklaşarak. Kollarını masaya yaslarken bakışlarını bana çevirdi. Oğluna vermekten çekinmediği gözleri üzerime sabitlenirken, "Az çok tahmin edebiliyorum, hisselerimizi devretmemizi istiyorsun." dediğinde gülümsemem genişledi. Neyse ki akıllılardı.

"Ben istesem de istemesem de bunu yapmak zorundasınız zaten," dedim, onu bozarak. Onun bakışları üzerimdeyken bu tavrımdan rahatsız değil gibiydi. "Babamın vasiyeti bu yönde," dediğimde avukatım da çantasındaki dosyaları çıkarmaya koyulmuştu. "Ama evet, birkaç evrak imzalamanız gerekiyor tabii.." derken avukatım olan Hakan Bey de çıkardığı dosyayı karıştırmaya başladı.

"Babanın vasiyeti bu yönde olabilir ancak bu şirkette bizim de emeğimiz var," dedi, Turgay. Bu, içten içe sinirlerimi bozsa da bir şey belli etmedim. "Biz ortağız, her şeyi birlikte yaptık şu zamana kadar. Birlikte büyüdük, birlikte çalıştık.. Bu fazla değil mi sence de?"

"Uzatmayalım bence," dedi, Kenan da. Hakan Bey'in ona uzattığı dosyayı elinden alırken suratı beş karıştı fakat bunun şirketle alakalı olmadığı belliydi.

"Kenan," dedi, babası uyarıcı bir şekilde. "Duygularınla hareket ediyorsun, biraz mantıklı düşün."

"Mantıklı düşünüyorum zaten," derken kalemini elinde evirip çeviriyor, elindeki evrakları inceliyordu. "Hâlâ burada olmamız saçmalıktan başka bir şey değil."

"Bak," dedim, elimi hafifçe havada savuşturarak. Bakışlarım babasına dönerken, "Oğlun ne kadar mantıklı düşünüyor."

"Oğlum aptalca davranıyor sadece," diyerek bir tepki verdiğinde Kenan onu umursamadı. Önündeki evrakları beni uğraştırmadan imzalarken ondan beklediğim bir tavırdı bu. Çünkü şu an ben ona ne kadar öfkeliysem o da babasına öfkeliydi. "Aklını başına topla, imzalama şu kâğıtları!" dedi, adeta kükreyerek. "Bu şirkette Adnan kadar benim de hakkım var, hukuki yollarla çözebiliriz bu meseleyi.. Ne yaptığını sanıyorsun sen?" derken artık bu, ikisinin problemi olmuştu.

"İstemiyorum," dedi, gayet normal bir şekilde. Tehlikeli bir sakinlik vardı üzerinde. "Burada olmak istemiyorum daha fazla, hiçbir zaman da istememiştim zaten."

"Sen kendini ne sanıyorsun?" diyerek babası celallendiğinde sessizce onları dinliyordum. Buraya bunun için gelmemiştim fakat onların kavgası hâlâ sürüyordu. Kenan'ın doğru bildiğim bir yönü varsa o da babasının egemenliği altında olmak istemeyişiydi. Görüyordum ki gerçekten öyleydi. En azından bu konuda yalan söylememişti. "Benim sayemde buradasın..Sen, benim sayemde Kenan Keskin'sin!" dediğinde problem artık ben değildim. Onların arasındaki bir mesele açığa çıkmış ve çözülmeyi bekliyordu. "Beni yok sayamazsın sen, ne haddine?"

Kenan'ın bakışları müthiş bir yavaşlıkla önündeki kâğıt yığınından babasına doğru döndüğünde kıyametin kopacağı belliydi. Buraya gelirken kıyameti koparmayı ben amaçlıyordum fakat öyle olmamıştı.

Yeşil gözlerinde bir yangın başlarken onu neden bu kadar dikkatli izlediğimi bilmiyordum ama olayların bu noktaya gelmesini kesinlikle beklememiştim.

