Bu bölümde farklı karakter bakış açılarını görürken kendimize yeni pencereler araladık. İyi okumalar dilerim Azizler ve Azizeler.
Bu bölüme tek bir şarkı bırakıyorum.
BÖLÜM 11: EFLATUN
Büroya döndüğümde mesailerine hazırlanan çocuklar gözlerindeki uykuyu atmak için kahve sırasındaydı. Kafeteryanın kapısından başımı uzatıp “Haluk odama bir kahve gönderi ver, sana zahmet.” diye bağırdım. Sesimle irkilen gençler bana döndüğünde “baş komiserim” diye selam verdiler. Artık uykuları yoktu. Kafeteryayı arkamda bırakıp merdivenlere çıktım. İlk kata vardığımda sağ tarafta kalan koridor boyunca yürüdüm. Koridorun sonuna varmadan yine sağımda kalan merdivenleri çıktım. Tavana asılı levhada kocaman “Adli Tıp Kordinasyonu” yazıyordu. Kapıya vurup içeri girdim. İçeride ağır bir formaldehit kokusu vardı. Masanın başında oturan doktor başını kaldırıp gözlüklerinin üzerinden bana baktı.
“Baş komiserim, sabah sabah iyi haberlerle gelmediniz herhalde.”
Gülümseyecek hâlim yoktu. “Günaydın Vedat. Bu sabah işlenen cinayetle ilgili gelişme var mı?”
Vedat sandalyesini gıcırdatarak döndü, arkasındaki çelik çekmeceden bir dosya çekti. “Mecnun hocayla Aslı, otopside.” Dosyayı açtı. “En az üç ay sürer başkomiserim raporun çıkması. Şimdilik elimizde kadının kan kaybında öldüğü ihtimali var. Ayrıca maktul öldürüldükten sonra hareket ettirilmiş.”
Vedat’a baktım. “Otopsiden çıkınca Mecnun Hoca’yı bana gönder. Bir de şu raporun üç ay sürmesini istemiyorum. Ne yapıp edip hızlandırın.”
Vedat hafifçe güldü. “O kadar aceleci olma başkomiserim. Adli tıp sabır işidir.”
“Cinayet de öyle,” dedim, kapıya yönelirken. “Ama biz sabır göstermezsek birileri daha ölür.”
Merdivenlerden inip, geldiğim koridoru geri yürüdüm. Bir üst kata çıkıp “cinayet büro” yazan alana geçtim. Kapıdan içeri girer girmez tanıdık bir uğultu karşıladı beni. Telefonlar çalıyor, daktilo gibi tıkırdayan klavyeler arasında kahve kokusu yükseliyordu. Çocuklar çoktan masalarına geçmiş, dosyalara gömülmüştü.
Üstünde “Başkomiser Timuçin Şaşmaz” yazan kapıya yöneldim. Ofisimin kapısını açıp içeri girdiğimde Agah, koltuğa oturmuş başını geriye atmış oturuyordu. Ofise kısaca göz gezdirdim. Kapının solunda kalan ikili koltukta Agah duruyordu. Onun tarafında duran duvarı dosyaları taşıyan kitaplık vardı. Tam karşısında masam vardı. Arkasında küçük bir cam, camın altına konulmuş büyük yapraklı bir bitki. Masamın karşısında iki tane tekli koltuk. Solunda kalacak şekilde ayaklı beyaz tahta duruyordu. O tahta bizim olay yeri incelememizdi. Katilin her adımı o tahta da yazılıydı. Kırmızı kalemle büyük harflerle yazılı “ZANAATÇI” yazısına göz gezdirdim. Yorgunluğumun altına saklanan öfkem geri gelirken “kalk!” diye bağırdım. Masama geçip otururken sesimle irkilen Agah, kalkmış gözlüklerinin arkasından bana bakıyordu.
“Sana da günaydın.” diye mırıldandı. Gözlüğünü çıkarıp, gömleğinin ucuyla camlarını temizledi. Hareketinde acele yoktu. Gerçekten de ayılmaya çalışıyor gibiydi. Ona zaman tanımak ister gibi kapı çalındığında “gel.” dedim. Gençlerden biri kahvemi bırakıp geri çıkarken Agah, kabanının içine sakladığı mavi bir dosyayı bana uzattı. Dosyayı aldığımda tam karşımdaki tekli koltuğa geçti.
“Bunlar terapiler sırasında tuttuğum notlar. Hepsi el yazısıyla yazıldı. İnceletebilirsin.” Agah’ın bahsettiği şey, dosya içeriğinin değiştirilip değiştirilmediğiyle ilgiliydi.
“Doğrudur. Anlat bakalım.” Dosyayı açmadım. Dumanı tüten kahveden büyük yudumlar aldım. Dilim, kaynayıp kabarırken kahvenin acılığı daha şiddetli hale geldi. Yüzümde eğrelti duran gülümsemeyle Agah’a baktım.
“Derya Beyaz. 30 yaşında. Kadınla iki ayda dört seans gerçekleştirdik. Her seans 60 ila 75 dakika sürdü.” Kolunu masaya koyup, koltukta yayıldı. “26 yaşında Zanaatçı’nın ona geldiğini ve elinden kaçabildiğini söylüyordu. Son seansa bana kalemi hediye etti.” dediğinde kalemin nerede olduğunu hatırlamaya çalıştım. Kafamın içi panayır gibiydi. “Son seans olacağını düşünmemiştim. Hasta ilerleme kat ediyordu ve bana hediye vermesi terapiye bağlandığını gösteriyordu.” Kalemi Sezin’e verdiğimi hatırladım. İçim rahatlamış kahvemden bir yudum daha alırken Agah’a “Kadın ne hastasıydı?” diye sordum.
“Eğer Zanaatçı diye suçladığı Aslan Dağdelen onu öldürmediyse, şizofrendi.”
Gözlerim kısıldı. “Bunu neye dayanarak söylüyorsun, doktor?”
Duruşunu hiç bozmadı. “Elimde hastanın söylemleri, davranışları ve olayın gerçekliğiyle örtüşmeyen algıları var. Zanaatçı diye adlandırdığı figürün varlığı kesinleşmiyorsa, bu onun paranoid sanrılar geliştirdiğini gösterir.”
Koltuğumda geriye yaslanıp, yeni açılmış sigara paketinden bir dal çıkardım. “Sanrı mı diyorsun?” Sigaranın ucunu tutuşturup çakmağı ve paketi Agah’a doğru ittim.
Sorumu başıyla onaylayıp, o da paketten bir dal aldı. “Şizofrenide, birey çoğu zaman mantık çerçevesinde açıklanamayan bir tehdit algısı geliştirir. Paranoya, şizofreni hastalarının en yaygın semptomlarından biridir. Hasta, olmayan bir figürü düşmanı olarak görüp ona anlam yükleyebilir. Asıl kritik nokta ise şu: Eğer Zanaatçı bir sanrıysa, bu sadece hayalî bir tehdit değil, aynı zamanda hastanın içsel çatışmalarının dışavurumu olabilir.”
Derin bir nefes aldım. “Başka bulgular?”
“Algı bozuklukları,” diye devam etti. “Hasta, bazen kendisine zarar vermeye çalışan insanları gördüğünü iddia ediyor. Sesler duyduğunu söylüyor ama bu seslerin gerçekten dışarıdan gelip gelmediği belirsiz. Gerçeklikle bağının zayıfladığını gösteren dissosiyatif epizodlar yaşadığına dair belirtiler var.”
