13. Bölüm

BÖLÜM 10

melinoe
melinoe

Uzun bir bölümde anlatacak çok şey olurmuş.

Ben de anlattım.

İyi okumalar, Azizler ve Azizeler.

Bölüm Şarkısı;

Aleyna Tilki, Bekleyenim

Şebnem Ferah, Birileri Var

Yasemin Mori, Aslında Bir Konu Var

 

BÖLÜM 10: R

 

 

Salona döndüğümde Agah yerdeki cam kırıklarını topluyordu. Timuçin, eski yerine oturmuş, defterine bir şeyler yazıyorken Nevzat yine uyumuş kahvesini Sezin içiyordu. “Konuşacağımız başka bir konu var mı?” diye sordum. Bedenimi, Agah’ın dakikalar önce oturduğu yere bırakırken.

Timuçin başını defterinden kaldırıp bana baktı, kalemi parmaklarının arasında çevirerek bir an düşündü. Sonra defterin kenarına hafifçe vurup, “Var,” dedi.

Agah, avucundaki son cam kırığını dikkatlice masanın üzerine bırakırken başını kaldırdı. “Ama konuşmak istediğine emin misin?”

Omuzlarımı hafifçe silkerek, “Ben buradayım, değil mi?” dedim.

Timuçin’in yüzü gerildi. Defterini kapattı, kalemini masaya bıraktı. “O zaman en baştan sorayım,” dedi. “Kapıyı sen mi açtın, yoksa kapı zaten açıktı mı?”

Salon bir anda daha da sessizleşti. Nevzat’ın horlaması bile durmuştu.

"Kapıyı hatırlamıyorum. Kürk giyen kadın giderken bakmadım. Kitapları düzenliyordum." Dedim düz bir sesle. “Ama bu ne değiştirir?”

“Sen arkanda birinin olduğunu fark ettiğini söyledin ama dükkanın kapısı, açılırken duyulacak kadar gürültü.” Timuçin gözlerimin içine bakarak konuşmuştu.

“Kapının zorlanmadığını sana temin ederim.” Sezin, Nevzat’ın kahvesini içerken mırıldanmıştı.

“Yani hep içerdeydi, öyle mi?” Sorumla Timuçin başını salladı.

“Ama bu imkansız. Giriş katı ve üst katı kendim düzenledim. Hiç kimse yoktu.” Kimsenin yüzünde mimik oynamazken korkuyormuş gibi yapmak rahatsız ediciydi.

“Tarama yapalım.” Sezin, omzuna başı düşmüş Nevzat’ın kafasını yana doğru itti. Adamın sarsılan başı uykusunu açarken bir şeyler mırıldandı ve ellerini kendine sarıp başını da gövdesine düşürerek uyumaya devam etti.

Gözlerim açılmış Sezin’e bakıyordum. “Ne yapacaksınız?”

Kahveden büyük bir yudum alıp masaya bıraktı. Bedenini tamamen bana çevirdiği at kuyruğu yaptığı saçı dalgalandı.

“Ayakkabı tarama testi. Bu sayede kimin nerede gezdiğini bulacağız.” dediğinde Agah yanımıza gelmişti. “Tamam da kaç farklı erkek ayak numarası olacak. Zaten ben ve Timuçin orada gezdik. Olay yeri gezdi. Sonuç çıkmaz.” dedi.

Sezin’in tek kaşı kalktı. “Senin ayakkabı izinden giydiğin markaya kadar buluruz. Timuçin ve olay yeri elendi. Zaten askeri bot giyiyor. Ayrıca başkomiserin ayak numarası 44, seninkisi ve Nevzat’ınkisi 42. Olay yerine gelen çocukların numarasını öğrenmekte kolay. Peki bizden başka, farklı marka giyen ya da artı bir aynı marka çıkan biri daha varsa inan çok yol kat ederiz. Katilin kişiliği belirlenir. İşte senin kısmın bu doktor. Git, katili analiz et. Bir daha cinayetçi gibi fikir de bulunma.

Agah, duyduklarıyla ifadesiz kalamadı. Ağzı bir karış açık, göz bebekleri keyiften uzak bir şekilde Sezin’e bakarken ben bile bu denli konuşmasına hazır değildim.

“Sen, bizim ayakkabı numaramızı nereden biliyorsun?” şaşkınlığı gitmiş, alaycılığı geri gelmişti ancak Sezin hiç istifini bozmadan “Tahmin etmesi zor değildi. Sizin.” derken Agah’ı ve Nevzat’ı gösterdi. Sonra Timuçin’e dönüp meraklı bakışlarına eşlik ederek “Baş komiserin ki öğrenmem ise biraz şans eseri oldu.”

Bu sefer Timuçin, “Nasıl?” diye soran oldu.

“Geçen üvey kızını öldüren adamı sorguda dövmüştünüz. Adamı götürmeye geldiğimde yüzünde ayakkabı numaranız itinayla duruyordu.” dedi.

Timuçin bir şey söylemek için ağzını açtığında telefon sesi duyuldu. Herkes refleksle kendi telefonuna bakarken dişlerimi sıktım.

Telefonum yoktu. Onu en son aynaya fırlatmak için kullanmıştım. Sezin’in bahsettiği ikinci bir cam parçası telefonuma ait olmalıydı. Ancak olay yeri inceleme telefonu bulamadıysa o bir şeyler yapmış olmalıydı.

Bedenim, onun varlığını hatırlayarak titredi. Damarlarımda zehir ondan geliyordu. Yılan'ın zehriydi.

Vega, onun peşinden gelen adamı düşünürken çalan telefon Timuçin’e aitti. Başkomiser gergin yüzünü etrafındakilerden saklamaya çalışarak telefonu açtı.

“Başkomiser Timuçin Şaşmaz.” dedi.

Karşısındaki her kim ise bu saatte hayırlı bir haber için aramadığını biliyordu.

“Komiserim.” dedi bir ses. Derin nefesler alıyor gırtlağından gelen hırıltılar Timuçin’in tüylerini diken diken ediyordu. Anlamıştı başkomiser. Senelerdir buna alıştığını düşünse de bir ölünün haberi için çalmıştı telefonu. Yine.

“Dinliyorum.” dedi. Etrafındaki insanlara göz gezdirdi. Aylar önce gelen başkomiser yardımcısı sessizce uyuyan Nevzat’ın kahvesini içiyor. Çocukluğunu somut bir şekilde var eden kadın tüm gerçekliğiyle koltuğun köşesinde oturuyordu. Sanki hiç yaralanmamış gibi duran bedeni Timuçin’i şaşırtmıştı. Belki buna sevinmeli, kadının güçlü oluşuna hayran olmalıydı ama sonradan çıkacak olan bir acının haberini taşıyor diye düşündü.

“Başkomiserim.” aynı ses, daha ağır bir şekilde kulaklarına tünediğinde “anlat oğlum.” dedi sakin tuttuğu sesiyle.

“Ayazağa Anadolu lisesi. Bu.” durdu “Başkomiserim bu şeytanın işi!” adamın feryadı yüreğini ağırlaştırdı.

Telefonun diğer ucundan gelen konuşma seslerini anlamıyordu. Adama sakin ol demeyi düşündü ama bunun mümkün olmadığını biliyordu. Daha net sesler duyduğunda telefonu başkasının aldığını anladı.

“Başkomiser.” dedi kalın, az önceki adama göre daha sakin bir ses.

“Kimsin?” nazik olamayacak kadar dili ağırlaşmış ve olaya merak duymuştu.

“Aslan Dağdelen. Emniyet amirinin özel izniyle olay yerindeyim. Genç memur az önce bayıldı. Size durumu ben anlatacağım.” dediğinde Timuçin'in ağzından okkalı bir küfür kaçtı. Odadaki herkesin bakışları ona döndüğünde bile ne söylediğini düşünmedi. Yalnızca karşısındaki adamı dinledi.

“Ayazağa Anadolu lisesinde bir ölü var. Okul aktif olarak kullanılıyorken bir hademe tarafından bulunmuş ceset. Maktul otuzlarında bir kadın.” Aslan durduğunda Timuçin devam etti, “sorun ne?” bu iki kelime çok kolay çıkmıştı ağzından. Öyle ki başkomiser kendini suçladı. Bu devirde bir kadının ölümü şaşırılacak bir şey değildi.

“Alışık olduğunuzu biliyorum ama buraya gelmeden bunu bilmeniz gerekiyor.” dedi Aslan. O sırada çoktan durum teşkilata iletilmiş ikisi Karıncalardan biri Arılardan olmak üzere iki asker olay yerine gelmişti. Aslan’ı tehdit etmeye hazırda bekleyen askerler gözlerini dikmiş onu ve Timuçin’e anlattıklarını dinliyorlardı.

Orada bir yerde teşkilatların dışında kimsenin bilmediği bir asker vardı. Yılan. Teşkilatların en üst mertebesinde olandı. Her kim teşkilat askeri olursa olsun Yılanlardan olan askerin rütbece altındadır.

Onu olay yerinde olması ise tamamen özel meselesiydi.

“Öğrenci sıraları dik bir şekilde dizilmiş. Toplam dokuz tane sıra. Üç yan yana ve üç sıra olmak üzere de alt alta dizilmiş. Kadının bedenini çivilerle sıraya çakmış. Kolları ve bacakları iki yandan açılmış. Ayak ve el bileklerinde kırmızı kumaş parası bağlı. Kadın acıyı hissetmiş. Avuçları ve ayak tabanlarında delikler var. Kan sanki oradan akmış, ceset tamamen kuru. Saçı kazınmış, gözleri oyulmuş ve iç bacaklarından deriler kesilmiş.” Aslan sustuğunda Timuçin bir küfür daha etti. Onun küfrüne karşılık Aslan, neredeyse hırlayarak “Zanaatçının işi.” dedi.

Birinin duyduğu diğerininse dudaklarından çıkan isim iki adamı da susturdu. Timuçin, Leyla'ya bakarken Aslan, gözünü cesetten ayıramıyordu.

“Hayır.” dedi Timuçin, tüm cinayetler gözünün önünden geçerken. “O, böyle çalışmıyor.” derken Aslan bir şeyler mırıldandı. Ardından, “Dahası var.” dedi.

“Dinliyorum.” dediğinde Timuçin, konuşup konuşmadığından emin değildi.

“Kadının göğüs uçlarını mandalla fotoğraf asılmış. Fotoğrafın kime ait olduğunu biliyorum. Dahası kadını çiviledikleri sıranın üstüne, her yeri kaplayacak kadar bir isim yazmışlar. Tahmin edeceğin üzere fotoğraftaki kadının ismi.

“Leyla Gitmez.”

Timuçin duyduğu isimle yerinden fırladı. Kafasını şiddetle iki yana sallarken salonun içinde volta atıyor, gözlerini bir an bile Leyla’dan ayırmıyordu.

Katil hamlesini saklamıyordu. Katil, hedefini açık açık belli ediyordu. Timuçin, öfkesini saklamadan “Emin misin?” diye sordu telefonun ucundaki adama.

“Eminim.” dediğinde Leyla’nın Aslan hakkında dediği aklına geldi. Arkadaşımın sevgilisi demişti. Adam, Leyla’yı tanıyordu. Katilin hedefinin Leyla olduğunu herkes biliyordu. Telefonu kulağından uzaklaştırıp, “Hangi liseden mezun oldun?” Sorusu Leyla’yı şaşırtmıştı. Kadın, koyu yeşil gözleriyle bir süre ona bakarken “Ayazağa Anadolu.” demişti.

Timuçin o an kadının telaşını anladı. Onu korkuttuğu için öfkesi daha da büyürken Leyla’nın dahası Vega’nın asıl tedirginliği söylediği şeyden emin olmayışınaydı.

Telefonun ucundan gelen sesi duymak için telefonu yaklaştırdı.

“Son bir şey.” dedi Aslan. “Kadının sağ ayağına “vı” sol ayağına ise “vo” harfleri kazınmış. Büyük ihtimalle bıçakla yaptı.” dediğinde Timuçin yalnızca “geliyorum.” demişti.

Telefonu dikkat etmeden bir yere fırlatıp iki adımda Agâh'ın karşısına dikildi ve elleriyle karşısında ondan kısa olan adamın yakasını kavradı.

“Sana o kalemi kim verdi lan!”

Agah, karşısındaki adamın ellerine baktı. Dudaklarından histerik bir kahkaha çıkarken kendi elleri iki yanında sallanıyordu. Timuçin'in ellerinden kurtulmaya çalışmadı.

“Hastamın hediyesi.” gülüşü durmuş, sesi kapı gıcırtısının bıraktığı rahatsızlığı barındırıyordu. İki adamın ne yaptığını anlamayan Vega’nın gözleri ışıldıyor, bir şey öğreneceğini düşünüyordu.

Sezin ise bir gölge gibi Agah’ın arkasında yerini almıştı.

“Bu siktiğimin evinden çıkacağız. Bir saat sonra büroya geleceksin. Elinde o hastana dair tüm evraklar olacak. Eğer, Agah Türkekul, olurda bir saat sonra gelmemiş olursan seni avlamaları emrini verdirtirim.”

Timuçin bahsettiği av emri, çok nadir yaşanırdı. Halk ne kadar askeri düzenle yönetiliyor olsa da halkın isyan çıkarmaması ve düzenin kendi tekerinde ilerlemesi için halkın sözü dinlenirdi. Söz hakkı kadınındı. Kadın, kendisini tehdit altında hissediyorsa ve buna kanıtı varsa teşkilat askerlerinden birine av talebinde bulunurdu. Ava ise Yılanlar çıkardı ve kurbanları asla bulunamazdı. Bu hak kimi zaman polislere de verilebilirdi. Ülke de dokunulmaz olan kimse olmasa da bir kadının güvenliği için polis av emri talep edebilirdi.

Timuçin'in bahsettiği av emrini odadaki herkes anlamış ve ağızları bir karış açık kalmıştı. Nevzat’ın ağzı ise uyuduğu için açıktı.

Timuçin, Agah’ın yakasını bırakırken adamı geriye doğru itmişti. Agah hiçbir şey söylemeden odasına geçtiğinde kafası karışık hissediyordu. Dönen olayların beklemediği bir şekilde ona dokunması sinirini bozmuştu. Agah Türkekul statüsüyle üstünlük sağlayan, daha doğduğu ilk anda herkes tarafından “iyi” bir adam oluşuyla bilinir ve buna çabalardı. Bir katilin seçtiği kurbanı için kendisini riske atmaya hiç niyeti yoktu. Ofisinin anahtarını ve cüzdanını yatak odasından alıp salondaki kimseye bakmadan çıktığında Timuçin, Leyla’nın karşısına oturmuş, bacaklarını açmış dirseklerini uyluklarına koymuş sigarasını içerek konuşuyordu.