"Ne dedin?" dedi, sakinlikle. Babasının öfke saçan gözleri onun üzerindeyken bakışları kısıldı. "Senin sayende..ne?" derken buna epey öfkelenmiş görünüyordu. Onun hakkında bildiğim bir şey varsa o da kendi emekleriyle bugüne geldiğiydi fakat bu artık beni ilgilendirmiyordu. Dünyaca bilinen bir iş adamı olması da artık onu aklamıyordu. "Ben kendim çalıştım bugüne kadar! Her şeyi tek başıma yaptım, senin tek kuruşunu bile harcamadım.. Nasıl bana bunu söyleyebilirsin?"

Gözlerimi ikisi arasında kısaca gezdirdikten sonra derin bir nefes alıp olaya müdahale ettim. "Kusura bakmayın ama aranızdaki meseleyi dinlemek için gelmedim buraya." dedim, kabaca. "İmzalayın şunları bir an önce, bitsin gitsin..Babam sizdekiler de dahil tüm hisseleri bana devretti, şirketin başına ben geçtim yani." Turgay'ın yeşil gözlerine baktım kaşlarım havalanırken. "Bu yüzden şirkette kimin kalıp kimin gideceğine ben karar veririm ve sizin gitmenizi istiyorum! Bunca şeye rağmen kalacak değilsiniz ya?"

Bu sözlerimin ardından kalan evrakları Kenan hızla imzalayıp karşısında oturan babasının önüne doğru hafifçe itelediğinde babası ona öfkeyle bakıyordu. "İmzala baba," dedi, onunla adeta gözleriyle savaşırken.

Turgay, evrakların üzerindeki kalemi eline alıp hışımla imzalamaya başladığında bunun onu öfkelendirdiğini biliyordum. Açıkçası ona bir noktada hak veriyordum. Haklıydı, bu şirkette onun da emekleri vardı ve biz ortaktık. Fakat bu, babamın devrinde böyleydi. Artık benim devrim başlamıştı ve işler böyle yürüyecekti. Hem onlara, emeklerinin karşılığını misli misli verecektim.

"Bu kadar fevri olmayın," dedim, bu tepkisine karşılık. "Şirkette geçirdiğiniz zamanlarda gösterdiğiniz çabanın karşılığını tabii ki alacaksınız fakat ben şirkette sizi görmek istemiyorum. Hepsi bu." derken Hakan Bey, önünde kalan mavi kapaklı dosyayı benim işaretimle beraber Kenan'ın önüne bıraktığında Kenan'ın bakışları kısaca dosyanın mavi kapağı üzerinde gezindi ve ceketinin cebinden kalemini çıkardı. İşle alakalı bir evrak olduğunu düşünmüştü ama yanılıyordu. Keşke okumadan imzalayabilseydi ancak bunu yapmayacaktı. O, hiçbir şeyi okuyup incelemeden imzalamayan bir ruh hastasıydı.

"Bu ne?" derken dosyanın kapağını kaldırıp içindeki tek bir evrağı kontrol etti. Bense ona cevap vermedim. O; evrakta yazılanları okurken yavaşça kaşlarının çatılışını, yüzünün gerilip çenesinin kasılmasını izledim sadece. Bunların hepsi sadece on saniye içerisinde olurken Turgay da önündekileri imzalayıp Hakan Bey'e uzatmıştı. Kenan'a bir bakış attığında bir sorun olduğunu yüz ifadesinden anladı fakat onu ilgilendiren bir şey yoktu. "Maran.." dedi, delirmenin eşiğindeyken. Alev saçan gözlerini bana çevirdiğinde buz gibi ifademle karşılaşmıştı. "Delirmişsin sen, bunun olmayacağını sana söyledim!"

"Ne oluyor?" diyen Turgay hoşnutsuz bir tavırla onun önündeki dosyayı alıp kontrol ettiğinde tıpkı oğlu gibi buna şaşırmamıştı. Şaşılacak bir şey yoktu çünkü ben haftalar öncesinden bunun olacağını söylemiştim.

