4. Bölüm

2. Bölüm

Mekikelebegi
mekikelebegi

 

 

 

* Merhaba sevgili dostlarım. Hepiniz hoş geldiniz. Hepinize keyifli okumalar diliyorum. Oy vermeyi ve yorup yapmayı unutmayalım. Profildeki linkten wp kanalımımıza ve kitapla ilgili bütün hesaplara ulaşabilir ve takip edebilirsiniz. Bildirimlerden haberdar olabilirsiniz.

 

 

* 14.02.2025 📌🪶

 

 

 

 

 

 

 

2. BÖLÜM

 

 

*Bulutlar da hafiftir Yarbayım. Bulutlar da hafiftir ancak gittiği şehirlere yağmur taşımak gibi ağır yükümlülükleri vardır *

 

 

 

 

7 Mart 1997 - Ankara

 

( Yazarın anlatımıyla)

 

 

 

Minik bir sancı yokladı genç kadını. Günlerdir karnında taht kuran ufak hareketlenmelerden biriydi bu sancı. Gözlerini açma gereği duymadan uykusuna dalmak istedi. Dakikalar sonra daha şiddetli bir şekilde hissetti ve hızla karnına yapıştı elleri. Doğum için son haftaya girmişlerdi. “Yoksa bu gece mi?” diye sordu heyecanla. “Gökçe'm geliyor muydu?”

 

 

Bir eli hala şişkin karnındayken yatağında oturur pozisyona geldi. Başlığın yanındaki gece lambasını açtı. O an bir şeylerin akıp gittiğini hissetti. Telaşa kapıldı. Heyecan ve korku karışımı bir sesle eşine seslendi.

 

 

"Sancak."

 

 

Seslenmesine karşılık bir ses işitemedi. Bu kez omzuna dokunup sarstı sabırsızca. Daha bu akşam üç günlük bir görevden gelmişti Sancak. Otuz altı saattir uykusuzdu. Botları ayaklarını vurmuş, ilkbaharın ilk yağmurunu da bir güzel yemişti.

 

 

"Sancak," dedi Vildan.

 

 

Sırtı eşine dönük adam bu uyarı sonrası ancak kendisine gelebildi. Hemen Vildan'a doğru dönerken kahve gözleri eşinin ona eş gözlerine değdi. Uyku mahmuruydu. Kahvelerini ovalayarak kırpıştırdı.

 

 

"Geliyor, "dedi Vildan. Ne yapacağını bilmez bir haldeydi. Üstelik defalarca kez provasını yapmıştı bu anın. Vücudunun titremesine engel olamıyordu. Sancak'ın kurduğu cümle ise insanı delirtecek cinstendi. Bir baba doğacak çocuğuna kim geliyor der miydi? Sancak Kutluay diyordu işte.

 

 

"Gece gece kim geliyor Vidan?” diye sordu anlam veremeyerek. “Rüya mı görüyorsun?”

 

 

Vildan o haline rağmen gülmeden edemedi. Gözleri yarı açık yarı kapalı olan kocası hala kendine gelebilmiş değildi. Hatta şu an tekrar uykuya dalması bile olanaklar dahilindeydi.

 

 

"Kim gelebilir Allah aşkına Sancak. Gökçe geliyor, kızın geliyor."

 

 

Yorganı üzerinden atıp hemen ciddi bir yapıya büründü Sancak.

 

 

"Vildan bak eğer bu da yanlış alarmsa eğer-."

 

 

Haklıydı genç adam. Son iki haftadır bebek geliyor edasıyla hastaneye koştur koştur yetiştiriyordu Vildan’ı. Yalancı sancılar en çok onu harap ediyordu. Bir de sanki hayatında ilk defa bebek görecekmiş gibi bu sürece eşlik eden koca bir tim vardı tabi. Lafını keserek konuştu Vildan. Biliyordu ki bu kez gerçekten de geliyordu gelemeyen, bütün mahalleyi ayağa kaldıran kızı.

 

 

" Sancak suyum geldi," dedi incecik telaşlı sesi.

 

 

Sancak hala tam olarak ayılamamış olmalı ki gözlerini devirdi gülerek. Bu gece de her şeyi tersinden anlayası tutmuştu. Akıl almaz bir öneriyle geldi Vildan’a.

 

 

“E o zaman tuvalete götüreyim, çişin gelmiş işte Vildan. Niye beni Gökçe geliyor diye telaşa sokmaya çalışıyorsun?”

 

 

Yalancı bir öfkeyle koluna şamarı yapıştırdı Vildan. Sancak hemen o noktayı ters bakışlarla ovalarken “ Sence ben o anlamda mı söyledim Sancak?” Diye çıkıştı Vildan.

 

 

“Doğuracağım şimdi buraya göreceksin.”

 

 

Sancak'ın çakralar ancak yerine oturdu. Şoka girmiş gözlerle boş boş baka kaldı. Yatakta dizlerinin üzerine kalktı. Vücudu tatlı bir heyecanın elektriklenmesine uğradı. Düşünme meleklerini bir anlığına kaybetti. Donuk bir hal alan kahve gözlerini kırpamadı bile.

 

 

"Gökçe geliyor,” diyebildi. "Bu sefer gerçekten geliyor,” dedi peşinden kendi kendine.

 

 

Bir kez daha Vildan'a baktı.

 

 

“Doğurma,” dedi pat diye.

 

 

Vidan en doğal tepkisini verdi.

 

 

“Ne !”

 

 

“Ben de ‘Ne?’ dedim. Nereye doğuruyor gece gece bu kadın dedim. Ne güzel uyuyorum şurada, görevin yorgunluğunu yeni yeni atıyorum dedim. Gelmiş bana doğuruyorum diyorsun Vildan. Neden bu kadar ani oluyor bu doğum işi, niye alıştıra alıştıra söylemiyorsun.”

 

 

“Hazır değilim ben!”

 

 

Sırtını döndü.

 

 

“Hazır değilim! Söyle kızına doğmasın. Başka zaman doğsun. İki gün daha yatsa karnında ne olur ki sanki. Çok doğmak istiyorsa git ötede bir yerde doğur, burada doğurma. ”

 

 

Vildan Sancak’ın omzuna yapıştı, kendisine çevirdi. Çevirir çevirmez bir tokat savurması bir oldu.

 

 

“Sancak, dokuz aydır hamileyim ben. Dokuz aydır içimde bir bebek taşıyorum. Bir haftadır doğumu bekliyoruz. Toparlanır mısın lütfen! Korkutma beni.”

 

 

Sancak’ın eli kızarmış yanağındaydı. Birkaç defa gözlerini kırpıştırdı. Sanki yeni fark ediyordu durumu. Derin ve kendine güvenen bir nefes verdi. Şokla bakan gözlerini eşinden ayırdı, en az onun kadar heyecanla gardıroba yöneldi. Eline gelen ilk pantolonu ve kazağı aldı. Anacak titreyen elleri yüzünden üzerine geçirmekte zorlandı. Baba oluyordu. Dünyada bundan daha güzel bir duygu olabilir miydi? Asıl bu kadar heyecan yapması normal miydi?

 

 

"Sancın var mı Vildan?" diye sordu montunu omuzlarından geçirip.

 

 

Yatağın ucunda ayaklarını sallayan ve ara ara sıklaşan nefesleriyle eşini yanıtladı genç kadın.

 

 

"Biraz."

 

 

Koşarak Vildan’a ilerledi. Gayet kolay bir şekilde yataktan kucağına aldı genç kadını. Vildan küçük bir inlemeyle ortamı dağıtırken “Sancak," demişti dişlerinin arasından kızar gibi. Kahverengi gözlerini kucağındaki adamın yüzüne çıkardı.

 

 

"Şimdi niye beni kucağına aldın?" diye sordu.

 

 

“Sancım var dedin.”

 

 

Ters ters baktı Vildan kocasına. Ardından dayanamayıp güldü. “Yürüyemem demedim ama.”

 

 

Sancak da en serseri gülüşlerinden birini kuşandı. Bir ileri bir geri gidip geliyordu. Utangaç, gülüşmeli bakışmalı bu anı genç adamın erkeksi ve neşeli sesi böldü. Aslında buna biraz da Vildan'ın hamilelik boyunca aldığı kilolar ve biricik kızı neden olmuş olabilirdi. Kimse Sancak fıtık olsun istemezdi.

 

 

“Şimdi ne yapacağız onu de.”

 

 

Eli ayağına dolaşıyordu. Sancak'ın bu saçma sorusuna yine gülmeden edemedi Vildan. Bir ileri bir geri sabırsızca gidip geliyordu eşi. Aşırı heyecanlı olduğu her halinden belliydi. Gökçe ikisinin de ilki olacaktı. Biraz daha bu durumu sürdürdükleri takdirde Gökçe yatak odasında doğabilirdi. Çok absürt bir an yaşanıyordu. Bu anı bitiren genç adamın bir kez daha mırıldanması oldu.

 

 

"E hadi."

 

 

“Önce indir beni, ” dedi Vildan. Her zamanki sitemi varlığını hissettirdi.“ İki büklüm olduk burada.”

 

 

Sancak yavaşça Vildan’ı yatağın önüne indirdi. Oturdu Vildan yatağın üzerine.

 

 

"Çanta hazırlamıştık Sancak. Benim için ve bebek için onları al,“ dedi. Ne kadar gülüyor olsa da yüzü her an kaos ortamına dönüşebilirdi.

 

 

Genç adam hazırlanan iki çantayı da omzuna aldı. İçindeki kıpırtılar eşliğinde Vildan'ın terliklerini giydirdi. Bir koluna girerek yavaşça kaldırdı karnı burnunda eşini. Yatak odasından yavaş adımlar eşliğinde çıktılar. Vildan sakinliğini korurken Sancak'ın hamileymiş gibi derin nefes alışverişleri o yavaş adımlara eşlik etti.

 

 

Nefes sesleri ortamı sararken gerildiğini hissediyordu Vildan. Bir eli karnında diğer eli Sancak'ın koluna yapışmış bir halde iniyorlar merdivenden. Genç kadın yanındaki soluğu taşan adama garip bakışlar sunmayı ihmal etmedi. Onu heyecanlı gördüğü nadir anlardan biriydi bu gece. Hatta o kadar şuurunu yitirmişti ki sanki ondan önce Sancak doğuracak gibi görünüyordu.

 

 

"Derin nefes al Vildan," diyordu bir taraftan da.

 

 

“Bu bebeğimiz için ve senin sakinliğini koruman için çok önemli. Derin nefes tamam mı? Burnundan alacaksın sakince, ağzından vereceksin."

 

 

"Yavaş yavaş."

 

 

“Sancın da artarsa hemen söylüyorsun, kucağıma alıyorum.”

 

 

Belinden kavramış ve dikkatli adımlarla ona tavsiyeler veren eşine en sonunda tahammülsüzce baktı Vildan. Sancak tam manasıyla kıpır kıpırdı. Yalnız bu gece değildi bu anormal hareketler. Son zamanlarda Sancak da hamileliğe kaptırmıştı kendisini. Vildan'ın canı tatlı elma çektiğinde Sancak da aşermiş gibi kendi canının çektiğini alıyordu. Vildan yatakta nasıl yatarsa o da öyle uyuyordu. Gaz sıkışmalarını sancı diye nitelendirip 'Vildan sana da sancı girdi mi?' diye soruyordu ciddiyetle.

 

 

"Sancak ne saçmalıyorsun Allah aşkına,” dedi Vildan katlanamayarak. Telaşa kapılmasa bile kocası sağ olsun izin vermiyordu sakin kalmasına. Ondaki heyecanın kendisine geçmesi an meselesiydi.

 

 

“Biz bilmiyoruz sanki nefesi ağızdan alıp burnumuzdan vereceğimizi.”

 

 

"Tamam tamam,” dedi Sancak. Ses tonu dingin ve yatıştırıcıydı. "Kızma, şimdi kızımı da kızdıracaksın. Çocuğumuz çatık kaşlı doğacak bak."

 

 

Söylene söylene gelen ikili bu cümle sonrası bir nebze de olsun suskunluğa gömüldü. Arka kapıyı açan Sancak Vildan'ı dikkatlice yerleştirdi koltuğa. Elindeki çantaları hemen yanına bıraktı. Arabayı çalıştırdı. Vildan ufak sancılar eşliğinde yerinde kımıldandı. Sancak'ın kahveleri ara ara eşine değiyor, yüzündeki değişimden anlıyordu sancıların arttığını.

 

 

Çekimser bir halde, sadece ara ara "Nefes al," diyebiliyordu. Korka korka. Zira bir süre sonra Vildan'ın ateşe dönen gözleri hiç de sevgiyle bakmıyordu Sancak'a. Dilini yutmuş bir vaziyette yineliyordu Sancak. Keşke elinden daha fazlası gelseydi de çekmeseydi bu acıyı biricik karısı.

 

 

"Derin Derin."

 

 

"Sancaaak, sus!"

 

 

"Susuyorum. Susuyorum. Tamam kızma. Bak bu kız çatık kaşlı doğarsa sorarım sana hesabını."

 

 

Hormonlar Vildan'ın hamileliği süresince oldukça zor anlar yaşatmıştı genç adama. Hala da bu etkiyi görebilmek mümkündü. Her yeni gün eşinin yeni bir yüzünü keşfediyor, onu tanıyamıyordu. Evlerinin bulunduğu sokağı geride bırakmış ana yola doğru çıkıyorlardı. Bir gözü hep arkasında, bebeğindeydi. Şimdi bebek gibi bir kadının yine ona benzeyen bir kızı olacaktı.

 

 

Ara ara durgunlaşan ara ara sıklaşan nefesler aracın içini sararken sert bir acı hissetti Vildan. İnlemeyle karışık bağırma firar etti dudaklarından. Sancak'ın kahveleri hızla Vildan'a döndü. Acıyla daha çok karnına yapışan Vildan öne doğru eğildi. Eşinin güçlü omzunu narin parmaklarıyla avuçladı.

 

 

Sancak anında ona dönerek "İyi misin canım? “Diye sordu. Adeta yolla Vildan'ın kahveleri arasında mekik dokuyordu. Dişleri birbirine kilitlenmiş olan kadın bir nebze azalan acıyla başını salladı. Aralanan dudakları mırıldandı.

 

 

"Daha ne kadar var Sancak. Ben...Ben dayanamıyorum. "

 

 

"Az kaldı bir tanem. Çok az kaldı. On dakikaya kadar hastanedeyiz tamam mı?"

 

 

Artan sancılar eşliğinde başını sallayabildi Vildan. On dakika onun için hiç de kolay geçmemişti. Bazen rahatlıyordu bedeni. Bazen kan ter içinde kalıyor, çırpınıyordu inlemeler eşliğinde. Siyah renkli Alfa Romeo 147 hastanenin önünde durdu dikkatle. Sancak arka koltukta inim inim inleyen karısını kucağına aldı. Onu her zamanki doktorlarına emanet etti. Heyecanla beklemeye koyuldu. Bir kalktı ,bir oturdu. Koridoru arşınladı adımları. Gelen her hemşireye merakla, heyecanla sorularını yöneltti. Neredeyse tüm askeriye beyaz hastane koridorunu esir aldı.

 

 

Hiç düşünmemişti böyle bir anı. Kolları arasında sıcaklığı ile yer bulan bir kadını. Onun sıcaklığına bu kadar alışacağını, hatta alev alev yanacağını. Sevgiyi tatmıştı Sancak. Onunla beraber gelen saygıyı, merhameti, düşünceli olmayı keşfetmişti.

 

 

Kim derdi ki bu adamın elleri bir kadın eli tutacak; böyle sadakatle ,özveriyle bağlanacak? Şimdi daha bunların varlığını kavrayamadan bir de o minik Gökçe bebeğin eli girecekti işin içine. Bu...Bu gerçekten bir mucizeydi. İkisinin bebeğiydi o. Vildan ile Sancak'ın bebeği. Minicik ellerini tutacaktı bu sert elleriyle. Ben baban diyecekti. Sancak Kutluay. Sen de ikimizden bir parça, Gökçe. Göğe ait olan, maviye hüküm süren Gökçe.

 

 

Derken beklenen oldu. Dakikalar sonra Sancak bir hemşire tarafından hazırlanarak içeriye alındı. Elleri Vildan'ın ellerini sarmaladı. Gönlü bir battaniye gibi örttü üstünü. Sanki bütün yarım kalan hikayeler tamamlandı o an. Bütün zorluklar aşıldı. Doğumhaneyi genç kadının inleme ve çığlıkları, doktorun komutları sardı. Sancak'ın tatlı söylemleri boğuk boğuk ulaşsa da Vildan'a güç verdi. Kan ter içinde kalan genç kadının büyük çığlığı ince bir ağlama sesiyle son buldu. Bu kez mutluluktan aktı göz yaşları.

 

 

Saatler sonra kendilerini hastane odasının yatağında buldular. Bu kez iki kişi olarak geldikleri hastanede üç kişiydiler ve üç kişi çıkıp gideceklerdi sevinçle. Sancak'ın şaşkın bakışları önündeki bu miniminnak canlıda dolanıp dururken huzur akan teni mutlu aile tablosuna yabancıydı. Vildan hafif yorgun yüz hatlarıyla kocasının hareketlerini süzüyordu. Gülümsedi.

 

 

"Nazar değdireceksin doğmadan kızıma,” diye çıkıştı tatlıca. Sancak önündeki bu güzel varlıktan gözlerini ayıramayarak mırıldandı. Sanki yeni yeni farkına varıyordu bu güzel anın.

 

 

"Vildan?" diye sordu heyecanla. Onaylamasını ister gibi.

 

 

"Şimdi bu kara saçlı, beyaz tenli, menekşe gözlü, üzerinde turuncu takım olan minik şey bizim bebeğimiz mi?"

 

 

"Evet,” dedi Vildan. "O kara saçlı, beyaz tenli, menekşe gözlü ve üzerinde turuncu takım olan bebek bizim kızımız. Gökçemiz."

 

 

Göz ucuyla kahveleri kızını süzdü. Yakınacağı bir nokta vardı.

 

 

"Ama çok küçük bu bebek Vildan. O kadar bal pekmez yedirdim ben sana. Neden bu kadar küçük? Burnu, elleri, suratı, bedeni ...hepsi minnacık. "

 

 

"Zorla yedirdiğin için olabilir mi acaba Sancak?"

 

 

Bir müddet düşündü genç adam. Haklıydı karısı. Zorla ne kadar sağlıklı besin varsa yedirmişliği olmuştu. Ama hepsi büyümesi içindi. Gülümsedi muzipçe.

 

 

"Olabilir. Ama kızım seviyordu onları bir kere, "dedi çıkışarak. "Niye böyle kedi yavrusu gibi kalmış?"

 

 

"Özür dilerim, "dedi Vildan gereksiz bir alınganlığa bürünüp. "Senin kadar doğurmalıydım ben bu kızı. Şurası nasıl alacaksa artık."