“Bu işin artık şakası yok Leyla. Seni eve Sezin götürecek. Gün içinde yanına gelecek. İyileştiğinde de resmi olarak seni sorguya alacağım. İlk dosyayı kapatıp seni korumaya almam lazım. Anlıyor musun?” Sorusuyla izmaritin külü yere düştü. Leyla sandığı kadın ise saçlarını toplamaya çalışıyor, gözlerinden geçen lekelenmeleri kimse görmüyordu. Yalnızca kabul etti. Çünkü o Leyla değil Vega’ydı. Oysa Vega bile kendi gözlerini göremezdi. Ancak bunu Vega’da herkesle öğrenecekti. Timuçin sigarasını söndürürken ayağa kalkmış, hala ayakta dikilen Sezin’in camın kenarına çekmiş durumu anlatıyordu. Sezin ise ne tepki vereceğini bilemiyordu. Başkomiseri, onun yüzünde ne düşündüğü okumuş, birazda olsa yardımcısını rahatlatabilmek için kolunu tutmuş, başparmağıyla daireler çiziyordu.

Nevzat uyanıp soru sorana kadar Sezin ve Timuçin konuştu. Sezin, Leyla’ya yani Vega’ya “eşyaların nerede söyle, getireyim.” Derken Vega, bilmediğini ve gerek olmadığını yalnızca boş odalardan birinde çantasının olduğunu söylediğinde Nevzat, Timuçin’in yanına gitmişti.

“Günaydın uyuyan güzel.” Timuçin buz gibi çıkan sesinin sebebi Nevzat’tı.

“Öperek uyandırmanızı bekledim başkomiserim.” dudakları aralanmış otuz iki diş gülerken gözleri hala uyku kırıntılarını barındırıyordu. Timuçin, kendini tutamayıp Nevzat’ın ensesine vurduğunda genç adam şaşkınlıkla tüm uyku kırıntılarını etrafa saçtı.

“Benim arabaya geç. Ayazağa’ya gidiyoruz.”
Nevzat, amirinin sözlerine uyarak çıkışa yöneldiğinde, hâlâ oturmakta olan kadına ve koridorun ucundan gelen ayak sesleriyle yaklaşan Sezin’e baktı. Ardından, işaret ve orta parmağını alnına vurarak “adios senorita” diye Leyla’ya selam verdi; bu hareketi, gerçek Leyla tarafından samimi bulunabilirdi. Vega ise elini kaldırıp hoşça kal hareketi yaptı; adamın uykudan sonra bambaşka biri olduğuna inanmıştı. Bu yüzden kendini duruma bırakmıyor, her an oyuna dahil olan karakterleri titizlikle gözden geçiriyordu.

Kalktığında, Sezin’le arabaya bindiğinde veya Timuçin’in Nevzat’la birlikte yola çıktığı anlarda bile, aklından bu insanlar hiç eksilmiyordu.

Ona göre her bir eylem adeta bir satranç oyunu gibiydi; bu oyunda dokunduğun taşı mutlaka oynatmalıydın. Vega, ilk hamleyi Timuçin’e yapmış; başkomisere Leyla adına dosyayı göndermişti. Bu sayede Timuçin, Leyla’yı bulup koruyacaktı. Dosya, korunmaya ihtiyaç duyuyordu. Ayrıca, Vega, peşinde gerçek anlamda birilerinin olduğunu da biliyordu. Senelerdir “vivo” kelimesinin peşindeydi; ancak sınırlı kontrol dönemlerinde bunu çözmeye vakti olmamıştı. Bu nedenle, cam gözlü adamı bulmuş ve onu zehirlemesine izin vermişti. Vega için cam gözlü adam, asla sahip olamayacağı sevgilisiydi. Adam, hiçbir zaman Vega’ya neden yardım ettiğini açıklamamış olsa da, ondan kaçınmamış; kadını tüm gerçekliğiyle kabul etmişti. Şimdi ise ne olacağını bilmiyordu. Kırmızı kumaşların ve onu hedef haline getiren katilin varlığının farkındaydı. Leyla tüm bunlara kör kalsa da, Vega, bedeni, kendisi ve gerekirse Leyla’yı korumak için oyun tahtasına taşları dizmiş; Timuçin’i de fil olarak belirlemişti. Diğerleri ise meçhuldü.

Sezin'in polis otosunun sürücü koltuğuna geçmiş klimaları çalıştırmıştı. Vega, dikkat çekmemek için koltuğa yaslanırken yüzünü buruşturmuş dudaklarından yalancı bir sevgili gibi sahte inlemeler dökülmüştü.

“Yaran nasıl?” Sezin’in sesi arabanın içinden daha soğuktu. Yansıması Vega’nın tarafındaki cama düşüyordu. Tam yanında Leyla dikiliyordu. Vega çoktan Leyla’nın pes etmesini bekliyordu ancak kadın düşündüğünden dirayetli çıkmıştı.

Onu görmemek için camın otomatik düğmesine bastı.

Soğuk kimsesiz çocukların başları gibi içeriye girdiğinde Sezin’e döndüm. Gövdemi dik tutmak gittikçe zorlaşıyordu.

“Dağ gibi adamlar ellerine batan küçücük bir kıymıkla ölebiliyor Leyla.” Arabayı çalıştırmış, motorun sesi Sezin’in sesine karışmıştı. İfademi korumaya çalışarak “Ne kadınlar ki bir ülkeyi yakan alevlerin arasından sağ kurtuldu.” dedim.

Dikkati yolda olsa da göz ucuyla bana baktığını görebiliyordum. Çünkü ben tam olarak ona bakıyordum.

“Sana bir kadın olarak soruyorum. Neler oluyor Leyla?” Eğer, son kelimesi Leyla olmasaydı ona dürüst davranabilirdim. Tıpkı şu cam gibi kendi duvarlarımı indirir biraz olsun beni biri olarak görmesine saygı duyabilirdim. Ama o, bana Leyla dedi.

“Bilmiyorum.” Rüzgar, nefes almadığımı hissetmiş gibi aralık camdan akın ederken ciğerlerimi doldurdum. “Gördüm Sezin. İnsanların gözlerini, duvarlara yazılan sözleri, dünyayı gördüm. Bu birilerini rahatsız etti. Yirmi altı yaşıma geldim diye öldürüleceğim.”

“Gördüğün için mi yoksa Zanaatçı yirmi altı yaşındaki kadınlara saldırdığı için mi öleceğini düşünüyorsun?”

Sezin’in sözleri ciğerlerimi doldurduğum nefesle boğulmamı sağladı. Yüzümde saklayamadığım gülümseyişle ona baktım. Bir saati geçmeden tanışmıştık ve o zihnimdeki satranç tahtasında yer edinmeye hevesliydi.

“Hiç satranç oynadın mı?” diye sordum.

Bana bakıp, “evet?” dedi. Sesindeki soru belliydi.

“Aklıma geldi sadece.” dedim.

“Biz seninle satranç oynamıyoruz Leyla. Oynayamayız da. Burada yalnızca ben kazanırsam zafer olur.”

“Ben kazanırsam peki?”

“Doğru söylemek gerekirse bu sana kalmış. Neyi arzuluyorsun, ölmeyi mi yaşamayı mı, yaşamaksa eğer bırak ben kazanayım çünkü senin için oynuyorum.” Sezin’in cümleleri hep uzun uzundu.

“İkimiz de benim için oynuyorsak kaybedene ne olacak?” diye sordum.

“Bilmiyorum. Sen nasıl ki neler olduğunu bilmiyorsun ben de kaybedene ne olacağını bilmiyorum. İnan bana bağırsaklarını otoyoldan toplamak istemiyorum.” dediğinde gülümsedim.

Sezin bir satranç taşı olsaydı kesinlikle at olurdu. Stratejikti ve kendini nereye konumlandıracağını biliyordu ancak onun gibi bende sözleri uzatacak olsaydım kesinlikle virgülden sonra sadece bu kadarıyla yetinmeyeceğini söyleyebilirdim.

Yolculuk boyunca daha kimse konuşmadı. Kimse radyoya da uzanmadı. Düz yolun ucunda doğmayı bekleyen güneş bize bakıyordu. Senelerdir hiç en tepeye çıkamadığı gibi bugün de çıkmadı. Doğumundan önce annesi ölmüş bir bebek gibiydi.

 

Evin kapısını açıp içeriye girdiğimde ışıklarını açarak salona ilerledim. Açık olan perdeli camlarda Leyla’lar beni seyrediyordu. Evlerine gelen yabancıyı kovmak ister gibiydiler. Ancak ben yalnızca kendime baktım. Agah'ın üzerimde abes duran kıyafetleri. Üstüme örttüğüm kabanım ve ayaklarımda çizmelerimle görüntüm bir groteski andırıyordu.

Önce ayakkabıları çıkardım. Sonra perdeleri kapattım. Leyla'nın laptopunu açıp, içinden bir müzik listesi buldum. Güzel bir şarkıya ihtiyacım vardı. Şarkı, tüm heyecanıyla evin içine dolarken sözler Pilli Bebek’ten Delilik’ti. İlk cümleler geçene kadar bekledim, şarkıya eşlik etmedim. Ne zaman ki şarkı şiddetlendi, bende eşlik ettim.

Kabanımı üstümden çıkardım. Omuzlarım sallanıyor, belim kıvrılıyor, her kıvrımda yaram tomurcuk gibi açılmayı bekliyordu. Adımlarım birbirini takip ederek bir ileri bir geri gidiyordu. Kendimle dans ediyordum. Kendimle ve benim olan her şeyler.

Agah'ın eşofmanının belimden düşmesine izin verdim. Ayaklarımın dibinde toplanan kumaşı, bir kenara atarak devam ettim. Şimdi kalçalarım daha açık biçemde sallanıyordu. Daha özgürdü. Bacaklarımdaki morluklar, bir ressamın tutturamadığı o ton gibi duruyordu tenimde.

Şarkı artık zihnimden taşmışken ben bir hayran gibi değil, onlardan biriymiş gibi eşlik ettim. Kazağın eteklerini avucumda topluyor, yukarı kaldırıyor belimin kıvrımlarını ortaya çıkarıyordum. Belimi büktüm, kesiği tutan dikişler açıldı, kalçalarımı daha çok salladım. Adımlarım daha büyük hale geldi. Belimde yayılan sıcaklığı hissettiğimde damarlarımda kaynayan kan ipliklerden sızar oldu.

Şarkının en sevdiğim yerinde, kazağı yukarı kaldırıp, bedenimden çıkarttım. Sütyenim, göğüslerimin mahrem yerlerini örtüyor, altımdaki külotum ise kalçalarımı çıplak bırakmış, soğuk onlara değdiğinde tüm tüylerim huzursuzca başlarını kaldırmıştı. Yüreğim ise yanıyordu. Avucumun içi yanıyordu. Gözlerimin pınarları yanıyordu. Damarlarım yanıyordu.

O şekilde banyoya doğru ilerledim. Koridorun ışığını açtım. Şarkı değişti. Elektro gitar, biraz bateri ve biraz ben vardım artık. Banyonun kapısının önünde dikildim.

Bekledim. Gitar soloyu dinledim. Acele etmedim. Bedenim daha yavaş daha sert kıvrılmaya başladı. Bir kuklacının bir ipi kopmuş kuklası gibiydim. Ya da “boş kapıda bir gölge”ydim.

Sütyenimin klipsini açtım. Askıları omuzlarımdan düştüğünde dramatik bir şekilde göğüslerimi özgür bıraktım. Tüm enstrümanlar en acılı yerinden şarkıyı söylerken külotumu da çıkardım.

Banyonun kapısını açıp, karanlığa süzüldüğümde ışığı açmadım. Kapının ardından gelen ışıklar yetiyordu. Kapının ardından gelen ışıklar içerideki aynaları karanlıkta bırakıyordu.

Küvetin başına gidip, suyu en soğuğa çevirdim. Su, küveti doldururken ancak en tepeye tırmandığında sıcak suya çevirdim. Kenarda duran duş jellerine bakmadım. Leyla gibi kokmak istemiyordum.

Salondan şarkıyı duyabiliyordum. Leyla'nın da duymasını işlediği günahı görmesini isterdim. Ancak bilmeyecekti. Onun yerine tüm günahları ben işleyecektim.

Suyu kapattım. Bedenimi küvetin içine soktuğumda dudaklarımdan bir inleme çıktı. Bu özgürlüğün zevkiydi. Küvette kayıp göğüslerimi örtene kadar suyun içine girdim. Soğuk su, sıcaklığı hemen unutmuş gibi tüm sertliğiyle bedenimi istila ediyor. Zihnimde onlarca düşünceyi ve kadınları susturuyordu.

Saatler geçti ya da geçmedi. Saatleri kimin yarattığını bilmiyorum. Beni yaratanla aynı olamazdı. Ben zamansızdım. Soğuk su gibiydim. İnsanlar su soğumaya başladığı için duştan çıkarlardı; ben soğuk suyla duş alıyordum. Ne zaman çıkacağımı nasıl bilecektim? Hava karardığında, gün soğuduğunda insanlar evlerine giderdi. Bu ülkede hava hep kapalıydı; ben hangi eve gidecektim.

Küvetten çıktıktan sonra bedenime sardığım havluyla odaya geçmiş, yatağın üstünde otururken buruşan parmak uçlarıma bakıyordum. Uzun süre bedende kalmak algılarımı bozuyordu. Bize saati hep Leyla söylerdi. Onun bazı hareketlerine o kadar alışmışım ki kendi kendime saate bakma gereği duymuyordum.

Yatağın yanında komidin vardı. İki çekmeceli. Çekmecelerden altta olan geçen sene kırılmıştı. Leyla onu düzeltme gereği duymadı. Komidinin üstünde ağrı kesici, kitap ve saat vardı. Küçük bir masa saati. Arkam oraya dönük olsa da saatin gidişini duyabiliyordum.

Ayağa kalkıp koridora çıktım. Yerde duran çantamı aldım. Telefonun içinde olup olmadığını merak ediyordum. Elimi çantanın içine daldırdığımda parmak uçlarıma değen pürüzlü zemini merakımı dindirdi. Telefonu çantadan çıkardığımda ekranı çatlamış sol üst köşesinde olması gereken cam parçası düşmüştü. Sezin’in bahsettiği cam parçası. Bunu yapan adama teşekkür etmeyecektim. Telefonu açtım. Şarjı az olsa da hala çalışıyordu. Bu benim için yeterliydi. Telefonu şarja takmak için geri yatak odasına girdim. Şarj aleti kominin üstündeydi. Öylece prize takılı duruyordu.

Saate baktım. Tıpkı Leyla gibi.

07.39 

Mutfağa gittim. Dolapta birkaç dal kalmış kırmızı üzüm ve biraz peynir alıp yedim. Bedenim yediklerimi hazmetmekte zorlansa da kusmadım. Tüm bu süreçte şarkılar ardı ardına çalmaya devam etmişti.

Gün, kendinden kaçarken gök gürledi. Üstümde vücuduma oturan boğazlı kazak ve tayt vardı. Pencerenin camından yansıyan görüntüm de yalnızca bu vardı. Yüzüme bakmadım. Yüzüme bakmazdım. Orada Leyla olurdu. Bazen, eğer uykusunu almadıysa ağlayarak etrafta gezinen Eflatun olurdu. Ben onları bilirdim ama Eflatun hiçbirimizi bilmezdi.