Bu kadının kendini öldürmesini anlatabilir miydi? Kendi başıma cevabı bulamayacağımı biliyordum.
“Bu kadının kendini öldürmesini anlatabilir miydi?” diye sordum. Kaşlarım çatılmış, yüzümü kaplayan derimin gerginliğini hissedebiliyordum.
“Kadın kendini mi öldürmüş?” Agah’ın düz sesi duruma şaşırmadığını gösteriyordu. Kaşlarım ihtimali varmış gibi daha da çatıldı. “Mümkün. Sanrıları gerçeklik algısını kopartıp intihara kadar sürükleyebilir.” dedi.
“Zanaatçı’nın yapmış olma ihtimali var mı?”
“Her zaman ihtimal var. Zanaatçı'nın profiline uygun bir davranış değil. Cinayetlerinde hep 26 yaş takıntısı vardı. Kadınla 26 yaşında tanışsa bile ölüm yaşı 30. Bu da Zanaatçı’ya uygun değil. Ama sen kadın kendini öldürdü diyorsun. Yani elimizde sağlam bir ceset var. Bu ihtimali sıfırlar çünkü Zanaatçı, onları oyuncak bebeklere dönüştürüyordu.”
Agah’ın söylediklerine hak veriyordum. Başımı sallayıp onu onayladım. Bir seneye yakın benimle çalışıyordu. Üstüne giydiği takımıyla büroya gelip benimle konuşmak istediğinde onun aptal olduğunu düşünmüştüm. Tüm kariyerini ve temiz sicilini bir dosyaya koyup bana vermişti. Cümleleri kesindi, benimle çalışmak istiyordu. Uzmanlık almak istediğini, katil ve maktulü arasında psikolojik ilişkiyi çözmeyi, katil psikolojisini ayrıştırabilmek için olay yerlerine gelmek istediğini söylemişti. Ona hangi katili bilmek istediğini sorduğumda, Zanaatçı olduğunu söylemişti. O günden sonra ofisini kapatmış, Zanaatçı’nın psikolojisini çözmek için benimle gezer olmuştu. Agah'ın alan bilgisi işime yarıyordu. Ancak şüpheci tarafım “her katil, olay yerine döner” düşüncesini besleyerek Agah’ı izlememe sebep oluyordu. Leyla’yla kurmaya çalıştığı ilişki gözümden kaçmadı. Bunun sebebinin de tam olarak bu düşünceden kaynaklı olması soru işaretlerini oluşturuyordu. Bu adamı Leyla’yla yalnız bırakmayacaktım. Tabi şimdi ondan sanki hiç şüphelenmiyormuşum gibi davranacak hala ona büyük hissettirecektim.
“Kadın neden Aslan’ı suçladı dersin?” Sesim pek de senden şüphelenmiyorum Agah rahat olabilirsin, gibi çıkmamıştı. Dişlerimi sıkıp onunla ilgilenmiyormuş gibi yaptım.
“Kadının aktif hayatı yoktu. Büyük ihtimalle evde sık sık televizyon izliyordu. Haberler, kanallarda en çok duran yayın. Aslan'ın sesiyle beraber illüzyon yaratması çok olağan.” Sigarasını içerken rahat görünüyordu.
Devamını Aslan’dan öğrenecektim. Agah’n dediği mantığa uysa da Aslan, kadının onu suçladığını gönderdiği gazetecinin çektiği fotoğraflarla öğrenemezdi.
“Kalemin üstünde olan yazı hakkında ne söyleyeceksin?” Bu sorumla da Agah duruşunu bozmadım.
“Kadın kalemi verirken “sizin olsun” dedi. Bende aldım. Hasta doktor ilişkilerinde bu olağan bir durum. Üstünde yazan yazıda yaşıyorum demek, başka da bildiğim bir şey yok.” Ağzını açmış kocaman esnerken “gidiyorum.” demişti. Sigarasını kül tablasını söndürürken bana baktı. Başımla onaylayıp kapıyı gösterdim. Aklımda Aslan’ının dedikleri vardı. Agah’ta herkesin internete sorup bulabileceği şeyi söylemişti.
Sandalyemi geriye itip, alnımı masaya yasladım. Gözlerim kapatmamla kadının cesedi karanlıkta belirdi. Korkmadım, ondan kaçınmadım. Ona baktım. Orada göremeyip de burada görebileceklerime baktım.
Önce arkaya bak Timuçin, diye mırıldandım. Tahta masalar. Toplamda 9 tane. Kadını sıraya çivilerken kaç tane masaya ihtiyacı olduğunu hesaplamış olmalı. Bu hesaplama sayesinde kadının vücudu boşlukta kalmayacaktı. Ellerinin, ayaklarının ya da başının sıraların dışına çıkması onların düşmesine ya da yamuk durmasına sebep olurdu. Hazırladığı sahne istediği gibi görünmezdi. Sıralar dekorun parçasıysa ne kadar yazı yazacağını biliyordu. Tamı tamına dokuz sıra boyunca “Leyla Gitmez” yazmıştı.
Yazıyı başka bir yerde yazdığı varsayalım. Bunun için sınıflarda bulunan sıra mevcutlarına ulaşmamız lazım. Ya o sınıftan ya da başka sınıftan sıraları aldı. Ya da dışardan kendisi getirdi. Her iki durumda da içerden biriyle iş birliği yapmış olması lazım. Güvenlik kameralarının çalışmıyor olması güvenliğinde çalışmadığı anlamına gelmez. Gece, güvenlik gerekmediği bir saatte girdiyse ve bu sırada güvenlik kameraları çalışmıyorsa camlarda ya da kapılarda zorlama olması gerekirdi.
Sezin'inin getireceği olay yerinden bunları bilebilirdik. Yazıların bir anda mı yoksa arayla mı yazıldığı, aceleyle mi yoksa özenle mi yazıldığı dahası eğer okulda yazıldıysa başka tarafından mı yoksa katil tarafından mı yazıldığını bulabilirdik. Hatta kadının bedenine çaktığı çivilerden nalburların peşine de düşebilirdik. Nedense sahnede daha fazlası var gibiydi. Biraz geri çekilelim. Kadına, çivilendiği sıraya her bir detayı tek gözümle görebilecek kadar geriye çekilelim.
Aslan, vivo kelimesinin “ölmedim, yaşıyorum” demek olduğunu söylemişti. Yazının kaynağı Hz. İsa’ydı. Kadının bedenine baktığımızda tıpkı çarmıha gerilmiş İsa gibi durduğunu görebilirdik. Kelimeyi bilmeseydim bunun kasıtlı olduğunu düşünmezdim. Başımı sıradan santimetrelerle kaldırıp geri koydum. Hatta koymadım, vurdum. Gazeteci benden öndeydi ve bu hoşuma gitmedi. Onu, şüpheli olmaktan uzak tutamazdım. Cinayet mahalindeydi, konuya hakimiyeti vardı ve kişisel olarak Leyla’ya yakın olabilirdi. Neyde kadının adı? Süreyya mıydı, Süheyla mıydı? O kadınla konuşmam lazımdı.