 

 

Bu tavrına kocaman bir gülümseme sunmuştu Sancak. Biraz daha yaklaştı karısına. Aradaki fark neredeyse kapanmaya vardı. Kahveleri eşinin kendine eş kahvelerine değdi. Gülümsedi. Minnetle, tevazuyla hapsoldu onlara.

 

 

"Sen bana bu hayatta sahip olabileceğim en güzel şeyleri verdin Vildan. Kendini hediye ettin bana. Sevgiyi seninle öğrendim ben. Merhameti, bu sıcaklığı, aile saadetini hep sen aşıladın. Seni tanıdım, yeniden doğdum. Seni tanıdım, özümü buldum. Yalnız beni değil kızımızı da bağladın bu yeniden doğuşa. Artık gök kızımızın altında daha bir güçlü duracağız. Teşekkür ediyorum. Yaşattığın onca güzelliğin arasında bu güzel duyguyu da layık gördün ya bana çok teşekkür ediyorum. "

 

 

Huzuru daha da katlandı genç kadının. Bir kez daha ne kadar doğru bir karar verdiğinin altını çizdi. Sancak'ın sıcacık teni tenine yaklaştı. Eşinin boyun girintisine yerleşti parmakları. Vildan'ın içi heyecanla titrerken beklenen oldu. Sancak önce minik kızının yumuk gözlerini kapattı. Kalın dudakları yerini ,eşinin solgun dudaklarını buldu. Naifçe dokundu bu kez. Her zamankinin aksine yavaş yavaş bir hediye gibi sardı. Bütün sevgisi aktı adeta. Dakikalarca teşekkür etti kadına. Dudakları huşuyla dolandı dudakların üzerinde. Kapının tıklatılmasını umursamadılar. Hatta duyamayacak kadar kendilerinden geçmişlerdi.

 

 

"Komutanım biz de artık yeğenimizi gör-"demeye kalmadan asıl manzarayla baş başa kaldı İhsan. Kesinlikle şu an burada olmak yerine mayın dolu bir araziye tek başına girmeyi yeğlerdi. Yüzünün aldığı hal tam anlamıyla handikaptı. Vildan, telaşla dudaklarını Sancak'ın dudaklarından ayırdı. Heybetli bedeni kendinden uzağa itelemekte gecikmedi. Gözlerini utançla kaçırdı.

 

 

“SİKTİR,” diyebildi İhsan.

 

 

Gözlerini yumabildiği kadar yumdu. Ellerini yüzüne yapıştırıp dehşet verici bir korkuyla çenesine kadar indirdi. Ardından "ÖZÜR DİLERİM KOMUTANIM, "dedi.

 

 

"SİZ RAHAZSIZ OLMAYIN ,BİZ YEĞENİMİZİ SONRA DA GÖRÜRÜZ KOMUTANIM. HATTA SONRAYI BIRAKALIM; BEN ONU OKUL ÇAĞINDA, MEZUNIYETİNDE, MESLEK HAYATINA BAŞLANGICINDA, EVLİLİĞİNDE, NE BILEYIM İŞTE...III...BEBEĞİNE HAYIRLI OLSUNDA, YAŞLILIĞINDA FALAN FİLAN GÖR-. "

 

 

Omuzları çöktü dertlice. Niye hep böyle anlar ona denk geliyordu anlayamıyordu. En son buna benzer bir şekilde damdan düşer gibi geldiğinde tuvaletin fayanslarını parlatıyordu.

 

 

"NEYSE, BEN DAHA FAZLA SAÇMALAMADAN ÇIKAYIM KOMUTANIM. ZATEN ÇOK DA YANLIŞ BİR ZAMANDA GELDİM.”

 

 

“Yani,” dedi Sancak çıkmasını bekleyerek.

 

 

“NÖBET YAZMAZSINIZ DEĞİL Mİ KOMUTANIM,” diye sordu İhsan yalvarır gibi.

 

 

“Biraz daha çıkmazsan o nöbet noktası da dahil olmak üzere ülkedeki bütün nöbet noktalarını sana montelerim İhsan!”

 

 

Yüzü düştü İhsan’ın. “Emredersiniz komutanım,” dedi sönen sesi. Bu cümlenin ardından kapı kapandı. Sancak’ın kahveleri başında kırmızı bir kurdeleyle oturan Vildan'a döndü. “Nerede kalmıştık ?”diye sordu tutku dolu bakışlarıyla. Güldü Vildan. Sancak da güldü tatlı tatlı. Ancak bu gülüşün arasına bir ağlama karıştı. Kopan yaygarayla ikisi de yüzünü buluşturdu.

 

 

"Başladı bizim mesai.”

 

 

Gülüştüler. Belki de hayatlarının en güzel günlerinden birini yaşadılar o gün. Beyaz bir bebek battaniyesinin içinde turuncu zıbını ve yumuk yumuk gözleriyle aralarına dahil oldu Gökçe. Kıpkırmızı tazecik tenine seyrek simsiyah birkaç tel saçı renk katmıştı. Timin bütün üyelerinin kucağında hiç yadırgamadan yabancılık çekmeden gezinmişti. Şu bir gerçekti, Gökçe artık Sancak’ın değil hepsinin evladıydı.

 

 

 

***

 

 

Mevsim kıştı. Minik bir çocuğun küçücük ellerini donduracak derecede bir kış. Abi dediklerimiz, abla dediklerimiz uzun boylarıyla dikiliyordu yanımızda. Bu minik bedenlerimiz bir gün onlar kadar olacak mı diye merak ederdim hep. Başımı yukarıya dikip alttan bakışlarla bakardım onlara. Savunmasız, annesinin arkasında dolanan civciv gibi çocuklardık biz. Korunmaya muhtaç, hayatın gerçeklerinden de bir o kadar uzak.

 

 

Ana sınıfının kapısından dışarıya etrafı tarayan bir bakış attım. Bileklerimi kadar gelen içi kürklü mavi şeritli siyah botlarımı ayaklarıma geçirdim. Ayakkabıları koyduğumuz rafın üstünden karnemi aldım. Bu renkli şeyi eve kadar nasıl götürecektim bilmiyordum. Alt tarafı bir karneydi. Diğer çocukların karneleri dümdüz bir kağıt parçasıyken bizimkiler neden bu kadar renkli olmak zorundaydı anlam veremiyordum. Öğretmenimiz bir kadındı. Belki bu yüzden diyordu kafamın içinden gelen ses. Kadınlar her zaman süsüne düşkün varlıklar olmuştur. Misal Gökçe. Takıp takıştırmaya, sürüp sürüştürmeye bayılırdı. Kapıdan dışarıya adımımı atmış, soğuk havanın tenimde bıraktığı ürpertiyi hissetmiştim. Gözlerim hala onu arıyordu. Sırtımda öğretmenimin şefkatli elleri çok geçmeden varlığını gösterdi.

 

 

“İyi tatiller Denizciğim,” dediğinde yarım bir gülümseme sundum. Gözlerimin birini aradığını görünce “Gökçe’yi mi arıyorsun?” Diye sordu. Başımı sallamakla yetindim. Omzumun ardından uzanan eli göz hizamda durdu. O noktaya döndüm. Parkın olduğu bölümde, giriş kapısının hemen yanında birkaç çocukla kar topu oynuyorlardı. Aralarında fıstık yeşili dikkat çekici montuyla parlıyordu Menekşe Göz.

 

 

“Bak orada kar topu oynuyor. Gördün mü?”

 

 

Bir kez daha başımı salladım. “Evet,” diyebildim desteklemek adına. Ardından hızlı adımlarla önümdeki beş altı merdiven basamağını inmeye başladım. Öğretmenim; “Dikkatli ol, koşmadan in, kayacaksın,” tarzı uyarılarda bulunuyordu. Çok kulak asmadım. Karnesini alan çocuklar yavaş yavaş sınıflardan çıkmaya başlamıştı. Bahçe oldukça kalabalıktı. Büyük bir okuldu burası. Bahçesi ortak olan ana okulu, ilkokul ve ortaokul bir aradaydı. Başta bu durumu yadırgasam da zamanla alışmıştım. Mevcudun az olması da bunu sağlayan etkenlerdendi.

 

 

Elimdeki renkli kartonun içine sıkıştırılmış ve etiketler ile süslenmiş karneyi saklamaya çalışıyordum. Hayatı lacivert ve siyah renklerle dolu olan bir çocuktum ben. Rengârenk ve dikkat çekici şeylerden hep uzak olmuşumdur. Bir de benim tam zıttım bir kız vardı. O kız Gökçeydi. Vidan Teyzenin aksine cıvıl cıvıl giyinirdi. Odasından tutun da sınıfta giydiği terliklere kadar onlarca rengi benimsemişti. Şekilli, çiçekli tokaları, ışıklı ayakkabıları, dikkat çeken okul çantası; hepsinde bu uyumu sürdürmüştü. Bence onların hiçbirine ihtiyacı yoktu Gökçe’nin. Çünkü ondaki en dikkat çeken yer ve renk daha tam anlamıyla çözemediğim gözleriydi. Ne yeşile ne de maviye benzeyen gözleri. Aslına bakılırsa sanki insanın yorumuna bırakılmıştı o gözler. Her bakışta farklı bir anlam çıkarabilmek mümkündü. Kahverengi gözlü bir kadın ve kahverengi gözlü bir adamdan böylesine renkli bir göz nasıl çıkardı anlam veremiyordum.

 

 

Koşturarak parkın yanına geldiğimde “Döhçe,” diyebildim. Hala onun ismini telaffuz etmekte zorlanıyordum. Beni fark etmedi. Bedenini, gizlendiği korunaklı yerden çıkarmadan bir kar topu yaptı. Aslında birden çok kar topu vardı ortalıkta ve bir sürü çocuk.

 

 

Gökçe elindeki kar topunu hedefindeki çocuğa fırlatırken havada uçuşan kar toplarından birinin de bana isabet etmesi fazla uzun sürmedi. Arkamdan atıldığını fark ettiğim kar topunun dağılıp boynuma dolması ve kulağımın arkasındaki yanıcı hisle kalakaldım. İlk şoku atlatmam fazla uzun sürmedi. Rüyamın bir kısmı böyle geçmişti. Sıcacık tenimle buluşan kar topunun erimesi yalnızca saniyeler sürdü ve ben sümüğümü akıta akıta ağlamaya başladım. Beni duymayan Gökçe kopardığım yaygara sonrası koşarak yanıma geldi. Sağıma solumak bakıp kar topunu kimin attığını seçmeye çalıştım. Bir taraftan da koluma yapışan ellere ve telaşlı gözlere cevap yetiştirmem gerekiyordu. Yüzüme uzanan kolumla gözümü ovuştururken “Ne oldu ?” Diye sordu Menekşe Göz.

 

 

Yeşille ela arasındaki gözlerim kızarmış olmalıydılar. Arkamı döndüm, bir kez daha baktım. O an gözlerime ilişen, gizliden gizliye kıs kıs gülen Cem'i gördüm. Bizim sınıftandı Cem. Boyu hepimize nazaran daha uzundu ve haliyle yapılı duruyordu. Parmağımla onu işaret ettim. Yanağıma sızan yaşları diğer kolumla silerken “O,” dedim nazlı nazlı. “Kafama kar topu attı. Kulağıma çarptı. İçime gitti. Eriyorlar. Eriyorlar Döhçe.”

 

 

Nazlı bir ağlayış daha sundum. Gökçe'nin mücevheri andıran gözleri savunma dolu bir öfkeyle büründü. Bir şahin gibi Cem’in üzerine kondu. Cem'in yüz hatlarındaki değişimi hemen fark ettim. Bütün sınıf korkardı Gökçe’den. Aksi bir kızdı hep. Annesine çok benziyordu. Vildan Teyze de en ufak şeyde öfkesini belli eder, önce sorumlusuna ters bir bakış atar, sitem eder, o şahsa da hayatı dar ederdi. Sancak Amca da kızardı yalandan. ‘Vildan,’ derdi. ‘Bak hep senin yüzünden çatık kaşlı doğdu bu kız.’

 

 

Gökçe’nin de kaşları anında çatıldı. Ateş saçan gözleri Cem’e değdiği an tırsmıştı Cem. Ellerini kaldırdı. Savunma yapmak ister gibi bir hal vardı vücudunda. “Yanlışlıkla oldu,” dedi gizli gülümsemesini yüzünden silip. “Bilerek yapmadım.”

 

 

İnandırıcı ve pişman olmuş görünüyordu. En azından bizi ikna etmeyi başarmıştı. “Tamam,” dedi Gökçe. “Bir daha olmasın.”

 

 

Bakışları anında beni buldu. Cem, etrafta koşuşturan diğer çocuklarla kartopu oynamaya devam etti.

 

 

“Nerene değdi?” Diye sordu Gökçe.

 

 

Elim başıma gitti. Hafiften eğdim. Kulağımın arkasıyla beraber kar topu isabet eden o kısmı gösterdim. “Burası,” dedim ağlamaklı sesimle nazlı nazlı. Montumun kapüşonunda kalan bir miktar karı yere silkeledi. Minik parmakları o noktaya değdi. Birkaç defa okşadı. “Biraz kızarmış,” dedi incelemesi bitince.

 

 

Öğrencilerin hepsi karnelerini almış, kürsünün önünde sıralanmaya başlamışlardı. Öğretmenler de ağır hareketlerle sıra olacağımız alana ilerliyordu. Gökçe başımı bıraktığında kafamı kaldırdım. “Hadi sıra oluyoruz, biz de gidelim,” dedi elime yapışırken. Yürümeye başladık. Sıcacıktı elleri. Benimkilerin aksine sıcacık. O an sobanın yanına kıvrılan bir kedinin rahatlığı oluştu elimde. Adımlarım ilerledi ama dilim susmadı. Bunun nedenini merak ediyordum. Her şeyi merak ediyordum aslında. Dudaklarım günde defalarca kez neden sorusunu sorduruyordu bana. Yine kendimi tutamadım.

 

 

“Döhçe,” dedim merakla. Beni dinlediğini ifade eden bir mırıltı döküldü dudaklarından. Devam ettim. “Benim ellerim bu kadar soğukken senin ellerin neden bu kadar sıcak?”

 

 

Omuz silkti. Biraz düşündü. Çocukların arasından geçip kendi sıramıza ulaşmaya çalışıyorduk. “Bilmem,” dediğinde kafasını çok da bu düşünce üzerinde yormayacağını anlamıştım. Lâkin sonradan verdiği cevap yüzümün düşmesine neden olmuştu. “Altı aylıksın ya sen, belki ondandır,” demişti.

 

 

Sınıfımızın bulunduğu sıraya geçtik. Altı aylık diye bir isim takmıştı bana Menekşe Göz. Yaşadığım bütün olumsuzlukları ona bağlıyordu. Minik olmamı, boyumun ondan kısa olmasını, kemiklerimin güçsüzlüğünü ve sorularımın çokluğunu. Beni de inandırmıyor değildi. Bazen gerçekten de bu durumu kabul ediyordum ve ikna oluyordum.

 

 

Okul müdürünün "Rahat,” komutuyla düşüncelerim bölündü. Kendime geldim. Ardından “Hazır ol,” komutunu işitti kulaklarım. Ayaklarım birleşti. Ellerim bedenime yapıştı. Kulaklarıma hoparlörden gelen İstiklal Marşı'nın girişi eklendi. Her pazartesi ve her cuma bağıra bağıra okurdum o satırları. Dilim korkma dediği an yüreğim bir cengavere dönüşürdü. Türkler korkmazdı. Türklerin korkmak gibi bir şansı yoktu. Bu yüzden başımı dik tutmaya gayret ederdim. Gözlerim şanlı bayrağın üzerinde kıyamayacağım bir şekilde dolaşırdı.

 

 

Karlı havaları severdim en çok. Çünkü bayrak en güzel gösterisini bu beyaz örtünün üzerinde yapabilirdi. Hayranlıkla izliyordum onun dalgalanışını. İstiklal Marşı'nın son mısraları coşkuyla dilimizde dolanıyordu. Bittiğinde kapıya doğru hızlı bir koşuşturmaca başladı. Biz de olabildiğince hızlı adımlarla yürüyorduk. Demir kapıyı geçip kaldırım boyunca ilerlemeye başladık. Evlerimiz okula çok yakındı. Hatta Gökçe'nin yatak odası direk okul bakıyordu. İşlek bir caddede veya kalabalık bir semtte oturmuyorduk. Bu yüzden tek başımıza okula gidip gelebiliyorduk.

 

 

Sessizce yürürken ilk Gökçe başladı konuşmaya. Yarım bir gülüşle “Altı aylık,” dediğinde kaşlarımı olabildiğince çatmıştım. Küskün halimi görüp saçımı karıştırmıştı. “Bana öyle bakma Kestane,” diyebildi. “Sen sinir ol diye söylemiyorum bunları. Hoşuma gidiyor. Sinir olman da hoşuma gidiyor.”

 

 

Biraz düşündü dalgınca. Adımları o kadar hızlıydı ki sıcacık elini tutmasam ona yetişmek için kar yığınına kapaklanabilirdim. “Sahi sen neden altı aylık doğdun?” Diye bir soru yöneltti. Daha ben bile altı aylık olduğumu bilmiyorken o nereden duymuştu bu bilgiyi anlamamıştım. Muhtemelen annelerimiz konuşurken kulak misafiri olmuştu. Ben de gidip sormuştum anneme. Neden altı aylıktım ben? Diğer çocuklar dokuz aylıkken ben neden altı aylıktım?

 

 

Şöyle dedi annem : ‘Sen dünyaya gelmek için fazla acele ettin.’

 

 

Doğrusunu söylemek gerekirse bu cümleden hiçbir şey anlamamıştım. Ben bir bebektim. Bebekler acele etmek ne demek bilmezlerdi ki. Ve tanımadığım bir dünya için nasıl acele etmiş olabilirdim? Bir türlü bu işin içinden çıkamamıştım. Düşüncelerimden sıyrılmam biraz vakit aldı.

 

 

“Belki de seni bu dünyada yalnız bırakmamak için acele etmişimdir,” diyebildim.

 

 

Güldü. Gülüşü de en az bakışları kadar güzeldi.

 

 

“Belki de annenin karnında soru sormak için kafasını ütüleyeceğin kimse yoktu.”

 

 

Dayanamadım, ben de güldüm. Haklı olabilirdi. İçimizdeki keşfetme isteğini ve merakını Gökçe araştırarak ben de ona merak ettiklerimi sorarak gideriyorduk. Çok zeki bir kızdı. Bu kadar küçük yaşta, altı yaşında olmasına rağmen okuma biliyordu. Benim masallarımı hep Gökçe okurdu. Sesi huzur verici bir kızdı Gökçe. O okumak istemese de kavga dövüş okuturdum hikaye kitaplarımı. Ama bir masal vardı ki aramızda en büyük kavgaları çıkarırdı. Nedendir bilinmez, o masalı okumak istemezdi Gökçe. Defalarca kez sayfalarını parçalayıp atmıştı. Ben de ısrarla kucağına götürmüş ‘Oku,’ diye yalvarmıştım.