Kontrolü fark etmeden alırdı. Bu genellikle gece yarılarında olurdu. Uykusundan korkup annesine sarılmak isteyen bir çocuk gibi mızmızlanarak etrafta dolaşır, aynada kendini gördüğünde kıyafetlerini beğenmezdi. Leyla'nın eski evden hatıra olarak getirip, yatağının altında sakladığı kutudaki çocukluk kıyafetlerini giyerdi. Yakasında kelebek işlemeli bir tişört ve pembe kapri şortu. Tişörtü şu an ki bedende belini açıkta bırakan bir tişört olsa da şortu asla olmuyordu. Bu Eflatun’un kafasını karıştırır, ağlardı.

Bazı anlar ona fısıldardım. Ayna da kendisini çocuk bedeninde görürken, ona hayalinden biri gibi yaklaşıp, konuşurdum. Büyüyünce ben olmak istediğini söyler, yavaş yavaş ağlaması kesilirdi. Bir keresinde, -yapmamalıydım ama yapmıştım- “neden ben olmak istiyorsun?” diye sorduğumda, “çünkü sen çok korkusuzsun” demişti.

Bu konuşmamız, Leyla kendini bastırdığı zamanlarda bilerek kontrolü Eflatun’a bırakmama sebebiyet olmuştu. Bu çok kısa sürmüştü. Acıkıp mutfağa gittiğinde kendine zarar verecekti. Onun bilinçsizce açabileceği yara, bedene büyük zararlar verebilirdi.

O günden sonra o uyuyan güzel, ben ise kötü kalpli cadı oldum. Leyla mı? O, küçük, sevimsiz cücelerin her biriydi. Onun bin bir duygu oluşu, bize masalı öğretmişti.

Bulutlar daha şiddetli bir şekilde birbirlerine çarptığında, dünyanın aydınlandığına şahit oldum. O aydınlıkta cama yansıyan bir çift mavi göz bedenimi yerinden oynattı. Tüm varlığım onun gerçekliğiyle titrerken camda yalnızca kendi yansımam vardı. Göğsüm hızla inip kalkıyor aralık kalmış dudaklarımdan firar eden nefesim camı buğulandırıyordu.

Gök bir kez daha gürleğinde mavilik, yeşilliğe karıştı. Bedeni, bedenimin üstüne çullanmış, yansıması yansımamı ezip geçmişti. Elimi kaldırıp camı açmaya çalıştığımda ellerimin titrediğini fark ettim. Zihnimde uğultular başlarken duymazdan geldim. Camı düşünmeye fırsat bulamadan açtığımda gerçekten oradaydı. Evin arkasına bakan camın tam önünde dikiliyordu. Ne zamandır burada olduğunu bilmemek içeri giren yağmur damlaları kadar küçük hissettirdi.

Gülümsemem yüzümden eğrelti dururken konuşamadım. Bedeni biraz daha yakınıma girerken bedeni yağmur damlalarını gizliyordu. Kar maskesi takılı yüzü neredeyse evin içindeydi.

“Sesi biraz daha aç.” Sesiyle gök bir kez daha gürledi.

Şarkının sesinden bahsediyordu. Bunu bana özgürlük sunduğu için söylemedi. Bunu, olurda birisi şarkı çaldığını duyar ve beni şikayet ederse kimsenin gelip de şarkımı kapatmasına izin vermeyeceğindendi.

Düşüncelerimi duymuş gibi eli boğazımı kavradı. Sıkmıyordu. Yine de eldivenli elinden teninin sıcaklığını alabileceğim kadar teması vardı. Yüzümü yüzüne yaklaştırdı. Diğer eliyle maskesini burnuna kadar kaldırıp, hiç beklemeden dudaklarını dudaklarıma bastırdı.

Daha saatler önce onu düşündüğümde kesinlikle bunu zihnime başkasının fısıldadığına inandım. Dudaklarının altında nabız gibi atan dudaklarım çaresizce onu öpmeye, onu bir solukta içine çekmeye çalışırken bu adamla öleceğime emindim. Bu adamın ellerinden.

Yağmur duruna kadar beni öptü. Saçlarımın uçlarımın uçları kurumuş, asker üniformasına dolanmıştı. Omuzlarında kollarında ve yüzünde saçlarım vardı. Geri çekilmeden önce boynumu tuttuğu yeri baş parmağıyla okşadı. Camın pervazından bir adım geri giderken elini çekti. Maskesini kapattı. Tüm bedenimi çırılçıplak görüymüş gibi baştan ayağa bana baktı. Attığım bir adımla tekrar pervaza yaklaştım.

Görmesem de hareket eden kolundan zehri çıkardığını anladım.

“Bugün olmaz.” dedim kesin bir sesle. Kaşlarını çatmış mavilikleri koyulaşmaya başlamıştı.

“Dinle. Daha fazlası Eflatun’u çıkartmaz.” dediğimde sessizce bakmaya devam etti. Çoktan, cebinden küçük şişeyi çıkarmıştı.

“Beni kaybedersin.” dedim. Sesim üşümüştü.

“Seni kaybetmeyeceğim Guguk Kuşu.” Sesi, göğü çalmış ve gürlemişti. Başımı iki yana salladım. Ellerim, zehri tutan elini kavradı.

“Olmaz. Kontrole ihtiyacım var. Tehlikeye atamam.” dedim.

“O küçük iblise ihtiyacım var Vega.” dediğinde ellerimi çektim. Bir adım geri gittiğimde başımı yine hayır dercesine salladım.

“Eflatun çıktığında ses çıkarmıyor. Anla bunu. Ona bu şekilde ulaşman zor.” dedim.

“Sizi tekrar bağlamam gerekse bile.” Başını uzatmış, yüzü yüzümü yakalamışken sert sesi tüm yoğunluğuyla boğazımı kurutmuştu. Şişenin mantar tıpasını açtığını duydum. Gözleri, gözlerimi esir almışken şişeyi dudaklarıma dayadı. Az önce dudaklarına dokunan dudaklarımda yayılan zehrin tadıyla başımı geriye çektim. Ağzımda bir yudumluk güzelavrat otunun özü varken dilim karıncalandı. Genzim yanıyor, dişlerim sızlıyordu. Ölüm, bir yudumluktu. Elini aramızdan çektiğinde daha fazla beklemeden ağzımdaki sıvıyı yere tükürdüm. Yana düşen başımı kaldırıp “Sana hayır dedim!”

Saniyeler boyunca nefes almadı. Yüzü gölgelerin arasına çekilirken, gözleri hâlâ üzerimdeydi. Parmaklarını gevşetti, şişe elinden kayıp yere düştü. Cam gibi bir tınıyla kırılmasını bekledim ama çimenlere düştüğü için sadece boğuk bir ses çıkardı.

“Vega.” Adımı söylediğinde gök, yeniden gürledi.

Boğazım kurumuştu, ama geri adım atmadım. Parmaklarım istemsizce titrediğinde yumruk yaptım. O, maskesinin ardında nefes alırken ben, az önce dudaklarıma dayadığı ölümü unutamayacağımı biliyordum.

Sessizlik koyulaşırken rüzgâr, asker üniformasının eteklerini kaldırdı. Göğsü kalkıp inerken bir adım daha yaklaştı. Öldüğümü sanmamı, onun ellerinden gittiğimi sanmamı istiyordu. Ama Eflatun, bir boşluk gibi sessizdi ve ben, içimde yankılanan tek sesi susturamazdım.

“Bunu bir daha yapma,” dedim.

Başını hafifçe eğdi. Şüpheyle yüzüme baktı, sonra da maskesini sıyırıp beni yeniden öpmek için uzandı. Ama bu kez yanağımı buldu dudakları. Soğuktu.

“Seninle işim bitmedi, Guguk Kuşu,” diye fısıldadı.

Sonra geri çekildi. Adımları günün içinde eriyip gittiğinde gökyüzü sessizdi. Ve ben, ilk kez, bir yabancı gibi hissettim kendimi. Camları kapatıp bedenimi yere bıraktım.

“Vega.” yumuşak bir ses zihnimde ismimi fısıldadığında gözlerimi yumdum. “Leyla.” dedim. Benim sesim ise onun gibi yumuşak değildi. “Bana anlat, lütfen.” dedi. Sesi, zihnimde daha da yakınlaştı.

“Benden korkuyor musun?” Sesim o kadar çaresiz çıkmıştı ki elimi yere vurdum. Ben Vega’ydım ama kendim olamıyordum. Hiçbir zaman kontrol bendeyken bu kadar duyguya maruz kalmamıştım. Şimdi tüm duygular üzerime kat kat çıkılırken ben boğuluyor gibi hissediyordum.

“Hayır” Leyla’nın benden çaldığı sesi emin çıkarken gözlerimi açtım. Bedenim titredi. Güç almak için sırtımı daha sert duvara yasladığımda “Emin misin?” diye sordum. Sesim, hırıltılıydı.

“Senden korkmuyorum Vega. Kabullendim.” dedi. Leyla’nın sesi hep bu kadar anlayışlı mıydı yoksa ben çok mu hassastım emin değilim. Ama o emindi.

“Neyi kabullendin?” Sorum, cevaba açtı.

“Bu durumu. Seni, beni ve” durdu, düşünür gibiydi. “Bizi kabullendim.” dedi. Dudaklarımdan arsızca kaçan gülümsemeyi tutamadım.

“Sen yalancı bir kadınsın Leyla Gitmez?” dediğimde gülümsememi bastırdım. Sonra, olduğum yerde kalakaldım, nefesimi tutmuş, gözlerim panikle açılmış yalnızca Leyla’nın kahkahasıyla perişan oldum.

“Evet, evet, evet. Ben yalancıyım. Ama baksana Vega çok mutluyum. Artık kabus görmüyorum. Sanrılar görmüyorum. Her şey sen olduğun için olmuş. Ben de seni kabul ediyorum. Biz deliyiz Vega!” Kahkahası ağlamaya dönüştüğünde bedenimi ele geçiren şoku atamamıştım.

Duygu durumunun hızla değişmesi bizi kabul ettiğini söylemesi onu mahvetmişti. Bir anlık dürüst olduğunu düşünmem ise beni mahvetmişti.

“Biz deli değiliz Leyla!” Odanın ortasına yayılan sesim Leyla’yı susturmaya yetti. “Gerçek deliler, deli olduğunu söylemez. Biz. Deli. Değiliz.” Kelimelerin üstüne basa basa söyledim. Her kelimede dilim yanmıştı.

“Uslu durur ve sözümü dinlersen sana her gün gerçekleri anlatacağım.” dediğimde sessiz kaldı. Düşünceleri, düşüncelerim gibi içimden akıp geçerken devam ettim: “Bilmediğin çok fazla gerçek var küçük Leyla.”

“Dürüst olacak mısın?” fısıltıyla çıkan sesine karşılık verdim, “daima.”

“O adam kimdi?” sesi ve sorduğu soru anlaşmamızı kabul ediyordu. Olduğum yerde sallanmaya başladım. “En zor soruyla başladık demek. Güzel, sana anlatacağım.”

Ona gerçekten de anlatacaktım. Bazı şeyleri bilmeliydi. Birbirimize değmeden bunca sene durabilmiştik ama zihin gittikçe daralıyordu. Birimiz çemberin dışında kalmadan temasımız kaçınılmaz olacaktı. Onu, kendi isteğiyle çemberden çıkarabilmem için ehlileştirmem gerekiyordu.

“Sen küçükken annen seni bir yere götürüyordu. Dikilitaşın altında bir mazgal vardı. Hani merdivenlere açılan.” Dediğimde Leyla “hatırlamıyorum” dedi.

“Merdivenlerden indiğinde yerin altında koridorlar vardı. O kadar çok yürürdün ki denizin sesini duyabilecek kadar dibe girerdin. Hatırlamadıysan devam edeyim.”

“Hatırlamıyorum.” dedi, yine.

“Koridor bittiğinde bir kapı karşına çıkardı. Saf demirdendi. Onu koruyan iki asker vardı. Elinin üstündeki damgayı gösterir ve girerdin. İçerisi bir çember şeklindeydi. Bir insan bedeninin zor sığacağı demir parmaklıklı hücreler çemberden hiç sapmadan dizilmişti. Tam ortası çökmüş küçük bir çember daha vardı. Sandalye duruyordu orda. İnsanların kanı oyuk çemberin içine birikiyordu.

“Hatırlamıyorum!” bu sefer bağırıyordu.

“Annenin elindeki damgayla girdiğiniz gibi annenin elindeki kanla çıkardınız oradan Leyla. Hatırladın mı?”

“Hayır! Benim böyle bir anım yok. Yalan söyleme Vega.” Sesi, sinirinden başka bir şey değildi. Sesi, hiçbir şeydi. Yalan ise onun her şeyiydi.

“Sözlerine dikkat et küçük şeytan! Seni, bu dünyadan hiç var olmamış gibi silerim. Adının olduğu her yer adımla yücelir.” derin bir nefes aldım. “Uslu dur.”

Uyarımı dinleyerek sustuğunda rahatsızca kıvrandığına yemin edebilirdim.

“Doğum gününde annen seni oraya götürdü. Hani, baban sizi gezmeye gittiniz sanırken. Anlatsana, yedinci yaş gününü birine işkence ederek geçirmek nasıl bir duyguydu?” Sesim alaydan yoksundu.

“Siktir git.” Leyla’nın tıslamasına karşılık gülümsedim. Daha hiçbir şey öğrenmemişken çok fevri karar veriyordu.

“On iki. Tamı tamına on iki yaşındaki bir çocuğa işkence ettin. O çocuğu neden seçtiğini de hatırlamıyorsun elbette. Lütfen sana hatırlatmama izin ver Leyla. O çocuğa sırf göz rengini kıskandığın için eziyet ettin. Hep bu kadar onurlu bir kadın mıydın?”

“Yalan söylemeyi bırak!” Çığlıkları yıkımın eşiğindeydi.

“Sen ve ben Leyla. En kalın çizgimiz bu. Ben yalan söylemem. Bunu öğreneceksin. Sana bunu çok iyi öğreteceğim. Şimdi nerede kalmıştık. Ah, tamam. Senin işkence ettiğin mavi gözlü çocuk. O çocuğa iki sene boyunca işkence etmeye devam ettin. O ağlamadıkça sen ağladın. O dayandıkça sen yıkıldın. O pes etmedi ama sen ettin Leyla Gitmez! O çocuğu öldürmeye çalıştın!” Sesim önce zihnimde sonra ise odanın içinde gürledi.

“Ben öyle bir şey yapmadım!” Leyla bana karşılık verdiğinde sesi çatallaşmıştı.

“Yalancı!” diye bağırdıktan sonra sesimi toplayıp devam ettim: “Sen, küçük şeytan her şeyi dinleyeceksin. Sormaya cesaret ettiysen dinlemeye de yüreğin yetsin.”