Daha da geri gidelim. Kadının gözleri oyulmuş, saçları kazınmıştı. İç uykuluğundan deri alınmıştı. Katil ya Zanaatçı’yı taklit ediyordu ya da ona gönderme yapıyordu. Zanaatçı'yı taklit etmesi zayıftı. Onun hamlelerinden hiçbirini doğru yapmamıştı. Çünkü:
Zanaatçı, cesedini paçavra gibi atardı.
Cesetten günler belki haftalar sonra oyuncak bebek ortaya çıkardı.
Maktul kesinlikle 26 yaşında olurdu.
Hiçbir cinayetini groteks gibi bize sunmazdı. Ne sıra, ne yazı ne de kumaş parçası olmazdı.
O halde elimizde taklitçi değil, ona gönderme yapan biri var. Bir katil başka bir katile neden atıfta bulunurdu?
Onu takdir ediyor olabilirdi. Dahası verdiği mesajı benimsemiş olabilirdi. Aslan'ın dediği gibi bu tarikat işiyse ve her cinayet farklı kişiler tarafından gerçekleştiyse bu kadını öldüren kişi kesinlikle Zanaatçı’dan etkileniyordu. Olay yeri raporunu ve fotoğrafları istemesem de Agah’a göstermem gerekiyor. Kendini beğenmiş piç istesem de istemesem de Zanaatçı’nın psikolojisi hakkında çok ilerleme kat etti.
Peki Zanaatçı’nın mantrası neydi de katil ona atıfta bulundu.
Başımı daha sert biçimde masaya vurdum. Alnımın kızardığına emindim. Ama düşüncelerim şiddetle can buluyordu.
Katilin, Zanaatçı’ya yönelmesinin sebebi tamamen o kelimeden kaynaklı. Zanaatçı, kadınlara yeni kimlik yeni benlik kazandırdığına inanıyordu. Kelime, Aslan’nın dediği gibi “ölmedim, yaşıyorum” ise kadının bedenini reenkarnasyon olarak düşünmüş olabilir. Bu sayede kim için öldürüyorsa onun dirileceğini, geri geleceğini düşünmüş olmalı. Eğer son kurban Leyla ise, onun bedenini diriliş olarak kullanacaklardı. Bunun ise spiritüel bir esprisi olduğunu hiç zannetmiyorum.
Kadının bileklerine bağlı olan kırmızı kumaş ve diğer cesetlerde bulunan kırmızı kumaşlar. Önce o dosyaları bulmam lazım. Adem’le uğraşacak olsam bile dosyayı almalıyım. Aslan’ın sahip olduğu fotoğrafları da inceletmeliyim. Ayrıca o kumaşların yerleştirildiği yerlerin Agah’ın çözebileceği mesajlar içerdiğini düşünüyorum. Tıpkı kadının alelade ayaklarına vivo yazılmış olması gibi. Çünkü o kadın ya da ayakları bizi Leyla’ya götürecek. Leyla' da olan kumaş parçasına ihtiyacım var. Onu korkutmak istemiyorum. Bunca senedir öğrendiğim şey, korkunun hata payını önlediği kadar merak getirdiğiydi. Ve merak kesinlikle hata yaptırır.
Kumaşlardan birinde muhakkak bir iz çıkacaktı. Katil ya da tarikat, bu döngünün başında kim varsa bir yerde fire vermiş olması lazım. O değilse bu, bu değilse diğeri. Biri muhakkak hata yapmış olmalı. Kusursuz cinayet yoktur.
Yerimden kalkıp ofisin kapısına gittim. Bedenim kapıyla, pervazı arasında kalırken etrafa baktım. Aradığım kişi Umut’tu. Jölelediği saçları bilgisayar ekranından gelen ışıkla parlarken durmadan sildiği burnunun kenarları kızarık, gözleri kısık, sanki daha iyi görebilecekmiş gibi ekranın dibine girmiş bir şeylere bakıyordu.
“Umut.” diye seslendiğimde yerinden kalkıp “amirim.” dedi.
“Sana verdiğim kamera görüntülerinden bir şey çıktı mı?”
“Hala inceliyorum amirim.” dedi.
“Bir saate bitmiş olsun.” dediğimde başını salladı. “Ayrıca Sezin ya da Nevzat gelince odama gönder.” dedim. Tekrar başını sallayıp “Tamamdır amirim.” dedi.
“Hadi kolay gelsin koçum.” Ne dediğini ya da ne yaptığına bakmadan içeri geri girdim.
Camın oraya ilerleyip saksıyı kaldırdım. Altında çekmecenin anahtarı vardı. Sandalyeme oturup, masanın üç gözlü çekmecesinin en altındakini açtım. Kilit sesi ağır nefesimle karıştı. Çekmecenin içinde Zannatçı’nın dosyası, Leyla adına hazırlanıp büroya gönderilen dosya ve ondan aldığım kitap vardı. Daha bir dosyayı çözemeden diğeri geldi, diğerinin kesinliği kanıtlanmadan yeni dosya açacağım ve üçünün birbirine hayali ipliklerle bağlı olması asabımı bozuyor. Leyla'nın dosyanı çıkartıp çekmeceyi geri kapattım. En üst çekmeceyi açtığımda Sezin’inin bıraktığı dosyalar vardı. İlki Valide Hanım konağında yapılan inceleme raporu. İkincisi leylanın kitapevinin raporu. Ha birde daha gelecek olan rapor var. Kaç gün oldu? Bir ayı tamamlayacak haftalar bile olmamıştır belki de.
Leyla adına dosya geldiğinde hissettiğim duygular karmakarışıktı. Heyecanlandım çünkü arkadaşımı buldum sandım. Kortum çünkü o zamanları hatırlayacaktı. Kızdım çünkü bir şeyler oluyordu. Sonrasında mutluydum aslında, onu bulmuştum Valide Hanım’da etkinlik gerçekleşeceğini Agah’tan öğrenen kadar onu izletmiştim. Anormal hiçbir aktivitesi olmamıştı. O etkinlikte bulunacağı için Agah bile Leyla’dan daha heyecanlıydı. İlk karşılaşmamızda beni tanımamasını yadırgamadım. Başka birinin değil de onun kolunu tutup dışarı çıkarmaktan utanmadım. Olası tehdit oluşturması içimde şüphe bıraktığında evine gitmiştim. Kitabını parmak izi için almıştım. İşte bunu yaptığımda inanılmaz utandım. Bir suçlunun değil, bir arkadaşımın arkasından iş çeviriyor gibi hissettim. Benim kirpi olduğumu hatırlayıp, sarıldığımızda utancım kırıcı boyuttaydı. Bu yüzden kitabı hiç incelemeye vermedim. Ancak şimdi bizzat Leyla tarafından verilen parmak izi vardı. Bu sefer parmak izini onu korumak için ihtiyacım vardı.
Kalbim, yaptıklarımı hatırlatmak ister gibi çarptığında Leyla’dan aldığım saç örneğini hatırladım. Evindeyken burnunun dibine kadar girip, parmaklarım koyu saçlarına dolanırken onunla flört ettiğimi düşünür diye aklım gitmişti. Ancak böyle düşünmesi için her şeyi yapmışken ondan saç telini çalmıştım. O lanet olası saç telini istemesem de incelemeye vermiştim. Ölen kişileri belirlemekten raporu bir türlü inceleyememiştim. Temiz olduğuna eminim. Raporların çoğu benden önce Sezin’inin elinden geçer.