 

 

Kalbin Rengi masalı. Hayatımda gizem çözmeye can attığım tek şey. Bir masal kitabı.

 

 

Ev görüş alanımıza girmişti. Dikkatle yolun karşısına geçtik. Gökçe elimi bıraktı, demir kapının kilidine yöneldi. Kolu kaldırıp açtığında bahçeye girdik. Zili çalıp otomatik kapının açılırken çıkardı sesi dinlemeye başladık. Çok geçmeden kapı açılmıştı. Dışarısı fazlasıyla soğuktu. Sabahın köründe karne almaya gitmek ayrı bir saçmalıktı. Hemen içeriye girip botlarımızı çıkarmış, rafa yerleştirmiştik. Adım seslerimiz merdiven boşluğuna bir ritim kazandırmıştı. Dairelerimizin önüne geldiğimizde Gökçe kapıyı aralayıp içeriye girdi. Bugün annesi evde yoku. Sadece Sancak Amca ve Gökçe vardı. Çekinerek bir istekte bulunmak istedim. Uzun zamandır o sevdiğim masalı okumamıştı Gökçe.

 

 

“Döhçe,” dedim ilkin. Sesim istekli, bakışlarım kedi yavrusundan eğitimli. Arkasını dönüp kapı arasından şöyle bir baktı. O an anladı isteğimi. Yemin ederim anladı. Menekşe gözlerini devirdi. Omuzlarını bıkkınlıkla düşürdü. “Yine o saçma masalı mı oku diyeceksin?” Diye sordu.

 

 

Olumlu bir şekilde başımı salladım. “Ama Döhçe,” dedim onu ikna etmeye çalışarak. “Sen de kalbimizin rengini merak etmiyor musun?”

 

 

Kestirip attı.

 

 

“Etmiyorum Deniz,” dedi. “Çünkü kalbimizin bir rengi var zaten. O da kırmızı. Masallar gerçek değildir. Oradaki insanlar kalbinin rengini buldu diye biz de kalbimizin rengini bulmak zorunda değiliz ki.”

 

 

Umursamadım. Kalbimiz bu kadar değerliyse illa ki onun bir renginin olması gerekiyordu. Kime sorsam kırmızı diyordu kalbinin rengi için. Bir organ olarak baktığımızda kalbin kırmızı olduğunu ben de biliyordum. Peki duyguları yansıtan her kalp aynı renkte miydi? Değil dedi düşünceli tarafım. Nefret ve sevgi farklı duygularsa eğer, ilgi duyduğumuz alanlar farklıysa kalplerimizin de aynı olması bana pek de mantıklı gelmiyordu. Bu yüzden kalbimin rengini aramaya devam edecektim. Tıpkı o masaldaki çocukların yaptığı gibi.

 

 

“Masalımı okuyacak mısın Döhçe ?”

 

 

“Sanki okumasam peşimi bıkacaksın.”

 

 

Durduk. Sitemini bir kenara bıraktı. Ters bakışları yumuşamak ve öyle kalmak arasında gidip geliyordu. Somurtkan suratını saklamak istercesine bir gülüş sundu, kaybetti. Beni şımartmak istemiyordu. O arada dedi ki “Tamam, akşam yatmadan okurum. Şimdi içeriye gir, Ferhunde’ye de söyle, o ellerini ılık suya koysun. Donmuşsun çünkü.”

 

 

Kapıyı kapattı. Sırıtarak evimin kapısını çaldım. Bu gülüş belki de hayatımın büyük bir suskunluğa gömülmeden önceki son gülüşüydü. Bir ses alamadım içeriden. Bir kez daha çaldım. Sabırsızca beklemeye başladım. Kimse gelmedi. Kimse o kapıyı açmadı. Oysa sabah okula karnemi almaya giderken annem de babam da evdeydi. Kulpunu tuttuğumda kapının aslında açık olduğunu fark ettim. Ayaklarım eve ilk adımımı atar atmaz ısındı. Yüzüme sıcak havanın dalgası çarparken rahatladığımı hissettim. Kapıyı kapattım. Arkamı döner dönmez annemi gördüm yerde. Beynim durdu sanki o an. Bir adım atıp da koşamadım. Anne uyan diyemedim. Ne oldu sana diyemedim. Kim yaptı bunu diyemedim. İyi olacaksın, şimdi seni hastaneye götürecekler, kurtulacaksın diyemedim.

 

 

Boğazından yere akan o damla damla ıslaklık kırmızının belki de en korkunç tonuydu. Bacaklarıma nüfuz eden karıncalanma hissi yavaş yavaş bütün bedenime yayılmıştı. Parmaklarımın gücünü kaybetmesiyle heyecanla getirdiğim karnem yere düştü. Boynundaki sızıntının kaynağına, parçalanmış olan o bölgeye baktım. Adeta nefesim kesildi. Böylesine derin bir yara... Bu kadar fazla kan...Ben, ben altı yaşında küçücük bir çocuktum daha. Annesine ihtiyaç duyan, kokusunu isteyen, sıcaklığını, sevgisini isteyen bir çocuk. Gidemezdi. Ben daha küçücüktüm ki gidemezdi bir yere. Üzüm saçları kana bulanmıştı. Hareketsizce yerde yatıyordu. Belki de ölmüştü. Yeşilin en güzel tonlarından biri olan orman gözleri kapalıydı. Bir daha bakar dedim içimden. Bir daha bakar, annem bırakmaz ki beni. Bakmadı. Bir daha annemin o orman yeşili gözlerini yalnızca fotoğraf karelerinde görebildim. Sesini duyamadım. Sıcaklığı, kokusu, nefesi her şeyi hafızamdaydı ancak varlığı yoktu.

 

 

Evim dışarıdan daha soğuk bir havaya bürünmüştü. Tüylerim diken diken olmuş, bedenim öylece ara holün ortasında dikiliyordu. Bir şeyin patladığını duydu buğulu kulaklarım. Ardından sesi tamamlayan bir acı. Sırtımın hemen yukarısında, sol kuluncumda açılan bir delik. Dudaklarım ciğerlerime bir nefes gönderdi ancak korkudan veremedim. Felaket bir acıydı. Elimi o noktaya uzattığımda üç parmağımın başına değen kan aklımı tamamen yitirmeme sebep oldu. Vurulmuştum. Beni kim vurmuş olabilirdi anlam veremiyordum. Arkamı dönmek istedim. Lâkin başaramadım. Gözlerime çekilen kara bir perde buna engel oldu. Midemin bulandığını hissediyordum. Başım dönüyordu. Ayakta daha fazla kalamayacağımı anladım. Oturmak istiyordum, yere çökmek istiyordum. Yapamadım bunu. Başaramadım.

 

 

Bedenim öne doğru yalpaladı. Etrafımdaki nesneleri seçememeye başladım. Gözlerim tamamen görme yetkisini kaybetmişti. Ancak elimin değdiği yerin halı olduğunu hissedebiliyordum. Yere kapaklanmıştım. Zihnim çok kısa bir süre uyanık kalabilmişti. Gözlerimin bir kez daha bakmaya takati yoktu. Yalnızca adım sesleri duydum. Bir kapı açıldı ve kapandı gibi oldu sanki. Sonrasında bir silah sesi daha. Hayal meyal hatırlıyordum. Kalk diyordum kendime. Kalk Deniz. Neler oluyor, kim yaptı bunu, neden yaptı? Gör. Gözlerim ise tam aksine uçsuz bucaksız bir karanlığa doğru bedenimi çekiyordu. Kayboldum o karanlıkta. Gözlerimi açtığımda beyaz bir yatakta, durgun duvarlar arasında, tepemde yanan ışıktaydım. Orası bir hastaneydi. Ve hastaneler yalnızca birilerini yaşatmak için değil ölüleri saklayacak morglar için de vardı.

 

 

O gün kapısında morg yazan o soğuk odaya yan yana üç beden koydular. Benim gördüğüm yalnızca annemdi. Oysa babam da varmış. Denizi andıran gözleriyle bakan, bana ismimi veren adam da varmış. Sancak Amca. Gökçe’nin yüzbaşısı. Benim idolüm. Vildan Teyzenin canı. Küçüktük biz. Altı yaşında iki küçük çocuk. Acıları kaldıramayacak kadar güçsüz iki beden.

 

 

“Nasıl dayanacağız ?” Diye sordum. “Nasıl dayanacağım anne? Babamın böyle bir vahşeti işlediğini nasıl kabulleneceğim? Gökçe’ye babanı benim babam öldürdü, annen o yüzden bu halde nasıl diyeceğim?”

 

 

Uzun bir mücadelem olacaktı. Küçücük bir çocukken kafamı yiyip bitiren bu düşünceler büyüdüğümde de yakamı bırakmayacaktı. Minik Deniz o anlarda tek bir ismi sayıklıyordu. Rüyalarımın kabusa döndüğü anlar bir türlü bitmek bilmiyordu. Yeter diyordu kafamın içi. Yeter. Ama o ses, o ses uyku ve gerçeklik arasındaki bağları koparıyordu. Hapsolduğum kötü anılar yakama yapışmış beni çekiştiriyordu.

 

 

“Anne,” diyordu o çocuk bir kez. “Anne uyan !”

 

 

Başka bir yöne koşuyordu. “Baba,” diye bağırıyordu. Kızgındı, öfkeliydi, çaresizdi. “Ne istedin baba? Neden mutlu mesut yaşadığımız o evi bir cinayet mahalline çevirdin?”

 

 

Yalvarıyordu.

 

 

“Lütfen ölme Sancak Amca. Gökçe’ye ne diyeceğim ben? Babanı babam vurdu nasıl diyeceğim? Sen güçlü bir askersin. Bizim gibi küçük çocuklar senin göğüs gerdiğin güçlüklere katlanmaz ki.”

 

 

Gerilen vücudum kaskatı kesilmişti. Bir taraf çekip çıkarmak isterken beni diğer taraf daha bitmedi diyordu. Şakaklarım, saç diplerim, yüzümden çeneme doğru süzülen ter damlaları iki tarafın bu zıtlaşmasına son vermek istiyordu. Yerimden sıçrayarak uyandığımda önce tatlı başlayan ardından kötü bir rüyaya dönüşen bu şeyin kabus olduğunu anlamıştım. Üzerimden kaldırıp attığım pike biraz olsun beni rahatlattı. Gözlerim pencereden dışarıyı süzdü. Hava kararmıştı. Muhtemelen saatlerdir uyuyordum.

 

 

Düşünmek, benim boğuştuğum en yırtıcı hayvandı. Susmayan bir beynim vardı. Sürekli bana bir şeyler söyleyen, sürekli yeni fikirler sunan, geçmişi bir an olsun unutturmayan, açtığı bütün kapıları Gökçe’ye çıkaran bir beyin. Derin bir soluk bıraktım. Elayla yeşil arasındaki gözlerim masanın üzerindeki kutuya kaydı. Cesaret edemedim açmaya. Çünkü biliyordum ki açarsam beni burada kimse tutamazdı. Zaten Uğur’un önüme bıraktığı fotoğraf bile gardımı indirmeye yetmişti. Kollarımı dizlerime dayadım. Başımı ellerimin arasına aldım. Uyumak bu kadar zor olmamalıydı. Başımda dayanılmaz bir ağrı vardı. Midem sürekli bulanıyordu. İnanılır gibi değildi. Bir kadının hayatınıza bu kadar etki edebiliyor olması gerçekten normal değildi. İçerisi oldukça baskındı. Kalktım. Kutuyu da alıp balkona çıktım.

 

 

Hava açıktı ve az da olsa teninizi ferahlatan bir esinti vardı. Yıldızlar sıra sıra dizilmişti. Ay tüm ihtişamıyla yeryüzünü süt beyaza boyamıştı. Gündüz gibiydi. Merdivene ilerledim. Oturdum. Kutuyu sol tarafımdaki boşluğa bıraktım. Uzun bir süre geçti bu şekilde. Yanımdaki siyah kutuya bakışlarım gidip gidip geldi. Özlemiştim. Açmayalı neredeyse bir beş yıl olmuştu. Aslında unuttuğumu düşünüyordum ama hala bu kutuyu saklıyorsam pek de unutmuş sayılmazdım. Aksine bir ertelemeydi bu yaptığım.

 

 

“Hakkari,”dedim aklıma düşen konudan sebep. Hayatımdan iki şehir silecek olsam biri Hakkari diğeri Ankara olurdu. Ankara benden annemi, babamı, öz ailemi ve Sancak Amcamı almıştı. Hakkari beni evlat edinen aileyi yasa boğmuş, Sena’yı almıştı.

 

 

Belki de haklıydılar. Ben gerçekten de uğursuz, bela getiren bir adamdım. Vildan Teyze, İhsan Amca, beni evlat edinen o aile. Haksızsın diyemezdiniz ki, acısı olan insanlardı onlar. Haksızsınız diyemiyordum. Doğduğum gün annem merdivenlerden yuvarlanmıştı. Altı yaşımda babam olacak o adam anneme kıymıştı, Sancak Amcanın ölümüne sebep olmuştu. Vildan Teyze beni suçlamıştı. Benim yüzümden, benim güvenliğim yüzünden gelmişlerdi bu şehre. Senayı benim hırslarım ve isteklerim öldürmüştü. Hiç mi iyi bir şeyler olmadı hayatında derseniz oldu. Daha doğrusu oldum. Aşık oldum.

 

 

Hakkari’ye geliyordu. Sanki ülkede hiç şehir yokmuş gibi Hakkari’ye geliyordu. Tehlikeli bir yerdi orası. İşi gücü bıraktım gittim baktırdım. Dağın başında bir yer. Merkeze uzak, ilçeye uzak, korucuların fazla olduğu güvenli köylere uzak. Baktığınızda resmen sınırın öbür tarafını görebileceğiniz bir yer.

 

 

“Yapamaz,” dedim dertlice. O süslü, renkli, naif , çıtkırıldım, aksi, huysuz bir kadındı. Nasıl gelebilirdi aklım almıyordu. Bir karar vermeliydim. Yarın bana tanınan süre doluyordu. Ellerim, kendimi tutmak istesem de kutuya gidiyordu. Bu kız benim yumuşak karnımdı. Kucağıma aldığım kutunun kapağını açmam uzun sürmedi.

 

 

Üst üste dizilmiş onlarca fotoğraf vardı. Neredeyse hepsini ben çekmiştim. Bazılarında sadece biz bazılarında ailelerimiz. En saçma anlarımız vardı. Minik, üzeri inci işlemeli bir bere çıkardım. Vildan Teyze eskidiği için çöpe atmak istemişti bunu. Çaktırmadan almıştım. O zamanlar Gökçe’nin en sevdiği bereydi bu bere. Çöpe atıldığı için zırıl zırıl ağlamıştı. Burukça gülümsedim. Daha saç telinin bile üzerinde durduğu tokalar. Gökçe’nin diğer bir huyu da buydu. Saçları fazla düz olduğu için lastik tokalar tutmazdı saçını. Her hafta annesi pazardan bir düzüne lastik toka almadan gelmezdi. Rengarenk tokaları bir kenara iteledim. Kalbin Rengi masalı. Gökçe’ye bir türlü isteyerek okutamadığım masal. Bir gün o kadar kızdırmış ve bunaltmıştım ki onu elimden alıp parçalamıştı. Atmadım. Okunabilir haldeydi ve kutumun içerisinde yerini almıştı. Birkaç minik takı, ufak tefek oyuncaklar, tararken ağladığı için kestirilmiş saçından bir tutam ve onun elinden çizilmiş sayısız resim. Kutuda o kadar fazla şey vardı ki saymakla bitiremezdim.

 

 

Bereyi avuçlarıma alıp kokladığımda bir an sanki çocukluğuma gider gibi oldum. Aklım mı dur demeliydi buna yoksa duygularım mı galip gelmeliydi bilmiyordum. Bir tarafım gitmelisin derken diğer tarafım gitme, kal diyordu. Hakkari'de elbet bu kızı koruyacak birileri bulunur. Bakışlarımı gökyüzüne diktim. Huzur bulmam gerekiyordu. Kafamı başka yerlere vermem gerekiyordu. Bir kez daha bu girdabın içine girersem ala bolara olan tek şey benim hayatım olmayacaktı. Ellerimin içini çevirip şöyle bir baktım. Bir süre sonra titremeye başladılar. Dertlice geri yumdum. Silah kullanabileceğimden emin olamıyordum. Bu gitmeme engel değildi. Yine yeniliyordum. Bile bile yeniliyordum hem de. Kaybettiklerimin faturası ağırdı. Gökçe’yi de kaybedemezdim. Sevdiğim kadının da ölümünü kaldıramazdım artık. Kutuyu toparladım. Kapağını kapattım. Durağan adımlarla içeriye girdim. Bir karar vermiştim. Bunun için nelere katlanmam gerektiğini biliyordum. İkinci Hakkari dönemim başlıyordu ve ben tüm benliğimle kendimi buna hazırlamak zorundaydım.

 

 

***

 

 

 

(Gökçe’nin Anlatımıyla)

 

 

Bir koku tebelleş oluyor burnuma. Bu mezarlığa her girdiğimde değişik esansların sunulduğu bir koku. Bir yemek kokusu değil bu, bir çiçek kokusu ya da trend olan bir parfümün kokusu değil. Burada her insan burnunu sızlatan kokuyu ister. Yokluğu olan kokuyu ister. Kimileri için evlattır o istedikleri koku. Kimileri için bir eş, bir kardeş, bir dost, benim gibi şehit çocukları için ise bir baba.

 

 

Çok özledim. Ne dudaklarımdan dile gelir ne benzetecek bir nesne bulurum özlemime. Yaşım küçükken bu kadar derin değildi duygularım. Çocuk aklımla hareket etmiştim hep. Beni kucağına alan İhsan Amcamın kucağında, bayrakla sarılı bir tabuta baş koymuş, son kez öpmüştüm onu. Babama son vedamdı o gün. Kırmızılar içinde yağmurlu bir havanın gölgesinde. Ölüm çocukluğumdaki kadar basit olabilseydi eğer, düşüncelerim, beklentilerim eksik ve saf kalabilseydi hesapta er ya da geç babam bir gün gelecekti. Ancak olmadı. Artık pencerenin önünde oturup babasını bekleyen minik Gökçe kalamadım ben. Büyüdüm. Ayaklarım sürekli babama götürdü beni. Çam ve katran ağaçlarına gömüldü babamın kokusu.

 

 

Elimde tuttuğum bir kap suyla şehitliğin bitimindeki istinat duvarına kadar ilerledim. Son koridora girdim ve o sıradaki en arkada bulunan mezarın başında belirdim. Babamın tam karşısında durduğumda buruk bir gülümseme sundum. Mermer mezarlığın köşesine geçip oturdum.

