
Belimdeki el, yüzüme vuran ılık nefes beni bu anılardan koparıp, kendine doğru çekerken nereye odaklanacağımı bilemediğim bir zaman dilimindeydim. Sert avuç içi her saniye tenimin altına daha da gömüldüğünü hissediyordum. Kısa siyah saçları birbirine girmişken, gözleri karmak karışık ifadesiyle yüzümde dolaşıyordu. Altlarında koyu kahverengi dalgaların süslediği irisleri, 'siyah renk göz yoktur' gerçeğini tamamen aldatıyordu. Geniş omuzları bir kere yükselip alçaldığında zihnimi nasıl susturabildiğini anlayabilmiş değildim. Derin bir nefes alırken belimdeki eli sıklaşmış tenime batmaya başlamıştı. Sanki giysilerimi delecekti ve ben onu kemiklerimin arasında hissedecektim. Bu sert tavrına anlam veremedim.
"Vera?"
Hemen arkamdan Bengi’nin sesini duymamla kendimi geri çekmem bir oldu. Bedenimdeki sıcak dokunuş acele etmeden benden uzaklaştı. Sis bulutu anında dağılırken şimdi her şey daha berraktı. Dokunuşunun düşüncelerimi susturduğu şu an için daha netti. Okulun soğuk havası bakışlarının yerini doldurduğunda yutkundum. Merdivenin sert zemini üzerinde dik bir şekilde ayaklarımın üstünde durdum. Bu sefer dengemi sağlamak zor olmamıştı. Boğazımı temizleme ihtiyacını geri çevirmedim fakat ona da bakmadım. Bana seslenen arkadaşıma döndüm. Bengi merdivenin başında elinde iki kahveyle kaşlarını çatmış bana bakıyordu.
“Ne oldu?” diye sordu yüzümü dikkatli inceleyerek, bir yandan da yanımdaki karaltıya bakıyordu. Rengimin, az önce krizimden dolayı attığının farkındaydım. Bengi de az çok rahatsızlığımı anlamış olmalıydı.
“Başım döndü,” diye mırıldandım. Yanımdaki karanlık baskının azaldığını hissettim ama o tarafa dönmedim.
Bengi endişelenerek bir iki adımda yanıma ulaştığında, “İyi misin şu an? İyi değilsen revire gidelim.” Dedi. Başımı olumsuz anlamda iki yana salladım. “Yok yok. İyiyim ben,”
Gözleri kararsızlıkla yüzümde dolaşıyordu. Bengi hep böyleydi. Babamdan çok aşağı kalır yanı yoktu, garip bir şekilde üzerime titrerdi. Ona, onun kadar sevgi veremiyordum ama bundan hiçbir zaman şikayetçi olmamış, bu zamana kadar yüzüme vurmamıştı. Sözlerimle acıtırdım, kırardım ama günün sonunda yanımda olmaya çalışırdı. “Emin misin?” diye sorduğunda gözlerim keskin yüz hatlarında hafifçe dolandı.
“Evet.”
“Pekâlâ,” diye mırıldandığında gözlerini kısarak bakışlarını arkaya düşürdüğünde bende beni tutan çocuğa teşekkür etmek için arkamı döndüm fakat durduğu yerde göremedim. Yukarıya devam eden merdivenlere bakarken son anda fark ettiğim siyah ceketinden sonra gözden kaybolmuştu. Kokusu hala zihnimi işgal ederken bunu Bengi’yle belli etmedim fakat benim arkadaşım son derece meraklıydı.
“Evran mı düşerken tuttu seni?” diye sordu. Onu tanımasına karşın kaşlarım bükülürken genzimden gelen sesle, “Evet. Tanıyor musun?” diye sordum umursamazca. Evet, kesinlikle umursamıyoruz. Değil mi Vera?
“Hımhım,” dedi başını sallayarak. O sırada elindeki bir kahveyi benim parmaklarıma tutuşturdu. Kolumu tutarak, kendi büktüğü kolunun içinden geçirdi. Böylece onun koluna girmiş oldum. “Bir arka sokakta olan devlet okulu depreme dayanıklı olmadığından dolayı yıkılmış. Bir kısmı nakil geldi. Evran da onlardan biri.”
Madem burada okumuyordu o zaman bu tanıdıklık hissi de neyin nesiydi? Kaşlarım hafifçe büküldü, içimde bir anda tanıdıklık baş göstermişti. Ya da ben öyle sanıyordum. Acele etmeden merdivenleri çıkmaya başladık. “Tanıştınız mı?” dedim.
Kafasını iki yana salladı. “Tanışmadık ama geldiği gibi ünlendi çocuk anasını satayım.”
“Neden?”
“Hatırlıyor musun, geçen sene Atlas’ın basket takımıyla devlet okulunun basket takımı çakışmış diye konuşulmuştu. Bizim takım haşat okula gelmişti,” dediğinde başımı salladım, o zamanları hatırlıyordum. Geçen yıl, il geneli basket turnuvası düzenlenmişti. Sona iki takım kalmıştı, Opia koleji ve ismini bilmediğim o okul. Maçı bizim takımımız kazanamamıştı ve bunu kendilerine yedirememişlerdi. Çıkışlarını basacağız gibi konuşmalar dönüyordu. Hemen ertesi gün ağızları, gözleri mor ve şişmiş şekilde okula gelmişlerdi. Özellikle hem takım kaptanı hem de okulun bir numarası olan Atlas’ın yüzü fena haldeydi. Bengi hatırlamama sevinerek devam etti, “İşte Altuğ ve takımını haşat eden diğer okulun takım kaptanı bu çocukmuş. Tuvaletteki kızların söylediklerine göre Atlas ile bizzat kendi ilgilenmiş.” Bengi sanki bir detayı unutmuş gibi ağzını o şeklinde açtı ve “Ha bir de yirmi yaşındaymış!”