Sanki beni duymuş gibi kapı açıldığında gelen Sezin’di. Çalmadığı kapıya ve hızla inip kalkan göğsüne baktığımda kaşlarım çatıldı. Üzerinde üniforması vardı. Siyah kargo pantolonunun paçalarını, tıpkı benim gibi botlarının içine sokmuştu. Polo yaka kazağı vücuduna tam oturmuştu, kıvrımlarını ise üzerine geçirdiği yelek örtüyordu. Askerlerden tek farkı, yüzünü gizleyen bir maskesinin olmamasıydı. Kestane rengi atkuyruğu, yüzünü olduğundan daha gergin gösteriyordu. Çekik gözlerinin çevresinde siyah boyalar vardı. Göz altlarında halkalar oluşmuş, beyaz teniyle tezat duruyordu.
“Dingonun ahırına mı giriyorsun Sezin!” Sesim kontrolsüz çıkmıştı. Elinde tuttuğunu yeni fark ettiğim dosyayı önüme kadar gelip masaya bıraktı. Boştaki eli göğsünü tutarken nefes nefeseydi. “V-vedat abiden kaçtım.”
“Ne yaptın yine?” Sorumla kaşlarım daha çok çatıldı. Sezin ve Nevzat büroda işe başladıkları günden beri burnumuz boktan kurtulmuyordu.
“Tatlısını yedim.” Pişkince söylediği sözlerle çatılan kaşlarım havalandı.
“Hoşuma gidiyor.” Bir omzunu silkip karşımdaki koltuğa kendini bıraktı.
“O zaman kaçmayacaksın.” diye söylendim.
“Yakalarsa beni döver.” Küçük çocuk gibi alt dudağını büktüğünde bakışlarımı ondan alamadım. Sezin sert bir kadındı. Sertliği yalnızca karakterinde değil dilindeydi de. O gelene kadar dobra kelimesini bildiğimi sanmıyorum. Ama bazen, şimdi karşımda olduğu gibi masum olduğu anlar o kadar saf ve doğal oluyordu ki gözlerimi ondan alamıyordum.
Sözlerini hatırlayıp gözlerimi gözlerine diktim. Vedat’ın ona vurmayacağını biliyordum. İçimde harlanan duygular ise bunun farkında değildi.
“Sana her gün tatlını getireceğim sende bir daha Vedat’ın tatlısını çalmayacaksın. Anlaştık mı?” diye sordum. Gözlerinden geçen parıltının tatlı için oluşu hayret ettirdi.
“Anlaştık.” Büzülen dudakları şimdi iki yana uzanmış gülümsemesiyle yer değiştirdi.
“Şimdi neden kapıyı çalmadan girdiğini söyle Sezin Akbay?” Dirseklerimi masaya dayadım. Ellerimde sigaranın varlığını aradım. Göz ucuyla pakete baksam da dikkatimi Sezin’e vermek istiyordum.
“Dedim ya başkomiserim Vedat abiden kaçıyordum.”
Gülüşümü dağıtmak için başımı iki yana salladım. Akıl sağlığım için dikkatimin Sezin’de olması iyi değildi. Masada duran artık dört dosya vardı. Parmaklarım dosyaların üzerinde gezindi. En son Sezin’in getirdiği dosya okulda işlenen cinayete aitti. Bedeni büyük ihtimalle Mecnun Hoca ve Aslı tarafından inceleniyordu. Baş parmağım ve işaret parmağımla dosyanın köşesini tuttum. Kapağı siyah renkte olan naylon parmaklarımın arasında rahatsız hissettiriyordu.
“Rapor çok karmaşık baş komiserim.” Sezin’in sesi boğuktu. Okuduğunu biliyordum. Hep okurdu. Ona bakmadan, “elimizde bir şey var mı?” diye sordum. Cevap vermedi. Nefesinin sesini duyabiliyordum.
Parmaklarım bu emri bekliyormuş gibi kasıldı. İki gramlık kağıdı değil de iki tonluk tuğlayı kaldırır gibi zorlandım. Dosyayı açtığım ilk çıkan şey kadının görüntüsüydü. Başka ne olacaktı.
Fotoğrafı kaldırdığımda başlıklandırılmış yazılara baktım. İlk bulgular maddelendirilmiş halde duruyordu. Okumama gerek yoktu. Kadının kokusunu, diğer ölülerden ayırt edecek kadar solumuştum. Geri kalan bilgilerin çoğu eksikti. Dna'ya tanık ifadelerine ve otopsi sonuçlarına ihtiyaç vardı.
“Nevzat nerede?” Rapora bakmaya devam ettim.
“Çocuklar, temizlik görevlisini ifadeye aldı mı?”
El yazısı henüz incelenmemiş. Parmak izlerine dair her şey soru işareti. Sezin, sanki nereyi okuduğumu biliyormuş gibi sorumu cevapladı.
“Temizlik görevlisi, okul müdürü, güvenlik ve doğum iznine ayrılan kadın. Hepsinin ifadesini aldık. Agah, çıkmadan çoğunu halletmiştim. Parmak izi ve tükürük örnekleri de mevcut. Nevzat’la konuştuğumda kadının kimliğini söyledi. Kadının saç tarağını getiriyor, otopside doğrulamak için.”
Başımı kaldırıp Sezin’e baktım. Bitirip de sonrakini söylemeye başladığı her cümlede yüreğim kabardı. Ona nasıl bakıyordum bilmiyorum ama ifademi gördüğünde yüzünde ufacık bir gülümseme geçti.
“Olay yerine teşkilat uğramış. Genel durum kontrolü için. Üst kademeler bunu duydu. Yakında size hızlı olmanız için arama yaparlar.”
“Gelsinler. Bu ilk değil ya.” Burun kemerimi sıktım. Sanki ben bir küçük testiydim içine okyanusu sığdırmaya çalıştıkları. Masada duran telefona uzandım. Hızlı aramaya basıp “Oğlum bize iki çay.” dedim. Telefonu kapatıp, sigara yaktım.
“Sezin.” dedim. “Baş komiser yardımcısı Sezin Akbay.”
“Sizi dinliyorum baş komiserim.”
Sigaradan bir daha hiç içemeyecekmiş gibi duman aldım. Duruşumu dik tutmaya çalışsam da yorgundum. Sezin’e baktım. Şimdi yanına gitsem, göz altlarının bir gecede mi bu hale geldiğini sorsam. Saçlarını açık görmek istediğimi söylesem, yorgunluğum geçer miydi? Belki. Sigaradan bir duman daha aldım. Oysa son dumanımı bir öncekinde almıştım.
“Leyla’ya git. Onu koru Sezin. Şu an sizden başka güvenebileceğim kimse kalmadı.”
“Gideceğim.” Yalnızca gözlerimiz vardı. “Ama bana anlatın. Bilmediğim bir şey olmuş.” dedi.
Bunu gözlerimden görmüş müdür? Görmüştür. O Sezin Akbay’dı.
Kapı çalınıp iki çay masama bırakıldığında hala birbirimize bakıyorduk. “Laf sokmayacak mısın?” diye sordum.
Başını iki yana salladı. “Sadece bilmek istiyorum.”