 

 

Evimiz mezarlığın tam karşısındaydı. Annem korkardı mezarlıklardan. Sürekli de taşınalım der dururdu bir zamanlar. Hatta evin bu tarafa bakan balkonunda oturmamıza bile izin vermezdi. Ta ki babamın şehadetine kadar. Mezarlıklardan korkan kadın o günden sonra burayı dost mekânı bellemişti. Eliyle köşeyi işaret ederek ‘Şuraya gömün demişti’ annem. ‘Pencereden baktığımda Sancak'ı görebileyim. Onun uzakta olmadığını hala yakınımda, yanımda olduğunu bileyim, ’demişti. Yatak odasını mezarlığa bakan ve babamın mezarını gören o küçük odayı yaptı. Annem hiç atlatamadı babamın ölümünü. Mustafa Amcayı karşı suçlamaları, kendine yüklenmeleri bitmedi.

 

 

Elimi mermer mezar taşına dayayıp okşadım ismin üzerini. “Yüzbaşım, bak ben geldim,” diyebildim dolu dolu gözerimle. Toprağında yeşermiş büyüyüp giden yabani otlara baktım. Ellerimle koparıp temizlemeye başladım. Bir yandan da söyleniyordum.

 

 

“Bu kaçıncı yoluşum sizi,” diye çıkıştım kendi kendime. Hakkım vardı. Ektiğim bütün çiçekler kuruyup gidiyor yerine de sürekli bu yabani otlar bitiyordu. Bir türlü akıl sır erdirememiştim bu duruma. Bu kez çantama attığım gül ve karanfil tohumlarını ektim. “ Hatırlıyor musun?” Diye sordum. Tıpkı bana cevap vermesini bekler gibi, yanı başımda beni dinlediğinden eminmişim gibi.

 

 

“Küçükken annem sana Yüzbaşım deyip öptüğünde hoşuna giderdi. Onu kıskanıp ben de yüzbaşı demeye çalışırdım. Ancak kelimeleri tam olarak telaffuz edemediğim için cüzbaşı olarak çıkardı hep. Deniz de gerçekten cüzbaşı dedim sanıp cüz getirir, okuyayım diye başını açardı.”

 

 

Güdüm kendime engel olamayarak. Dimdik durmak için direnen vücudumun ilk falsosu bu oldu. Acı bir gülümseme, geçmişe özlem duyan bir ağıt. “Keşke dönebilsek baba,” diyebildim ağladığım için bir tık değişen sesimle. “Keşke çocukluğu sonuna kadar tattığım o var olduğun günlere dönebilsek.”

 

 

Ağlamam gittikçe şiddetlenirken “Büyüdükçe yüklerim arttı baba, ”diyebildim zor güç. “Omuzlarım taşıyamıyor artık. Zaten o kadar güçlü olamadım ki, altı yaşındayken aldı hayat seni benden. Mezuniyetimi göremedin, büyüdüğümü göremedin, mesleğe başladığım ilk gün olamadın yanımda.”

 

 

Ellerim baş örtüsünün altındaki saçlarıma uzandı. “Şu saçlarımı bile okşama fırsatı vermedi ya hayat sana, ben nasıl omuzlarımda bunca yükü taşıyayım baba?”

 

 

Serzenişlerime cevap alamadım. Biliyordum bir mezarın dili olmadığını. Ama insan bazen aksini düşünmek istiyordu. Bir taş bile dile gelsin, konuşsun istiyordu. Bedenimi yerde bulmam çok uzun sürmedi. Çünkü dizlerim de beni taşıyacak gibi görünmüyordu. Sırtım mermer zemine değince olduğum yere çöktüm. Elimi göz yaşlarıma götürerek ağladım bir müddet. Menekşe gözlerimi çevreleyen kızarıklıklar ağlamamla ortaya çıkmış bir delil noktasındaydı. Başımı kaldırdım. Gökyüzüne diktim bakışlarımı. Babamın baş ucunda duran bayrak yaz ortasında bana güç vermek ister gibi bir esintiyle sallandı. Sakinleştiğim ilk fırsatta yeniden girdim söze.

 

 

“Hakkari’ye gitmem gerekiyor,” diyebildim. “Mezun olduğum ilk gün kürsüden inip koştuğum sendin baba. Buraya kepim ve diplomamla gelmiştim. Defalarca kez iç dökmüştüm sana annem hakkında. Karın senden sonra iyice değişti baba. Hatta değişmedi tam anlamıyla delirdi. Okulu kazandığım zamanlar göndermek istemediği gibi şimdi de işime mani olmaya çalışıyor. Çocukluğum kısıtlamalarla geçti. Evden okula, okuldan eve annemin gözetiminde gidip geldim. Dört duvar arasında sanki sokağa çıktığım an öldürülecekmişim gibi büyütüldüm. Okul gezilerine katılmama izin vermezdi biliyorsun. Zaten lise birin başında harçlığımı biriktirip imzasını taklit edip gizlice İzmir gezisine katılmam ipleri koparan son nokta olmuştu. Ondan sonra lisede her gün beni okula arabayla bıraktı, çıkışa yarım saat önce geldi. Arkadaşlarımla dışarıya çıkmama izin vermedi. Üniversiteyi İstanbul’da kazanınca belki artık durur dedim. Ancak durmadı baba. Senden uzaklaşma pahasına yanımda geldi, bir ev tuttu, dört yıl boyunca burada yaptığı işkencenin aynısını sürdürdü. Anlayacağın senin ölümünden sonra beni de kaybedecek diye aklı çıkıyor. Yeni projeler var, yeni araştırmalar yapılacak Hakkari’de. Oradaki ekipte ben de olacağım. Annem bunu duyduğundan beri yüzüme bakmıyor. Geceleri uyku uyumuyor. Aramadığı yer kalmadı bu işi bozmak için. Onu anlıyorum. Ama artık benim de kendi hayatım hakkında kararlarımı dile getirme vaktim gelmedi mi? Sonuçta ben büyüdüm baba. Seni toprağa vereli yirmi bir yıl oldu. Gökçe artık ne Vildan’ın ne Sancak’ın altı yaşındaki o minik kızı değil. Yirmi yedi yaşına gelmiş olgun bir kadın. Kendi kararlarını kendisi verebilecek bir kadın. Ve artık Ankara'nın dışında da bir dünya olduğunu görmek istiyorum. Bana ihtiyaç duyulduğunda senin gibi layıkıyla mesleğimi icra etmek istiyorum.”

 

 

Gözlerimi silip oturduğum yerden kalktım. “Bu kez izin vermeye niyetim yok,” diyebildim. “Herkesin çocuğu var ama kimse annem gibi davranmıyor onlara. Orada görev yapanlar da evlat değil mi baba? Benimki cansa onlarınki ne? Tehlikeliymiş. Benim için tehlikeli olan onlar için de tehlikeli. Anneminki evlatsa orada , Türkiye’nin her yerinde bir şeyler başarmak için çalışan, ülkesi için mücadele veren herkes evlat. Söz konusu evlatsa zaten bu ülke binlerce evladının acısını yaşadı. Daha yeni doğan bir bebeğin de acısını yaşadı, bir öğretmenin de, bir işçisinin de , askerinin hatta mühendisinin de acısını tattı.”

 

 

Elim yeniden babamın isminin üzerinde gezinirken ayrılık vakti inceden inceye yüreğimi sarmıştı. “Belki de bu gelişim sana bir vedadır baba,” diyebildim. “Gitmeden son bir kez daha yanına gelmeye çalışacağım. Ama gelemezsem gocunma bana. Burayı bırakmak benim için çok zor, hele seni bırakabilmek daha zor. Gittiğimde kiminle dertleşeceğim bilmiyorum. Annem yine peşimden gelmeye kalkarsa buna katiyen izin vermeyeceğim. Zaten artık yaşlandığı için daha huysuz. Aramızda kalsın, hiç çekilmiyor. Kaşlarım çatık doğmadığım için çok şanslıyım.”

 

 

Menekşe gözlerimi bayrak direğine diktim. Usulca yukarıya çıkardım düşünceli bakışlarımı. Parmaklarımı dalgalanan bayrağın ucuna getirdim. Yumuşak hareketlerle kavrayıp okşadım. Dudaklarıma dokundurdum önce, ardından alnıma yasladım. “Her şey vatan için,” dedim ayrılırken. “Her şey daha iyi bir Türkiye için.”

 

 

Derin bir nefes aldım. Yazın ortalarıydı. Sıcak iyiden iyiye hissettiriyordu kendini. Buna ağlamış olmamın katkısı da eklenince ortam kavurucu bir hal alıyordu. Onlarca hilalin arasında körpe gibi olan benliğim can buldu. Zaten bunca kahramanın yattığı bir yerde ayaklarınızın yere sağlam basmamasına imkân yoktu.

 

 

“Disiplinimi senden aldım baba. Kimin için çalışacağımı sen öğrettin. Ne için mücadele edeceğimin farkına varmak gibi lütuflar sundun bana. Sıra ideallerimde baba. Sıra hayallerimin peşinden gitmekte. Desteğinin her zaman arkamda olacağını biliyorum. Huzurla uyu. O kahverengi gözlerini gururla gezdireceğin bir kızın var. Bilmediğim bir coğrafyanın azizliğine uğramak istemiyorum. İhsan Amca da orada olacak. İçin rahat edebilir. Belki annem bunun sayesinde biraz daha rahatlar. Onu üzmek gerçekten benim de huzursuz olmama neden oluyor. Seni kaybettikten sonra yaşadıklarımız kolay atlatılabilen bir süreç olmadı. Annem seni o halde görünce; Ferhunde Teyzeyi, Mustafa Amcayı, Deniz'i öyle görünce silemedi hafızasından. Evinin döşemelerine sızan kan gölü temizlenecek gibi durmuyordu. Kokun ağır bastı baba. Üç cenaze çıkan evden annem çıkamadı. Her yerde senin anıların varken hiçbir şey olmamış gibi kapıyı çekip gitmek istemedi. Çok güçlü bir kadın o. Annem diye demiyorum. Akıl sır erdiremiyorum kaya gibi duruşuna. Şehit eşi olmasından mıdır yoksa geçmişteki mesleğinin bıraktığı etkiden midir bilmiyorum. İçin rahat olsun. Bazı huyları beni deli etse de boşluğunu doldurabileceği kadar dolduruyor. Hem anne hem de bir baba Vildan Kutluay. Sana olan sevgisi ve hasreti de azalacak gibi görünmüyor.”

 

 

Acı bakışlarım son kez mezarlığın üzerinde gezindi. Yanağıma sızan tuzlu bir su damlasını silmekte gecikmedim. “Hoşça kal,” baba diyebildim. Boğazım düğüm düğüm olmuştu. Yüzümü silerek kaldırdım başımı yerden. Arkamı döndüm. Omuzlarım geldiğime nazaran daha dikti. İlerledim kaldırım boyunca. Çam ve katran ağaçlarının gölgesinde yeni hayatıma hazırlanmanın ilk adımı attım. Ankara’dan uzaklaşıyordum. Neyle karşılaşacağımı bilmeden Hakkâri’ye doğru yol alacaktım günler sonra. Tek bildiğim karşılaştığım ne olursa olsun kendimde yer edinen izleri, ışığı sönmeyen gecelerimi kaybetmemekti.

 

 ***

 

 

İçinde hasıl olan duyguların en izbe noktalarında vuku bulmuş bir yer vardı. Bu yer kimi zaman okyanusun kayalıklarda bıraktığı izler kadar derin kimi zaman da tatlı bir esintinin dokunuşu kadar hafifti. Nadide bir bakışında insanı sarının en aromatik tonlarına en kuytularına çeken bir adamdı Uğur. Deniz Üsteğmen’in kulübesinde yaşananlardan sonra kara bir duman kaplamıştı göz bebeklerinin etrafını. Kafasında beslediği deli sorularla birlikte yaslandığı merdiven korkuluğundan saatine bakarak ayrıldı. Öğle vaktinin uyuşukluğunu da üzerinde hissetmek mümkündü.

 

 

Kutup Yıldızını takip ederek bir gemi yanaşacaksa limana o gün bugündü. Bir Guguk kuşu kabul ettirecekse yumurtasını başka yuvalara o gün bugündü. Deniz Üsteğmen inadını kırıp girecekse şu tugayın kapısından o da bugündü. Gerçekleşmesi gereken bütün mucizelerin günü, tüm ihtimallerin günü bugündü. Bugün olmak zorundaydı.

 

 

Sersem adımları merdivenleri usul usul çıkmaya koyulmuştu ki duyduğu sesle başını yerden kaldırdı. Bu sesi yanılsamasına imkân yoktu. İpek'in sesi uzaklardan ince notlarla kulağına vururken dinlememek ayıp olurdu. Derken görüntüsü de belirdi merdivenin başında. Sendeledi, bir adım aşağıya indi Uğur. Kahrolası iddia şartları elini kolunu bağlamıştı. Tam olarak ne konuştukları anlaşılmasa da elindeki dosyayı açmış yanındaki askere direktiflerde bulunuyordu İpek.

 

 

“Az kaldı,” diyebildi Uğur sessizce. “Beni kendinden istediğin kadar uzaklaştırmaya çalış. Bakalım iddiada şart koştuğun teklifin süresi bitince kim alacak seni benim elimden İpek Hanım.”

 

 

Gözleri şöyle bir süzdü onu içlice. Kara bulutları bir anlığına da olsa güneşi gösterdi ardından. Üniforma bir kadını ancak bu derecede çekici ve seksi gösterebilirdi. Yanındaki askerine son cümlelerini sıraladı İpek. Ardından ikisi ayrıldı. Asker adımlarıyla merdivenlerden inmeye başlayan geç adam Uğur’un yanından geçip gitti. Onun bedeni ise yerinde durmaya devam ediyordu. İpek'in omuzlarından salınan örgülü saçlarına düştü bakışları. Yaklaştıkça biraz daha kokusuna alışmak berbat bir şeydi. Yasemin kokuyordu o saçlar. Aynı zamanda dağdan gelen kekik kokusunu da anımsatan notalar barındırıyordu. Örgülü olmasına bir türlü alışamamıştı. Dokunsa bir teli kopar mı diye tereddüt ederken bir saç lastiğinin arasında tutsak olmamalılardı. Bulduğu ilk fırsatta çözmek istiyordu o saçları. Özgürce savrulsun, kokusuna benliğini hapsetsin istiyordu.

 

 

“Yine örmüşsün o güzelim saçları,” diyerek iç geçirdi. Aklı ister istemez ona hodri meydan deyip iddiada bulunduğu güne gitti. Gamzesi ortaya serilmekte geç kalmadı. Serçe parmağını şöyle bir bakıp iç geçirdi. Şaka maka kırdırmıştı İpek'e. Aralarında geçen en şiddetli çatışma bu olsa gerekti. Alçı çıkmış olsa da hala tam olarak iyileşmemişti. Her saniyesi aklında bir bir dönüyordu. Adımları yeniden girdi dövüş kulübüne. O anlar bir kez daha yaşandı hafızasında.

 

 

( Yazarın anlatımıyla)

 

 

Dışarıdan bakıldığında her ne kadar harabe gibi dursa da içerisi son derece lüks, alttan ısıtmalı, bütün spor malzemelerinin bulunabileceği ve dövüşün en sakin, en sessiz klonlarının türeyebileceği bir mekândı burası. Bakırcılar dövüş kulübü. Çok da bir kulüp denemezdi aslında. Rağbet göremeyecek kadar sapa bir konumdaydı. Malum, ismi de ortadaydı. Öyle şaşalı tanıtım tabelaları da yoktu. Binanın dış cephesinin boyaları dökülmüş, yarısı daha atılan sıvayla duruyordu.

 

 

Babalarından kalan bu küçük bakırcı dükkanını işletemeyen biri on yedi diğeri yirmi üç yaşlarındaki iki genç, merak saldıkları için mekânı toparlayıp bir spor ve dövüş merkezi haline getirmişlerdi. Dükkânın arka duvarını yıkarak gerisindeki depo ile birleştirmeleri geniş bir salon sunmuştu onlara. Ellerine geçen üç kuruş ise ne bu masraflara ne de binanın giderlerine yetiyordu. Çevrelerindeki genç arkadaşları dışında deyim yerindeyse sinek avlıyorlardı.

 

 

İpek’in burayı tercih etmesinin sebebi kendisine rahat bir çalışma alanı yaratmaktı. Umduğu gibi de olmuştu. Zaten kalabalık yerler sessizliğe düşkün ruhunu bunaltıp duruyordu. İstanbul’un koşuşturmacasından, davetlerden, bedenini incecik bir deney tüpü gibi göstermek için giydiği elbiselerden, sahte ve iki yüzlü insan topluluğundan uzaktaydı. O lüks hayatı İpek seçmemişti. Ancak hala cefasını çekmekle yükümlüydü. Yerine kurduğu yeni hayatında ise kendisi dışında söz sahibi yoktu.

 

 

Ellerini beyaz bir koruyucu ile sıkıca sarmıştı. Saçlarını tepede toplamış, alelade bir at kuyruğu ile düzene sokmuştu. Kara kaşlarının altındaki orta yollu kirpikleri tepeden yansıyan ışık süzmesiyle yanaklarını gölgede bırakıyordu. Yüz hatlarını tamamlayan bir burnu ve dolgun sayılabilecek can alıcı dudakları derin bir işçilik gerektiriyordu. Kendine hastı ayak sesleri. Emin ve cesur olduğunu belli eden adımlarını izleyerek yürüyordu. Üzerinde siyah düz bir sporcu sutyeni ve altında dizlerinin iki parmak yukarısında biten siyah bir şort vardı. Karşısında öylece duran Cihan'a baktı. Hazır hissettiğinde dakik adımlarla ringin merdivenlerini tırmanmaya başladı. Etrafı saran elastik kolların arasından geçip mekânı işleten küçük gencin, Cihan’ın karşısına dikildi.

 

 

Cihan, ellerine giydiği eldivenlerin ardından iki elini de havaya kaldırdı. Omuz hizasında tuttu. Derslerinden arta kalan zamanlarında grubunu toplayıp buraya geliyor, arkadaşlarıyla kendi hallerine göre takılıyorlardı. Boyu uzun olsa da zayıftı. Esmerin en sıcak tonlarına sahip saçları, beyaz bir suratla taçlanıyordu. Karşısındaki kadının yüzüne dikkatle baktı Cihan. Yakaladığı bulguları dile getirmeden edemedi. “Tenin soluk,” diye başladı ilkin. “Gözlerin artık baygın bakmaya başlamış, yürümeye üşeniyorsun, dinlenmen gerekiyor, ancak buraya gelmişsin.”

 

 

Yerinde bir tespitte bulundu.