"Sonsuza kadar seni istemeyen bir kadınla evli kalamazsın!" diyerek ben de ona bağırdığımda bana öyle bir bakış attı ki normal zamanda çenemi kapatmam gerekirdi. "Seni istemiyorum, aşık değilim sana artık!"

"Yalan söylüyorsun," dedi, kendinden emin bir şekilde. "Bütün bu olanlardan dolayı kendini aşağılanmış hissettiğin için bunları söylüyorsun sadece."derken tavrı sinir bozucuydu. Bu kadar her şeyden emin olup da bunların da doğru olması sinirlerimi bozuyordu. "Sen bana hâlâ aşıksın. Herkesi kandırabilirsin ama beni asla."

Gözlerim onun gözleri arasında mekik dokurken kararlıydı ve bu süreç benim için zor geçecekti. Ona o kâğıdı imzalatmam o kadar imkânsızdı ki ben de imkânsızı başarmaya çalışıyordum.

"İmzala şu kâğıdı," derken Hakan Bey'le Turgay sadece sessizce bizi izliyordu. "Benim gibi senin yalanlarına kanacak çok kadın var nasıl olsa-"

Bu sözlerimi bölen şey, önündeki dosyadan evrağı çıkarıp yırtması olurken bunu az çok tahmin ettiğim için yedeğini hazırlatmıştım. Böyle bir tepkiyle karşılaşacağımı biliyordum ve yanılmamıştım.

"Benden boşanamazsın," dedi, keskin bir biçimde. "İstediğin kadar uğraş, bu olmayacak."

"Yedeği var sorun değil," diyerek önündeki parçalanmış kâğıtlara baktığımda öfkeden deliriyordu.

"Beni affetmen için ne yapmam gerekiyor?" dedi, birden. Bakışları bana dönerken bu sorusunda hiç olmadığı kadar ciddiydi. Ne cevap verirsem onu yapacak gibi bir hâli vardı.

"Seni affetmem o kadar zor ki," dediğimde bakışları durgunlaştı, sadece gözlerime baktı. "Git kafana falan sık sen en iyisi." diyerek alayla karışık konuştuğumda beni epey ciddiye almıştı.

"Affedecek misin beni?" dediğinde ona öylece baktım. Babası şaşkınlıkla ona bakarken o ciddi görünüyordu.

"Kenan," dedi, Turgay uyarıcı bir tonda. "Kendine gel, iyi değilsin sen."

"Vicdanın rahat etmiyor değil mi?" dedim, acımasızca. "Çünkü ne kadar kötü bir şey yaptığının sen de farkındasın, kendini cezalandırmaya çalışıyorsun. Seni cezalandırmamı istiyorsun."

"Ama yokluğunla cezalandırmanı değil," dediğinde bu konuşmanın nereye varacağını merak ediyordum. Oysa ben buraya gelirken bu saçmalığın bir an önce bitmesini ummuştum. "Seni özlüyorum anlamıyorsun.."

Bu sözleri bakışlarımı ondan uzaklaştırmama neden olduğunda bu konuşmanın derinleşmeye başladığını fark eden Turgay da öfkesinden dayanamayıp dışarı çıkmıştı. Hakan Bey'e yaptığım bir baş işaretiyle de önündeki bir başka dosyayı bana verip o da odadan ayrıldı. Bu, boşanma dilekçesinin bir kopyasıydı. Onu masaya bırakıp tekrar Kenan'a döndüğümde tekerlekli sandalyesini hafifçe ittirip aramızdaki kısacık mesafeyi kapattı. Bu da o hoş kokusunu solumama neden olmuştu.