Geçen gün ondan çay istemiştim. Çayı getirdiğinde kavga etmemiz beklemediğim bir şeydi. Çünkü, çayı getirmiş, o bilse de ben soğuk olduğunu bilmeden üstüme dökmüştü. Ben can havliyle yerimden sıçrarken o odadan çıkmış. Çıkmadan da ben sizin hizmetçiniz değilim demişti. İsmini kükrercesine söylediğimde kapının önüne geldiğimi fark etmemiştim. Tüm büro şaşkın gözlerle bizi izlemişti. Şimdi ise bunun üzerine laf yapacak kadın bende ne görüyorsa sadece dinlemeyi tercih etmişti.
Sigara bitti. Çayımdan bir yudum aldım. Sezin sadece baktı.
“Aslan Dağdelen’le konuştum. Elinde kanıtlı bilgiler var.” diye başladığım konuşmayı eksiksiz Sezin’e anlattım. En son Agah’ı da anlattım. Ağzı açılmış bana bakarken titreyen ellerini görmüştüm. Sinirliydi. Herkese, her şeye sinirliydi.
“Biz ne sikime yarıyoruz Baş komiserim!” Ayağa kalktı. “Ulan, ulan susayım, medeni olayım diyorum. Hangi kansızın damarı koptu da medeniyetsiz kaldık!” Yanıma geldi. Tam tepemde dikiliyordu. Alnında belirginleşen damara, bağırırken şişen şah damarına baktım. Kulakları kızarmıştı. “Psikoloğu biliyor, gazetecisi biliyor, katili biliyor, maktulü biliyordu da şu siktiğimin şeylerini bir polis mi bilmiyor? Vay be! Ben hiçbir şey demiyorum baş komiserim. Kadınlar ölüyor ama polis hariç herkes biliyor mu?”
Hissettiklerine saygısızlık etmedim. Döksün içini diye bekledim. Odanın içinde volta atmaya başladı. Saçlarını açtı. İlk geldiği günden beri bağlı olan saçlarını açtı. Koyu kestane saçları neredeyse kalçalarına geliyordu. Kontrolsüz ayağa kalktım. Sezin’in karşısına geçene kadar ne yaptığımı düşünmedim.
“Bana bak.” Gözleri odadaki her şeyi devirmek istercesine geziyordu. Bakmadı. Elimi, saçlarının altından geçirip ensesini tuttum. Kibar olmayacaktım. Başını kaldırıp bana bakmasını zorladım.
“Şeytanın bile Tanrı’nın huzuruna çıkacağı hayatta elbet katili de maktulü de karşımıza çıkardı. Sakına öfkelenme Sezin. Sakına. Seni ne ben ne de bir başkası tutamaz. Senin yaptığın empatiyi ben yapamam, senin hissettiklerini belki hissedemem. Ama sakına! Öfken seni kör eder. Bana her şeyi görebilen biri lazım. Anladın mı beni?” Son sözlerim yüzünde fısıltılarla dağıldı. Dolan gözlerini, titreyen dudaklarını görebiliyordum. Elimi ensesinden çekip geriledim.
“Bir daha da benim yanımdan hariç hiçbir yerde saçlarını açma. Saçların saldırıya açık pozisyonda.”
Sezin, öfkesini sindirmeye çalışarak derin bir nefes aldı. Göğsü hızla inip kalkıyordu. Gözleri gözlerime kilitli, içinde neyin yankılandığını anlamaya çalışıyordum. Bir şey söylemek istedi, belli. Ama kelimeler boğazına takıldı.
Sonra bir kahkaha attı, kısa ve acı bir kahkaha. "Baş komiserim, bazen senin gerçekten insan olup olmadığını merak ediyorum," dedi, sesi hala titriyordu. "Ama biliyor musun? Haklısın."
Saçlarını hızlı bir hareketle topladı, eskisinden daha sıkı bir düğüm attı. “Ne yapıyoruz?” diye sordu sonunda, sesi normale dönmeye başlamıştı.
Ben de çayımdan bir yudum daha alıp ağır bir sessizlikle cevap verdim: "Aslan Dağdelen'in söylediklerini doğrulayacağız. Ve bu defa, kimse bizden önce bilmeyecek."
Sezin başını salladı, ama gözleri hâlâ bir fırtına taşıyordu. Duvarda asılı saat birbirine vurdu. Akrepte yelkovanda öğlen 2’nin üstünde durdu. Ne ara saat buralara gelmişti. Sezin, bakışlarımı takip etmiş gibi: “Ben Leyla’nın yanına gidiyorum. Bugün onla kalayım. Yolda Nevzat’a durumu iletirim. Yarın da izniniz olursa kitapevinden ayak izi almaya gidelim.” dedi.
Başımla onayladım onu. “Peşinden iki polis daha yollayacağım. Evin etrafında dursunlar.”
Baş selamı verip odadan çıktı. Olduğum yerde kaldım bir süre. Düşünsem düşünemiyordum; konuşsam, dilimi bilen yoktu. Masanın arkasına geçtim. Agah’ın getirdiği dosya hariç hepsini kilitli çekmeceye attım. Anahtarı yerine koyup, dosyayı masadan aldığım gibi çıktım. Dosyayı benim değil, Agah’ın istediği gibi incelemeye verecektim. Kimse kusura bakmasın ama götüme yeni don alsam bile giymeden incelemeye götürecek haldeydim.
İki bilinç arasında sıkışmış bedenim, her adımda biraz daha ihanet ediyordu bana. Mide bulantısı içimde bir dalga gibi kabarıp boğazımı yakıyordu. Alnımdan süzülen ter damlaları, soğuk birer uyarı gibi yanaklarıma kadar iniyor, ensemde zonklayan ağrı düşüncelerimi baltalıyordu. Ellerim, iradesini kaybetmiş gibi cansızdı; parmaklarım bir yumruk bile yapamayacak kadar güçsüzdü.
"Biraz daha dayan, Leyla," dedim, sanki her şey normalmiş gibi sakin bir tonda. "Bedeni sana vereceğim."
Cevap alamadım, ama duyduğunu biliyordum. Onun sessizliği benim için bir yankıydı. Zihnimin derinliklerinde kurduğum planı son kez gözden geçirdim. Hareketlerim, mekanik bir soğukkanlılıkla ilerliyordu.
Kabanımı ve çantamı masaların yanına bıraktım. İçerisi, dışarısına nazaran daha sıcak olsa da bedenim titremeyi engelleyemedi. Çarşıdan aldığım poşetleri açtım. Ellerime cerrahi eldiven geçirdim. Botlarımı çıkarıp bir kenara bıraktım. Çıplak ayaklarım soğuk zemine değdiğinde baktım. Her bir parmağı oynatarak, ayağımı yere olabildiğince sert basarken baktım. Benim bedenime baktım. Benim olması gerekene. Ayaklarıma galoş geçirdim. Poşetlerin birini iç içe geçirip diğerinden ayakkabı kutusunu çıkardım. Büyük gelen ayakkabıları ayağıma geçirirken sendeleyerek denge bulmaya çalıştım. Yavaşça cam kırıklarının üstünde yürüdüm. Adımlarım, dengeye alışamadığı için yere dağınık düştü. Bu işimi kolaylaştırıyordu. Buraya adam, geldi ve Leyla’ya zarar verdi. Onun dağınık adımları - benim yere dağınık bir şekilde basmalarım- bunun kanıtıydı.
Leyla'nın masasına geldim. Buraya ne denildiğini tam olarak bilmiyordum. Bilme gereği de duymadım. Ellerimle masaya tutundum. Ayağımın altında tozlaşan camların sesini duyabiliyordum. Geçen gün yaşananlara gözümün önünde yeniden sahneleniyordu. Ya da Leyla olanları hatırlamaya çalışıyordu. Çünkü bu onun değil, benim kavgamın eseriydi.