 

 

“Kafan yine oldukça dolu gibi İpek Abla.”

 

 

Yüz ifadesi yarım bir gülümseme sahiplenmiş, moral verici üslubu varlığını haykırmaya başlamıştı.

 

 

“Dolu değil bayağı bir dolu,” diye yanıtladı onu İpek. Düş dünyası sisli bir dumanla kaplıydı. Baş ağrısı şakalarından sızarak alnının en hassas noktalarında şimşekliyordu.

 

 

“Babam bir taraftan, annem bir taraftan. Hala manşetlerden inmeyen fotoğraflarımız başka bir taraftan. Yılmaz’la yaşananları saymıyorum bile. Burada Uğur. Tugayda arkamdan söylenenler...”

 

 

Karşısındaki gencin eline normal şiddette bir yumruk geçirdi. Vücudunu yavaş yavaş harekete geçirmeye başlamıştı. Bir ileriye bir geriye yaylanıyordu. Mesleğinin getirilerini kabul etmiyor değildi, ediyordu. Lâkin bu kadarı onun için çok fazlaydı. Başarılarıyla anılan bir Türk subayı yerine arkasında bıraktığı servetle anılan bir kadın konumundaydı Hakkari’nin gözünde. Dönen bu dedikodular başını ağrıtmaya yetiyordu. İlgileri üzerine çekmesi de cabasıydı. Parası için sevilen bir kadın olmak en yıkıcı darbesiydi babasının soy adının. Buralara kadar gelmek işleri düzeltmekten çok batırmaya yol açmıştı.

 

 

“Zenginlerin bu kadar derdi oluyor muymuş Abla?”

 

 

Cihan’ın saf sorusuna bir tepki veremedi, kabuğunu kırmadı İpek. Her zamanki sert görüntüsünü sürdürürken bir yumruk daha savurdu gencin eline doğru. Bu geniş salonda çıkardığı bütün sesler yankılanmaya müsaitti. Ancak içinde yankılanan sesleri susturacak bir güç olduğunu düşünmüyordu. “Derdi başıma ben açtım,” diyebildi. Nefesi artık sıklaşmaya başlamıştı. Bedeni ısınıyordu. İstanbul’un denize bakan, o etkileyici mimarisiyle düşman çatlatan yalılarını bırakmak hiç zor olmamıştı. Babasına çektiği restte bir an olsun acaba dememişti. İşi zaten gözden çıkardığı ilk şeydi. Annesinin onu zengin bir aileye gelin etme çabalarından gına gelmişti. Hayat İpek’indi ve onun tadını çıkaracak yegâne insan da oydu. Peki yönetimin başkalarının elinde olması hak mıydı? Değildi elbette. Buna müsemma gösteremezdi. Öfke dolu bir yumruk savurdu. Aklına düşen soruyla aniden durakladı.

 

 

“Zengin olup bağımlı bir hayat mı yaşamak isterdin yoksa özgür olup kendi ayakların üzerinde durabileceğin bir hayat mı?”

 

 

Cihan odağını ellerinden çekti, karşısındaki kadının isyankâr suratına gizledi bakışlarını. Onlar için zenginlik bir rüyanın en tatlı yerinden farksızdı. Vereceği cevabı bilse de biraz düşünür gibi yaptı, sonrasında gülerek anında cevap verdi.

 

 

“Para yatalak hastayı bile ayakta tutar Abla.”

 

 

Bir yumruk daha geçirdi İpek. Ancak bu diğerlerine nazaran daha şiddetliydi. Cihan’ın eli omzuna çarparken İpek'in yumruğunun yarısı da o güzel suratını acıtmaya yetmişti. Bir gayesi olsaydı bu o saçma görüşü insanların kafasından kazımak olurdu. Parayla özgürlüğün bir noktaya kadar gidebileceğini anlatmak olurdu. Ters bakan kara gözleri asi bir kısrak gibi huysuzdu.

 

 

“Birazdan bu dediğini senin üzerinde denesek nasıl olur Cihan?”

 

 

Yüzünü ovuşturup bozulmuş bir halde baktı Cihan. “Suratımızın da bahsi açıldığına göre sen ufaktan ısınmaya başladın Abla,” diyebildi. “Yüzüme vurma da bacak mı kırıyorsun, dalak böbrek mi alıyorsun, açık kalp ameliyatı mı yapıyorsun ne yapıyorsan yap.”

 

 

“Bunun için bana mantıklı cümleler kurman lazım,” dedi İpek.

 

 

Birkaç adım gerileyip eski yerini aldı. Adımları yaylanmayı sürdürdü. Ring, genç kadının yaptıklarını keyifle izlemeye koyulmuşken yumrukları yeniden göğüs hizasında durdu. Bir yumruk daha savurdu sertçe. Suratı nemli bir hal aldı. Cihan hafif tırsarak ellerini dikti güzelce.

 

 

“Ben en iyisi başka bir konuya geçeyim,” dedi. “Anladık Abla, senin parayla aran limoni.”

 

 

Başta huyuna gitmişti. Lakin sınır ihlalinde bulunmaktan kaçamadı.

 

 

“Uğur Abi bu Yılmaz lavuğunu biliyor mu?”

 

 

Duraksadı İpek. Sağ yumruğunu Cihan’ın havadaki eldivenli eline çarptırırken hiç olmadığı kadar kırılgan bir performans sergilemişti. Ters bakışları alttan bir kavramayla yakaladı Cihan’ın gözlerini. Bazen acaba bu garip soruları Uğur mu sorduruyor diye düşünmeden edemiyordu. Söz konusu Uğur olunca aklına her yerden bir şeylerin gelmesi mümkündü. Fevrileşti.

 

 

“Uğur kim ki hangi vasıfla Yılmaz'ı bilecek,” dedi öfkeyle.

 

 

“Peşinden bir an olsun ayrılmayınca ben de aranızda acaba bir şey mi var? Diye düşündüm Abla” dedi Cihan. Bu çıkışı kesinlikle beklemiyordu. İpek, geriye çektiği yumruğunu bir kez daha hedefine ulaştırdı. Cihan’ın düşüncesini kurutacak derecede bir cevap döküldü dudaklarından. Açık kapı bırakmayan, ihtimalleri öldüren bir “Yok,” kelimesi. Son derece keskin, en ufak bir yumuşamaya uğramadan. Şu açıktı ki İpek yok diyorsa o konudaki kararını değiştirecek bir güç de yoktu.

 

 

Cihan'ın gözleri beklentiyle harmanlanmış bir tatla bürünmüştü. ‘Yok, ama olsa daha güzel olmaz mı?’ der gibi baktı. İpek Ablası yaylanan bedenini bir yumruğa daha hazırladı ve usulca savurdu avuç içlerine. Dışarıdan bakıldığında birbirlerine ne kadar yakıştıklarının farkında mı acaba diye düşündü. Kuşanabileceği en masum ve beklenti dolu bakışının etkili olmasını istiyordu .

 

 

“Hiç mi yok Abla?”

 

 

Duraksadı İpek. Şakalarından salınan bir tutam saç telini kulağının arkasına iteledi. Elinin tersiyle yüzünün nemini alırken “Hiç yok,” diyebildi bu kez. Ancak arkasına eklenen ve eğlence arayan bir erkek sesi bütün ciddiyeti paçavra gibi kenara fırlattı.

 

 

“Ne demek yok!” diye çıkıştı Uğur salonun başından. Yalancı bir öfke sahiplendi yüz hatları. “Hiç yok denir mi?” Diye sordu azarlar gibi. Ardından tatlı diliyle önerilerini sıraladı.

 

 

“Hep var diyeceksin. Hep olmalı diyeceksin. Nasip, kısmet bu işler diyeceksin.”

 

 

“Uğur Abi,” dedi Cihan içten içe sevinç barındıran bir şaşkınlıkla. Ellerini indirince İpek de mecbur durmak zorunda kaldı. Kömür karası gözlerini duman bürüdü. Uyarılarının dikkate alınmaması öfkesini artırıyordu. Uğur, buraya son haftalarda gelip gider olmuştu. Nasıl bulduğunu bilmiyordu ama hiç hoşuna gitmediğini biliyordu İpek. Öldürücü bakışları ve somurtkan bir hal alan suratı onlara gittikçe yaklaşan genç adamı süzüyordu.

 

 

Ellerini ceplerine yerleştirmişti. Son derece sinir bozucu bir rahatlıkla kendilerine doğru geliyordu. Bal rengi gözleri her zamanki gibi ışıl ışıl. Altında gri bir şort, beyaz spor ayakkabıları ve geniş omuzlarını saran sade siyah bir tişört. Kısacık o sarımsı kumralları yukarıdan vuran ışıkla parıldıyordu. Spor bir tarz takınmasına rağmen fazla şıktı. Bu inkar edilemezdi. ‘Serseri’ dedi içinden. ‘Spora bile süslenip geliyor.’

 

 

Bir de şu vardı: Boğmak istediği boynunun üzerinde otuz iki diş sırıtan bir kelle. İşte en çok sinir ayarlarını bozan da buydu. O kafasında onlarca sorunla harbe girerken Uğur’un mutluluğundan ve gülüşlerinden bir an olsun vazgeçmemesi. Duyduğu kelimelerin kaynağına ters bakışlar atmaya devam ederken “Ben olduracağım şimdi seni, nasibine kısmetine bir güzel bağlayacağım,” diye homurdandı.

 

 

Bu ters cevaba burnundan güldü Uğur. Merdivenleri adımlayıp ringin dışında bulunan kolların arasından geçerken “ Kendine bağlayacaksan neden olmasın,” diyebildi. Bir müddet sonra “Bensiz mi çalıyorsunuz?” Diye sordu.

 

 

“Bundan birkaç hafta öncesine kadar da sensiz çalışıyorduk Uğur,” dedi İpek gitmesini ister gibi.

 

 

Uğur İpek’in bul lafını umursamadı. Aslına bakarsa hiçbir zaman umursamamıştı. Dişli bir kadın olduğunu biliyordu. Bu sert görüntüsünün altında kırılgan bir kadın olduğu ihtimalini de düşünüyordu. Onunla zıtlaşmak istemiyordu. “Ve hala bunun senin için bir kayıp olduğunu anlayamaman ne acı,” dedi.

 

 

“O anlamasa da olur Uğur Abi,” diye araya girdi Cihan. “Ben anlıyorum.”

 

 

Uğur ufak hareketlerle Cihan’ın saçını karıştırdı. Gamzesini ifşa eden bir gülümseme bahşetti. “Sen şu boks eldivenlerini ver bakalım,” dedi vücut diline de bir tutam ciddiyet katarak. İpek uyarıda bulunmakta gecikmedi.

 

 

“Cihan!”

 

 

İki erkek genç kadına temkinli bir şekilde bakakaldı. “Gözlerini belertme çocuğa,” diye söylendi Uğur. “Hadi ben neyse alışığım bu hallerine de. Ayrıca vuruşların çok yumuşak. Karşına ben geçersem belki daha sert vurursun. Malum, biz aşkımızı şiddetli yaşıyoruz.”

 

 

Bir şey demedi İpek. İki adım geriledi. Cihan eldivenlerini Uğur'a teslim ederken kısa bir sürede ringin merdivenlerini inmeye başlamıştı. Beyaz ışıkların altına bir sessizlik çöktü. Uğur hazırlandığında İpek'in arkasında durdu. Genç kadının saçlarını örgü modeliyle görmediği nadir alanlardan birindeydi. İpek elini alnına yaslamış düşünceli bir şekilde dönmüştü Uğur'a. Ona rütbelerin var olduğu bir dille yaklaşmayı denedi.

 

 

“Komutanım,” diyebildi. “Bu duruma artık bir son vermememiz lazım. Zaten babam yüzünden askeri başarılarım yerine milyonlarca lira değerindeki servetimle anlıyorum. Bir de bu durumla anılmak istemem. Siz de farkındasınız. Size karşı bir ilgim olmadığını biliyorsunuz.”

 

 

Bir adım attı Uğur İpek'e doğru. Genç kadın tedirgin bir halin filizlenmesine engel olamadı. Ancak geriye doğru bir adım atmamak için dik duruşundan taviz vermedi. Gözlerini Uğur’un bal rengi gözlerinden kaçırmaya çalıştı.

 

 

Uğur, “Askeriyede ya da görevde değiliz İpek,” diye bir hatırlatmada bulundu. “Babanın mal varlığıyla anılmak senin sorunun değil. Bulunduğumuz duruma gelince bu durum sana utanç mı veriyor?”

 

 

Sessizlik. İpek, gözlerini ringin zemininden ayırmadı.' Evet, utanç veriyor,’ gibi duygularını yansıtmayan bir cevap da vermek istemedi. Bu durumu hoş görmediği kesindi. Lâkin sebebini bilmiyordu. İnkâr etmiyordu, yakışıklı bir adamdı Uğur. Sempatikti, güler yüzlüydü. Tatlı diliyle ikna edemeyeceği kadın yoktu. İnsan bal rengi gözlerine bakınca bir kış gününde tenine değen güneşin sıcaklığını hissediyordu. Baştan aşağı kusursuzluklarla yaratılmıştı zannınca.

 

 

“Utanç duymak değil, ”diyebildi istediğini ifade edemeyince.

 

 

“Ne peki?” Diye sordu Uğur. Sesi sabırsız geliyordu. Konular konuşuluyor ve bir süre sonra içinde bulundukları durumu anlatabilecek bir sözcük bulamıyorlardı. Hep mi çıkmaz bir sokakta bitecek bu iletişimin sonu diye yakındı. Peşi sıra kestirip attı İpek. Bir kez daha kaçmayı seçti.

 

 

“Konuyu değiştirebilir miyiz?” Diye sormuştu.

 

 

Uğur, sabırla indirdi göz kapaklarını. Titrek bir nefes göğüslerini delip firar etti. Savaş meydanında inanılmaz derecede cesaret gösterebilen bir kadın nasıl olur da normal hayatında böylesine içe kapanık bir hal alırdı anlamakta zorlanıyordu.

 

 

İki farklı tipik özellik. Tek bir kadın. Korkusuz kara gözlerini, ürkek ve belirsiz bir limana yanaştıran dengesiz bir irade. Yoklara oynayan iç karışıklık. Lâl olan o dudaklar...İpek’in en reddedilir yanlarıydı bunlar işte. Uğur’a düşen ise bir kabullenişti. Usulca başını salladı. “Değiştirelim, ”diyebildi. “Değiştirelim konuyu,” diye devam etti.

 

 

“Ama şunu unutma İpek, biz iki kişiyiz. Ve senin olmayan ilgin kadar benim de gözler önünde bir ilgim var. Hiçbir zaman bana net bir şekilde ben bu ilgiyi istemiyorum demedin. Konuyu değiştirdin, kimi zaman kapattın. Kızdın, azarladın, arada birbirimize girdiğimiz de oldu. Asıl duygunu bu zımbırtılarla gizleyip durdun. Vazgeç İpek. Vazgeç şu huyundan artık.”

 

 

İpek bu iddiaları kabul etmedi. Güçlü bir yumruk savurdu Uğur'a doğru. Uğur beklenmedik bu hareketi algıları sayesinde bertaraf ederken “Ben hiçbir zaman duygularımı saklamam komutanım,” dedi İpek.

 

 

“Sizi istemiyorum!”

 

 

Burun buruna gelmişlerdi. Ringin ortasında ikisi de temkinli davranarak hareket ediyordu. Bal rengi gözler o zeytin gibi kara gözlere bulanmıştı. Birbirlerine sevgiden çok daha farklı etkileşimle bakıyorlardı. Uğur’un gözlerinde tutkuyla karışık bir hırs, İpek’in gözlerinde öfkeyle karışık bir hırs.

 

 

“Deli gibi istiyorsun hem de,” dediği an bir yumruk daha yedi Uğur. Bunu da bertaraf etmeyi başarmıştı. Ancak İpek'in beklenmedik tekmesini bel oyuntusunda hissedince afalladı. Serseri gülüşü gamzesiyle şaha kalktı.

 

 

“Siz adam olmazsınız komutanım,” dedi İpek.

 

 

Uğur beklemeden yanıtladı onu.

 

 

“Senin adamın olayım yeter bana.”

 

 

Yüzüne doğru gelen yumruğu üst vücudunu geriye çekerek savuşturdu. Boşluğa düştü, bir yumruk daha savurdu İpek. Bu kez elini kaldırdı ve avuç içinde hissettiği baskı ile kurtuldu Uğur. Diğer bileğin harekete geçmesi yalnızca saniyeler sürdü. Gelen bu saldırıyı da elini dayayarak bertaraf etti. Dakikalarca devam etti sürtüşmeleri. Uğur’un kısacık sarı saçlarının arasından sızan ter damlalarına İpek’in nemli bilekleri eklendi.

 

 

Ciğerleri yararak gelen soluklanmalar artık kuruyan boğazları kesiyordu. İki beden de sonbaharın yaprak döken ve sallanan kavakları kadar tükenmiş durumdaydı. Birbirlerinden biraz uzaklaşıp sakinleşmek için zaman tanıdılar. İpek , burun kenarından sızan ve ince bir yol edasında dudaklarına gelen minik ter damlasını sildi. Ringin köşesine bıraktığı matarasını alıp suyunu yudumlamaya başladı.

 

 

“Yemeğe çıkalım mı?” Diye bir öneride bulunuverdi Uğur bir anda.

 

 

Aldığı iki yudum su İpek’in boğazında kaldı. Kısa bir öksürük kervanı ortamı sararken gülüşü duyuldu Uğur’un. “Bu kadar heyecanlanacağını bilseydim daha erken çıkarırdım yemeğe.”

 

 

İpek’in en ters bakışları bir seviye daha atladı. Matarasını sertçe yere bırakırken yüzüne düşen üç beş parça saç telini geriye iteledi. “Akıllanmıyorsunuz komutanım,” dedi umutsuzca başını sallarken. “Bir çocuğun bile sizden daha söz dinler olduğuna ve bu konuda doğru karar vereceğine eminim.”

 

 

Masumca baktı Uğur.

 

 

“Acıktım diye dedim, yanlış algılayan sensin.”

 

 

İpek istemeyerek de olsa ciddi yanını bir tarafa bıraktı, inanamayarak güldü.

 

 

“Bence siz güzel kıvırıyorsunuz komutanım.”

 

 

Bembeyaz dişleri serildi ortaya. Haklılık payı olabilirdi. Bundan sonra buradan yürüyecekti. O da suyuna uzanıp bolca içtikten sonra ayağa kalktı. “Hadi,” diyordu bir yandan da. “Terin soğuyacak, daha çok işimiz var.”

 

 

İpek de bu itekleme sonrası ayaklandı.

 

 

“Yemeğe çıkmak gibi mesela,” diye devam etti Uğur.

 

 

“Komutanım!” diye çıkıştı İpek kelimeyi vurgulayarak.