Cevap vermedi.

“Çocuk hayatta kaldı. Hatta hayatta kaldığı için yaşamasına izin verildi. Bir asker oldu. En iyilerden. Sen, baban gibi onlardan nefret ederken aslında onların yetiştirilmesinde yardımcı oldun küçük şeytan. Kimsesiz doğan bebekler asker olmak için yetiştirilirken, sokakta kalan çocuklara seçme hakkı verilmişti. O çocuk, seni o kadar rahatsız ediyordu ki gitme isteğini sana söylese bile kimseye söylemedin. Onu orada tuttun. O senden gururluydu Leyla. İkinci kez gitmek istediğini söylemedi. Hayatta kalıp, eline yılan damgası vurulmadan önce ona bir isim verildi. Onun ismi R. Ondan önce yirmi kişi sağ kurtuldu. Ondan sonrası ise olmadı. Az önce senin camına dayanan, yıllardır seni zehirleyen adamın adını asla unutma Leyla. Onun. İsmi.R.” her bir cümlemde Leyla’nın ağlaması şiddetlendi. Tam olarak hangi kısımda ağlamaya başladı hatırlamıyorum. Tek düşünebildiğim kendi nefesinde boğulmasıydı.

“Sen bunları nasıl biliyorsun?” Sanırım böyle dedi. Kelimeleri hıçkırıkları arasında kaybolurken başımı kaldırıp cama düşen yansımasına bakmadım.

“O da başka günün hikayesi olsun. Şimdi, uyuma vakti.” Zihnimin bana verdiği tüm iradeyle onu karanlığa iterken ayağa kalktım. Bir an dengemi sağlayamayacağımı sandım. Ancak öyle olmadı. Dimdik ayakta durabildiğimde odanın sessizliğine seslendim. “Eflatun.” Sessizlik.

Bir kez daha denedim. “Eflatun.” Yine ses yoktu. O cevap vermeyecekti. Ansızın benliğe gelecek ama bana cevap vermeyecekti. R’nin senelerdir istediği kişilik oydu. Leyla’ya anlattığım her şey gerçekti. Her birini o yaptı. Yine de nasıl olduğunu bir türlü anlayamadığım şey ise tüm bunlar Eflatun’unun anılarıydı. Leyla, annesini ve çocukluğunu güzel hatırlayabilmek için tüm kötülükleriyle Eflatun’u var etti. Ya da aslında Eflatun gerçek olandı ve Leyla’yı o var etti. Emin değildim.

Pencereden uzaklaştım, adımlarım yatak odasına ilerlerken başımda varlığını saatler öncesinden koruyan ağrı, duvarları tırmalıyordu.

Başkomiser, kırmızı kumaşı istediğini söylemişti. Yatağın ucuna geldiğimde eğildim. Kutu oradaydı. Leyla'nın hatıra kutusunun yanında duruyordu. Uzanıp kutuyu kendime çektim. İçini açtım. Kırmızı kumaş parçası, dağınık bir şekilde kutunun içinde duruyordu. Kesilmemişti. Yırtılmış. Bir yerden, bir hatırandan yırtılmış bir kumaştı. Rengi toktu, dokunduğumda yumuşak bir dokusu vardı. Leyla’nın bir ölüye ait olduğuna inandıracak kızıllığa sahip kumaşı kaldırdım. Altında gelişi güzel duran broş vardı.

Leyla'yı tam olarak hangisi tetiklediği bilmiyorum. Kumaşın onda bıraktığı kan düşüncesi, annesinden kalan broşu, belki de kelimelerimle işlediğim ölüm korkusu ona olmayan şeyleri gösterdiğinde tetiklenmişti.

Uzanıp, hatıra kutusunu da kendime çektim. Kapağını kaldırdığımda içine bakmamak için direndim. Bakışlarım kırmızı kumaşta oyalanırken, hızlıca broşu diğer kutuya koydum. Kapatıp, yatağın altına ittim. Diğer kutuyu ve içindeki kırmızı kumaşı da alıp ayağa kalktım.

İçerisinde hiçbir zaman oyuncak bebek olmayan kutuyu yatağın yanında duran komidine bıraktım. Leyla'ya bunu kim bıraktı bilmiyorum. Eğer zihinde başkaları olsaydı benim yapabileceğim bir şey olduğuna inanırlardır. Ancak ben değildim. Senelerdir Leyla’nın kapısına mektup bırakıldı. O mektupları Eflatun sokağa çıkmak isterken fark ettim. Ondan kontrolü aldığımda mektupları toplamaya başladım. Her ay bir mektuptu. Mektupları bulunma ihtimaline karşı yakardım. İçinde ise peşimizi bırakmayan “vivo” kelimesi yazıyordu. O zaman düştüm bu kelimenin peşine. Canımızın tehlikeye girebilme şüphesi çoktan zihinde başka bir benlik olabileceği düşüncesini baskıladığında Timuçin’e bizi bulsun diye dosyayı hazırladım. Timuçin’i hatırlama hikayem ise tesadüftü. Leyla'nın uyumadan önce açtığı haber kanalında gördüm onu. Leyla uyusa da ben izlemeye devam ederdim. İşlenen toplu cinayeti kısa sürede çözen başkomiser Timuçin Şaşmaz’ın ismi haber kanalında duyurulduğunda ona gitmem gerektiğine emin olmuştum.

Kutunun içinde oyuncak bebek olduğu görüsü ise Leyla’nın parçalanmasının işaretiydi. Onu, tüm sokak boyunca yürüdüğü zaman zihnine bıraktığım dehşet görüntüler, Süreyya’nın anlattığı ve her birinin Süreyya’nın dudaklarından çıktığını zannettiği sözleri benim eserimdi.

Zihninde yalnızca oyuncak bebek tezahürü vardı. Bebeği hangi görüntüde yarattı bilmiyorum, dedim ya ben sadece görmesi için korkuttum; ne gördüğünü ise görmemiştim.

Ayağa kalkıp kıyafet dolabına yöneldim. İçerisinden, kendime olacak bir şeyler aradım. Görüşüm, başımın ağrısından buğulanıyor. Biraz dikkatli baksam ellerimin titrediğini görecektim.

Üstümü giyinirken aynalara bakmadım. Başımın ağrısı ve midemdeki kasılmalar, aslında Leyla’nın içsel çırpınışlarının bir yansımasıydı.

Yarım saat sonra kapının kenarında duran portmantoya geldim. Peruğum olmadığı için saçlarımı ensemden topuz yaptım. Uzunluklarını görmek istemiyordum. Oyalanmadan dışarı çıktım. Kapıda bekleyen taksiye bindiğimde tek söylediğim şey, “Ümraniye’ye,” demek oldu.

Evden en uzak çarşıya gidecektim. Yol, uzayıp giden bir şerit gibi akıyordu; sessiz ve itaatkâr. Tekerleklerin her dönüşü, kasvetli bir ritimle içimde yankılanıyordu. Çarşıya vardığımızda taksiyi durdurdum, ücreti ödedim ve indim. Cadde, neredeyse tedirgin bir düzenle doluydu; insanlar sessizlikle yürüyordu. Adımları, kendilerinden önce yerleştirilmiş kuralların izindeydi. Başı eğik olanlar, yerin ağırlığını taşıyor gibiydi; başını yukarı kaldıranlarsa, meydan okurcasına göğü süzüyordu. Burada, insanların toplumsal rütbesi, başlarının duruşunda saklıydı.

Duvarlara baktım; ne bir yazı ne bir isyan, sadece kusursuz bir boya tabakası. Duvarlarda yankılanmayan çığlıklar, köşe başlarında askerlerin duruşunda asılı kalmıştı. Delikanlıların şakalaşarak vakit öldürdüğü köşeler, şimdi sessiz askerlerin nöbet yeriydi. Üniformaları, hangi teşkilata ait olduklarını saklıyordu. Onlar kendilerini tanıtmadıkları sürece kim olduklarını bilemezdin.

Yalnızca silahlarını tutuşlarından kim olduklarını tahmin edebilirdim. Büyük ihtimalle ayakları iki yana açık, elleri sırtlarında bağlı dururken silahını sırtında taşıyan askerler Arı teşkilatındandı.. Adım adım ilerlediğim sokağı bir diğerine insanların masa atıp oturduğu yerin birkaç metre uzağında duran asker Karıncalardandı. Çünkü, bir direk gibi duran adamın elinde, bacağına paralel duran silahı, beklemedeydi. Cadde, birçok sokağa bağlanıyordu. Her bir sokağın başına geldiğimde en ucunu görmek için duruyordum. İşte tam orada, silahını göğsünde tutan, her an bir hedef arayan askerler büyük ihtimalle Yılanlardandı.

Adımlarımı askerlerden uzakta tutmaya özen gösterdim. Varlıkları beni rahatsız etmiyordu. Düzene saygım vardı ancak simsiyah olan üniformaları, yüzlerini gizleyen siyah kar maskeleri, göğüslerini örten yelekte ki mühimmatlar insanı güvende hissettirmektense her an bir şey olacak düşüncesine kapılmasını sağlıyordu.

Duruşları kusursuzdu. Hangi teşkilattan oldukları önemli değildi, adamların dibine girmediğiniz sürece nefes aldıklarını göremezdiniz. Ben göremiyordum ve yanlarına yaklaşmayı da düşünmüyordum.

Sokaklara gelişi güzel yürüyordum. Aradığım yerin nerede olduğunu bilmiyordum. Burası büyük bir yerdi, aradığımı burada elbet bulacaktım. Bu yüzden yolumun bana sunduğu seçenekten sağı seçtim. Burada dükkanlar yemek üzerine kurulmuş, her adımda farklı yemeklerin kokusu geliyordu. İki dükkan ötede kestane pişiren bir kadın vardı. Kadın işine odaklanmış, kestaneleri keserken pişenlerinde yanıp yanmadığını kontrol ediyordu.

Heyecanlanmıştım. Tadını bilmediğim bir şeyi canım çekmiş, ağzımın içinde resmen tükürük birikmişti. Kadının tezgahına yaklaşıp, kocaman gülümseyerek “merhaba” dedim. Kadın, işine dalmış olacak ki sesimle irkilip başını kaldırdı.

“Merhaba.” dedi, sesi çok kısıktı. Sesi, sokağın içine gömülmüş gibiydi. Yine de düşünmedim. Tezgahın yanına atılan masalardaki insanlara göz gezdirdim. Kimisi tek başına oturuyor, kimisi birkaç kişi halinde oturuyordu.

“Biraz kestane alabilir miyim?” İsteğim üzerine kadın, “kaç tane istersin?” diye sordu. Başım yine masalara döndü. İnsanların neler yediğine baktım. Kahve içenler. Tostlar yiyenler. Hah, orada, en uç masada yaşlı bir adam, gözlük camları kestanenin dumanından buğulanırken önünde duran 5 adet kestaneyi doymaya çalışıyordu.

“5 tane alabilir miyim?” dedim. Sesim, heyecanımı belli ediyordu. Kalbim, bana ait olmayan bir bedende ihanet edercesine deli gibi atıyordu. Kadın, içi kestaneyle dolu keseyi bana uzattı. Ödemesini yapıp gitmeyi düşündüm. Ancak ayaklarımda, kalbimin ihanetine ortak olup, masalara yöneldi. Oysa ki hiç boş masa yoktu. Hepsine bakmıştım.

Kontrol bendeydi. Ayaklarım ise benden izinsiz en uçta oturan o yaşlı adamın yanına gidiyordu. İçimde normal bir gün geçirmenin neşesi. İçimde biri olmanın özgürlüğü vardı.

Adamın yanına vardığımda, “yanınıza oturabilir miyim?” dedim. Adam başını kaldırdığında elimdeki kestane kesesini salladım. “Tabi otur, kızım.” dedi. Adama teşekkür edip tam karşısına oturduktan sonra bir daha bakmadım. Kestaneleri kesinden çıkardım. Sıcaklıkları avucumu yakarken aldırmadım. Boş kalan keseyi, bir örtü gibi masaya koyup kestanelerimi de üstüne yerleştirdim.

Acele etmedim. İlk kestaneyi açarken parmak uçlarımı yakmasına izin verdim. Kabuğu çıkardığımda, krem renginde parıldayan şeye baktım. Leziz görünüyordu. Tadına duyduğum merakla ağzıma attım kestaneyi. Dilim yandı. Şikayet etmedim. İlk ısırığı aldığımda dilimde muhteşem bir tat patladı. Neredeyse dudaklarımdan bir inleme çıkacaktı. Yine de sessizce yemeğe devam ettim. Bedenim, mutlulukla rahatlarken ikinciyi, üçüncüyü ve geri klan kestaneleri ne zaman yediğimi fark etmeden yiyip bitirdim.

Çöplerimi, keseye yerleştirirken yüzümde sonu gelmeyecek gibi düşündürten gülümsemem vardı.

“Eskiden, kestane piştiğinde kış geldiğini anlardık. Haziran ayında kestanenin piştiği nerede görülmüş.” karşımdaki adam konuşana kadar varlığını unutmuştum. Dudaklarımda ki gülümseme adamın kelimeleriyle düz bir hale gelirken “mevsimlerden dolayı” diyerek adamı geçiştirmeye çalıştım.

Ayağa kalkmak için toparlanırken genç bir çocuk, en fazla 17 yaşında olabilirdi, “Ali amca, Ali amca!” diye bağırarak yanımıza koşuşturdu. Çocuğun sesi, etrafa yayıldığında hareketlenen askerleri gördüm. Adam da çocuğa bakmadan benim baktığım yere baktı. Çocuğa, “biraz sessiz ol oğlum.” diye uyarıda bulundu. Çocuk, omuz silkip yanımıza oturduğunda Ali amca dediği adamla birbirimize baktım. Askerler, adamı tedirgin etmişti. Bunu gözlerinden görebiliyordum. Ben ise çocuğun telaşına meraklanmıştım.

“Ne duydum bir bilsen Ali amca.” dediğinde koştuğunu belli eden göğsü hızla inip kalkıyordu. Üstünde yeşil tonlarında bir kazak ve pek kalın sayılmayan bir mont vardı.

Hareketlerimi daha yavaş hale geldi. Kestane çöplerini koyduğum keseyi elimde buruşturmaya başladım. “Yarbaylardan biri ölmüş.” Sesi, kontrol edemediği nefesi yüzünden hırıltılı çıkmıştı. Yaşlı adam, başını çocuğa yaklaştırdı. Elleri masada kenetlenirken “kim?” diye sorduğu sırada ben ayaklanmıştım. Bakışları bir an bana kaydığında ben onlara bakmamaya özen gösteriyordum.