Adımlarımı kitap raflarına çevirdim. Büyük gelen ayakkabılarla yavaş yavaş uyum sağlıyordum. Burası, girişe nazaran derli topluydu. Kavgama, kitapların şahit olmasına izin vermemiştim. Yine de izlerin burada da olmasını istedim. Büyük adımlarla geri dış kapıya ilerledim. Adam, buradan kaçıyordu. Yakalamadım. Kaçmasına izin verdim.
Dış kapıya vardığımda saçlarımı geriye ittirdim. Ellerim belimde, çevreme bakındım. Solumda darmadağınık masalar, ileride devrilmiş saksılar. Sağımda yukarı kata çıkan merdiven ve altında Leyla’nın masası. Geriye kalan her şeyin fonunda, tavana kadar uzanan kitaplıklar birer sessiz tanık gibi yükseliyordu. Yerdeki kırılmış aynaların parçalarında kurumuş kan damlaları. Ayakkabıları çıkarıp kendi çizmelerime geri döndüm. Galoşları ve poşetleri iç içe geçirdim. Kabanımı üzerime alıp kütüphaneden çıktım.
Kardiçalı Hanı’ndan sahile uzanan sokağına yöneldim. Darbeden sonra çoğu sokakların birbirine bağlandığı yerlere duvarlar çekilmişti. O duvarlardan biri çıktı karşıma. Tam solumda, çarşıya gitmesi gereken sokak evsizlerin sığınağı olmuştu artık. Denizin tuzlu kokusu alkol ve çöp kokusuyla havaya karışıyordu. Yine de saygımdan yüzümü ekşitmedim.
Devlet, evsizlere bakmıyordu. Teşkilatlar, aşırı vergiye mahkum bırakılmış halkın payını vermişti. Herkesin elinde yaşayacağı kadar para varken hayatlarına yeniden başlangıç yapabilecekti. Evsizler ise bunu başaramamıştı. Yeni düzene ayak uyduramamıştı.
Sokağın sonunda bir adam vardı. Gazeteye sardığı şişeyle kendini uyuşturuyordu. Topuk seslerim adamın kulağına ulaşır ulaşmaz irkilip elindekini arkasına sakladı. Başını kaldırıp bana baktığında gözleri yerinden fırlayacak gibiydi. Böyle bir kadının burada ne işi vardı ki? Yine de sessizce bekledi.
Ona yaklaştım. Elindeki poşete ve bana gidip gelen bakışlarını görmezden geldim. Aramızda üç adımlık mesafe kaldığında elimdeki poşeti ona uzattım. Dizleri üzerine doğrulup titreyen elleriyle poşeti aldı, göğsüne bastırdı. "Benim," dercesine iki eliyle sarındı. Dudaklarını araladı; teşekkür etmek üzereydi belki de.
İşaret parmağımı dudaklarıma götürerek sus işareti yaptım. Bu hareketle, her kelimenin gereksiz olduğunu ilan ettim. Adam, başını sallayıp sessizliğimi onayladı.
Sokaktan ayrıldım. Köşede bir çöp konteynırına diğer poşetleri attım. Son olarak eldivenlerimi çıkardım ve nemli ellerimi kabanıma sildim. Sokağın karanlığında kaybolmadan önce bir kez daha geriye dönüp adamı kontrol ettim. Kutusundan çıkardığı ayakkabılara bir hazine gibi davranıyordu. Konuşmayacaktı, emindim. Hiçbir şeye sahip olmayan birine bir şey verirsen eğer onu canı gibi korurdu.
Kitapevine geri dönüp, eşyalarımı aldım. Artık eve gidebilirdim.
Evin kapısını arkamdan kapattım. Sırtımı demir kapıya yasladığımda nefesim boğazıma takıldı. Yırta yırta geçti nefesim boğazımdan, bir an canım acımadı. “Leyla.” Sesimin gerisinde sessizlik vardı. “Gel hadi konuşmamız lazım.” Sırtım demir kapıda ağır ağır kaydı. Kalçamın üstüne oturdum. Bacaklarımı kendime çektim. “Hadi güzelim.” sesim fısıltıdan farksızdı.
Onun sesiyle rahat nefes alacağıma inanmazdım. Gerçekmiş. Göğsüm özgürce inip kalkmaya başladı. Saçlarımı tutan tokayı açtım. Bunu onun için yapıyordum. Şu an Leyla benimle iş birliği yapmalıydı.
Sinirime hakim olmalıydım. Dilimi ısırdım.
“Dinlemelisin. Bu senin için.”
“Her seferinde aynısını söylüyorsun Vega. Tek yaptığınsa yalan söylemek.”
“Seni geri zekalı! Nasıl yalan söylediğimi düşünürsün. Yalnız değiliz Leyla. Şimdi bana yardım et, bende söz verdiğim gibi sana gerçekleri anlatayım.”
“Başka kimler var? Bana zihnimde kaç kişi olduğunuzu söylemezsen yardım falan etmeyeceğim.”
Bin bir küfür dilimin ucuna geldi. Onları tutabilmek için dilimin ucunu daha sert ısırdım. Acı beynimde patladığında, kanın tadını alabiliyordum. Kontrolü Leyla’ya vermemeliydim. Beden ağır yaralıydı. Günlerdir zehri içmiyordum. Vücudumdan kendini atmaya çalışan zehir bol miktarda terleme ve ateş yapıyordu. Ateşim arttıkça belimdeki yara zonkluyordu. Her bir kasım arasında santimler bırakmadan zonkluyordu. Bedeni Leyla’ya verdiğim anda hastaneye ulaşması lazımdı. Bugün eve Sezin gelecekti. Eğer kontrolü Leyla’ya verirsem Sezin onu hastaneye götürebilirdi. Ya da en büyük hatam olacak ve Leyla bizi baskılayacaktı.
Ancak saatler ilerledikçe hiç bilmediğim özgürlüğüm aklıma ağır gelmeye başladı. Tezahür edemeyeceğim kadar özgür kalmıştım. Bir yere toslamam, kaybolmam an meselesiydi. Saatler önce yansımalarda başkalarını görmeye başlamıştım. Zihnin karanlığında görmediğim gölgeler başını aydınlığa çıkartmaya çalışmıştı. O yüzden kontrolü Leyla’ya vermeli dinlendikten sonra geri gelmeliydim.
“Vega iyi misin?” Leyla’nın tereddüt ederek sorduğu soru yüzümü gülümsetti. Görüşüm yavaş yavaş bulanıklaşıyordu. Nabzım, yüksek ateşten ritmini kaybetmişti.
“Ben iyiyim ama bilmelisin Leyla, beden iyi durumda değil.”
“Ne yapmayı düşünüyorsun?” Sorusunu sorarken korkmuştu. Benden korkuyordu. Oturduğum yerde kaydım. Neredeyse yatıyor haldeydim.
“Ama?” Kuşku, korku, panik. Leyla bunları ne zaman öğrenmişti?
“Birazdan Sezin gelecek. Bir kez daha bize ihanet etme.”
“Hiçbir şey.” Telaşla yerimden kıpırdandım. Dışardan araba sesleri geliyordu.