 

 

Birbirlerine olan bakışları hiç de hayra alamet durmuyordu. İpek iki adım daha atıp Uğur’un dibine kadar geldiğinde bir yumruk savurarak işleme başladı. Uğur elini dayadı o yumruğa. Bileklerinden aldığı güç fazlasıyla hissedilirdi. İpek'in bedeni yaylanmayı sürdürüyordu. Uğur ise hangi yumruğunu harekete geçireceğini kolaylıkla tahmin ediyor bazen elleriyle yakalıyor bazen bedenini geriye çekiyor bazen de kaçıp o yumrukların boşa düşmesini sağlıyordu. Bu çocuksu hareketleri hem İpek’i çileden çıkarıyor hem de oldukça yoruyordu. Spor salonun duvarları ikisinin yarattığı bu ahenkli seslere tanıklık ederken Uğur ise gayet hoşnuttu durumdan. İncecik ellerden gelen bir yumruğu daha kabul etti.

 

 

“Neye karşılık benimle yemeğe çıkarsın?” Diye sordu.

 

 

Takmıştı yemeğe, yemeden rahat etmeyecekti.

 

 

“Hiçbir şey istemiyorum, ” dedi İpek açık kapı bırakmayarak. “Peki siz neye karşılık benimle uğraşmaktan vazgeçeceksiniz ?”

 

 

Serseri gülüşlerinden biri ortama dahil oldu. “Senden vazgeçmemin bir karşılığının olmasını düşünmen komik. Ama birkaç hafta uzaklaş dersen yemek teklifimi kabul et.”

 

 

Bir yumruk daha İpek’in o zayıf ama güçlü bedeninden ayrıldı. Alayla gülümsedi. “Siz değil haftalar bir gün bile uzak duramazsınız komutanım.”

 

 

“Kendini fazla önemsiyorsun Astsubay.”

 

 

‘Aksine az bile söylüyor’ dedi içinden. Haftalar yıl olurdu Uğur'un nazarında. Günler hafta, saatler de gün. Peki neden böyle bir cümle söylemişti, bilmiyordu. İlgisinin İpek’in tarafından bu kadar fark edilir görünmesi bir faciaydı. Görülüp karşılık alamaması ise ayrı bir facia.

 

 

“Duramayacağını ikimiz de biliyoruz,” dedi İpek.

 

 

“Var mısın iddiasına?” Diye sordu Uğur diklenerek. “Gel şu ringin tozunu attıralım. Sen beni nakavt edersen iki ay gözünün değdiği hiçbir yerde olmam. Ne görüntümü ne de sesimi bulamazsın yanında. Ama ben seni nakavt edersem yarın akşam yemeğe çıkarız. Üç şartım var. Saçlarının kesinlikle örgülü olmasını istemiyorum. Serbest bırakacaksın. Sana en çok yakıştırdığım renk beyaz. Bu yüzden mümkünse beyaz giy ve elbise olsun. Ayrıca o Yasemin kokulu parfümünden sık. Kekik aromasını da istiyorum. Makyaj yapmasan da olur. Doğal halini hiçbir şeye değişmem. Mekân seçimi bende. Kabul mü?

 

 

Tereddütle Uğur’un uzattığı eline düştü İpek’in kara gözleri. Ardından Uğur’un bal rengi gözlerine uzandı ve tekrar eline indi. Hala tereddütte iken “Ben size el kaldıramam komutanım,” diyebildi.

 

 

“Bu şansı bir daha sana vermem,” dedi Uğur. “İki ay çok uzun bir süre. İyi düşün.”

 

 

Ardından umursamaz bir vazgeçiş sundu alayla. “ Ya da düşünmesen de olur,” diye ateşledi karşısındaki kadını. “Zaten beni deviremeyeceğini biliyorsun. Çekinmen isabetli bir davranış olur.”

 

 

Düşmanına bakar gibi baktı İpek. Bu saatten sonra ona acıması pek mümkün görünmüyordu. Uğur’un hala havada bekleyen eline elini koydu. “Tamam,” dedi düz bir sesle. “Kabul.”

 

 

El sıkıştılar.

 

 

Uğur, boks eldivenlerini bileklerinden sıyırıp kenara fırlattı. Üzerindeki siyah tişörtü çıkarmak için eteklerinden kavradığında “Komutanım,” diye uyardı onu İpek. Önce elini gözlerinin önüne getirdi ardından yüzünü ne yapacağını bilemeyerek yan tarafına döndü. Uğur, anlamaz bakışlarla ve masumca ona bakarken “Ne?” Diye sordu.

 

 

Salonu inletecek bir gürleme sundu İpek.

 

 

“Soyunuyorsunuz!”

 

 

Gözlerini devirdi. “Öyle bağırınca bir şey oldu sandım,” dedi Uğur. “ Senin için her şeyi yaparım, buna soyunmak da dahil.”

 

 

“Terbiyesizsiniz komutanım.”

 

 

Uğur sadece pis pis sırıttı. Bacaklarını açıp yumruklarını çıkardı. Dudaklarındaki gülümsemesi yavaşça söndü. İpek’in de Uğur'a göre oldukça küçük duran elleri bir yumruk halini aldı. Bir birilerinden biraz uzaklaşıp karşı tarafın harekete geçmesini beklediler ve zayıf noktalarını kolladılar. İlk hareketlenme Uğur'un kanadında oldu. İpek güç anlamında Uğur'un gerisinde kaldığını biliyordu. Geriye doğru attığı bir adımla beraber bedenini arkaya çekti. Boşluğa düşen bu yumruğun ardından herhangi bir karşılığın doğru olmadığını düşündü. İkisi de son derece konsantre görünüyordu. Uğur, bir kez daha yoklamak istiyordu İpek’i. Yumruklarından birini daha hazırladığında bu hamlenin de boşa çıkması uzun sürmedi. Ancak darbe almadan çekilemedi karşı ataktan. İpek’in şiddeti normal derecedeki diz darbesini karın boşluğunda hissetti. Daha bunun şokunu atlatamamıştı ki üstün sırtına inen bir dirsek darbesi eklendi. Buna rağmen serseri gülüşünden ödün vermedi. Akıllara zarar gamzesi İpek'in şirazesini kaydıracak derecede belirdi dudağının kenarında.

 

 

“Geliştiriyorsun,” diyebildi takdir eden bakışlarıyla.

 

 

Hırslı kara gözleri Uğur’un bal rengi gözlerini ateş hattına çekerken “Ne de olsa eğitmenim sizsiniz komutanım,” dedi İpek.

 

 

Yaylanan bedenine emanet ettiği bir yumruk daha Uğur’un kollarında kayboldu. Bir tekme savurduğunda ise Uğur ringin etrafını çevreleyen kolların dibine kadar gitmişti. Diğer bacağını kaldırarak bir hamlede bulunması ve bunu Uğur'un göğsüne kadar ulaştırması genç adamın bedenini en üst kola iteledi. Eğilen beli oraya çarpıp yeniden öne doğru fırlarken dengesini kolay bir şekilde sağlamıştı Uğur.

 

 

İpek, “Karşılık verin komutanım,” dedi konsantre olmuş görüntüsünü bozmadan. “Kaçarak savaşıyorsunuz, fark etmiyorum sanmayın.”

 

 

Yarım bir gülümseme oluştu Uğur’un suratında. Elleri yeniden iki koca yumruk oldu. Bedeni temkinli bir şekilde beklemeye başlarken “Sadece sizin canınızı yakmak istemiyorum Astsubayım,” dedi.

 

 

İpek bir tekmesini daha savurup “Ben sizin kadar merhametli olamam komutanım,” demişti ki Uğur çoktan yumruk yaptığı ellerini çözüp İpek’in bacağını havada yakalamıştı. Diz kapağının altındaki eklemlerde hissettiği büyük eller dizini kırmasına neden olurken dengesini sağlayamadı İpek. Bedeni karşısındaki adamın bedenine doğru kaydı. Çok garip bir pozisyona doğru gidiyor olduklarının farkına vararak nemli parmak uçlarını Uğur’un göğsüne dayadı. Uğur için bu fazla beklenmedik bir hareket olacak ki bir put gibi donup kalmıştı.

 

 

Yalnızca saniyeler sonra iki elden bacağını kurtarıp ellerini Uğur’un üzerinden telaşla çekti İpek. Bedenlerinde elektrik çarpmış gibi bir his oluştuğu söylenebilirdi. Uğur hala bozulmuş tüplü televizyon gibi dururken İpek bu yakınlaşmayı gölgelemek adına gelişi güzel bir yumruk savurdu.

 

 

Uğur, yediği yumrukla serseme döndü. Başı kenara düşerken eli de yanağında yerini almıştı. Hatta dudağının kenarından sızan bir ıslaklık bile vardı. Parmağı o noktaya değdiğinde beyaz tenine bulaşan kanla bakıştı. Sersem halini bir yana bırakıp bal rengi gözlerini öfkeli bir havayla bürüdü. İpek’e dönerek sitem etti.

 

 

“Böyle olmaz ama ya. Böyle olmaz. Güzelim, niye suratıma çalışıyorsun? Ben bu karın kaslarını boşuna mı yaptım?”

 

 

Dudağına bir kez daha parmaklarını götürüp patlamış yerden sızan damlayı baş parmağıyla sildi.

 

 

“Bölge ayırt etmeksizin savaşıyorum komutanım. Rahatsız mı oldunuz?”

 

 

Bakışları yeniden İpek’in üzerinde yoğunlaşırken gelecek bir sonraki hamleyi beklemeye başladı. Harekete geçmekte geç kaldığının farkındaydı. Bunun nedeni İpek'in neler yapabiliyor olduğunu görebilmek ve açıkçası avını biraz yormaktı. Dakikalar geçtikçe güçten düşeceğini biliyordu.

 

 

İpek yeni hamlesinde gecikmedi. Az önceki yakınlaşmadan sonra bir daha ayaklarını kullanmayı düşünmüyordu. Parmaklarında hala garip bir his dolanıyordu ve bunun etkisinden çıkamamıştı. Tüm gücünü bileklerine verdi. Sol yumruğunu büyük bir hiddetle savurdu. Ancak Uğur’un da harekete geçiyor olması planlarını bozmaya başlamıştı.

 

 

Bileğinden yakalamıştı onu Uğur. Saniyeler içinde kolunun altından geçip o bileği kıvırarak İpek’i yere yapıştırmıştı. Sırtında bir nebze hissettiği acıyla dişlerini sıkarken çabucak toparlandı İpek. Kolaydan ekmek olmadığını gayet iyi biliyordu. Küçük elleri yeniden iki birer yumruk oldu. Yere düşünce dağılan saçlarından birkaç tutam tel, terle ışıldayan şakaklarına yapışmıştı.

 

 

“Karşılık vermekte gecikmemeniz ne güzel,” dedi memnuniyetle.

 

 

Uğur geri adım atmayarak mırıldandı.

 

 

“Canınızın daha fazla yanmaması için hala bir şansınız var Astsubayım.”

 

 

Şeytani bir gülüş bahşetti İpek. Öyle bir güldü ki Uğur bile korktu o gülüşten.

 

 

“Şans sizden yana olsun komutanım. Zira ben merhamet etmeyeceğimi baştan söyledim.”

 

 

Zayıf bedeni bir yumruk daha üretti. İleriye doğru savurduğu yumruğu Uğur’un gerilemesiyle boşluğa düştü. Ardından güçlü bir tekme attı kendi boyunca. Bu tekmeden de rahatça sıyrıldı Uğur. Hisleri bu kez hamle yapma sırasının ona geldiğini kulaklarına fısıldarken dev gibi elleri ve güçlü bilekleri beyninden gelecek komutu bekliyordu. Sağ kolunun yumruğunu İpek'e doğru gayet sert bir şekilde savurdu. İpek bu hamleden kurtulmuş olsa da Uğur’un diğer yumruğunu harekete geçirmesiyle çenesini kıracak derece bir darbe aldı. Sersemleyerek arkasını döndü, ringin zeminini tutarak dizlerinin üzerine çöktü.

 

 

“Fazla merhamet vatana ihanettir zaten Astsubayım,” diyen Uğur’un sesi arkasından kulağına dolan ince bir sızı gibiydi. Kendisine geldi. Derin bir nefes aldığında Uğur’un ona olan uzaklığını hesapladı. Aklına düşen hareket bu kadar uzun ve kas bağlamında şanslı bir adama pratikte ne kadar etki edebilirdi bilemiyordu. Ancak onu devirmesi gerektiğinin bilincindeydi. Uğur, İpek’in bu kadar yerde kalmasından huzursuz olurken bir adım attı. Sert vurduğunu kabul edebilirdi. Bu onda acı duygusu uyandırdı, İpek’in canının yanması ise en son isteyeceği şey bile olamazdı. Saf düşünceleri mantığını egale ederken bir adımını daha atmaya hazırlandı. Havalanan ayağı yere inmeden İpek planını devreye soktu.

 

 

Ellerinden aldığı güçle bacaklarını kaldırdı, ayaklarını Uğur’un altına gönderdi. Bacaklarına indirdiği darbe ve onu tek ayak üzerinde yakalamanın avantajıyla bir devi andıran cüssesini yere serdi. Toparlanmasına fırsat vermedi. Bu şansı bir daha bulacağından emin değildi.

 

 

Ayaklarını Uğur’un iki yanına koyup rahat bir pozisyon aldı. Karın boşluğuna yerleştiğinde yumruk haline getirdiği elini suratına indirdi. Başka bir fırsat daha buldu, diğer yumruğunu indirdi bu kez. Ancak belinde hissettiği parmaklar devam etmesine izin vermedi. Bir anda kahkahalara gömüldü İpek.

 

 

“Komu-" diyebildi. Gerisi bir türlü gelmedi. Gülüşleri spor salonun duvarlarında neşeyle yankılandı. Uğur’un parmakları şiddetini hafifletirken “Komutanım yapmayın,” dedi bu kez zar zor.

 

 

Uğur onu ciddiye alamıyordu. Parmaklarını genç kadının belinde ve göbeğinde gezdirirken ister istemez gülmeye başladı. Bulduğu boşlukta “Komutanım,” diye bağırdı İpek bir kez daha. Uğur’un kucağında gıdıklanmanın etkisiyle kıpırdanırken ve gülmemeye çalışıp güldükçe karnı ağrıyordu.

 

 

“Uğur,” diyebildi. Nefes nefese halini yenmeye çalıştı. “Uğur, dur.”

 

 

Dinlemedi onu Uğur. Daha doğrusu dinleyebilecek kadar aklı yerinde değildi. Kendisini İpek’in son derece etkileyici olan gülüşlerine kaptırmıştı. Önüne düşen saçların İpek eğildikçe göğsüne teması midesinde kelebeklerin uçmasına neden oluyordu.

 

 

Asıl ilişkilerinde saatlerce hatta gün boyunca askeriyedeki o ciddi tavrının altında ezilip kalıyordu. Ters davranışlarıyla kırbaçlanıyor, kelimeleriyle zincire vuruluyordu. O yüzden aralarında yaşanan güzelliği nadir olan bu anın bitmesini istemedi. Lakin İpek'in fazlaca üzerinde kıpırdanması kafasında edepsiz duyguların canlanmasına yol açabilirdi, açmaya yakındı. Parmakları ritmik hareketlerini yavaşlattı.

 

 

“Kıpırdanma,” diyebildi bu sırada.

 

 

İpek'in gülüş sesleri bir balon gibi söndü. Suratı eski asık halini aldı. Kaşları yeniden çatıldı.

 

 

“Üzerimden kalk,” dedi Uğur istemeyerek de olsa. “Biraz daha kalırsan savaşı bitirip ateşli bir sevişmeye geçeceğiz.”

 

 

O an yüzüne sert bir tokat yedi. Böyle bir çıkışı kesinlikle beklemiyordu. Eli yanağına gitmişti, apışıp kalmıştı. İpek kalkmaya yeltendiğinde birden koluna yapıştı. Alaz alaz yanan kara gözler sakinleşecek gibi görünmüyordu. “Nereye?” diye sordu Uğur sakin bir ses tonu seçerek. Alttan baktığı güzel yüz sinir harbine dönmüştü.

 

 

Bileğini çekti İpek. “Bırak,” diyebildi.

 

 

“Bırakmıyorum,” dedi Uğur. En az onun kadar kararlıydı. İpek bileğinden tutulmasına rağmen kalkmakta diretti. Uğur, boşta kalan elini genç kadının beline yerleştirdi. Sıkıca tuttu. Bırakırsa bu iddiada bir kazananın olmayacağını ve İpek’le ilişkisinin kötü bir noktaya gideceğini biliyordu. Sorun şuydu ki İpek fazla ciddi ve olgun bir kadın görüntüsü sergilerken Uğur neşeli, umursamaz, şakacı bir adam profili sergiliyordu. Aralarındaki bu zıtlık bunların erimesine izin vermiyordu.

 

 

İpek, “Uğur bırak,” dedi yineleyerek.

 

 

“Diyelim ki bıraktım. Ne yapacaksın? Kalkıp gideceksin yine. Birbirimizden uzaklaşacağız. Araya o siktiğimin meselelerini koyacaksın. Belki günler, belki haftalar...Bilemiyorum artık. Biz sizin tercihlerinize karışmıyoruz maalesef İpek Hanım! Tugayda birbirimizden suçluymuşuz gibi kaçacağız. Ben bir tarafta sen başka bir tarafta köy trafosu gibi yirmi metrelik ara ile dikileceğiz. Hatta biz bu gerilim hattıyla var ya tugayın elektrik ihtiyacını bile karşılarız.”

 

 

İpek’in kalkmak için yaptığı hamleler dikkatini dağıttı, konuşmasını yarıda bırakmasına neden oldu. “Kalkamazsın,” dedi itiraz kabul etmeyerek. “Yüzüme bak. Şu gözlerime bakmaktan korkma. Bu zaman kadar hep sen konuştun. Dinleyeceksin beni.”

 

 

İpek'in rahat durmayan elini zemine indirdi. Belindeki baskıyı sürdürdü. “Yakınlaşmaya başladığımız her olayın sonunda kaçtın ,” diyebildi. “Korkaklığın beni öldürüyor İpek. Gözlerin bir perde çekmiş görmeyelim diye, asıl duygularını hiç etmişsin.”

 

 

Elleri, birbirleriyle tutuştuğu kavgayı sürdürüyordu. Avuç içi, eline kenetli olan İpek’in elini bir kapan bir sardı. Ancak o güç yüklenmelerine devam etti.

 

 

“Hislerin dışında sana doğru yolu gösteren bir güç olmayacak,” diyebildi. “Onları susturamayacağını bil. Sadece tek bir endişe ettiğim yer var: Susturmak istediklerini dinlediğin zaman geri dönemeyeceğimiz kadar geç kalmış olman.”