Çocuk, adamın sorusunu cevaplamakta çekinmedi. “Yılanların başı ölmüş amca.” çocuğun sözü biter bitmez adamın ağzından “eyvahlar olsun” diye bir feryat düştü. Öğrendiğim bilgi ilgimi çekmişti. Kabanımı düzelttim. Çöpü de alıp gidecektim ki çocuk, “Amca daha fenası oldu. Başa bir kadın geçmiş.” dediğinde yerimde durdum. Adı Ali olan adamın bir şey demesini bekledim. Konuşmadı. Adama dönüp, “iyi günler” derken gitmemi beklediğini anlamıştım. Arkamdan “iyi günler kızım.” derken bile çocuğun hararetle bir şeyler anlattığını duymuştum.

Tezgahın yanına geri döndüğümde, kenarda duran çöp kovasına çöpümü atıp yoluma devam ettim. Çocuğun söylediklerini düşündüm. Siyasi bir alanda bir kadın başa geçmişti. Yılanlar yönetimde ki en güçlü birlikti. Bunu herkes bilirdi. Ancak onları korkulası yapan şey devletin askeri gücünün ellerinde olmasıydı. Darbe, yılanların öncülüğünde gerçekleşmişti. Şimdi ise yönetim koltuklarında bir kadın vardı. İşlerin hangi boyuta gideceğini pek de merak etmesem de kadına saygım vardı.

Zihnimdeki düşünceleri uzaklaştırıp dükkanlara bakmaya başladım. Her biri kimliksiz birer kutuydu; camlarında sadece "terzi", "fırıncı" ya da "ayakkabıcı" yazıyordu. Herhangi bir marka kullanmıyorlardı. Camların dahi kendi reklamları yoktu. Hiçbir şey özelleştirilmiyordu. Gecenin kütüphanesi bile yalnızca “kitapevi” olarak biliniyordu.

Adımlarımı hızlandırdım; hala aradığım şeyi bulamamıştım. Topuk seslerim, caddenin soğuk boşluğunda yankılanarak ilerliyordu. Ses, çıkmaz sokağın sonunda yükselen devasa duvara çarpıyor, orada kayboluyordu.

Arkamda, gözlerini üzerime diken askerlerin varlığı, bir gölge gibi hissettiriyordu. Nefes alırken bile gözlendiğimi biliyordum. Kadınlar hiçbir çağda tam anlamıyla sevilmemişti; belki de bir topuk tıkırtısının bile bir düzeni bozabilecek güçte olması yüzündendi.

Ama çıkmaz sokağın karanlık konforunda farklı bir şey vardı. İnsanlar burada, askerlerin yokluğunda daha cesurdu. Kelimeler havada yankılanmasa da fısıltılar bir nehir gibi akıyordu. Sessizleri, ancak bu kadar kalabalık olduklarından duyulabiliyordu. Her adımım, sokakların daraldığını, gökyüzünün daha da uzaklaştığını hissettiriyordu. Umursamadım. Aradığım dükkan tam karşımda belirdiğinde dudaklarımda tüm insanlara yabancı gülümseme belirdi.

Karşı kaldırıma geçtim. Dükkanın kapısını açtığımda geldiğimi duyuran çanın zilleri birbirine vurdu. İçerisi beyaz ışıkla aydınlatılmış, üç insanın aynanda zor sığabileceği bir yerdi. Ürünler, cam tabelanın içinde sergileniyordu.

Karşımda, otuzlarının başında, esmer tenli bir adam duruyordu. “Hoş geldiniz,” dedi ve başıyla beni selamladı. Selamına karşılık verdim. “Hoş buldum.” Sesi, bulunduğu dar dükkanda yankılanarak bir anlık bir doluluk hissi yarattı. Bakışlarım, adamın iri ama yorgun ellerine ve kıvrılan sakallarına kayarken omzumda asılı çantaya uzandım.

Çantamdaki şeyi bulmam birkaç saniyemi aldı; ardından ona uzattım ve “Bunu düzeltebilir misiniz?” diye sordum. Elimdekini aldı, cam tezgahın üzerinden hafifçe eğilerek inceledi. Parmakları sakallarına doğru gitti, bir an durdu ve kaşıdı. Sakalları, sigara dumanının yıllar boyunca bıraktığı gri gölgeleri taşıyor gibiydi oysa daha gençti. “Yarım saate halledilir,” dedi, gözlerini bana hiç kaldırmadan.

“Dışarıda bekliyorum,” dedim. Cevap vermesini beklemeden dönüp dükkandan çıktım. Sokak, içeriden daha canlıydı ama aynı ölçüde griydi. Çok uzaklaşmadım. Dükkana yakın bir noktada, camın hemen yanında sırtımı soğuk duvara yasladım. Onca dükkanın ve evin ardından zamanı insanlara dayatmak için duran saat kulesine baktım. Yürürken insanları izlemekten yapıları fark etmemiştim. Saat kulesi, bir çan kulesi kadar büyüktü. Saatin öğlene vurmak üzere olduğunu gösteriyordu. Kule, sağlam taş gövdesiyle yukarı doğru zarifçe yükseliyordu. Orta kısmındaki yuvarlak saat kadranı, çevresini saran ince demir detaylarla çerçevelenmişti. Küçük pencereler, kuleye simetri katıyor ve rüzgâra geçit veriyordu. Tepesinde, hafifçe yeşermiş bakırdan yapılmış konik bir çatı vardı; tüm zamana şahit olmuş olmanın zaferini gösteriyordu.

Evden kaçta çıktığımı bilmiyordum. Bu yüzden ne zamandır bu sokaklarda yürüdüğümü de bilmiyordum. Zamanın varlığını bilmek yüzümü ekşitmeme sebep oldu. Bakışlarımı etrafta ki tabelalara indirdim. Çıkmaz sokakta olduğumuzu gösteren kırmızı bir tabela. Yanında eğer sağdan gidersin St. Aziz Pavlus kilisesine gidersiniz diyen beyaz bir tabela. İlerde balıkçılar çarşısını gösteren bir yer. Sokak isimler, caddeleri gösteren oklar. Ben hariç kimsenin bakmadığı yazılar. Öyle ya ben hariç burada ki herkes yolunu biliyordu.

Böylece dakikalar geçti. Saat tam 12’ye vurduğunda saat kulesinde çanlar birbirine vurmaya başladı. Kimse başını kaldırıp bakmadı. Kimse yürümeyi bırakmadı. Kimse konuşmasını yarıda kesmedi. Herkes sese aşina bir şekilde yaptıklarını yapmaya devam etti. Benim ise içim ürperdi. Zaman, eline bir tokmak alıp ardı ardına başıma vurdu. Tüm yol boyunca varlığını unuttuğum baş ağrım geri geldi. Midem kasılmış, zevkle yediğim kestaneyi kusma dürtüsü bedenimi ele geçirmişti.

Çan çalmaya devam ederken biri çığlık attı. Görmedim. Kim olduğuna bakmadım. Yalnızca birinin canı alınıyormuş gibi bağırdığını duydum. Diğerleri de duydu mu diye başımı çevirdiğimde duymuşlardı. Çanın sesini duymayanlar o insanın sesini duymuşlardı. En azından buna alışmamışlar diye düşünürken kabanımın kuşağını sıktım. Ellerimi göğsümde bağladım.

İnsanların duraksadığını, adımların kararsızlaştığını görebiliyordum. Çığlığın sahibi, genç bir kadın, ellerini kollarına dolamış, yalınayak bir şekilde sokağın ortasında kendini attığında gözlerim sonuna kadar açıldı. Saat 12.01 geçiyordu. Çanlar susmuş, saat kulesi gölgesini insanların üzerinden çekmişti.

Kadının gözleri irileşmiş, panikle çevresine bakıyordu. Elleri titriyor, bir şeyler söylemeye çalışsa da kelimeler boğazında düğümlenip kalıyordu. Dudakları açılıp kapanırken bir adım geriye çekildi.

O an, teşkilatların harekete geçtiğini gördüm. Önce askerlerden biri, silahını göğsünden kaldırarak kadına doğru yöneldi. Ardından, iki kişi, omuzlarına asılı tüfekleri tutarak onun peşinden ilerledi. Sokakta bir gerginlik dalgası yayılmıştı. İnsanlar kenara çekiliyor, duvar diplerine sığınıyorlardı.

Boğazımda, yutkunamadığım nefesimle olanları seyrediyordum. Askerlerden biri ise kadına yaklaştı ve soğuk bir sesle, "Burada ne yapıyorsun?" diye sordu. Kadın cevap vermedi, sadece geriye doğru bir adım attı. O an, başka bir askerin sokağın diğer ucundan belirdiğini gördüm. Bir el işaretiyle diğer askeri durdurdu. Bu, teşkilatlar arasında sessiz bir anlaşmanın işareti gibiydi.

Kadın, korkuyla başını iki yana sallarken askerlerden biri, tüfeğini yere indirip yaklaştı. "Sakinleş," dedi, sesi diğerlerinden daha yumuşaktı ama yine de tehditkar bir ton taşıyordu. Kadının ne yaptığını anlamaya çalışıyor gibiydiler. Bu sırada insanların arasından biri, bir şey söylemek için ağzını açtı ama hemen vazgeçti.

Sırtımı dayadığım duvardan doğruldum. Sokak, insanların korku dolu bakışlarıyla dolup taşarken, ben dükkandaki adamın bile cama yaklaşıp izlediğini fark ettim.

Kadının sessizliği, sorguları boğarak havaya yayılan bir tehdit gibiydi. Teşkilat askerlerinin sert ifadelerine aldırış etmiyor, ağır ve ölçülü hareketlerle kendi ekseninde dönüyordu. Gözleri, tek tek askerlere değiyor, ardından insanların bakışlarına saplanıyordu. Sokağı dolduran nefesler hızlanırken, ben alt dudağımı dişlerimin arasına sıkıştırmış, istemsizce çekiştiriyordum.

Göz göze geldik.
Bir anlığına, dünya omuzlarıma çökmüş gibi oldu. Ama bu sadece bir yanılsamaydı. Geriye yaslanmadım, elim duvara gitmedi. Soğuğa ihtiyacım yoktu. Başım ağrıyordu, evet, ama buna alışkındım. Alnımın zonklaması, damarlarımın çılgınca atışı… Bunlar önemsizdi.

Dudaklarımda bir nabız atıyordu, dişlerimin arasından kaçan bir et parçası gibi. Ama ben titremedim. Kadın gözlerini benden çekmiyordu. Sanki içimi oyup görmek istiyordu. Önemsemedim. Ruhum, bakacakları bir şey değildi.

Sokağın atmosferi bir anda değişti. İnsanlar nefeslerini tuttu. Arkamdaki askerlerin parmakları tetiklere kaydı, hareketlerini görmeden bile hissedebiliyordum. Beni hedef almak isteyeceklerdi. Yanlış bir adım atsam, yere düşecek ilk kişi ben olurdum.

Ama ben adım atmadım. Gözlerimi kaçırmadım. Kadını izledim. Solgun teni, açlıktan kemiklerine yapışmış derisi, bakımsız saçları… Bunların hiçbirinin önemi yoktu. Beni ilgilendiren tek şey, gözlerindeki karanlıktı. İçindeki öfke, yarım kalmış bir fırtına gibiydi.

Bana doğru yürümek istedi. Askerlerden biri anında silahını kaldırıp yolunu kesti. Hareket gereksizdi. Kadın silahı görmüyordu bile. O sadece bana bakıyordu.

Asker, sert ve gereksiz bir ısrarla sordu: “Kimsin sen, kadın?”

Kadın yanıt vermedi. Çünkü onun için burada, şu an, sadece ben vardım.

Dudakları titredi, ama bu bir tereddüt değildi. Kelimeleri doğmadan öldü, yerine sessizliğin daha ağır bir şey bıraktı.

Elini kaldırdı. Beni işaret etti.

Kahkahası önce ince bir çizgi gibi süzüldü havaya, sonra kırılgan bir ipliği koparırcasına yükseldi. Çıkmaz sokakların duvarları bu sesle titredi, taşlar çatlayacakmış gibi gerildi. Ama ben durdum. İzledim. Bekledim.

Askerler, ellerini silahlarının kabzasına daha sıkı sardı. Bir adım daha attılar. Kadın umursamadı. Onların varlığı, tıpkı benim için olduğu gibi onun için de önemsizdi. Beni işaret etmeye devam etti.

Kahkahası aniden kesildi. Çürümüş bir sessizlik geride kaldı. Sonra sesi, bir bıçağın bileğini keserken çıkardığı soğuk tınıyla konuştu:

“Bir zamanlar ben de böyle güzeldim! Sistem elimden her şeyi alana kadar!”

Bu bir itiraf değildi. Bir lanetti.

Hareketi hızlıydı. Tişörtünü sıyırdı. Belinde ince bir ip gibi duran pantolonunun kemerine sıkıştırılmış bıçağı çekti. Metal havayı yardı. Silahların namluları hafifçe indi. Askerlerden biri bir şey söylemek için ağzını araladı. Ama kelimeler, bıçağın hızına yetişemedi.

Kadın, gözlerini kırpmadan bıçağı göğsüne sapladı. Etin ve kemiğin birbirinden ayrılışını duyduk. Bıçağın ucundan sızan kan, ağır ağır kıyafetine yayıldı. Kadın dizlerinin üzerine çöktü. Dudakları aralandı ama içinden bir kelime çıkmadı. Sadece bir nefes, eksik ve yarım.

Onu izledim.

Ne ileri atıldım, ne gözlerimi kaçırdım. Ölümü seyretmek, öldürmekten daha kolaydı.

O an anladım. Kadın evsizdi ve sistem çocuğunu almıştı.

O an anladım. Kadın, sistemin çürüttüğü bir bedenden ibaretti. Çocuğu elinden alınmış, kendisi ise bir enkaza dönmüştü.

Yerimden kıpırdamadım. Nefes almayı unuttum. Sokakta panik yükseldi. Çığlıklar birbirine karıştı. İnsanlar sağa sola savruldu. Bir kadın yere kapaklandı, ellerini kaldırımlara geçirip tutunmaya çalıştı ama arkadan gelen ayaklar onu ezip geçti. Bir adam, bir dükkânın kapısına tutundu, içeri çekildi ve kapıyı hızla kapattı. Kimi korkudan arkasına bile bakamadı, kimi cesaretini toplayıp göz ucuyla olanları süzdü.

Kadının bedeni yere düştüğünde sert bir ses yankılandı. Kanı, çenesinden damla damla kaldırıma süzüldü. Göğsüne saplı bıçak, mezar taşı gibi dimdik duruyordu. Soluğu birkaç kez titredi, sonra tamamen durdu.

Askerlerden biri bakışlarını cesetten bana çevirdi. Silahını kaldırdı. Namlunun ucundaki soğuk tehdit, tam göz hizamdaydı.

Kalbim yerinden çıkacak gibi atıyordu. Ama ben yere, kadının bomboş gözlerine bakmaya devam ettim.

Sokağın köşesinde biri telefonunu kaldırdı. Kamerası, çerçevenin içine beni ve ölüyü sığdırmaya çalışıyordu. Bir asker hızla silahını doğrulttu. Adam irkilip geriledi.

Silahını bana doğrultan asker, siyahların içinde, yüzü maskeli halde yanımda dikiliyordu. Hareket etmedi. Olaydan etkilenmemişti.