“Kimseye bizden bahsetme. Yat dinlen. Ben, sana her şeyi anlatacağım.”
“Söz. Güven bana Leyla. Ben senin parçanım.” ajitasyon yapıyordum. Leyla'nın bana inanması için.
“Tamam. Soruma cevap ver kaç kişi var?”
Dişlerimi sıktım. Yerimden kalkmaya çalıştım. Son güç kırıntılarımı ayağa kalkmaya harcamıştım. Adım sesleri yaklaşıyordu.
“Ben varım.” bir değil üç farklı adım sesi vardı.
“Eflatun var. O yedi yaşında olan.”
Sesler daha yüksekti. Aralarında bir şeyler konuşuyorlardı.
“Başka biri var mı? Diye sordu Leyla sabırsızca.
“Olabilir. Olmayadabilir. Aydınlığa çıkmadıkları sürece bilemem.”
Aynı anda kapıdaki kadın ve ben seslendik “Leyla.” diye.
“Tamam.” Yalnızca mırıldandığını duyabildim. Ondan kalan son nefesimi alıp gözlerimi kapattım. Karanlık, olmayan annem gibi beni içeri çektiğinde Leyla, kapı koluna tutunup kapıyı açtı.
Kapıyı açtığımda göğsüm hızla inip kalkıyordu ama içime çektiğim hava ciğerlerime ulaşmıyordu sanki. Boğazım kuru, derim sırılsıklam… Üzerimde hangi kıyafetler vardı bilmiyordum, ama sırtımdan aşağı süzülen terin soğukluğunu iliklerime kadar hissediyordum. Ağzımı araladım, gelenlere “merhaba” demek istedim ama dilim ağır, kelimeler hareketsizdi. Alnımdan süzülen bir ter damlası dudağıma düştüğünde, tuzlu tadı beynime bir uyarı gibi çarptı. Dudaklarım seğirdi, parmaklarım kıvrıldı, kaslarımın titrediğini fark ettim. Bedenim sanki benim değildi.
Elim kapının kulpuna kenetlenmişti, eklemlerim beyaza kesmişti. Kapıyı açmıştım, ama aralık, kasıtlı bir engel gibi… Gelenler içeri giremesin diye mi? Yoksa ben çıkamayım diye mi?
İsmimi duymamla birlikte sırtımdan bir ürperti geçti. Bir adım geriye sendeledim, reflekslerim gecikmişti. Bedenim, sanki geçmişten fırlayıp gelmiş bir tehdide tepki veriyor gibiydi. Karşımda duran kadın, yanındaki adamlara bir işaret yaptı. Kelimeleri duyamadım. Sesler, zihnimde sisin içinde kayboldu. Adamlar başlarını eğip uzaklaştılar.
Birkaç adım daha gerilemeye çalıştım ama bacaklarım itaatsizdi. Elim kulpu bıraktı ama dizlerim tutmadı. Ayağım, gerçeklikle hayal arasındaki bir boşluğa bastı sanki. Düşüyordum.
Tam yan tarafıma devrilecekken bileğim kavrandı. Yalnızca dört parmağı görebildim; sıkı ama incitmeyen bir tutuştu. Aniden çekildim, bir bedenin sıcaklığına yaslandım. Nefes alışını hissettim.
Başımı kaldırmaya çalıştım ama görüşüm bulanıktı. Saçları iki yana hafifçe sallandı, kolları belime destek vererek beni ayakta tuttu.
Vega’nın bahsettiği kadın olmalıydı bu.
Zihnimde yankılanan sesi duyar duymaz göz kapaklarım seğirdi. Ama odaklanamadım. Kadının yüzü dalgalanıyordu. Zihnimin içinde bir uğultu, kemiklerimin arasında bir ağırlık vardı.
Adımlarım, bir bataklığa basar gibi ağırlaştı.
Ama beni bırakmadı. Beni taşıyordu.
“Panik atak geçireceksin. Düzenli nefes al.” Vega’nın sesiyle dişlerimi birbirine kenetledim. Demesi kolaydı tabi. Günlerdir bedenimi istediğimi sanıyordum. Kontrolün bende olmasın, hayatımı kendi bilincimle yaşamak. Şimdi istediğimin bu olduğuna emin değilim. Kabuslar, korkular, sanrılar yoktu. Yalnızca karanlık vardı ve şikayetçi değildim.
Bedenim yumuşak zeminle buluştuğunda dudaklarımdan tiz bir çığlık kaçtı. Kalçamdan yukarısı inanılmaz acıyordu.
“Burada bekle sana su getireceğim.” Yumuşak ses duygularımı yalayıp geçerken elimi uzatmaya çalıştım. “Canım çok acıyor.” Elim iki küçük elin içine hapsoldu. Kuş gibi titriyordum. Bir elini, elimin üstünden kurtarıp yüzüme dağılan saçları geriye çekti. “Doktoru arayacağım tamam mı, geçecek hepsi.” dediğinde başımı salladım.
“Seni yan yatırmalıyız Leyla. Yaran kötüleşecek.” Tek yapabildiğim başımı sallamaktı. Sesimi duymak rahatsız ediciydi.
Elleri üstümden çekildiğinde titredim. Gidecek sandım. Ancak kısa süre sonra elleri beni tutarak yattığım yerde yan çevirdi. Saçlarımı, başımın altından kurtardı. Elinin tersiyle alnıma dokunduğunda “yanıyorsun.” dedi. Yalan söylüyordu. Üşüyordum. Geri çekildiğinde adım sesleri duydum. Adımları hızlıydı, adımlarına elleri de eşlik edince takır tukur sesler gelmeye başlamıştı.
“Vega.” diye fısıldadım. Birilerinin duymasından korkuyordum. “Buradayım.” diye cevap verdiğinde aceleyle sordum, “ne zaman geleceksin?”
“Uyuyup, uyandığında gelmiş olacağım.”
“Bana haber ver olur mu?” Sorumun çaresiz olması umurumda değildi. Bedeni istemiyorum. Beden yalnızca yüktü.
“Sorun ne Leyla?” Vega’nın sesi, farklıydı. Daha sakin, daha yumuşak. Hatta yemin ederim daha şefkatliydi. Tedirginliğim göğsümde yeniden uyandığında kelimelerimi zor dile getirebildim. “B-ben. Oradayken.” Nefes aldım. “Hatırladım.” dedim, benimle aynı anda “hatırladın.” dedi Vega’da.
“Al bakalım su iç.” Gözümün önünde yoğunlaşan cisme bakmaya gayret gösterdim. Elim bardağa uzanmaya çalışırken boşluğa düştü. Koltuğun minderi yanımda çöktüğünde önce sırtım sıvazlandı, içim ürperdi. Başka bir el bardağı dudaklarıma dayadığında camın soğuk yüzeyine dilimi değdirmek istedim.
“Hepsini iç Leyla. İyi gelecektir, hem doktoru da çağırdım.” Sudan yudum yudum içerken gözümün kenarıyla Sezin’e baktım. Görüşüm kendine geliyordu.
“Doktor?” diye mırıldandım suyu dudaklarımdan çekerken. Hareketlerini izledim. Vega’dan sonra insanların hareketlerine dikkat eder olmuştum. “Bundan gurur duyarım.” Düşüncelerimin gerisinde fısıldayan Vega, sırtımdaki elden daha çok yakındı bana.
“Evet. Yarana ilk müdahalede bulunan Agah’tı. Gelip bakmasını söyledim.”