 

 

Uğur, cümlelerini bitirmeye kalmadan kütürt diye bir ses duyuldu. İpek’in kara gözleri bal rengi gözlerine tedirginlikle baktı. Elinin İpek’in eli ile zemin arasında sıkışıp kaldığını hissetti. Başta hiçbir acı ibaresi alamadı Uğur. İpek ise yaptığını masumca fark ediyormuş gibi bulundu.

 

 

“Komutanım bir ses geldi,” diyebildi. Siniri uçup gitmişti.

 

 

“Nereden geldi?”

 

 

Uğur’u ciddiyetle yanıtladı.

 

 

“Elinizden geldi. Sanırım kırıldı komutanım.”

 

 

Alayla güldü Uğur. “Yok ya,” diyebildi umursamazca. “Kırık değildir o, kırılsa duramazdım.”

 

 

İpek ise onun kadar rahat olamıyordu. Hala tedirgindi çünkü yaptığı hareketin boyutlarını kestirebiliyordu. Uğur’un gülen yüzüne bomba misali bir durağanlık düştü. Önce donuk donuk baktı. Serçe parmağından giren sızıyla “Ah,” diye sızlandı. Gözlerini kırpıştırdı. “Aaahhh,” dedi bir kez daha. Kırık parmağının acısı yeni yeni kendisini hissettiriyordu. Elini yavaşça yerden alıp kucağına çıkarırken bakmak istedi İpek. Büyük eli iki eliyle çevreleyip serçe parmağını kontrol edecekti ki Uğur canı yanar bir vaziyette “Dokunma,” diyebildi. Zaten dokunmasına da izin vermiyordu. İpek üzerinden yanına kaydı.“ Harbiden kırılmış,” diyebildi Uğur inanamayarak. Girdiği şoktan çıkabilmiş değildi. Avucunu İpek’in avucumun üzerine kapatmıştı. Parmakları zemine dayalıydı. İpek’in elini kaldırıp avucunu yere yatırmak istemesiyle parmaklarında bir gerginlik hissi oluştuğu söylenebilirdi. Kırılması aklına bile gelmezdi. İpek’i fazla hafife almıştı.

 

 

“Öyle şaşkın şaşkın durma,” dedi İpek kızar gibi bir dille. “Kalk, hastaneye gidiyoruz. Bakılması lazım bu ele.”

 

 

“Nasıl gideyim İpek?” Diye sordu Uğur yalancı bir yakınmayla. “Görmüyor musun halimi? Parmağım kırık.”

 

 

Genç kadın gözlerini devirmekte gecikmedi.

 

 

“Bacağın kırık değil Uğur, parmağın kırık. Duygu sömürüsü yapma.”

 

 

Parmaklarını yoklayan bal rengi gözlerine feri gitmiş bir yüz eklendi. Yakalayabileceği en iyi fırsatlardan biri bu olabilirdi. Duygu sömürüsü yapmaya da, naz yapmaya da, kendisini acındırmaya da fazlasıyla hakkı vardı. Küskünce omuzlarını düşürdü. Alttan alttan genç kadının tepkilerini takip ediyordu. İpek bu duruma dayanamadı. Sabır dileyen bir nefes verdi burnundan. Eğildi, Uğur’un güçlü pazılarını altından tutup ince bileklerini geçirdi. “Gel Allah’ın cezası. Gel,” dedi dişlerinin arasından. “ Komutanım diyoruz, kucağımızda taşıyoruz. Adı Teğmen işte.”

 

 

Kalktılar. Uğur tatlı bakışlarıyla İpek’i kıskaca aldı. Haylaz bir ifadeyle, dosta düşmana gamzelerini sere sere gülümsedi. Parmağının acısını unutmuş görünüyordu. O acıya alışıktı. Belki de bu yüzden hissizleşmeyi öğrenmişti.

 

 

“Sen sevgilim de diyebilirsin,” dediğinde koluna şamarı yemişti. Anında sağlam elini oraya götürdü. Ovmaya başladı. İpek’in inanılmaz derece ağır bir eli vardı. Deneyimlemişti artık. “Hem parmağımı kırıyorsun, hem darp ediyorsun, ”diyebildi somurtarak.

 

 

İpek ters bakışlarına hazır bir cevap ekledi. “Dilini tutmayı bilmiyorsun.”

 

 

Haklılığını inkâr etmedi Uğur. Elinin dış yüzeyinden parmaklarına doğru iğne gibi batan bir acı saplandı. Yüzünün halinden canının yandığı belli oluyordu. Serçe parmağını biraz hareket ettirmek istediğinde bu ağrının şiddetinin arttığına şahit oldu. Fark edilmesi uzun sürmedi. İpek “Gel, ”dedi ciddi ses tonuyla. Ringin merdivenlerine açılan kolları araladı. Uğur'un geçmesini bekledi. Yavaş adımlarla ve kırık olan eline de dikkat ederek boşluktan geçip merdivenlere indi Uğur. İpek çantasını alıp hızlı adımlarla peşine takıldı. Salonun kapıya kadar uzun bir koridoru vardı. Geçmeleri birkaç dakikalarını aldı. Araca bindiler. Buraya en yakın hastaneye sürdü İpek. Gidene kadar tartıştıkları da oldu, laf da soktular. Anlaşamayacakları noktalarda ise derin bir sessizliğe gömüldüler. Bir müddet geçti olayın üzerinden. Her şey netleşmeye başlamıştı.

 

 

İlkin İpek belirdi. Hastane koridorunun beyaz fayanslarıyla bakışırken kara gözleri ayak uçlarına düştü. Yaklaşık bir saati geride bırakmışlardı. Uğur'un serçe parmağında kırık, yanındaki parmakta ise çatlak vardı. Diğerleri için olumsuz bir durum görünmüyordu. Hastaneye geldiklerinde kırık parmakların olduğu kısım bir miktar şişmişti. Uğur’un ağrıları arttığı gibi eklem yerlerini de oynatamaz hale gelmişti. Muayenesinin ardından röntgen çekimi yapılmıştı. Bey efendinin eli kırık olsa da enerjisi yerli yerindeydi. Gözleri fıldır fıldırdı. Dili tatlıydı, muhabbeti çekilir. Röntgen bölümündeki sekreterlerden biriyle çoktan samimi bir sohbete girmişlerdi. Acilden girip ilk boşta olan doktora kendilerini atmışlardı. Ve ne yazık ki o da kadındı.

 

 

Alnına yasladığı ellerini canı sıkkın bir şekilde indirdi İpek. Dizlerine dayadığı kollarını ayırıp doğruldu. Ritmik bir şekilde salladığı bacaklarını durdurdu, geriye yaslandı. Gittikçe bedenine doğru yaklaşan adım sesleri kulağına sızmıştı. Hastanede en üst kattaydılar. O yüzden aşağıdaki kalabalığı burada görmek mümkün değildi. Kömür karası gözleri adım seslerinin sahibine, Uğur'a yöneltmişti. Dikkatini genç adamın parmaklarına vermekte gecikmedi. Parmakları alçıya alınmıştı. Eli sıkıca sarılmıştı. Gözlerini, sıcak tonlara sahip bal rengi gözlere çıkardı. Ayağa dikildi.

 

 

“Bitti mi?” Diye sordu. “Tamam mı işimiz?”

 

 

Yanına kadar geldi Uğur. “Buradaki işimiz tamam,” dedi sakince. İpek oturduğu üçlü sandalyeye yöneldi. Çantasını alıp omuzuna geçirdi. Tekrar Uğur’a baktığında yine üşüten, acıtan bir bakış kuşanmıştı. Garipti bu bakışlar. Ne bir yabancı gibi, ne bir tanıdık gibiydi. Öfke bulabilmek zordu, nefret; yok dedi içinden Uğur. Nefret de değil bu bakış. Kızgınlık da değil, hayal kırıklığı da.

 

 

Ama ne?

 

 

O kara gözlerin gizlerinde saklanmak isteyen bu bakışın anlamını ararken İpek’in cümleleri ortalığa saçıldı. Yüzü girdiği düşüncelerden sıyrılırcasına toparlandı.

 

 

“Artık bana ihtiyacın kalmadığına göre gidebilirim,” dedi İpek.

 

 

Vakit kaybetmeden arkasını dönecekti ki adımını atmadan Uğur'un kalın parmakları bileğinde yerini almıştı. Bir soluk verdi. Sakince önce bileğine sarılan o ele ardından tekrar Uğur’un bal rengi gözlerine baktı. Bu bakışı ise soru sorar gibiydi. “Benim sana ihtiyacımın olmadığı bir an yok ki, ”diyebildi Uğur dağılan sesiyle.

 

 

İpek bu dağınık sese sertçe karşılık vermekten çekinmedi. “Komutanım,” dedi uyarır bir tonda. Alayla karışık bir acıma gülümsemesi sundu. Az önce gördüğü görüntüler ortadaydı. İpek kesinlikle Uğur'un duygularının ciddiyetine inanmıyordu. Hatta tam anlamıyla hayatını eğlencesine yaşadığını düşündüğü bir adam vardı karşısında. “Yapmayın,” diyebildi.

 

 

Bileğini Uğur'un elinden kurtarmıştı. “Duygularınızın hangi boyutta olduğunu ikimiz de biliyoruz.”

 

 

“Hangi boyuttaymış benim duygularım, bir söyle bakalım?”

 

 

İpek daha fazla konunun uzamasını istemiyordu. Diklenerek gözlerini ona diken Uğur'dan bakışlarını indirdi. Cevap vermesi yeni bir tartışmanın fitilini ateşleyebilirdi. Çabucak arasını dönüp gitmeye yeltenecekti ki Uğur yeniden tutmaya kalktı. İzin vermedi. “Sakın,” diyebildi net tavrıyla. “İddiayı kaybettiniz komutanım. Gözümün değdiği yerde de gönlümün değdiği yerde de ne sesinizi ne de görüntünüzü istemiyorum. Geçireceğimiz bu iki aylık süreci söz verdiğiniz gibi atlatalım.”

 

 

Çantasının kulpunu sıkıca kavradı. Arkasını döndü. Uğur bir kez daha onu durdurma cesaretini ellerinde bulamadı. Yumuşak tonlardaki gözleri hüzünlü bir hal aldı. Çene kemikleri baskıdan uyuşmaya vardı. İpek, hızlı adımlarla koridorun başındaki merdivenlere ulaşmıştı. Huzursuzluğuna anlam veremiyordu. Kalabalığın arasına bir sallantılı ruh daha eklendi. Sensörlü kapıyı geride bırakıp sıcak havanın buğusuyla buluştu. O gün aralarına iki aylık bir mesafe girdi. Birbirlerini görmeyecekleri uzun bir zaman dilimi. Uğur’un sabırsızca bekleyeceği; İpek’in kördüğüm çözer gibi aklıyla kalbiyle boğuşacağı günler. Hançer gibi saplanacak bir özlem, karıncalanan tenler ve biraz sorgulayış belki. Ama her ne olursa olsun bir adım öteye gidemeyecekleri belliydi.

 

O gün yaşadıklarını unutmasına imkan yoktu. Sersemliğini atarak hafifçe gülümsedi, düşüncelerinden sıyrıldı. Etrafına bakındı. Hala merdivenin ortasında dikildiğini fark edince bir adım attı üst kata çıkmak için. Ancak koridorun başında beliren o heybetli beden durdurdu onu. İhsan Yarbay, iki elini beline vermiş çatık kaşları ve öfkeli yüz hatlarıyla Uğur’a bakıyordu.

 

 

“Umarım ağzı açık ayran budalası gibi sırıtmanın sebebi verdiğim görevi başarıyla yerine getirmendir Teğmen.”

 

 

Gülden Karaböcek’in duvarları yararak gelen sesi kulaklarına hücum ederken yutkunmakta gecikmedi Uğur. İhsan Yarbay geride bağlamış olduğu ellerinin pozisyonunu bozmamış ve arkasını dönmüştü. Uğur’un nizamı adımları peşine düşmekte gecikmedi. Asker adımları fayans zemine işkenceler ederken odasının kapısını araladı İhsan Yarbay. Uğur omuzlarını dikleştirdi. Yüzü ruhsuz bir yapıya büründü. Ciddiyeti kabul edilebilirdi. Komutanı çoktan içeriye girmişti. Deniz Üsteğmen hala ortalarda yoktu. Son derece hızlı adımlarıyla açık bırakılan kapıdan girdi. İhsan Yarbay, makamına düşünceli bir şekilde kurulurken gözlerini de teğmeninden ayırmıyordu.

 

 

“Ben burada oturmuş sabahtan beri Uğur Bey efendinin odama teşrif etmesini bekliyorum. O da koridor köşelerinde, merdivenlerde sürtsün!”

 

 

Camları indirecek derece yüksek şiddete sahip bu ses Uğur’un kulaklarını çınlatmaya yetmişti. Elindeki pilot kalemi öfkeyle masanın üzerine fırlattı. Siteminde haksız sayılmazdı. Kısa süre de olsa İhsan Yarbay’ın huysuz bir adam olduğunu anlamıştı. Bugün farklı bir hava vardı İhsan Yarbay’da. Gerginliği her halinden belli oluyordu. Gülden Karaböcek bu gürlemenin ardından billur sesiyle kulaklarını şenlendirdi. Bir gün Gülden Karaböcek dinlemekten sıkılmayacaksın deseler inanmazdı. Bir tık sakinleşti İhsan Yarbay.

 

 

“Durum ne?” Diye sordu.

 

 

Ayak uçlarında takılı kaldı Uğur’un bal rengi gözleri. Durumlar hiç de iç açıcı değildi. Bakışlarını kapının çaprazında bulunan saate dikti. Öğle vaktini geride bırakmışlardı. Yukarıya tükürse sakal, aşağıya tükürse bıyıktı. Faturanın her halükarda ona kesileceğini biliyordu. Tekrar yarbayına döndü. Dertli bir nefes bıraktı. Yutkundu.

 

 

“ Şimdi şöyle ki komutanım,” diye girdi söze. “Emrettiğiniz üzere Deniz komutanımı göreve için davet etmeye gittik. Bu konudaki görüşümü size belirtmiştim. Ne kadar silahtan ve üniformadan uzak kaldığını, nefret etme noktasına geldiğini. Daha kulübesine ulaşmadan ensemde soğuk bir namlu hissettim. Diğer iki arkadaşımla birlikte kulübesine kadar bizi götürdü. Ardından üniformalarımızı çıkartmamızı istedi. ‘Soyunun,’ dedi komutanım. Emirdir dedik, soyunduk. Kamil ve Barçın’a birer kelepçe fırlattı. Kendilerini pencerenin demir korkuluklarına kelepçelemelerini istedi. Beni ise içeriye aldı, masasına oturttu.”

 

 

Anlattıkları İhsan Yarbay’ın dikkatini çekmişti. Sessizce ve ilgiyle dinlerken “ Bir iki kadeh atmışsınızdır,” dedi keyiflenerek.

 

 

‘Ne kadeh ne kadeh’ dedi Uğur içinden. Tüyleri bir kez daha ürperdi. Ömrünün geriye kalan bölümünde böyle bir gerilim daha yaşarsa kalp krizinden gidebilirdi.

 

 

“ Atmaz mıyız komutanım,” diyebildi sakladığı alaysı tonla. “Attık tabi. Çıkardı Smith Wesson 460’ı; bir o attı, bir ben attım. Bir o attı, bir ben attım. Anlayacağınız adam beni kendisiyle Rus Ruleti oynayayım diye masasına oturtmuş komutanım.”

 

 

Kaşlarını kaldırdı İhsan Yarbay. Uğur'dan böylesine cesur bir davranış takdir edilesiydi. “Sen de kabul ettin yani?” Diye sordu bir kez daha duyduklarını kavrayabilmek adına.

 

 

“Kabul etmek dışında bir seçeneğim var mı ki komutanım?” Diye sordu Uğur. Sohbet iyice koyulaşmaya başlamıştı. Uğur yaşadıklarını, onu hayretle dinleyen İhsan Yarbay’a anlatmaya devam etti. “Ben oraya kadar gitmişim,” diye girdi söze. “Adamı o kadar aramışım, karşıma zebellah gibi çıkıvermiş, elimize kelepçeyi geçirmiş, kafama silahı dayamış. Yoksa af edersiniz, götüme baka baka kaçıp gelirdim komutanım. Deli dediğimde inanmamıştınız, duyun yaptıklarını.”

 

 

Başını salladı İhsan Yarbay. “Garip fantezilerinin olduğu doğru, ”diyebildi. “Ama sen niye götüne baka baka kaçıp geliyormuşsun lan!”

 

 

Bu gürlemesiyle Uğur yerinden sıçrarken hiddetle yumruğunu masaya vurdu. “Ben size böyle mi öğrettim!” dedi. Uğur gözlerini yere dikti. Başını da bir miktar eğmişti.

 

 

“Öğretmediniz,” dedi hemen. “Öğretmediniz tabi. Siz öyle öğretir misiniz komutanım. Ben zaten lafın gelişi söyledim onu. Ciddi değildim. Anlatımı etkileyici kılmak için komutanım. Öz Türkçe'nin bize sunduğu velinimetleri kullanmak, durumumuzu daha iyi ortaya koymak en temel görevlerimizdendir. Değil mi?”

 

 

Bıyık altından alaysı, belli belirsiz bir gülümseme sundu İhsan Yarbay. “ Şiir de yazarsın şimdi sen,” dedi başını sallayarak. Ardından vakıf oldukları konuya döndü hızla.

 

 

“ Kaybeden kim oldu ?” Diye sordu. Elini masadan kaldırdı, parmak salladı. “Sakın bana Deniz Üsteğmenin öldüğünü söyleme.”

 

 

“Hayır komutanım, sağ. Hepimizden de diri. Fili bile yere serer.”

 

 

Kafası karışmış bir şekilde bakakaldı İhsan Yarbay. “Vaz mı geçtin?”

 

 

“Yok komutanım.”

 

 

“O zaman Deniz vazgeçti.”

 

 

“Hayır komutanım.”

 

 

“Ne oldu o zaman oğlum? Anlatsana!”

 

 

“Silah boşmuş komutanım.”

 

 

Hayal kırıklığı ile önüne döndü İhsan Yarbay.

 

 

Gülden Karaböcek, şarkının en can alıcı noktasına girerken Deniz unuttuğu yolları yeniden hatırlıyordu. İç dünyasında, değişik duygular eşliğinde cebelleşiyordu. Bir şeyler demesi gerekiyordu bu ana dek. Hayır diyebilmek gibi. Ufak bir ricaya, keskin bir söyleme, kanıtlanmış bir düşünceye, her şeye hayır diyebilmek... Ne de kararlı ne de taviz verilmeyen bir davranıştı. O da bugüne kadar çoğu kararında en net biçimde hatta defalarca dile getirmekten çekinmemişti bu kelimeyi. Ama bazen öyle anlar vardır ki hayır diyebilmek bile coşkuyla evet demekten farksızdı. Kalp istiyorken beyin ve mantık reddediyordu. Bir tek ona hayır diyemiyordu. Bir tek ona: Gökçe’ye, menekşe gözlü o güzel kadına.