“Anladım,” dedim sadece.
Bengi bu konunun üstünde daha durmayarak, “Randevun nasıl geçti?” diye sordu.
Kendimi istemeyerek de olsa zoraki gülümsemeye çalıştım. “İyiydi.” Dedim yalan söyleyerek. Bengi, psikoloğa gittiğimi biliyordu, geçen sene Özgür Hanım randevumu hatırlatmak için mesaj çektiğinde telefon elindeydi. Ona basit bir anksiyete sorunu olduğunu söylemiştim. O da irdelememişti lakin her randevu sonrası bana bu soruyu sorardı.
“Güzel,” dedi son harfini uzatarak. Daha sonra çenesiyle elimdeki kahveyi gösterdi. “İç onu sana aldım. Bahçedeyim deyince koşup kantine gittim.”
Başımı sallayarak elimdeki bardağı dudaklarıma götürdüm ve tahmin ettiğim gibi olan orta şekerli filtre kahveden bir yudum aldım. Sıcaklığı ağzımın içinde yayıldığında bunu ihtiyacım olduğunu anlamıştım. Kafein bağımlısı değilim diyemezdim kendim adına. Güne onsuz başlayabilirdim belki ama ayılmam pek mümkün değildi.
“Buradan,” diyerek beni yönlendirdi Bengi. Bizi geçen seneden farklı olan yeni sınıfımıza soktu. “Dün sen gelmedin diye biricik arkadaşın senin için erken gelip en sevdiğin sırayı tutacaktı ama bil ne oldu,” dedi.
“Ne oldu?” diye sordum.
“Çoktan biri gelip kapmıştı,” diye homurdandı. “Neyse bende onun bir önünü tuttum,”
“Bu sınıf bahçeye bakıyor değil mi?”
“Evet.” Diye yanıt verdiğinde çoktan çantasını koyduğu sıraya ilerledi. Cam tarafında, en arka sıranın bir önüydü. Liseye başladığımdan beri hep cam köşesi, en arka sıraya otururdum lakin bu sene olmamıştı. Kaşlarım çatılırken, oraya kimin oturduğunu merak ediyorum. Kurulu düzenim bozulmuş gibi hissederken dudağımın iç tarafını ısırdım. Bu başka insanlar için sorun olmayabilirdi ama benim için sorundu işte. Bu küçücük bir şey bile beni germeye yetiyordu. Başımı çevirdiğim an yeşillik görmeyi hep sevmiştim. Yine görecektim ama aynı hizadan değildi. Vera, sence son zamanlarda bu takıntılarını abartmıyor musun? Dişlerimi birbirine bastırarak çenemi sıktım.
“Otursana,” dedi hala ayakta dikildiğimi gören Bengi. Arka sıraya bakmaya son verip Bengi’nin yanına oturduğumda alt dudağımı dişlemeyi hala bırakmamıştım. Bunun sonucunda metalik kan tadının ağzımın içine yayılması kaçınılmaz olmuştu. Dilimi kanayan tarafta gezdirip orada biriken sıcak sıvıyı dağıttıktan sonra ensem terlediği için salık saçlarımı, bileğimdeki tokayla tepeden topuz yaptım.
“Okul sanki geçen seneden daha sıkıcı bir hal aldı,” dedi oflayarak Bengi. Derslerden, sınavlardan, sabah etütlerinden yani kısacası okul kelimesinin altında barınan her şeyden nefret ediyordu. Aslında bu ders çalışmadığı için kendine bulduğu bir bahaneydi. Bunu yüzüne söylememek için genelde susmayı tercih ederdim.
“Sınav senesi ondandır,” dedim düşündüklerimin tersine konuşarak.
Göz devirerek geriye yaslandı. “Mezuna kalırsam babam beni yurt dışına gönderecekmiş.” Dediğinde, “Ne güzel işte,” diye yanıt verdim.
Bengi az öncekinden daha büyük oflayarak, “Çalışmaya gönderecek Vera! Neymiş burada kendimi çok salmışım. Onun parası var diye ders çalışmıyormuşum,” işaret parmağıyla beni gösterdi. “Sen biliyorsun abi. Ben yazın babamdan gizli kafelerde çalışıyordum. Söylesem ağzıma sıçar ama kendi düşününce sıkıntı yok,”
“O son model telefonu almak için değil miydi?” Bengi gözlerini kıstı. Dudaklarımı birbirine bastırdım, “Belki de ona söylemelisin. Herkes okuyacak diye bir kaide yok,” bu sefer bana yandan somurtarak baktı.
“Sağ ol geri zekalılığımı yüzüme vurduğun için.”