"Kadını tanıyor musun?" Sesi, uzaktan gelen boğuk bir uğultu gibiydi. Dikkatimi ona vermedim. Zihnimin içinde Eflatun'un gözlerini sıkıca kapattım. Kanı görmesine izin veremezdim. Kan, onu çağırırdı. Bedensel zayıflık, onun için yalnızca bir engeldi; o engeli yıktığında geriye benden hiçbir şey kalmazdı.

Asker, soğuk namluyu şakağıma dayadı. "Sana diyorum. Soruya cevap ver. Bu bir emir."

Kadının kanı, bedenini bir kefen gibi örtüyordu. Etraf sessizleşmişti. İnsan kalabalığı azalmış, telsiz sesleri havada yankılanıyordu. Bir başka asker yaklaştı. Adımları ritmik ve düzenliydi. Önümde durduğunda, ona konuşmadım. "Silahını indir. Kadını tanımıyorum."

Sesim soğuktu. Asker, namluyu şakağıma biraz daha bastırdı, sonra silahı göğsüne geri yerleştirdi.

"Teşekkür ederim," dedim, kelimeler küfür gibiydi.

Önümdeki askeri süzdüm. Güçlü yapısını, üniformasının keskin hatlarını incelememe kimlerden olduğunu anlamama gerek yoktu. Cam gözleriyle tam karşımda dikiliyordu.

“İsmin ne?” Sesi, maskesini yırtıp geçecek kadar serti.

“Vega.” dedim, monoton sesimle. Hala saatler öncesini hatırlıyordum. Eflatun için bir kez daha beni kırıp geçmişti. İşkencecisini arayan asker şimdi tam karşımda dikilirken “burada ne halt ediyorsun Guguk Kuşu?” diye sordu.

Sözlerinden önce bedeni konuştu. Eliyle, kulağındaki kulaklığı kapatmış, duyduğu ismimle bedeni bedenimi duvarlara arasına almıştı. Sabahki “neşesi” devam ederken yana kaydım. Şimdi, o sözleri arasında kalan yalnızca kendisi vardı. Tüm askerler bizi görebiliyor, sırtım sokağın çıkışına bakıyordu.

“Buraya gel.” dedi, yaptığımı anladığında.

“Hayır. İsteklerimi dinlemediğin sürece seni dinlemeyeceğim R.” dediğimde gözleri karardı. Dilediği kadar öfkelenebilirdi. Onun karşısında, kaçırıp işkence ettiği kadın yoktu. Ben vardım. Dudaklarını öptüğü, güzel sözler söylediği kadındım. Bana ona göre davranacaktı.

R, yüzüme baktı. Gözlerinin ardında bir şeylerin hareket ettiğini görebiliyordum; öfke, şaşkınlık, belki de başka bir şey. Ama hiçbir duygu yüzeye çıkmadı. Yalnızca sessizlik. O sessizlikte, kimin daha uzun dayanacağını görmek için birbirimize kilitlendik.

Sonunda, sesi metal gibi çıktı. “Dinliyorum."

Kaşlarımı kaldırdım. "Kontrol bendeyken, zorla o zehri içmeyeceğim."

R başını yana eğdi, tıpkı bir avcı gibi, hedefini daha iyi görmek istermiş gibi. "Yoksa."

Tereddüt etmedim. “Bizi yok ederim.”

Bahsettiğim romantik bir anlama sahip değildi. Benliği, bedeni ve tüm kişilikleri yok ederdim. Sözümde duracağımı çok iyi biliyordu.

Arkamda kalan sokağın çıkışına bir göz attım. Askerler pozisyonlarını koruyor, kimileri telsizlerden gelen emirleri bekliyordu. Kadının bedeni ise kaldırılmıştı.

"Tamam." dedi sonunda, sesi daha derindi.

R’nin onaylayan sesi havada asılı kaldı. O kelimenin içine gizlenmiş anlamları tartarken gözlerimi ondan ayırmadım. Bu bir teslimiyet değildi. O, asla teslim olmazdı. Ama artık kurallarımı kabul etmek zorundaydı.

Sert bir hareketle geriye çekildi, maskesinin ardında sakladığı ifadesi değişmeden bana baktı. Sonra başını diğer askerlere doğru eğdi, sessiz ama kesin bir komut verdi. Telsiz sesleri kesildi, tetikte bekleyen adamlar bir adım geri çekildi.

Güç dengesi değişmişti.

Dudaklarımın kenarı belli belirsiz kıvrıldı. “İşte böyle,” dedim, boğuk bir fısıltıyla.

“Beni fazla zorlamaya kalkma, Vega.” R’nin sesi hâlâ soğuktu, ama içinde çatlaklar vardı.

Omuz silktim. “Seninle oynarken en sevdiğim şey bu.”

R’nin gözleri kısıldı, bir an için elinin silahına gittiğini düşündüm. Ama sonra sadece başını hafifçe yana eğerek beni tartmaya devam etti. “O güzel aklından neler geçiyor?”

“İnan aklımdan bile güzel.” Yüzümde nasıl bir ifade vardı bilmiyorum ama maviliklerinin yandığını görebiliyordum.

“Bilmem gereken bir şey var mı?” Yemin ederim görmesem de tek kaşının kalktığına emindim. Sesinde tanımadığım bir güç vardı. Tam önüne bir adım attım. “Benim bilmem gereken bir şey var mı?” diye sordum. Boyu, benden bir karış uzundu. Belki daha fazla ama azı değildi. Yüzünü yüzüme yaklaştırdığında, geriye yatırdığım başım da dengeler sarsılırdı. Ancak bu hareketimden ötürü değildi duyduklarımdan ve zihnimdeki dehlizlerin yıkılmasındandı: “Dilediğini yap Guguk Kuşu, kimse sana yaklaşamaz.”

Aramıza üçüncü bir ses girene kadar gözlerine baktım. “Abla ürün hazır.” dedi, dükkânın kapısından başını uzatan adam.

Adama başımı sallayıp, R’ye döndüm. “Hoşça kal, asker.” dedim önünden geçerken. Sesimi düz tutmak için harcadığım çaba çenemi ağrıtmıştı. “Hoşça kal, kadın.” dediğini duyduğumda dükkandan içeriye adım atmıştım. O, büyük olasılıkla askerlerin yanına dönmüş, hatta kulaklığını açmış emirleri dinliyordu. Ben ise, adama ücretini öderken kalbimi duymamazlıktan gelmeye çalışıyordum.

Dükkandan çıkıp yol üstünde başka bir dükkâna uğradığımda kafamda yalnızca düşünceler dolanıyordu.

---------- Saatler önce. Saat 07:40-----------

Timuçin gördüklerinden sonra kafasını sınıfın camından dışarıya uzatmıştı. Nevzat, ağzı bir karış açık cesedin önünde duruyordu. Eline giydiği eldivenin parmak uçları kızıllaşmıştı. Cesedin üstündeki izlere dokunmadan duramamıştı. Dilini damağında şaklattığında herkes kısa bir süre ona baktı.

Sınıfın arka iki köşesine konumlandırılmış iki tripod ve kamera vardı. İki olay yeri uzmanı sıraların her birinden parmak izi toplarken, çoktan yatağında uyuyan müdür uyandırılmış elinde sınıf listesini Timuçin’e verdikten sonra olay yeri uzmanlarını izliyordu. Karınca Timinden gelen asker Aslan’ın yanında tüm okullara tatil verildiğine dair konuşma yaparlarken Aslan, bu saatte böyle bir bilgiye ancak çocukların haberi olabileceğini söyleyerek geçerli bir sebep sunulmasını talep ediyordu. Savcı hanım elinde tuttuğu peçeteyi yumak haline getirmiş, sıkı sıkıya tutarken okula zincir vurulacağını söylemiş, çattığı ince kaşlarıyla ona arkası dönük Timuçin’e laf anlatmaya çalışıyordu.

Nevzat, ellerini kalçasına dayamış geri geri yürürken savcı hanıma çarpmış yine de aldırış etmeden cesedi daha iyi görebilmek için açısını ayarlamaya çalışıyor. Yere eğilmiş, kanıt arayan uzmanlardan biri Nevzat’ın hareketlerini takip eden tek kişiydi. Başını iki yana sallayıp, komiserin ne kadar deli olduğunu düşünmüştü. Ancak içeriye ıslık çalarak giren Sezin’i gördüğünde derin bir nefes alma gereği duymuş. Bu insanlarla ömrünün nasıl geçtiğini sorgularken gözünün önüne gelen askeri botlara kaş çatmıştı. “Galoş giymelisiniz.” Sesi, bıkkın ve cılızdı. Titizlikle çalıştığı alana çamurlu ayaklarla girilmesine sinirlenmişti.

Adama tepeden bakan Sezin, maskeden dolayı adamın ne dediğini anlamakta zorlansa da ayaklarına ve galoş kutusuna bakan bakışlarını takip ettiğinde ne dediğini anlayıp bir çift galoş giydi. Henüz cesedi incelemeye başlamadan adamın yanına eğilip, “ayak izinden takip etmek kolay mı?” diye sordu.

Sezin'in dalgın sesinden ciddi olup olmadığını anlamadı olay yeri uzmanı. Kısa bir an komiserin ayaklarına bakma ihtiyacı duydu. Sonra kendi ayaklarına, giydiği tuluma baktı.

“Evet.” dedi kısaca. Hatta sesi titremiş bile olabilirdi çünkü sesi çok cılızdı.

“Ama nasıl?” diye sorduğunda Sezin, yeri kaplayan taşın çizgilerini takip ediyordu.

Olay yeri uzmanı, kısa bir duraksamanın ardından Sezin’in sorusuna cevap vermeye karar verdi. “Basınç dağılımına, ayak izinin derinliğine ve yürüyüş modeline bakarak,” dedi, sesi hâlâ belirsizdi.

Sezin’in bakışları yerde, taşların üzerindeki ince izleri tarıyordu. “Yani, birinin nasıl yürüdüğünü izleyerek hakkında tahminler yürütebiliyorsun.”

Adam başını salladı. “Evet. Hangi ayağını daha çok kullanıyor, yürürken dengesini nasıl sağlıyor, acele mi ediyor yoksa sakin mi… Bazı şeyleri anlamak mümkün.”

Sezin, dudaklarını belli belirsiz büktü. “O zaman, katilin burada ne hissettiğini de görebiliyorsundur.”

Olay yeri uzmanı, bu sefer cevap vermeden önce dikkatlice Sezin’e baktı. “Ayak izleri duyguları anlatmaz. Ama kaçmak isteyen biriyle tereddüt eden birini ayırt edebilirim.”

Sezin başını kaldırıp adama baktı. “Peki ya birini öldürdükten sonra ne hissettiğini?”

Adamın yüzü gerildi. “Bu… Yerde bıraktıkları izlere bağlı.”

Sezin, ayağa kalkıp adama hiç bakmadan. “O zaman öğrenelim,” dedi, gözleri buz gibi soğuktu. Olay yeri uzmanı karşısındaki cinayetin böyle çözülemeyeceğini söylemeyi düşündü ancak sonra vaz geçti.

Sezin olay yerine yani sınıfın içine göz attığında Timuçin ve savcı sınıftan çıkmış, okul müdürü işsiz kaldığının düşünerek evinin yolunu tutmuş, haberlerden okulların tatil olduğunu öğrenen çocuklar ise Aslan’ın düşündüğünden ziyade hiç sorgulamadan üniformalarıyla uyumaya geri dönmüştü.

Sezin, kolunu Nevzat’ın omzuna atıp cesede baktı. Ağzından bir küfür çıkmıştı ki Nevzat olaya el atıp, küfrü sonlandıran kelimeleri söylemeye başladı. Sezin, Nevzat’ın bu hareketine yarım bir gülüş bırakmış ardından adama dönerek “elimizde ne var, komiserim?” demişti. Sesinde ise yalnızca öfke vardı.

Nevzat, Sezin’e hiç dönmeden karşısındaki şeytan işini anlatmaya koyuldu. “Katilin vakti varmış. Hademe okuldan akşam yedide ayrıldığını söyledi. Anormal bir şey görmemiş. Sabah 06.30’da geldiğinde bulmuş cesedi. Kadın, sorgudan sonra eve gönderildi. Ayrıca okulun dışında dört kamera var. Okul sokağı, kapı önü, ön ve arka bahçe. Hepsi temiz. Okulun içinde müdür odası, öğretmenler odası ve iki koridor kamerası. Onlarda temiz.”

“Kadınla kim konuştu?” sordu Sezin.

“Baş komiser.”

Sezin “Peki, okuldan biri olma ihtimali nedir?”

“Müdür harici altı erkek personel var. Hepsi yaşını almış öğretmenler, kimse nefesi tıkanmadan bu kadını bu hale getiremez.” diye cevap verdi Nevzat. Sözlerinden hiç çekinmeden devam etti: “Katil benden ince. Hatta aynı boyda bile olabiliriz. Tabi katil benim demiyorum ama kadını bel kısmında Asma Caddesinin hayat kadınlarında olan dövmeden var. Dört yapraklı yonca dövmesi. Bir erkeğin fenotipine bakarak para karşılığında sevişip sevişmeyeceğini anlarsın.”

“Nasıl yani?” Sezin’in sorusunu yalnızca Nevzat değil, sınıfın kapısında duranlar bile duymuştu. O duyanlarda onlara döndüğünde Nevzat, pürüzsüz çenesini ovuşturup başını onaylarcasına salladı.

“Komiserim, kadınların erkeklerden korktuğu dönemdeyiz. Herkes eskisi gibi sevişemiyor. Katilin çevresinde az ya da hiç kadın yok. Eminim. Sana şunu söyleyeyim, o evde bence bu kadın gibi görünen yok. Kadın siyah saçlı, saç dipleri bunu belli ediyor. Göz bebeği oyulmuş olsa da yeşilden yana oy kullanıyorum. Kadına bak, beyaz tenli. İnce yapılı ve uzun boylu. İşi daha da kolaylaştırayım saçında boya da yoktur kesin.”

“Bunları o kuduz burnun mu söyledi?” Sezin’in kinayeli sesi kötü niyetli değildi. Cinayet büroda çalışan herkes Nevzat’ın cesetleri gözünde canlandırabildiğini bilir. Kimi zaman teşkilattan askerler dahi gelmiş, Nevzatla iş yapmıştı.

“Burnumdaki tek delik kapandı.” Bu sözler alay edercesine değil, sinirle söylenen sözlerdi. Nevzat, hislerini bastırmakla ilgilenmezdi. Açık bir karakterdi. O yüzden duruşunu hiç bozmadan konuşmaya devam etti.

“Ne diyordum. Hah: Kadın Leyla’nın aynısı. Katil, katil işte, takıntılı, manyak. Kimse hayat kadını olarak gördüğü birine böyle süslü cenaze hazırlamaz. Onun izzeti ikramı için nezarethaneyi süslemeden önce aldığı nefeslere şükretsin.” Nevzat son cümlesinde kıpkırmızı kesildi. Sesi korkulacak derece sakin çıksa da titreyen bedeni öfkesini belli ediyordu.