“Peki, teşekkür ederim.” diyebildim. Sezin, aramıza mesafe koydu. Bana tanınan küçücük bir alanda göğsüm yükselmiş, ferahlamıştım.
Bir süre böyle oturduk. Ben tırnak etlerimi yolmuş, Vega’nın geleceği zamanı beklerken Sezin sakince koltuğun kenarına dirseğini dayamış, eli çenesinde oturuyordu. Önce eli hareketlendi, çenesine kaşıdı. Elini çektiğinde yanağına düşmüş bir saç tutamını geriye atar gibi kulağının kıkırdağıyla oynadı. Saçlarını çok sıkı toplamış. Elini indirip bacağına vurduğunda dikkatimi çektiğine emindi. Tamamen ona döndüğümde ayaklandı.
“Evet Leyla.” olduğu yerde gerindi, “bana şu kutuyu vermen lazım.” dedi.
Ağzımı açtım, hatıralarımda canlanan kutuyla geri kapattım.
“Yatağın yanındaki komidinde, söyle ona.” dedi Vega.
“Yatağın yanındaki komidinde.” dedim hiç tereddüt etmeden.
“Koridorun sonunda.” Vega’yla aynı anda konuşmuştuk.
Sezin'inin ayak seslerini takip ettim. Her biri bir sonrakinden daha sessizdi. Bedenim olduğu yerde kıpırdanırken “Vega.” diye seslendim. Harfler dilimi kesiyordu. Benden biriydi; ben değildi; benden var oldu ve beni öldürmüş gibi korktum ismini söylerken.
“Vega.” Dişim alt dudağımı kesti. Gözlerimi kapattım. Oturduğum koltukta cenin oldum.
“Yalvarırım cevap ver. Vega. O kutunun içindekileri sen mi koydun?”
“Ne olursa olsun, Leyla. Sen ve ben ayrılmış olsak da ben daima seni korumak için varım.” Sesi, varlığını hissettirecek kadar yoğundu.
Vega'ya inanıyordum. Deli olmadığımı, onun benden olduğuna inanıyordum. Bir şekilde beni uçuruma iten ya da beni uçurumdan kurtaracak kişinin o olduğunu düşünmüyorum. O uçurumun kendisi. Ona gidip, gitmemek için bize özgürlük tanıyor. Bana ve ismini hiç söylemese de Eflatun’un.
“Biliyorum. Kimin koyduğunu biliyorum. Şimdi bana dürüst ol. Bana dürüst olmana ihtiyacım var. Bizi, bu duruma ben mi soktum?”
Bende olan çaresizlik miydi yoksa öfke mi? Bedenimi yerinden sarsarcasına titreten, nefesimi kurutan kendime karşı olan nefret miydi, yoksa tüm yaşanmışlıklara hayır diyememem miydi?
Sanki bunu biliyormuş gibi Vega’ da bana “evet” dediğinde zihnimin kendi ışığında kalmamın ne anlamı vardı. En dibe, en karanlığa kapatsam kendimi ve çürüsem orda. Yine zarar olurdum dimi.
Evet.
Ve ben, bir kez daha yalan söyledim.
Annem. Ayten Gitmez. Babamla ve benimle mutlu değildi. Hem de hiç mutlu değildi. Darbe zamanı, babam, annemi ve annesini kurtardıktan sonra hep aşık olduklarına inanmıştım. Ancak öyle değildi. Annem, her şeyin her zaman hatta abartıcam her daim bir sebebi olduğunu, sebepsizce yaşanılmadığını söylerdi. Bu da onlardan biriydi. Babamla evlenmesi. Beni doğurması bir öncekini sebebi belki bir sonrakinin de nedeniydi. Yine de yalancı bir kadın olurken tüm yalanlarımı bana o öğretti.
Bu noktaya nasıl geldiğimi hatırlıyorum. Artık hatırlıyorum. Bir havuzun kenarında suyla oynamamı seyreden, saçımı okşayan ya da bana güzel tokalar alan annem olmadı. Kız olarak doğduğum için beden nefret eden, hayatındaki en değerli şeyi ondan çalmışım gibi her gün, her saat evet biraz daha abartacağım her nefes alışında benden iğrenen bir annem vardı. Önce beni hortumla boğdu, sonra nasıl birini boğabileceğini öğretti.
Beni götürdüğü yeri hayal meyal hatırlıyorum. Bana Eflatun dendiğini ise hiç duymadım. O bir başkasıydı; o da bendendi. Eflatuna dair tek bir anım vardı. Küçükken çarşıya giderdik. Ben, annem ve babam. Orada çeşit çeşit mağazalar vardı. Mağazanın önünde küçük kız çocuğu mankenlerine tüllü, puantiyeli rengarenk etekler giydirirlerdi. O eteklerden birini istemiştim. Eflatun rengindeydi.
Benim hiç eflatun renginde eteğim olmadı ama benim adım eflatun oldu. Hep yedi yaşında kalan. Annesinden öğrendiği gibi hortumla insanları boğan.
Şimdi bile zihnimdeki kıpırtılarını hissedebiliyorum. Vega, korkarak biriyle konuşuyor. Onu yatıştırmaya çalışıyor. Arsız bir çocuk gibi; annesinden tüllü etek isteyen kız çocuğu gibi bedenin kontrolünü istiyor. Ama olmaz. Çünkü artık o eflatun ben ise Ayten Gitmez’in yetim ve öksüz kızıyım.
“Nöbet geçiyor! Hemen su ve bez getir!” Etrafta onlarca ses var. Bana mı ait bilmiyorum. Bileklerimi tutan eller var. Bedenimi benden kurtarmaya çalışıyorlar. Her biri gibi.
“Kolu sıkıca tut. Sakinleştirici vuracağım!” Kimdi bu ses, neden durmadan bağırıyor, neden birilerine emirler veriyor. Kime ne oldu, kim öldü, kim kaldı. Neden sakinleştirici yapıyorlar.
Gözlerimi açamıyorum. Bedenimi neredeyse hissetmiyorum.
“Leyla, tut kendini. Kontrolü tutman lazım. Şu an olmaz.” Vega neden bana bunları söylüyor? O değil miydi kontrolü almak için benimle savaşan, beni delirten. Beni. Zehirleyen!
Kolumda soğuk metalin hissiyatıyla gözlerimi açtım. Yüzü yüzümü örtüyordu. Bakışlarım titrese de kim olduğunu görmeye çalıştım. Gözlükleri burnunun uçuna düşmüş, elinde tuttuğu boş şırıngayı masaya koyarken gözlüğünü düzeltebilmişti. Beni gördüğünde avucunun içini alnıma yasladı. “Uyu. Antibiyotik yapacağım.” Telaşsız sesi emir gibi göz kapaklarıma çullandı. Bedenim, koltuğun minderlerine uzanırken başım yastığın kenarına düştü. Başımı kaldırıp da yastığa yatmadım. Kolumda gezinen parmaklar, üst kolumu sıkan lastik, açılan damar yolu ve kanın kokusu. Hiçbirine tepki vermedim. Vega, Eflatun’u ağlatırken bile tepki vermedim. Zihnimi karanlığa yuvarlamaya çalışırken; zihnimin kırıntılarını ayağının altında ezen birinin olduğunu bile söylemeye gücüm yoktu.
Okur Yorumları | Yorum Ekle |