Cevap vermedim. Az önce söylediğim şeyle zaten biraz da olsa bunu kastetmiştim. Bu normal bir durumdu. Herkesin aklı derse basmayabilirdi ya da derslerle bir alakası olmasını istemiyor da olabilirdi. İşte o zaman yapması gereken şey başka ilgi alanlara yönelmesiydi fakat bizim gençlerimiz maalesef depresyona girip, yapamadığı şeyin üstüne gitmekte ısrarcıydı.
Bengi tam tekrar dudaklarını aralayacaktı sınıfın kapısının açılmasıyla geçen sene tanıdığım hocalardan birinin girmesi bir oldu. Matematik öğretmenimiz olan Tüdenya Hoca, sınıfa geldiği gibi derse başlarken çantamdan çıkardığım tablet ile onu takip etmeye başladım. Kafamı dağıtmanın bir diğer yolu ders çalışmaktı lakin çok odaklanabildiğimi söyleyemezdim. Şimdi de odaklanamıyordum. Bengi kafasını sıraya koymuş ve hafiften horlamaya başlamıştı.
Neredeyse dersin sonuna geldiğimizde, “Biliyorsunuz çocuklar bu sene sınavınız var. O yüzden tek on ikinci sınıf konularını değil, YKS konularının tamamını tekrar işleyeceğiz. Bu yüzden herkes evinde en az elli problem çözecek, her akşam.” Dedi. Sınıftan homurdanmalar yükseldiğinde hoca itiraz kabul etmeyeceğini ve teker teker velilerimizi arayacağını söylemişti. Aslında buradakilerin çok da umurunda olacağını sanmıyordun sonuçta yüzde birlik kesim hariç geri kalanı, büyük rakamlar dökerek geliyordu koleje ve anlarsınız ya; çoğu şımarık olan zengin çocuklarıydı.
Tüm bu uğultunun içinde sınıfın kapısı bir kere tıklanıp açıldığında hoca kaşlarını çatarak oraya döndü. Çoğu kişi de meraklı ifadeleriyle giren kişiye bakarken, son beş dakika kala gelenin kim olduğunu merak ediyorlardı.
Vücuduma sarmaşık gibi sarılan bu hisle kaşlarımı çatarak bakışlarımın beni götürdüğü yere baktım. Sınıfın dört duvarının içine adım atan kişinin merdivenlerde beni tutan çocuğun yani Evran olduğunu gördüm. Gözleri soluktu, yüzünde mekanik bir ifade vardı. Bakışları kimseye dokunmuyordu. Kargo pantolonun içine sıkıştırdığı siyah botları ile tok ses bırakarak yürümeye devam etti. Botunun bıraktığı ses sertti.
“Geç kaldın Evran Balamir.”
Tüdenya Hoca hem ismiyle hem de soyadıyla hitap edince tanıdığını anladım. İsmi ve soy ismi sanki birbirini tamamlayan iki yapboz parçasıydı. İsimlere karşı bir ilgim vardı. Onun sahip olduğu ismi de okuduğum bir kitapta görmüştüm, merak edip araştırmıştım. İlk bulduğum anlam; iyi, hoş olmasaydı fakat içimdeki sarmaşık daha detaylı araştırma yapmaya beni itmişti ve iki farklı şekilde yorumlandığını görmüştüm.
Diğer anlamı kasırga demekti.
Evran, çenesini kaldırarak hocaya baktı. Suratı düzdü, duygulara hiç kapısını açmamış ve bu saniyeden sonra açmayacakmış gibiydi. Gerçek anlamda ruhsuz irislerinin ardında tek bir sıcaklık kalıntısı yoktu. “Kusura bakmayın.”
Sesi... çok erkeksiydi.
“Pekâlâ ilk gün diye muafsın, herhangi bir yere otur hemen,” Evran hocaya cevap vermeden başını salladı. Sakince kafasını çevirdiğinde gözlerini kimseye dokundurtmadan benim oturduğum yere doğru gelmeye başladı. Sınıftakilerin sessizce dedikodusunu duyar gibiydim. Evran da yüksek ihtimalle duyuyordu fakat bu umurunda değil gibiydi. İyice sırama yaklaştığında nereye oturacağına ilk anlam veremedim fakat daha sonra arka sıramın boş olduğunu hatırladım. Demek herkesten önce gelip oturan kişi oydu.
Yanımdan geçip giderken gözleri saniyelik olarak ona sabitlediğim bakışlarımı yakaladı fakat bu çok kısaydı, öyle sanmış bile olabilirdim. O koku tekrar virüs gibi etrafı sararken tam olarak ne koktuğunu anlayamıyordum. Hem tatlı hem acı kokabilir miydi bir insan? Onun kokusu böyleydi. Bacağı, yanımdan geçerken üst üste attığım bacağımı hafifçe sürttükten sonra sırasına oturmuştu. O oturduktan sonra kokusu tamamen bedenimi ve düşüncelerimi tamamen esir aldı. Acı ve tatlı, kahve...
Acı çikolata! Acı çikolata gibi kokuyordu.
Zihnimin derinlerindeki düşüncelerin çoğunluğu karanlık tarafta ihtilal yaparken, parmaklarımı şakaklarıma koydum. Herhangi vücut yorgunluğum yoktu. Benim yorgunluğum, o gün ki düşüncelerimin çokluğuna ve karamsarlığına bağlıydı.