"Seni seviyorum," dedi, odada oluşan o derin sessizlikte. O, masanın üzerindeki ellerimi tutmaya yeltendiğinde tabii ki buna müsaade etmedim. Ona karşı olan öfkem hep diri kalmalıydı çünkü bana kolay şeyler yaşatmamıştı. "Haftalardır kokunun sinmiş olduğu o yastıkla uyuyorum haberin var mı senin?" dediğinde düz bakışlarla ona bakıyordum. Tabii içimde nelerle savaş verdiğimden onun haberi yoktu. Aynı şeyi haftalardır ben de yapıyordum ve bunun için kendimden utanıyordum. Ondan bu kadar nefret ederken nasıl oluyordu da kokusunu solumadan uyuyamıyordum? "Hayalinle uyuyup hayalinle uyanıyorum Maran, sen benim aşkıma yalan diyemezsin."

"Beni bu kadar sevseydin her şeyi en başında anlatırdın," dedim, tavrımdan ödün vermeden. "Ama sen beni kandırmayı seçtin, koca bir yalanın içine hapsettin beni resmen!"

"Çünkü korktum," dedi, ondan beklemediğim bir şekilde. Duygularını pek fazla belli etmeyen bir adamdı o. "Gidersin diye korktum, söylemek istemedim. Beni dinlemezdin biliyorum, tıpkı şu an olduğu gibi."

Alaylı bir gülüş belirdi dudaklarımda, o beni izlerken. "Şimdi de gidiyorum," dedim, hiç düşünmeden. "Bana her şeyi en başında anlatmalıydın. Senden bile öğrenmedim ben tüm bu olanları, bana anlatmadın! Bütün bunlar olmasa bana hiçbir zaman anlatmayacaktın!"

"Üzgünüm ama anlatamazdım," dediğinde kaşlarım alayla havalandı. Bir de bunu söylüyordu yani? "Seni kaybedemezdim."

"Ama kaybettin."

"Söyleme öyle, lütfen." derken gözlerindeki yangın arka plana düşmüştü çoktan. Orada sadece acı vardı ve ona yakışmamıştı.

"Bir süre burada olmayacağım," diyerek bu konudaki ciddiyetimi belirttiğimde bana öylece bakıyordu. Gideceğimi zaten en başından beri biliyordu ama gidebileceğimi düşünmemişti. Buna cesaret edeceğimi düşünmüyordu. "Babaannemle beraber döneceğim," derken bakışlarımı masanın üzerindeki dosyaya çevirip masanın üzerinden ona doğru hafifçe ittim. "Sen de ikimizi de daha fazla yıpratmadan lütfen imzala. Avukatımla iletişime geçersin, duruşma için burada olacağım."

Sözlerimin ardından ona bir kez bile bakmadan ayağa kalktığımda odaya girdiğimde çıkardığım trençkotumu üzerime geçirdim yavaşça. Bu esnada hâlâ sözlerimin etkisindeydi. Bu kadar kararlı davranabileceğimi düşünmemişti ama onu şaşırtmıştım. Asla onu bırakıp gidebileceğimi düşünmemişti, buna emindim. Açıkçası ben de bunu yapabileceğimi düşünmemiştim fakat mecburdum. Yakında karnım büyüyecekti ve benim burada olmamam gerekiyordu. Eğer o, bu bebeği öğrenirse ondan hiç boşanamazdım. Kesinlikle bunu kabul etmezdi. Üstelik bana yeterince zorluk çıkarıyorken bir de üstüne bu bebeği öğrenmesi işleri zorlaştırırdı.

O, hayatımda olmamalıydı.

Hayatımı alt üst etmişken onunla olamazdım. Gururumu hiçe sayan bir adamla beraber olmak benim yapabileceğim bir şey değildi.

Benim devrimin de kuralları buydu.

🕳️🕳️🕳️

Bu bölümü yazmak benim için o kadar zordu ki..Umarım okurken zevk almışsınızdır,

Gelecek bölüm Kenan'sız bir bölüm olacak ve onsuz nasıl yazacağımı kara kara düşünüyorum şu anda...🥺🥺

 

Bölüm : 09.07.2025 10:23 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...