Sezin onun öfkesini anlıyordu. Ya da anladığını sanıyordu çünkü senelerini cinayete adamış bu adamın tam olarak nereden geldiğini kimse bilmiyordu. Bazen empati yapabilmek için o duygunun tadına yanlışlıkla olsa da bakmanız gerekirdi. Sezin, Nevzat’a empati yapamazdı. Onun duygusu, kimsenin tadına bakmadığı bozuk süt gibiydi.

Annesi, Nevzat’ı tek başına büyütmeye çalışırken hayatında seçmesi gereken zorlu yollara girmişti. Onlardan biri de Asma Evi’ydi. Oğlunun ortaokul masraflarını evlere temizliğe giderek halledebiliyordu. Konu ev masrafları ve kendi karın tokluklarına geldiğindeyse ellerinde avuçlarında hiçbir şey kalmıyordu. Bir gün, Nevzat daha 11 yaşındayken okul gezisine gitmek istemişti. O dönem annesi işten çıkartılmış, beklediği iki ev sahibinden de haber çıkmamıştı. Oğlunun hevesine göz yumamamıştı. Onu kovan eve gitmiş, neden kovulduğunu bilerek kapıyı çalmıştı. Ev sahibi olan patronu onunla bir gece teklifinde bulunmuştu. O ilk teklifle Nevzat geziye gidebildi. İkinci teklifle karınları doydu. Üçüncü teklifte Nevzat liseye geçmişse de artık annesi kendinde değildi. Uyuşturucu, bilmediği bir şekilde içine sızdığında adam artık yanında arkadaşlarını da getirir olmuştu. Son sefer ise bir daha anne olamayacağını bildiği gündü. Adam, Nevzat’ların evine gelmiş, kadına orada zorla sahip olmaya çalışırken Nevzat her şeyi görmüştü. Adamın kafasında kırdığı evlerindeki tek tabakla körlenmiş bıçağı çektiğinde annesi kendinde değildi. O gün o evden adam çıkabildi. Sabahına kadını ve oğlunu hapse attırmakla ilgili tehdit ederken tek derdi Nevzat’ın canını yakmaktı. Öyle de yaptı. Asma Ev’de çalışması şartıyla adam, kadının oğlundan, şimdilerde komiser olan Nevzat Alacalı’dan şikayetçi olmayacaktı.

Kadın, anne Leman Alacalı oğlunu okula götürerek son annelik görevini yaptığını düşünüp gitti. Asma Ev’e girdikten sonra ise bir daha anne olamadı. Üç yıl sonra Nevzat yetiştirme yurdundan çıkıp onu bulduğunda çoktan intihar edip öldüğünü öğrenmişti.

O eve, Asma caddede bulunan ismini kadınların kendisini asmasında alan eve bir kere daha gitme düşüncesi Nevzat’ın duruşu titretirken zihninde dönen anıları ruhunun köklerini etrafa savuruyordu. Gözlerini, karşısında duran cesedin kapalı gözlerinden ayırmadan konuşmaya devam edecekti ki içindeki fırtınayı hissetmiş gibi Sezin, omzunu ovalamıştı. Sesinin titremesinden tereddüt etmeden, “kadını Leyla olarak seçmiş. Senin konuşman daha iyi olur; sor bakalım takıntı eski sevgilisi var mıymış, takriben lise zamanından kalma.” Nevzat’ın haklı bir yere değdiğini düşündü Sezin.

“Güzel.” Duydukları sesle iki komiserde arkasını döndü. Ses, baş komiserleri Timuçin’e aitti. Yanında Aslan’la beraber onları dakikalardır dinliyorlardı. İkisinin de onları fark etmemesi Timuçin’i rahatsız etti. Yine de bunu belli etmedi, bunu sonra konuşmayı düşündü. Kollarını göğsünde kavuşturmuş, gözlerini cesette dikerek konuştu. “Yeni biri mi? Zanaatçı mı?”

Nevzat ona söz düşmeyeceğini düşünerek geri adım attı. Sezin, yan gözle geri çekilen adamı süzdükten sonra baş komiserine döndü.

“Taklitçi.” Sezin’in tek cümlesi Timuçin’in ona bakması için yeterli olmuştu.

“Anlat.” Kısa ve net bir emirdi.

“Yalnızca gözler ve saç detayı olsa amenna bir ihtimal başka biri derdim ama bu direkt taklitçi.” Timuçin, Sezin’i dinlerken kaşlarını çatmıştı. Kısa tırnaklarıyla çenesini kaşımaya başladığında Sezin’in duraklamasını fark etmedi. “Kadının uyluklarından alınan deri parçaları işin içine girince Zanaatçıyı taklit etmek istediği belli oluyor. Peki neden Zanaatçı değil derseniz cevabı basit. O cesetleri köşelere atıp gidiyor, çöp olarak görüyor. Oyuncak bebeğini alıyor ve kutusunu çöpe atıyor.”

“Soruyu farklı sorayım. Neden taklitçi?”

“Leyla Gitmez’e dair takıntısı olduğu aşikar. Tahtaya kazınmış yazı onun takıntısının bir örneği. Hatası burada, Zanaatçı öldürdüğü kadına dair iz bırakmıyor. Onun cinayetlerindeki tek takıntı 26 yaşında olmalarıydı. Leyla Gitmez’de 26 yaşında evet ama el yazısı, fotoğraf ve seçtiği kadın sabit ruh haline sahip birine götürüyor bizi.”

Timuçin dağılan saçlarını tek eliyle düzeltirken Sezin’in sözlerine ekleme yaptı. “Cesedi asmadan önce sıraya yazıyı kazıdı.” Durup kısa bir an cesede baktı. Kadın ellerinden ve ayaklarından çarmıha gerilmiş gibi duruyor, tüm kadınların günahı ödetilmişti. Ellerinde ve ayaklarında bağlı olan kırmızı kumaşlar toplansa da izleri muntazam bir şekilde duruyordu. Bileklerinde morarma ya da çürüme yoktu. O kırmızı kumaşlar mesaj vermek için orada duruyordu. Hatta Timuçin neredeyse Leyla’ya gelen kutudaki kırmızı kumaşla aynı tür olduğuna emindi. Bakışları kadının düzensiz kazınmış saçlarından göğüslerine indi. Göğüs uçlarına mandalla asılan fotoğraflar şu an delil torbasındaydı. O fotoğrafları Leyla’ya karşı cinsel bir saldırı hayaliyle koyulduğunu düşündüğünde tüm bedeni gerildi. Ancak bakışları ağır ağır bacaklarından ayaklarına düştüğünde tüm gerginlik öfkeye döküldü. Ayaklarının üstüne “vivo” yazılmıştı. Leyla daha saatler önce bu yazıdan rahatsız olduğunu söylemişti. O an bunu önemsiz bulmuştu. Pişmanlık omuzlarına çökemeye niyetlendiğinde Agah’ın kaleminde de aynı yazı yazdığı düşüncesi pişmanlığını alıp götürdü. Öfkesi, tüm duygularına karşı dimdik ayakta duruyordu. Ses tonuna saklama gereği duymadan devam etti: “Avuçlarında ve ayak tabanında açılan oyuklardan kan akıtmak saatler hatta günler gerektirir. Kadının kan kaybından ölmesi için bekletmiş. Leyla, ona gelen kutuda oyuncak bebek olduğunu söylemişti. İki örneğin karşılaştırılmasını istiyorum.”

“Olabilir. Bu da yeni biri ya da Zanaatçı olma ihtimalini ortadan kaldırır. Taklitçi, kameralara görünmeden buraya geldiğine göre önce kameraları halletti sonra da yazıyı yazdı. ” diye araya girdi sezin.

“Ancak kameralar üç gün önce de takılı kalmış.” Nevzat araya girme ihtiyacıyla amirlerinin yanına geri geldi.

“Güvenlik ya da idareci niye fark etmemiş?” Soru Sezindendi.

“Basit, kamera takibi idarecide ve iki haftadır doğum izninde.” dedi Nevzat.

“Onun yerine bakması gereken müdürün ise anahtarım yok gerekçesiyle ilgilenemediği biliniyor.” Bu sefer, takım elbisesi içinde buraya uymayan Aslan Dağdelen araya girdi.

“Sen bir dur.” dedi Timuçin elini kaldırıp Aslan’ı sustururken. “Elimde bolca profesyonel var.”

Aslan, Timuçin’in dur işareti yaptığı eline baktı. Bakışlarını oradan çekmeden cebine uzandı. Cebinde duran cüzdanında bir kartvizit çıkartıp Timuçin’inin parmaklarının arasına sıkıştırdı. “Akşam aradığından emin ol başkomiser.” diyerek yanından geçerken kimsenin duymadığına emin olarak kulağına bir şey fısıldadı. Sonra ise Timuçin’e karşı herhangi bir fiziksel temasta bulunmaktan kaçınıp sınıftan çıktı.

Timuçin arkasından bakmış, kartviziti ise arka cebine atıp dudakları arasında bir şey mırıldansa da kimse duymadı. Çatılmış kaşlarını ovaladı, acele etmeden derin nefes alıp verdi. Ağır hareketlerle Sezin ve Nevzat’a döndüğünde dudakları arasına sigara alma ihtiyacıyla kasıldı. “Şu “vivo” kelimesi...” dedi ancak devam etmedi.

Nevzat, cebinden çıkardığı not defterinin sayfalarını hızlıca çevirdi, kalemiyle sayfaların köşesine vurup dururken Sezin’inin dikkatini çekti. Kadın, çatılmış kaşlarıyla küçük deftere baktığında “O benim mi?” diye sordu. Nevzat başını defterden kaldırmamış boş kağıda bakarken “evet” demişti. Onu görmediklerini sansa da Sezin’de Timuçin’de Nevzat’ın büzülmüş dudaklarının gülmemek için olduğunu görmüştü.

Sezin gözlerini devirip, boğazını temizlemek için öksürmüştü. “Yaz bakalım Nevzat, elimizde ne varmış. Bir, kurban başka bir yerde öldürüldü ve buraya taşındı. Bunun için gereken süreyi ve olası güzergâhları belirlememiz gerek. İki, kırmızı kumaşlar sembolik bir mesaj taşıyor. Kadının bilekleri ve ayak bileklerine özenle sarılmış. Kesilmiş, bağlanmış ya da düğüm yapılmış değil. Sadece sarılmış. Üç, ayaklarının üzerine yazılan ‘vivo’ kelimesi ya doğrudan Leyla’ya ya da onun üzerinden bir başkasına gönderilmiş bir mesaj. Bu kelimenin anlamlarını da araştırmalıyız. Dört, güvenlik kameraları olaydan günler önce devre dışı bırakıldı, yani katil buraya daha önceden geldi ve hazırlık yaptı.”

Timuçin, elini çenesine götürüp başparmağıyla dudaklarını ovuşturdu. “Bir de fotoğraflar var.” dedi, sesi daha sert çıkmıştı. “O fotoğrafları kimin çektiğini, ne zaman çekildiğini ve kimlerin elinden geçtiğini bulmamız lazım. Birinin çekip internetten sızdırdığı türden mi, yoksa Leyla’yı birebir takip eden birinin işi mi? Ayrıca, Leyla’ya gönderilen o kumaşın da bir bağlantısı olmalı. Eğer ikisi de aynı kaynaktan geliyorsa, Leyla çoktan oyunun içine çekilmiş demektir.”

Nevzat, kaşlarını kaldırarak Timuçin’e döndü. “Senorita Leyla’ya söyleyecek miyiz?” diye sordu. Sorunun cevabını merak ettiğinden değil, baş komiserinin bu konudaki yaklaşımını görmek için sormuştu. Işıldayan gözlerle iki amiri arasında mekik dokudu. Sezin, saçını tutan tokayı hışımla çektiğinde neredeyse bağırıyordu. “Senorita da ne Nevzat!” Gür saçlarını parmaklarının arasından geçirip dağıtırken sinirden kabaran göğsü Nevzat’ı eğlendirmişti.

“İspanyol polisiye severim amirim.” derken çok ciddi bir şeyden bahseder gibiydi. Timuçin, kahkaha atmamak için dişlerini sıkarken Sezin, Nevzat’ın kafasına vurmuştu.

Timuçin kısa bir sessizliğin ardından başını iki yana salladı. “Şimdi şöyle yapacağız.” diyerek ikilinin kendini toparlamasını bekledi.

“Nevzat, Asma Ev’e git, kadın hakkında her şeyi öğren. Kimmiş, kimin nesiymiş, adı, yaşı, kimlerle görüşmüş, ikamet ettiği başka bir yer varmıymış her şeyi bilmek istiyorum. Sezin, sen şu izne ayrılan idareciye bir uğra. İşin bitince olay yeri inceleme raporunu bana getir, oradan Leyla’ya gideceksin. Bugün onunla kal, yarın kitapevine ekip yollayacağımı ve ayak izi aratacağımı da söyle.”

İki ağızdan da “emredersiniz başkomiserim” sözleri döküldü. Nevzat başka bir emri beklemeden sınıftan çıkarken cesede ikinci defa bakmadı.

Sezin, içeriye göz atıp azalan insanlara baktı. Birisi duyabilirmiş gibi Timuçin’e yaklaşıp fısıltıyla sordu. “Siz ne yapacaksınız?”

Timuçin, Sezin’inin fısıldayarak sormasına gülmek istese de gülmedi. Kadına uyarak o da fısıldadı. “Güvenlik kameralarını alıp, büroya geçeceğim.” dedi.

“Peki Agah ne olacak?” diye sordu Sezin aynı tonda. İçtiği kahvenin aroması Timuçin'in yüzünü yalayıp geçti. Adam, bir an kendisini kahve içmiş gibi dinç hissetti. Kapattığını fark etmediği gözlerini açıp, Sezin’inin meraklı bakışlarıyla karşılaştığında boynunu dikleştirip geri çekildi. Kadına verdiği tek cevap gülümsemesi olduğunda onu olay yerinden kovarcasına gönderdi.

Sezin, iç çekerek uzaklaşırken Timuçin, son kalan birkaç memura sert bir bakış fırlattı. Onlar da görevlerine dönünce, cesede son bir bakış attı. Bedeni çivili kadının cansız gözleri, sanki ona bir şey anlatmaya çalışıyormuş gibi boşluğa bakıyordu.

Ağır adımlarla sınıftan çıktı, koridorun loş ışığında ilerledi. Binanın sessizliği garip bir ağırlık taşıyordu. Adımlarının yankısı bile ona huzursuzluk verdi. Bir cinayet mahallinde fazla uzun süre durmanın insana bulaşan bir tarafı vardı. Kanın kokusu gitse de cinayet insanın aklında asılı kalıyordu.