Babama yeni ortaya çıkan zehirli hastalığımı nasıl açıklayacağımı bilmiyordum. Duyunca yıkılacaktı, çok üzülecekti ve kendini suçlayacaktı. Bana yeterli gelmediğini düşünerek kendini suçlayacak, kızacaktı. Belki de yemeden içmeden kesilecek, bir süre tüm ilgisini bana verecekti. Sonucunda ise, yüksek ihtimalle bu ilgiden sıkılacak, boğucu duygularını üstümden çekmesini isteyecektim. Cevap vermeyecekti, kızmayacaktı bana. Alışmıştı bu hallerime. Sessiz göz yaşlarıyla uzaklaşacak kapattığı kapısının ardında hıçkırıklara boğulacaktı. Hıçkırık seslerini duyduğumda boğazım düğümlenecekti. Söylediklerim için pişman olacaktım.
Ya da sadece kulaklığımı takıp boş gözlerle pencerenin ardını izlerken, sabaha kadar onun sesini duymamak için son ses açtığım müziklerimi dinleyecektim.
Zilin çaldığını tüm okula duyuran ses benim de kulağımı doldurduğunda Bengi anında kafasını dikleştirdi. Kollarını yukarı kaldırarak gerinirken bana baktı. “Güno,”
Yüzünü bana çevirdiğinde sol yanağında gördüğüm kocaman ve kırmızı olan kol iziyle gülmemi tutamadım. Bengi neden güldüğümü anlamadığı için kaşlarını çattı. “Ne oldu? Neye gülüyorsun?” diye sorduğunda bir dakika işareti yaparak, sıranın üstündeki telefonun arka kamerasıyla fotoğrafını çektim. Telefonun köşesine düşen küçük fotoğrafı büyüterek ona gösterdim. Bengi telefonu elimden alıp fotoğrafa dikkatlice baktı.
“Siktir lan,” diye abartılı bir tepki verdi. “Yüzümde Türkiye haritası var Vera!”
Gülerek, “Yakışmış,” dedim.
Bana kötü kötü bakarken telefonu verip eliyle yanağını ovuşturmaya başladı. “Hadi kalk bir kahve daha alalım yoksa okulun sonunda yüzümde Türkiye haritası değil, dünya haritası olacak.”
“Gidelim,” diyerek onu onayladığımda sınıftan çıktık. Okulun dışında olan kafe gibi tasarlanan kantine girdiğimizde Bengi’yle oturmasını söyleyerek kahveleri almaya ben gittim.
Havanın yağmurlu ve soğuk olmasından dolayı oluşan sıranın sonuna geçtiğimde kollarımı göğsümde birleştirerek beklemeye başladım. Tek kalmamdan dolayı kafamın içindeki ağrı tekrar kendini vücuduma belli etti. Parmaklarımla alnımı ovalarken az da olsa düşüncelerimi dağıtıp, beynimin farklı köşelerine savrulmasını umut ediyordum fakat bildiğim bir şey vardı ki zihnim beni hiçbir zaman dinlememişti.
Önümde kalan altı kişiyi izlerken arkamda bütün kantine yetecek kadar sıkılan kadın parfümünü duyumsadım. Yoğun şeker kokusu etrafımı sararken midemin bulanması kaçınılmazdı.
“Okula yeni gelen afeti gördün mü? Atlas’tan daha yakışıklı,” dedi.
Yanında başka biri olacak ki diğer kız, “Adı da Evran’mış. Aşırı havalı.” dedi
“Cidden öyle. Ailesi de Balamir şirketinin sahibi. Neden devlet okulunda okumuş bunca zamandır anlamadım,”
“Eski sevgilisi o okulda diye duydum. Ayrıldıktan sonra okulunu iki sene dondurmuş. Böyle seven kaldı mı ya...”
“Yatakta da iyi diyorlar.” Aralarında kıkırdadıklarında bana gelen sırayla, “İki kahve alabilir miyim? Birinde süt tozu olsun.” Dediğimde kantinci bir dakika sürmeden, otomattan doldurduğu kahveleri bana uzattı.
Teşekkür ederek oradan uzaklaştığımda Bengi’ye bakındım. Onu orta masalardan birinde otururken gördüm fakat tek başına değildi. Yanında, onunla oturan kişileri tanıyordum. Masaya gitme isteğim tamamen benden uzaklaşırken, ayakta dikilerek o tarafa bakan beni fark eden Bengi eliyle gel işareti yaptığında arkama dönüp gitme şansım kalmamıştı.
El mecbur onların olduğu yere gittiğimde masadan yükselen muhabbet ben yaklaştıkça sesini arttırıyordu. Masaya ulaştığımda benim geldiğimi gördüler. Ortama düşen derin sessizliği umursamadan elimdeki süt tozlu olan kahveyi Bengi’ye uzattığımda, “Süt tozunu söylemeyi unuttum ben sana ya,” diyerek dudak büzdü.
Onun yanına otururken, “Koydurdum,” dedim yalın sesimle. Bengi, “bir tanesin,” diyerek yanağımı öptüğünde gülümsemekle yetindim fakat hafiften kendimi uzaklaştırmıştım. Ondan rahatsız olduğum için değildi bu, genel olarak iznim olmadan bedenime dokunulmasını sevmezdim. Bu beni sinirlendirirdi.