 

 

Uzun yıllar geçmişti. Çok çok uzun yıllar. Hatırlanamayacak kadar uzun yıllar. Gökçe’nin üzerini çizip karaladığı ardından yırtıp attığı yıllar. Geç de olsa öğrendiği sırlar yeni sayfalar açtırmış, yeni hikayeler yazdırmıştı genç kadına. Unutmuştu. Hem de yıllar önce. Ancak Deniz için aynı durum söz konusu değildi. Onca zaman geçmişti, doğruydu, bu bir gerçekti. Peki ya neden daha ilk günkü gibi duruyordu bazı görüntüler. Hafızası neden bu kadar diri olmak zorundaydı.

 

 

“Sikeyim böyle hastalığı, ”diye mırıldandı sinirle. Unutmak istedikleri en ince ayrıntısına kadar oradaydı işte. Gitmiyordu, üstü çizilmiyor, yırtıp atılmıyordu.

 

 

Tugaya giden yolun tel örgüleri görünmeye başladığında derin bir nefes aldı. Hava sıcaktı ve bu boğucu hava onu daha çok bunaltıyordu. Birazdan taşımayı reddettiği üniformayı giyecek yıldızlarını kuşanacaktı. İki gün geçmişti Uğur geleli. Bugün üçüncü gündü. Deniz çok düşünmüştü bu iki gün boyunca. Artık beyni uyuşmuş, aklı uçup gitmişti başından. Biliyordu ki Gökçe’nin olduğu yerde hayır demek gibi bir lüksü yoktu. O yüzden buradaydı, askeriyenin yolunda.

 

 

Tel örgülerin bitimi yaklaşıyordu. Kalın ve dağınık kaşlarının altındaki bir çift göz hangi duyguların karmaşasında boğuluyor olduğunun en net kanıtıydı. Güvenlik kulübesi görüş alanına girdi. İkisi girişte diğer ikisi kulübede dört asker belirdi. Kamuflajlarda dolandı elayla yeşil arasında mekik dokuyan gözleri. Aklına ne kadar bencil olduğu gelirken parmak boğumları motorun direksiyonlarını sıkmaktan renk değiştirdi. İlkin yavaşladı, ardından sakince durdu kontrol noktasının önünde. Yeri sarsan adımı asfalt zemine vurdu. Dengesini sağladığında kaskına yöneldi elleri. Eş zamanlı olarak askerlerden biri hareketlendi. Kulübedekiler ise merak dolu gözlerle dışarıyı izliyordu. Deniz'in elleri kaskını sarmalarken birazdan herkesin yüzünde belirecek şaşkınlığı tahmin edebiliyordu.

 

 

Yüzü açığa çıktığında, sendeledi girişteki askerlerden biri. Diğeri hayal mi görüyorum diye düşünmeden edemedi. Gözleri kocaman açılırken arkadaşına döndü. Kulübenin içerisindeki askerler ise oturdukları yerden fırladı. Şaşkındılar, meraklıydılar, aylardır görmedikleri adamla karşı karşıyaydılar. Sena’nın ölümünden sonra bu yorgun adamın askeriyenin önünden dahi geçmeyeceği kanaatindeyken varlığıyla sarsıldılar. O heybetli beden her adımında biraz daha yaklaştı onlara. Son derece asık suratıyla taradı gözleri. Bir yaz günü. Tugayın önünde sıralanan çimler son derece bakımlı. Duvarların rengi aynı, üniformaların altındaki bedenler aynı. Ama o, o eksikti işte. Bir yaz günü çekip gittiği tugaya yine bir yaz günü geri dönüyordu. Beklediği görüntünün gerçekleşmesi çok uzun sürmedi. Tam askerinin karşısına dikildiğinde “Komutanım, ”diyebildi asker nutku tutulmuş bir halde. “Siz, ”dedi ardından. “Burada,” diye devam etti hayretle.

 

 

Buruk ve yarım bir gülüş bahşetti. “Ben hep buradayım,” dedi Deniz. “Gitmek gibi bir fırsatım olmadı ki aslanım.”

 

 

Doğruydu. Omuzlarını saran o yıldızları, yeşillerin en sorumlu tonlarıyla kaplı üniforması, ellerine bırakılan bir silah. Vatanı...İstemediği için değildi ki, artık taşıyamayacağı kadar ağır geldiği içindi gidişleri.

 

 

Askeri “Geri mi döndünüz ?” diyebildi beklentiyle. Gözü kara, kendisi naif ama bir o kadar da sert. Vatanına sevdalı, keskin, buğulu kuytularına sızan bir güneşin ışıklarına aldanıp gelen bir yiğit. En önemlisi de bir liderdi o. Üsteğmen Deniz Atınç. Düşmanlarına Hakkari’nin bu rakımlı dağlarını dar eden adam. Harbin en kanlı kılıcını kuşanan adam. Tugayın Alaner'i, Erşan’ı.

 

 

“Artık bedenen de burada olmamın vakti geldi. Döndüm,” dedi. Ardından “Böyle kapılarda bekletmeye devam edersen vazgeçmem an meselesi ama,” diye söylendi sabırsızca.

 

 

Hayretler içerisindeki halini bir kenara bıraktı askeri, bocalar gibi oldu. “Hemen komutanım,” dedi. Kulübede donakalan arkadaşlarına bir işaret gönderdiğinde Deniz motoruna doğru yönelmişti bile. Otomatik kapıyı geride bırakıp tugayın çam ağaçlarıyla bezenen yolunu geçti. Binanın otoparkında durdu. Bir kez daha bütün gözleri üzerinde hissetti. Avludaki askerler onu görüyor, önüne dönüyor sonra yanlış mı gördük deyip tekrar tekrar süzüyorlardı komutanlarını. Bunlardan biri de en yakın arkadaşı Aktuğ’du. Deniz ise gözlerini yalnızca yere dikmişti ve kimseye bakmak istemiyordu. Girişteki merdivenleri geride bıraktı. Aktuğ onun peşine takıldı. İçeriye adımladı. Yine bütün gözlerin odağı Deniz'di. Ayak seslerine karışan uğuldamalar ve inceleme dolu bakışlar gerginliğinin temel nedeniydi.

 

 

“Atınç,” dedi Aktuğ. Deniz'in dalgın ruh hali onu duymasına izin vermedi. Aktuğ hızlı adımlarla ona ulaşmayı başardığında kara gözleri arkadaşını süzmeyi ihmal etmedi. O olay yaşandığından, Sena'nın cenazesini İzmir'e götürdüklerinden bu yana Deniz'i görmemişti. Hatay’daki o eski kulübeye ziyarete gitmişler ancak kapıyı bir türlü açtıramamışlardı. Üniformaya olan bakışları değişmişti. Şimdiyse onlarca üniformalı askerin arasında gözleri yerde yürüyordu.

 

 

“Atınç,” dedi bir kez daha. Deniz kapıdan bu yana ilk defa başını kaldırma cesareti gösterdi. Aktuğ’un kara gözlerindeki sorgulayıcı bakışlar ela gözlerindeki sıkışmış tonu parçaladı. Dostunu da özlemişti. Yıllardır üniformasına ve kendine küsmüştü ancak uzak kaldığı varlıklar da oldukça fazlaydı. Hiç değişmemişti Aktuğ. Çehresinde babasının izleri, bakışları, heybeti. Üniformasının altında bir dağ gibi duran omuzları. Aktuğ’un gözünden Deniz de değişmemişti. Saçları son gördüğüne nazaran kısaydı. Yeni kestirdiği belli oluyordu. Yeni olan tek şey saçlarının kısalığı değildi. Yüzüne bakılırsa taşı da yeniydi.

 

 

‘Bu hazırlık neden?’ Diye sordu içinden.

 

 

‘Geri mi dönüyor?’

 

 

İnanmazca, umarsızca başını salladı.

 

 

‘İmkanı yok,’ dedi.

 

 

‘Defalarca kez kapısına gittik, ikna edemedik. Askeriyeyi, mesleğini kestirip attı. Dönmem dedi. Dönemem.’

 

 

“Ne işin var burada?” Diye sordu düşüncelerini bir kenara bırakıp.

 

 

Deniz'in cevabı kısa ve netti.

 

 

“Çağırdılar, geldim.”

 

 

Sinir bozukluğu ile güldü Aktuğ. Deniz yanından geçip merdivenleri çıkmaya devam etti. “Çağırmışlar, gelmiş,” dedi Deniz’in lafını tekrar ederek. “Çağırmışlar, o da gelmiş.”

 

 

Kim inanırdı buna?

 

 

Adımları merdiveni ezerken Deniz'e yetişmeye çalıştı. “Bu kadar kolay mıydı?” Diye sordu arkasından. Sesinde sitem vardı. “Madem çağırdılar, geldimle bitiyordu bu iş neden kapında kul köle ettin bizi? Ağzından tek bir laf alamadık, ne yüzünü gösterdin, ne sesini. Evine almadın, hepimizi bir yabancı ettin nazarında. Bir hayalet gibi yok olmak istedin Atınç. O zaman neden geldin? Neden buradasın?”

 

 

Bu sözlerle Deniz’in adımları durmuştu. Botları fayans zeminde sabitlenmişti. Derin bir nefes aldı, yüzünü Aktuğ’a döndü. Çok şey vardı dilinde dökülmeyi bekleyen. Ruhunu dolduran, gecelerini sabah ettiren birden fazla şey. Gözleri hiç de alışık değildi üniforma görmeye. Bütün hatıraları gözlerinin önünden her bakışında bir film şeridi gibi geçip diyordu. Aktuğ gittikçe bedenine yaklaştı. Karşısına dikildi, gözlerine baktı. Elayla yeşilleri arasındaki o renk pusluydu.

 

 

“Bir şey var,” diyebildi.

 

 

Kara gözleri iyice inceledi Deniz'in gözlerini. Orada görünen her neyse buna ilk defa tanık oluyordu Aktuğ.

 

 

“Bir şey var,” dedi bir kez daha.

 

 

“Bir şey olmuş.”

 

 

“Ne oldu?” Diye sordu. Sonra “Ne oldu Atınç? Yoksa gelmezdin sen,” dedi cevap bekleyerek.

 

 

Deniz baktı, baktı, uzun bir süre baktı. Ardından arkasını dönüp hızla İhsan Yarbay’ın odasına doğru çıkan merdivenlere yöneldi. O bu ıstıraplara katlanırken tugayın üst katlarından gelen Gülden Karaböcek’in billur sesi gittikçe kucağına çekiyordu bedenini. Merdinlerin tırabzanlarına tutundu. Koridorun başına baktı. O sırada İhsan Yarbay bakışlarını Uğur’a çıkardı. Deniz merdivenleri geride bıraktı. Adımları fayans zemine çarparken tavandan yansıyan ışıklar yüzünü aydınlatıyordu. Aktuğ bu kez Deniz'in peşinden gitmemişti.

 

 

İhsan Yarbay’ın odasında yarım kalmış konular tamamlanmaya devam ediyordu. “ Silah boş muymuş?” Diye sormuştu kendi kendine İhsan Yarbay. Dudakları kıvrılmış, Deniz’i daha bir merak etmeye başlamıştı. Klimanın üflediği soğuk hava tenini ferahlatırken güneş dışarıda etkisini göstermeye devam ediyordu. “Adam resmen oturup taşşak geçmiş seninle,” dedi düşünceli bir şekilde. Artık sonucu merak ediyordu. Deniz buraya gelmeliydi. Kaybedilen değerlerinin hesabını sormalıydı. Gözleri avını parçalayacak bir şahin gibi sardı Uğur’u.

 

 

“Sonuç nedir Teğmen? Deniz Üsteğmen geliyor mu gelmiyor mu?”

 

 

Uğur'un gözleri yeniden saate takıldı. Umutsuzca önüne döndü. Bir tık bozulan ses tonuyla mırıldandı.

 

 

“Görüşlerime dayanarak söyleyebilirim ki-"

 

 

Kapı çaldı. İhsan Yarbay’ın kahve gözleri Uğur’un bal rengi gözleriyle çarpıştı. Deniz'in bedeni usulca yaklaştı kapıya. Kulpunu sıkıca kavradı lâkin açmadı. Kulağını, içeriden gelen müzik sesi eşliğinde odaya verdi. Gelecek olan komutu şarkının arasından dikkatle seçebilmeye çalıştı. Uğur ve İhsan Yarbay birkaç saniyeliğine birbirlerine değen gözlerini çektiler birbirlerinden. Makamında dik bir duruşa geçti İhsan Yarbay. Dışarıdan bile fark edilecek bir yutkunuş ve ardından kabarttığı o heybetli omuzları. Kılıç kuşanan kehribarları, kalkan gibi sertelen yüzü. Hazırdı. Yaşayacakları için de yaşatacakları için de hazırdı. Ses tellerinin direnci ağzından dökülen “Gel,” kelimesinin yüksekliği ile ortaya çıktı.

 

 

Deniz, gerginliğini ve kalp atışlarının hızını umursamadan kuruyan dudaklarını ıslattı. Kapının gold rengindeki gösterişli kulpunu indirdi. İçerideki iki beden meraklarını giderebilmek adına o noktaya bakıyor, gözlerini bir an olsun kırpma gafletinde bulunmuyorlardı. Deniz'in yüzüyle karşı karşıya geldiklerinde Uğur'da şaşkınlıkla firar eden bir rahatlama, İhsan'da ise keyiflenme hissi oluşmuştu. Odayı hızlıca taramıştı Deniz'in eladan ve yeşilden dem vuran gözleri. Büyük bir uysallıkla İhsan Yarbay'ın üzerine sabitlendiler. Asker adımları saatlerdir bu anın ağırlığına hazırlanmıştı. Uğur’un yanına kadar geldi. Hazır ol konumunda dikildi. Naif görüntüsünün aksine kelimeleri boğazını yırtarcasına döküldü.

 

 

“Üsteğmen Deniz Atınç, İstanbul. Beni emretmişsiniz komutanım.”

 

 

Bal rengi gözlerini inanamayarak kırpıştırdı Uğur. Baktı, bir daha baktı. Baktı, tekrar bir kez daha baktı. Çok olmamıştı komutanını Hatay’da bırakıp geleli. Bana ne bundan demişti Gökçe Kutluay meselesini açtığında. Telaşlanmıyordu. Umursamıyordu. Önemli değildi onun için. Alıp sarmaladığı, bir köşede sakladığı konumda değildi. Herkes gibi gelecek görevini yerine getirecek ve gidecekti. ‘Peki neden burada?’ Diye sordu aklı. Ne değişmişti de iki gün önce inkâr ettiklerini kabullenir duruma gelmişti. Değişen bir şey yoktu zannınca.

 

 

Deniz'e bakarak “Beni rahatta dinle,” dedi İhsan Yarbay.

 

 

Altı yaşında bıraktığı o küçücük çocuk kocaman bir adam olmuştu. Saçları kestane renginde, çocukluğundaki gibi gürdü. Annesi Ferhunde’nin bakışlarından bir tutam yeşillik büyük gözlerine işlenmişti. Kaşları aynı babasıydı. Bu noktada nefretini gizleyemedi İhsan. Boyu uzundu. Dudakları kalın, çenesi kemikli. Reddedilmesi güç bir çekiciliği olabilirdi. Yalnız bu çekicilik yalnızca toy kızları etkisi altına alabilirdi. Aynı Denizdi İhsan’ın gözünde. Mustafa’nın oğlu olan Deniz. Babasının oğlu Deniz. Mizacı onu andıran yıllar önceki o küçük çocuk. Kan emici katilin veliahttı.

 

 

Uğur başını pencereden tarafa çevirdi. “Seviyormuş,” diyebildi yarım bir gülüşle. Gamzesini kullanmaktan geri durmadı. “Seviyormuş işte,” dedi bir kez daha. “Gökçe’yi seviyormuş. Şu bildiğimiz Gökçe’yi. Yüzbaşı Sancak Kutluay’ın kızı olan Gökçe’yi. Jeoloji mühendisi olarak Hakkâri’ye gelecek olan Gök-"

 

 

“Ne mırıldanıyorsun Teğmen?” Diye ağırlığını koyarak araya girdi İhsan Yarbay.

 

 

“Gök,” dedi birden bire ne uyduracağını bilemeyerek Uğur. “Gökler. Gökler aşkına, bugün ne güzel, ne özle bir gün değil mi komutanım?”

 

 

İhsan Yarbay şöyle bir etrafını süzdü. Kahveleri penceresini döndü. Dışarıya baktı. Hakkâri’nin kavurucu bir Ağustos ayıydı. Yaprak kımıldamıyordu. Güneş tüm enerjisini feda ediyordu. Klimasının derecesi aynıydı. Mutlu bir haber de almamıştı. Piyango da vurmamıştı. Böyle bir günün nesi güzel olabilirdi anlam veremedi. Umursamazca baktı. Önüne döndü.

 

 

“Normal gün işte,” dedi burun kıvırarak. “Hayır, bıdır bıdır da konuşuyorsun konuya giremiyorum. Ne söyleyeceksen bana söyle Uğur.”

 

 

“Emredersiniz komutanım.”

 

 

Sessizliği payidardı. Alışkanlığını tamamen yitirmişti. Araçlar, üniformalar, kurallar, rütbeler, bayrak bile. Bıraktıklarının arkasından ağlıyor olduğunu gördü. Deniz de hasretti. Gözünden yaş akmasa da naif görüntüsüne paralel olan yüreği bu hüzne eşlik ediyordu. Gramofondan gelen ses düşünce yollarında ayrı bir çığır açmıştı. Zamansız gidişlerinin vakitlice dönüşleri olmuştu. İhsan Yarbay’ın arkasında duran el yapımı tabloya baktı. Ata’sı vardı. Baş Kumandandan ona miras vardı. Emanet edilen bir vatan vardı. Eşsiz bir vatan. Bir benzerinin olmadığı ve olamayacağı ana yurdu. Güneşin başka doğup başka battığı çetin coğrafya. Kanı çok, hançerleyeni çok olan coğrafya. Ülkesi... Türkiye... Gazi Mustafa Kemal’in yanına yerleştirilmiş. Bir kumaş parçasının üzerine sınırlar nasıl kanla çizildiyse işlenmiş. Altında bir kılıç ve yanında o hilal. Camın ardında. Saten rengi kan kırmızı kumaşın arasına bir ay, bir de yıldız. Ne için yaşayacağını biliyordu ama ne için can vereceğini de biliyordu.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Bölüm : 14.02.2025 17:57 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
İçindekiler
Mekikelebegi / Kalbe Operasyon / 2. Bölüm
Mekikelebegi
Kalbe Operasyon

4.99k Okunma

264 Oy

0 Takip
4
Bölümlü Kitap
Hikayeyi Paylaş
Loading...