Başkomiser Timuçin Şaşmaz ise hep en son çıkan olmayı yeğlerdi. Ölünün kokusu üstüne sindiğinde ölümü bildiğine inanırdı. Kendi canı bedeninden çekildiğinde bedenin ne halde kalacağını bilme dürtüsü onu mesleğinde vahşileştiren duygusuydu. Sakin görünüşünün altında kanın kokusunu bilen canavarı vardı. Senelerce, özellikle küçüklüğünde aldığı eğitimlerle canavarı nasıl bastıracağını öğrenmişti. Mamafih, ölümün ona getireceği soğukluğu da öğrenmişti. Sekiz sene önce gerçekleşen bir cinayette en son soğuğan organın kalp olduğunu öğrenmesi, beyin ölümünden sonra yedi dakika daha beyninde enerji dolaşımı olduğunu öğrenmesi yaşamın döngüsüne saygı duymasını sağlamıştı. Ancak Timuçin zincirin halkasında yerinde durmaması gerektiğini canavarıyla öğrenmişti.

Artık kendi kokusundan ayırt edemeyeceği kadar kanı solumuş; yaşıyor olduğuna inanmakta zorlanacak kadar ölüye dokunmuşken okulun arka bahçesine ilerlemişti. Baş ağrısını attığı adımlarla şiddetleniyordu. Botunun nemli zeminde bıraktığı ses ise düşüncelerini dağıtmıştı.

Aslan Dağdelen kartviziti ona verirken arka bahçede buluşmak istemişti. Adamın neden bu saatte burada olduğunu, cinayeti nasıl öğrendiğini bilmiyordu. Sabrı ise bilmekle uğraşamayacak kadar ince bir iplikteydi.

“Daha hızlı baş komiser.” Aslan, okul duvarına omzunu yaslamış, giydiği kabanı dizlerini örtüyordu. Sabah olmasına rağmen duvar tepesinde duran aydınlatmalar olmasa yüzü görülemeyecekti.

“Eski sevgili gibisin Aslan. Tek bildiğin konuşmak.” Timuçin, Aslan’nın karşısında durdu. Sırtını duvara yaslayıp cebinden son kalan sigarayı çıkarttı. Sigaranın ince ucu ateşle buluştuğunda aralarındaki sessizlik ölümle duruldu: Sigaranın yanmış ölümü.

İkili sessizliğinden sabah ezanı okundu. Namazına kalkanlar alınlarını secdeye dayadığı vakit Aslan, omuzlarına çöken gerginliği göz ardı edip konuştu. Ancak Timuçin’le uğraşmadan direkt konuya girecekti.

“Bu durum.” Sessizlik tekrar ikilinin arasına girdi. Timuçin sigarasından son dumanı aldı. İzmariti yere atarken okulu yıkacaklarını düşündü. Bedenini duvardan ayırıp ellerini ceketinin cebine yerleştirdi. “Var bir bildiğin.” dedi.

“Var.” Aslan, omuzlarını geri çekip, başını dik tutmaya çalıştı. Bedeni ona uyum sağlasa da hissettiği gerginlik kaslarını hiç kaldıramadığı ağırlığın altında bırakmıştı.

“Bu ilk değil. Sondan bir öncekindeyiz Timuçin.”

“Lafı dolandırma. Kafam alacak durumda değil, lütfen.” Sesi notanın en yüksek yerinden kopup en tizine ulaşırken kelimeler güçlükle çıktı Timuçin’inin ağzından.

Aslan, daha fazla dik tutamadığı omuzlarını serbest bıraktı. Geniş omuzlarının arasına düşen başı, görüşünde yalnızca rugan ayakkabıları aldı.

“Yılın ilk günü ölü biri bulundu. Karı koca cinayeti diye duyurduk. Adem dosyaya baktı. Neyse, Adem’in nasıl iş yaptığı ortada. Kadının ayak tabanında “vivo” yazıyordu. Ocağın sonunda iki genç oğlan bulundu. Elleri kesikti. Polis, teşkilatın hırsızları cezalandırdığını düşünüp kapattı. Çocuklarının ikisinin de bileklerinde aynı yazı vardı: vivo. Etti sana üç. Bu kadını da say dört. Beni, Zanaatçı olarak suçlayan kadında intihar ederken duvara yazmıştı. Ne kaldı beş. Geçen ay başında yanan bir ev vardı o da altı ediyor. Cinayet mi intihar mı karar verilmedi üstüne de düşülmedi zaten. Yolladığım kameramanlardan birinin çektiği fotoğrafta iç duvarda vivo yazdığını öğrendim ki abartmıyorum hepsini böyle öğrendim.” Aslan’ın tek solukta söyledikleri omurgarsanı kırdı. Timuçin’in hiddetli bakışları Aslan’ın üzerindeydi.

“Neden bilmiyorum ulan ben bunları!”

Sabahın hayrından önce gelen şerri içinde kükredi Timuçin. Duvarın dibinde, sigara izmaritleriyle dolu beton zeminde ayakta duruyordu. Elleri iki yanında yumruk olmuş, tırnakları avuçlarını acıtacak kadar sıkılıydı. Öfkeden yüzü kıpkırmızı kesilmiş, şakaklarında damarlar belirginleşmişti. Eski tuğlaların soğuk yüzeyi sırtına yaslanıyordu ama içinde kaynayan öfke, bu soğuğa geçit vermiyordu. Havanın paslı demir gibi koktuğu sabah serinliğinde, nefesi hızla inip kalkıyordu.

“Benden başka bilen yok. Dosyaları bir günde kapattılar teşkilatla muhatap olmadan önce. Fotoğrafları da sakladım,” dedi Aslan. Sesi, sabahın ağır sessizliğinde neredeyse duyulmayacak kadar hafifti. Timuçin, ne duyduğundan emin olamayıp ona döndüğünde Aslan, duvarın köşesine yaslanmış, başını azıcık eğmişti. Gölgeler yüzüne vuruyordu, gözleri koyu ve ifadesizdi.

“Dağdelen,” dedi Timuçin, adını havada ağır bir taş gibi bırakarak.

Aslan başını kaldırdı, dudaklarının kenarında beliren ince bir gülümsemeyle karşılık verdi. “Samimileşiyoruz galiba, Şaşmaz.” Sesinde ince bir alay vardı ama duruşu rahatlamıyordu.

“Bana neden anlatıyorsun?”

Timuçin’in sesi artık yumuşamış, ama içinde sakladığı şüphe daha da keskinleşmişti. Gözleri, Aslan’ın yüzündeki en ufak kıpırtıyı yakalamaya çalışıyordu. Aslan hafifçe geri çekildi, omuzlarını silkti. Hafif bir rüzgâr, paltosunun eteklerini dalgalandırdı.

“Ölen her biri benim izleyicim. Benim halkım.”

“Daha fazla ölüm istemiyorsun yani?”

Rüzgâr, okulun paslı bahçe kapısını hafifçe gıcırdattı. Timuçin’in sesi havada asılı kaldı, beton zemine düşen kuru yapraklar gibi.

“Hayır.”

Aslan’ın gülümsemesi sahiciydi, ama içinde bir ağırlık taşıyordu. “Senin de tanıdığın bir kadın bana tanrıcılık oynadığımı söylemişti. Haklıydı. Bilmediğim bir tarikatın, halkımı öldürmesi hoşuma gitmedi.”

“Leyla Gitmez.”

Timuçin, Aslan’ın bahsettiği kişinin adını zikrederken bakışları birbirine kenetlendi. Birinin gözlerinde bir polisin keskin sezgisi, diğerinde bir gazetecinin tehlikeyi ölçen dikkati vardı.

“Tarikat dedin?”

Aslan’ın omuzları hafifçe gerildi, başını omuzlarının arasına çekerek kabanının cebine soktuğu elini sıkmaya başladı. Cebin astarı sökülmüştü, parmakları yırtık yerin kenarlarını ovalıyordu. Bir süre öylece durdu, sonra sesi biraz daha alçaldı.

“İşte seninle bu yüzden konuşuyorum. Bu birinin yapacağı iş olsaydı, hepsi aynı şekilde ölürdü. Gel gör ki, altı cesedin altısında da bir şey daha vardı. Kırmızı kumaş.”

Bu sözle birlikte Timuçin hızla hareketlendi, ceplerini yokladı, sigara aradı. Ama bulamadı. Son sigarasını içtiğini unuttuğu gibi, şu an söylediklerinin bilinmemesi gerektiğini de unutmuştu. Başını yana düşürdü, kasvetli havayı içine çekti.

“Leyla’ya gönderilen kutuda da kırmızı kumaş varmış.”

Kelime ağzından çıktığı anda pişman oldu. Elleri ceplerinden çıktı, ne yapacağını bilemez halde havada asılı kaldı. Derin bir nefes almak için ağzını açtı ama kendi ağzına vurmak istedi. Hata yaptığını biliyordu. Ağır ağır başını kaldırıp Aslan’a baktı, gözlerindeki anlam değişmişti. İçinde öfke, pişmanlık ve bir miktar korku vardı.

Aslan gözlerini ondan ayırmadı. Karanlık bir bilginin yükünü omuzlarında taşır gibi duruyordu.

“Sen tek bir kişinin peşinde olduğunu sanırken, tarikatın geri kalanı senin peşinde olabilir, Şaşmaz.”

Rüzgâr bir anda sertleşti, çitle çevrili arka bahçenin köşesindeki ağaç hışırdadı. Gökyüzü griydi, tıpkı havada asılı duran sessizlik gibi.

Timuçin’in çenesindeki kas seğirdi. Derin bir nefes alıp gökyüzüne baktı. Bulutlar yavaşça toplanıyordu, hava ağırdı. İçindeki his, havanın basıncıyla aynıydı: Bunaltıcı.

“Aklından neler geçiyor.” Timuçin’in sesi havadan farksızdı.

“Her biri farklı şekilde öldürüldü.”

Aslan’ın sesi, sabahın kasvetli sessizliğinde yankılandı. Tuğla duvarın dibinde durmuş, elleri cebinde konuşuyordu ama gözleri Timuçin’de değildi. Sanki anlatırken, gördüğü cesetleri tekrar zihninde canlandırıyordu.

“Kocası tarafından öldürüldüğü söylenen kadının boynunda kırmızı kumaş, urgan gibi bağlıydı. İntihar eden kadının bıçağının kabzasında vardı. Bana kalırsa o kadın tarikattan haberdardı. Elleri kesilen çocukların kollarında vardı. Yanan evin dış kapısına asılıydı.”

Aslan bir an sustu, bakışları uzakta bir noktaya kilitlendi. Ardından başını kaldırıp devam etti. “Ve buradaki kadın…”

Timuçin sertçe yutkundu, farkında olmadan yumruklarını sıktı. “Bir tane de Leyla’ya gittiğini ele alırsak, cinayet sayısıyla örtüşecek kadar elimizde kumaş var. Ama durum bundan ibaret değil.”

Timuçin’in dişleri sıkıldı, dudaklarının kenarı seğirdi. “Neyden ibaret amına koyayım?” diye patladı.

Aslan başını hafifçe eğdi, gözleri gölgelenmişti. “Vivoyla ilgili.”

“Ne vivoymuş…” Timuçin ağzında kelimeleri gevelerken yine küfretti. Sinirli adımlarla ileri geri yürüdü, eski beton zeminde ayakkabılarının tabanı sürtünerek ses çıkardı. Siniri artıyordu, çünkü bilmemenin verdiği o rahatsız edici his boğazına oturmuştu.

“Kelimenin ne demek olduğunu biliyor musun?”

Aslan’ın sesi soğuktu, kelimeler sanki rüzgârın içinde kaybolmadan önce Timuçin’in üzerine çökmüştü. Baş komiser, duraksadı. Kaşlarını çattı.

“Çevirisine bakıldığında yaşıyorum demek.” Aslan, Timuçin yerine kendi sorusunu cevapladı. “Eğer bu bilgiyle gidersen duvara toslarsın. Evet, kelime yaşıyorum demek ancak eksikler var. Orta çağ da Hz. İsa’nın çarmıha gerildikten sonra öldüğüne inanmayan bir tarikat bunu birbirlerine duyurmak ve dinlerinde yaşatmak için eserlerine vivo kelimesini işledi.”

“Yani?” diye sordu Timuçin. Sesi sertti ama içinde ince bir tedirginlik taşıyordu.

“Yanisi, Şaşmaz, kelime aslında ‘ölmedim, yaşıyorum’ demek.”

Aslan duvarın dibinde hafifçe eğildi, elindeki ufak taş parçasını beton zemine sürdü. Parmakları taşın pürüzlü yüzeyini yoklarken, gözleri düşüncelerinin derinliklerinde kaybolmuş gibiydi.

“Öldü sanılan biri üzerine kurulu bu cinayetler. Tahminim bir kadından yana. Ölen herkes kadındı.”

Timuçin, rüzgârın getirdiği hafif toz kokusunu içine çekerken dişlerini sıktı. “Diyelim ki öyle olsun. Kumaşlar ne alaka?”

Aslan başını hafifçe kaldırıp ona baktı. “Kelimenin sahibi olan kadına ait olabilir.”

Baş komiser kaşlarını çattı. “Tamam. Öldü sanılan bir kadın var. Bu kadın o kadar taşaklı ki çevresi onun için kadın cinayetleri işliyor. Bir ritüel gibi. Zamanında karşılaşmıştım böyleleriyle. Ritüelin kadın için olduğu da kırmızı kumaşlarla mühürleniyor gibi bir şey.”

Aslan başını hafifçe salladı, dudaklarının kenarında silik bir gülümseme belirdi. “Bir bakıma da birbirlerine uymayan cinayetler farklı tarikat üyelerinden kaynaklı.”

Timuçin derin bir nefes aldı. Parmakları cebindeki çakmakla oynuyordu ama yakmaya yeltenmedi. “Zanaatçı, taklitçi ya da tarikat fark etmez. Günün sonunda birileri ölüyor ve ben bunu yapanları idam sehpasına yatıracağım. Ama...”

Devam edemedi. Ağzından çıkacak cümle, düşündüğünden daha ağırdı. Yine de sormalıydı.

“... neden bu cinayette Leyla hedef gösterildi?”

Aslan gözlerini Timuçin’e dikti, bir süre konuşmadı. Yüzünde hafif bir kasılma oldu ama hemen toparladı. “Dediğim gibi, bu sondan bir önceki cinayetse sıradaki Leyla.”

Rüzgâr sertleşti, okulun paslı demir kapısını gıcırdattı.

“Tarikatlarda sonlar hep vurucu olur.” diye devam etti Aslan. “Leyla’nın bu tarikatla ya da öldü sanılan kişiyle bir bağı olduğunu düşünüyorum.”

Timuçin’in içini bir ürperti kapladı. Elini cebinden çıkarıp sıkıca yumruk yaptı. Gözleri kısıldı.

Leyla ya onların içindeydi.

Ya da sıradaki kurbandı.

Demir kapı bir kez daha gıcırdadığında okul kimsesizliğe büründü. İçinde olması gereken kalabalık zihinlere yerleşti.

 

Bölüm : 06.04.2025 03:03 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...