Tam karşımda oturan Cenkay, “Vera’ydı değil mi?” diye sordu. Donuk gözlerimi ona çevirdiğimde sadece başımı salladım. O beni çok tanımasa da ben onun basketbol takımından olduğunu biliyordum. Atlas’tan sonra okulun ikinci numarasıydı.
Sırıtarak elini masanın üzerinden uzattığında, “Cenkay bende,” dedi.
“Biliyorum,” dedim elini tutmadan.
Cenkay’ın yanında oturan kızıl saçlarını tepeden toplamış Azra alaylı bir sesle, “O teması sevmez Cenkay,” dedi. Cenkay’dan aldığım boş bakışlarımı ona çevirirken yüzündeki alaycı ifadeyi koruyordu.
“Azra,” diye kardeşini uyardı Kayra.
Azra ve Kayra ikizlerdi. Onları neredeyse beş yıldır tanıyordum. Kayra ile her ne kadar yıldızım uyuşsa da Azra için bu hiçbir zaman geçerli olmamıştı. Sıkıntı ben değildim, bunu biliyordum. Beni başından beri sevmiyordu, her gördüğü yerde laf sokma derdindeydi. Nedenini anlayamasam da açıkçası umurumda değildi. İsteyen, istediği şeyleri söyleyebilir ve düşünebilirdi. İnsanların ağzına ve düşüncelerine kilit vuramazdım.
“Boş ver konuşsun Kayra,” dedi kinayeli sesiyle, Bengi. “Sürekli birçok kişiyle temas halinde olduğu için teması sevmeyen insan görünce yadırgıyor canım, ne yaparsın.”
Bu sefer ben, “Bengi,” diyerek uyarı da bulunduğumda Bengi omzunu silkmekle yetindi.
Azra, “Sen...” diye başlayacakken onun sesini, “selam,” diyerek masaya oturan Leyla kesti. Hemen yanında onunla beraber yanımıza gelen Erdem, Cenkay ve Kayra ile el sıkışırken bize baş selamı verdi. O da Cenkay’la beraber basketbol takımının oyuncusuydu.
“Selam,” diyerek karşılık verdi Bengi.
“Nasılsınız?”
Soru Leyla’dandı. “Fazlalıklara rağmen mi? İyi sen Leyla?” diyerek sırıttı Bengi. Sözünün Leyla’ya ya da Kayra’ya olmadığını hepimiz biliyorduk. Leyla bakışlarını Azra’ya bir kere dokundurduktan sonra Bengi’ye, “İyi bende.” Dedi. Kayra sesini çıkarmadan masadakileri dinliyordu, çok konuşkan bir tip değildi.
“Cenkay perşembe sende parti varmış diye duydum,” dedi Leyla. Cenkay kafasını salladı. “Evet, tüm okul değil ama bazı kişiler.” Masadaki herkes bir anda ona bakınca. “Sizde dahil amına koyayım bakmayın öyle.”
“Yani kardeşim bizde dahil olmasaydık,” dedi alayla Erdem konuştuğunda.
“O zaman akşam hep beraber gidiyoruz!” dedi heyecanla Azra. Göz devirme isteğimle başa çıkmaya çalışırken Bengi bununla hiç uğraşmamış gözlerini direkt Azra’ya bakarak devirmişti.
“Alkol olacak değil mi?” diye sordu Erdem. Cenkay ona, kendisine küfretmiş gibi baktı. “Ayıpsın kardeşim.”
Leyla konu açmak için aklındaki soruyu ortaya attı. “Turnuvalar ne zaman başlıyor?”
Cenkay göğsünü kabartarak geriye yaslandığında takımda olmanın verdiği mutluluk ve gurur yüzünden okunuyordu. “Ay sonu başlar diye tahmin ediyoruz. Bu sene ülke geneline taşınabiliriz belki,”
“Siz ilk bir il genelinde birinci olun da ülkeyi sonra düşünürsünüz.” Dedi Bengi.
Erdem, “merak etme bu sene saha da toz bırakmayacağız,” diye cevap verdi ona.
“Aman saha da toz bıraksanız da olur, geçen seneki gibi ağzınız burnunuz kaymış gelmeyin de.” Bengi’nin doğruları, alaycı sesine karıştırıp onların yüzüne vurmasıyla beraber Leyla gülmemek için dudaklarını birbirine bastırdı. Bengi hep böyleydi. Eğer ağzına dolanmış bir laf varsa onu yutmazdı, direkt söylerdi. Ben buna alışmıştım. Buradaki çoğu kişi de onun kişiliğini az çok biliyordu zaten, bu yüzden genelde gülerler; kırılmazlardı.
Cenkay yaslandığı yerden homurdanarak doğruldu. “O bir kere olur tatlım,”
“Göreceğiz.”
Cenkay, Erdem ve Kayra kendi aralarında maç konuşmaya başladıklarında zilin hala çalmamasını garipsedim. Bengi’ye dönerek, “Ders neden başlamadı?” diye sorduğumda Bengi, “Öğle arası ya.” Dedi.
Başımı sallayarak durgun bir şekilde önüme döndüğümde gözlerimi kantinde gezdirdim. İlgi çekici bir şey görmezken, Bengi’ye sınıfa gitmeyi önerecektim fakat o sırada biraz ilerimizdeki masada oturan Atlas ile göz göze gelmem bir oldu. Uçurum mavisine sahip olan gözünü kırpmadan bana bakan Atlas, karşılıklı birbirimize baktığımızı fark edince hafifçe gülümsemişti.
Atlas, eski sevgilimdi.
Basketbol takımının kaptanı olduğu doğruydu, uzun zamandır bu böyleydi. Geçen senenin başında bana açılmıştı, uzun zamandır hoşlandığını söylemişti. Teklifini kabul etmiştim ve benim de ondan hoşlandığımı söylemiştim fakat sadece ben öyle sanıyordum. Bir insan verdiği karardan saniyeler sonra pişman olabilir miydi? Ben olmuştum.
İlk hafta güzeldi. Kendimi sürekli onu sevdiğime inandırmaya çalışıyordum, hatta belki onun bana iyi geleceğini düşünüyordum lakin olmamıştı. Birinci haftadan sonra ondan uzaklaşmaya, aramıza mesafe koymaya başlamıştım. Başlarda kötü ruh halimde olabileceğimi düşünmüştü fakat bir zaman sonra bu durum onu rahatsız etmeye başlamıştı. Soruyordu, neler olduğunu soruyordu fakat ya cevap vermiyordum ya da kırıcı yanıtlarla onu başımdan defediyordum. Buna rağmen beni sevmeye devam etmişti ve benden ayrılmamıştı. Bir ay boyunca böyle sürmüştü. Okulun gözde çiftiydik fakat herkes Atlas’a artık acıyarak bakıyordu. Öğrencilerin gözünde, popüler çocuğu peşinde koşturan ve ağlatan kaltak olduğumun da o zamanlar pekâlâ farkındaydım.
Daha sonrasında ondan ayrılmıştım. Bir gerekçe sunmadan ya da veda etmeden bitirmiştim. Bunun olabileceğini farkındaydı hatta olacağını biliyordu bu yüzden şaşırmamıştı ama bitmemesi için bütün sözlerini, duygularını kullanmıştı. Hemen sonrasında okul bitmiş, Hollanda’ya uçmuştum. Bana ulaşabilmesi imkansızdı. Orada Türkiye hattı kullanmamıştım. Bizden olmamıştı, bu saatten sonra da olmazdı.
Dudaklarımı birbirine bastırarak gözlerimi ondan çekerken, masanın beyaz rengine odaklandım. Yeni bir dedikoduyla uğraşacak vaktim yoktu. Özellikle, yeniden aşk alevleniyor başlığı atında olan dedikodulara.
“Hala sana bakıyor,” hemen kulağımın dibinden gelen Bengi’yle hafifçe irkildim. Derin nefesimi içime çekerek üzerimdeki bakışın ağırlığından kurtulmaya çalıştım.
“Olabilir,” dedim sakince.
“O günden sonra hiç konuşmadınız mı değil mi?”
“Bu konu hakkında konuşmak istemiyorum.” İstemeden sertçe konuştum. Kaşlarımı çatarak Bengi’ye baktığımda masada olan kişiler çok kısa bir an sanki gerginlik olduğunu anlar gibi bize bakmışlar daha sonra sohbetlerine devam etmişlerdi. Bengi, “Sen nasıl istersen.” Dedi fakat sesindeki kırgınlık bariz ortadaydı. Yüzünü benden çekip masaya döndürdüğünde gülümseye çalıştı ve onların sohbetine katıldı.
Dudağımın iç tarafını ısırdım. Daha bir saat önce kanattığım yere denk gelince keskin acı beni sarmaladı. Tıslar gibi ses çıkardım fakat bu çok kısıktı, kimse duymamıştı. Kantinde git gide büyüyen ses kalabalığı zihnimi bulandırmaya ve başımı tekrardan ağrıtmaya başladığında bir elimi yine alnıma götürüp ovaladım. Bazılarının konuşması, bazılarının gülmesi ve hatta bazılarının kantinden aldığı yemekleri yerken çıkardığı sesler kendini sürekli kulağımın etrafında kolaçan atarak tekrar ediyordu. Sabah Özgür Hanım’ın seansta dediği gibi aldığım nefese odaklanmaya çalıştım fakat bu beni daha da çok tetikledi. Sürekli farklı noktalardan duyduğum seslere bir de odaklandığım soluklarımın hışırtısı eklendi.
Cenkay’ın cebinden çıkarıp ağzına attığı sakızı hafiften görür gibi oldum. Dudaklarının arası alıp çiğnediğinde dudaklarını geri kapatmamasıyla beraber masa da yayılan çiğneme sesi de zihnimi tırmalamaya başladı. Her çenesini hareket ettirdiğinde çıkan şapırtı uğultulu bir şekilde bana ulaşırken ensemden inen soğuk damlayı o zaman hissettim. Kendini ansızın ortaya atan öfke göğüs kafesimde geziyordu. Cenkay’a kilitlenmiş bir şekilde bakarken, sabrımın sınırlarında geziyordum. Erdem’in söylediği şey ile kahkaha atıp şişirdiği sakızı patlatınca bardağı taşıran son damla bu oldu.
“Düzgün çiğne şunu!” Diye bağırdım hiddetle ayağa kalkarken.
Tüm uğultuların kesilmesi ile hem oturduğum hem de çevredeki birkaç masaya düşen sessizlik görünmez iple birbirine bağlandı. Cenkay şaşkınlıkla bana bakarken, diğerlerinin de ondan pek bir farkı yoktu. Kimse sesini çıkarmadan bana bakarken göğsüm birkaç kere hiddetle inip kalktı. Ellerimin titrediğini hissettim bu yüzden fark ettirmemek için ikisine de avuç içlerini döndürerek masaya yasladım.
“Sakızı mı?” diye sordu şaşkınlığı devam eden Cenkay.
Burnumdan sert bir nefes vererek, “Her neyse,” dedim ellerimi masadan çekip oturduğum yerden çıkmaya koyuldum. Kolumdan tutan Bengi, “Nereye?” dediğinde sakin gözlerle bana bakıyordu fakat şu an onunla konuşacak durumda değildim.
“Sigara içeceğim.” Şu an beni sakinleştirecek tek şey buydu, zıkkımlanmak.
Hayal kırıklığı birkaç saniyeliğine de olsa gözlerine yuva yaptı. “Bıraktığını sanıyordum,”
Dudaklarımı birbirine bastırdıktan sonra gözlerimi ondan kaçırdım fakat o kadar dik bakıyordu ki bu pek mümkün değildi. “Sadece azaltmıştım.” Diyebildim.
Bengi, “Bana bıraktım demiştin Vera.” Dedi sertçe.
Diğerleri konuşmamaya devam ederken, bu tavrı hoşuma gitmediğinde oflayarak, “Öyle bir şeyler dedim evet şimdi de içiyorum.” Dedim duygusuzca. Beni düşündüğünün bende farkındaydım. Zararlı olduğu için içmemi istemiyordu, biliyordum ama sonuçta bu zehri ciğerlerine çeken bendim. Bengi, yazın neler kullandığımı bilseydi yüksek ihtimalle yüzüme bakmazdı. Ya da bakardı ama bir süre net trip atardı. Bunlar umurumda olan detaylar değildi.
“Sadece senin için üzülüyorum. Onu içtiğinde başın daha çok ağrıyor,” dediğinde savunmam hazırdı.
“Eğer biraz daha şu zıkkımı içmezsem asıl o zaman başım ağrıyacak.” Dedim nefesimi üfleyerek vererek. Ses tonumun altında belli ettiğim bıkkınlık vardı.
Omuzları düştüğünde, “Peki,” dedi. “Derse gelmeyecek misin?”
Bir an önce kapalı ortamdan çıkmak için başımı iki yana salladım. “Yok. Hem parfümüm yok yanımda hem de başım ağrıyor. Eve geçer uyurum. Telefonum açık haberleşiriz.”
“Peki.”
Diğerlerine bakmadan kantinden çıktım. Aynı anda okulun zili çalmıştı. Merdivenlerden hızla inerken, Bengi’yi yine kırdığımın farkındaydım fakat masadaki tavrı hoş değildi. Bazen insanları hayatımda merkez yapmamamın sebebini çok daha net anlıyordum. Her şeyine karışır, seni yönlendirirlerdi. Yapamasalar yüzüne vurur, hatanı apaçık ederlerdi. Ön yargıysa ön yargıydı. Bengi’yi seviyordum ama sırf yalnızlığın kurbanı olup beni hayatının ortasına koyup, her şeyime karışmasını yanlış buluyordum. Belki de abartıyordum, belki de bunlar arkadaş arasında normaldi. Sert tepkiler veriyor herkes gibi onu da kırıyordum. Zihnim karışıktı, düşüncelerim alt üsttü.
Zarar ve ziyandım.
Okul kapısından çıktığımda yağmur yağıyordu. Arka bahçeye ulaştığımda herkesin derse girdiğini gördüm. Kocaman alanın boş olmasına sevinirken en sonda duvara yaslanan beden dikkatimi çekti. Sakinleşen adımlarım o tarafa yönelirken burnuma yükselen Marlboro kokusunu duyumlayabiliyordum, mentollüydü. Yağmura nefes olan damlalar kirpiklerime tutunurken gözüm buğulanıyordu. Puslu sisin içinde çakmak sesini duydum. Yaktığı sigarasını dudaklarını götürürken gölgeden arta kalan çenesini seçebiliyordum yalnızca.
Adım seslerini duyduğunda kafasını yavaşça omzunun üzerinden olduğum tarafa çevirdi. O zaman, bugün kaçıncı kez göz göze geldiğimi saymadığım Evran’la tekrardan göz göze geldim.
Evran burada olmamı umursamadan gözlerimin içine bakarak kemikli parmaklarıyla tuttuğu sigarasından bir nefes çektiğinde zehri dudaklarından dışarı verdi. Boş bakışlarımla karşısındaki duvara yaslandığımda çantamı ayaklarımın dibine bıraktım. Hareketlerimi izlerken saçlarımın sırılsıklam olup koyulaştığının farkındaydım.
Elimi ceketimin cebine atarak paketi çıkardığımda içinden bir dal çekip aldım ve dudaklarımın arasına yerleştirdim. Paketi geri cebime atıp çakmağı almak için diğer cebime baktığımda orada bulamadım. Kaşlarım çatılırken sıkıntıyla ofladım ve siyah ceketin iç ceplerine baktım fakat yoktu. “Sikeyim böyle işi,” diye tısladığımda üstüme gelen bedenle ceketin ceplerine bakmak için indirdiğim kafamı kaldırdım. Evran iki parmağının arasında tuttuğu sigarayla önümde durduğunda ne yapmaya çalıştığını anlamayarak ona baktım.
Sigaramı yakmaya geldiyse çakmak neredeydi? Her ateş, külleriyle yanmaz mıydı?
Ayakkabısı, ayakkabımın uç kısmına değecek kadar yaklaştığında çenemi kaldırarak ona baktım. Parmaklarının arasında her an düşecekmiş gibi olan sigarayı geri dudaklarının arasına yerleştirdiğinde acı badem gözlerini benden çekmiyordu.
Sigarasının ucunda tüten ateş hafifçe yüzüme dumanını ve ısısını yaydı. Kafasını bana doğru eğerek boynundan yükselen kokuyu umursamadı. O cidden acı çikolata kokuyordu. Artık bundan emindim. Kendi dalının ucunu benim dalımın ucuna bastırdığında geri çekilmedim. Şu an umurumda olan sigaramın yanması değildi, kokusunu daha net solumak; nedensizce iyice hafızama kazımak istiyordum. Vücudumdaki tüm kan zihnime pompalarınken hızlanmaya başlayan nefesime anlam veremedim.
Sigaramın ucu hafiften yandı. Koyu çikolata rengine ev sahipliği yapan gözlerine bakarak nefesimi içime çektim ve bununla beraber dudaklarının ucunda tüten ateş benim dudaklarımı yaktı.
Bir kere daha ikimizde aynı anda dumanı içimize çektiğimizde bununla beraber yanakları içerine göçtü. Aynı anda soluklarımızı birbirimize çekmiştik. Zaten koyu olan saçları iyice koyulaşmış resmen kömür rengine dönmüştü, bu sigarayı içerken onu daha çekici yapıyordu. Geri çekildiğinde kirpiklerinden damlayan sulardan rahatsız olmayarak dumanını yağmurun arasına bırakarak kaybolmasına sebep oldu. Aramıza birkaç adımlık mesafe koyduğunda sanki uzun zamandır nefes alamıyormuş gibi dudaklarımın arasından çekip aldığım dalla derin soluk çektim.
Bakışlarımız birbirine tutundu. Sert ve dinamik gözleri yine aynıydı, öyle bakıyordu. Benim de ondan aşağı kalır yanım yoktu. Konuşmuyorduk. Dudaklarımız aralansa ne diyecektim ki, teşekkür ederim mi? Sevmezdim. Birine minnettar olmayı sevmezdim. Ben sigaramı yarılarken o bitirdi. Yeni bir tane yakmadı, öylece durdu. Neden gitmediğini anlamadım ama sormadım da. İstediğini yapabilirdi. Bu sırada onu inceledim.
Kısa ama koyu olduğunu belli eden saçları asiydi. Kaşları düzgündü, saçından bir tık daha koyuydu. Gözleri... yuvarlaktı. Pekâlâ, tam yuvarlak değildi ama çekikte değillerdi. Burnu güzeldi, yandan hafif kemerini gördüğümü hatırlıyordum. Bakışlarım biraz daha aşağı indi. Dudaklarına. Alt dudağı üst dudağına nazaran kalındı, büyüktü. Bir erkeğin alt dudağının büyük olması genel de çoğuna gitmezdi ama sanki onun yüzünü tamamlayan en nadide parçası alt dudağı gibi duruyordu.
Bakışlarımın biraz fazla orada oyalandığını düşündüm bu beni rahat etmedi fakat onu rahatsız eder diye gözlerimi çektim ve kirpiklerinin altındaki harelerine geri kaldırıp sigaramdan bir dumanı içime çekip bu gerici havanın üstüme gelmesini, beni boğmasını engellemeye çalıştım fakat nafileydi.
Aramızdaki saçma sessizliği dağıtan şey bir telefon sesiydi. Bana ait değildi. Kesinlikle onun arka cebinden geliyordu ve elini oraya götürüp telefonu çıkarttığında bunu doğrulamış oldum. Kirpiklerimin altından onu izlerken telefon da yazan isme ilk kaşlarını çatarak batkı fakat daha sonra keskin bir soluk çekerek beklemeden yanıtladı.
"Efendim Banu?"
İkinci kez duyduğum sesiyle sigaramdan bir duman daha alıp onu dinledim.
"Yine mi çektin amına koyayım?" dediğinde bakışları anlık bana kaysa da daha sonra öfkeyle etrafta dönmüştü. Sinirlendiği gerilen geniş omuzlarından belli oluyordu. “Sakın olduğun yerden ayrılma geliyorum.” Diyerek arkasını dönüp gittiğinde bakışları bahçeden çıkana kadar bir kere bile arkasını dönmemişti. Kaybolan sırtından gözlerimin ağırlığını çekerek kafamı gökyüzünün gri bulutlarına doğru kaldırdım. Kasvetli hava ve yağmur yüzüme vurmaya devam ederken bu hoşuma gidiyordu. Parmaklarımın arasında tuttuğum dalın zehrini derince çekerken su damlaları bu işi zorlaştırıyordu lakin bunu sorun etmiyordum.
Şunun şurasında içecek kaç tane dalım kalmıştı, değil mi?
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |