3. Bölüm

BÖLÜM:1

melinoe
melinoe

Yalnızca yazmak istemiştim. Ancak sonra bir heyecan kapladı içimi; anlatmak istedim. Sizlere anlatabilir miyim?

                                                                                        

 

 

 

BÖLÜM 1: FARE OYUNU

 

Karanlık, bir yılan gibi ayaklarıma dolanmıştı. Göz alabildiğine çalıların eğilmiş siluetleri ve dipsiz bir boşluk gibi üzerime çöken zifiri gece vardı. Sesler, intihar ipinin koparken çıkardığı o uğursuz yankıyı taşıyordu; bir özgürlük değil, tükenmişliğin en saf hâli. Gözlerimi kısmaya çalıştım, ama karanlık bunu fark edip üstüme daha da abandı, gözkapaklarımı bir kefen gibi sardı.

Başımdaki zonklama beynimi bir mengene gibi sıkarken ileriye doğru bir adım attım. Adımım zemine düşmedi. Ayağımın altındaki şey tüylerle kaplıydı. Ani, tiz bir çığlık havayı yırttı. Kalbim kaburgalarımı parçalayacakmış gibi atarken geri sendeledim. Ayağımdan sıcak bir şey sızıyordu. Aşağı baktım ve çıplak tenime bulaşan kanı gördüm. Nefesim düzensizleşti, göğsüm inip kalkarken gözlerimi yavaşça bedenime kaydırdım. Çırılçıplaktım.

Korku, karanlığın üvey kardeşi gibi yakama yapıştı. Kendi derim bile yabancı, savunmasız bir zırh gibiydi üzerimde. Dizlerimin üstüne çökerek, az önce bastığım şeyi görmeye çalıştım ama uzun çalılar, sahnenin önüne inen bir perde gibi her şeyi gizliyordu. Tereddütle elimi uzattım. Parmaklarım ezilmiş, tüylü, nemli bir şeye değdi. Geri çekilmek istedim. Ama merak, korkunun kardeşi kadar güçlüydü.

Titreyen ellerimle yakaladım ve kaldırdım. Avucumun içinde, gözleri boş ve donuk bir fare vardı. Ağzı açılmış, minik dişleri karanlığa meydan okur gibi sırıtırken hareketsiz yatıyordu. Nefesim boğazıma düğümlendi. Midem kasılıp büküldü, ağzımdan gelen sıvı sıcak bir nefretle yere döküldü. Fareyi fırlattım.

Alnımdan soğuk terler süzülüyor, tüylerim diken diken oluyordu. Ellerimi dizlerime dayayıp daha da şiddetle öğürdüm.

Ben neredeydim?

Dudak kenarlarımın acıdan çatlamış olduğunu fark ettim. Midemde hiçbir şey kalmamıştı. Ama dudaklarımdan dökülen son şey, birkaç damla kan oldu.

Göğsüm şişip inerken, ciğerlerim karanlığı soluyordu. Soğuk, içimde bir bıçak gibi dönerek ilerledi. Ellerim hâlâ titriyordu, çıplak derimin üzerinde bir şeyler geziniyormuş gibi ürperdim. Adım atmaya çalıştıkça dağılıyordum. Yalnızca her adımda soğuk artıyordu. Nefesim, soğuğu kanıtlamak istercesine genzime yapışıyordu. Vücudumdaki tüm tüyler dikleşmişti. Göğüs uçlarım bile sertti.

İlerlemeye devam ettim. Etrafta hiçbir şey yoktu. Başımı kaldırıp gökyüzüne baktığımda neresinin gök olduğunu dahi seçemiyordum. Elimdeki tek şey yürümekti.

Çalıların kısaldığı bir açıklığa çıkana kadar yürüdüm. Kaç dakika, kaç saat oldu bilmiyorum. Biraz ilerde bir göl olabilecek kadar dolu olan su birikintisini gördüm ve adımlarımı hızlandırdım.

Zemin yumuşak ve koyuydu, her adımda beni bir adım daha derine çekiyordu. Sanki toprağın altı bana ait değilmiş gibi, her an batacağımı hissediyordum. Bileklerimi sıkan karanlık, adımlarımı tutuyordu. Dengemi sağlamak için kollarımı iki yana açtım, ama bu dengeyi koruyabilmek, bir adım daha atmak için yeterli değildi.

Sonunda su birikintisine yaklaştım. Ayaklarımı suya sokmak, biraz rahatlamak istedim. Bu soğuk, kararmış toprağın içindeki tek kurtuluş gibi görünüyordu. Dizlerime kadar girip durdum, su sırtımdan yukarı doğru ilerlerken derin bir nefes aldım, buz gibi su cildimi keserken zihnim açılmaya başlamıştı.

En son diye düşündüm. En son evimdeydim. Koltuğumda oturuyordum saat, diye düşündüm. En son saat kaçtı.

Hareketlerimle göğsüme ulaşan su damlaları düşüncelerimi böldü. Hatırlayamıyordum. Öfkem, tüm soğuğa meydan okuyarak damarlarımda kor gibi akıyordu. Gözlerimi kapattım.

Düşün, dedim. Düşün.

Zihnimde yalnızca amansız bir karanlık vardı.

Onu kabul etmedim. Bunu gerçekliğim olarak kabul etmedim. Benim evimin yakınında böyle bir orman yoktu bile.

Karnımın altına bir şey değdi. Gözlerimi açtım. Ne ara kasıklarıma kadar suyu girmiştim, fark etmedim. Gördüğüm şeyle çığlık atmaya çalıştım. Ağzımı biri iki yandan tutup açmış gibi bağırıyordum. Sesim yoktu. Ciğerlerim acımış, boğazım yırtılmıştı ama sesimin çıkmadığına yemin edebilirim. Sessizliğimi kulaklarımı uğuldattı.

Suyun yüzeyinde yatan bir beden vardı. Uzun saçları kasıklarıma değiyordu. Elleri ve ayakları suyun dibindeydi. Korkuyla geri çıkmaya çalıştım. Bir düzine küveti dolduramayacak olan su şimdi bir okyanusun yavrusuymuş gibi kabarmış, dalgalanmıştı. Ayaklarım artık suyun zeminine değmiyordu. Geriye kaçmaya çalıştıkça beden bana doğru süzülüyordu.

Ben neredeydim?

Kafamı iki yana salladım. Şimdi bu sorunun bir önemi yoktu. Ben bir yerdeydim ve buradan çıkmam lazımdı. Can havliyle geri dönüp kulaç atmaya başladım. Yemin ederim karadan bu kadar uzaklaşmamıştım. Yalnızca ayak bileklerime gelen su nasıl olurda şimdi boyumu aşmıştı. Her kulacımda daha çok bağırmaya denedim. Ağzımın açıklığından faydalanan su içeriye akın ederken metalik tadı başımı döndürdü.

Nasıl bir suyun tadı metalik olabilirdi ki.

Ağzımdaki suyu tükürürken ileriye baktım. Hala aynı yerdeydim. Kara metrelerce uzakta, ayaklarım suyun dibine değemiyordu. Yüzmeye devam ederken bir şey saçımdan tuttu. Acıyla inledim. Ancak acı yalnızca göğsümde kalıverdi. Refleksle arkamı döndüğümde kadın bedeni hala aynı şekilde duruyordu. Yüzü suyun içinde öylece duruyordu. Tek fark ise bir eline saçlarımı dolamıştı.

Saçlarımı tutup elinden kurtarmaya çalıştım. Saç diplerim zonkluyordu. Daha sert çekmeye çalıştım. Saçlarım tel tel kopup avuçlarında kaldı. Korkuyla saç dibime gitti elim. Acı, kafatasımın her yerindeydi. Elimi geri çekip baktığımda avucuma bulaşan kanı gördüm.

Korku yerini nefrete bırakırken delirmişçesine küfürler ediyordum. Düşünmeden, yüzen bedenin saçlarını kavradım. Yüzünü sudan çıkarttım. Hareketin şiddetiyle her yere su damladı. Gördüklerimin gerçekliğini sorgularcasına göğüslerime baktığım. Daha karşımdaki bedene bakamadan kafası ellerimin arasından düştü.

Su zannettiğim şey aslında kandı. Delilik zihnimin tüm köşelerini istila ederken bir kez daha bağırdım. Bu nasıl bir şeydi. Bedenimin her yerine bulaşan şey aslında kandı. Daha dakikalar öncesinde su olduğuna emindim. Panik içinde yüzümdeki ve göğsümdeki kanı silmeye çalıştıkça her yere daha çok dağıldı.

Bir an o bedeni unuttum.

Ama yalnızca bir an.

Hareketlerimin gerisinde nefes alıp verme sesini duyduğumda ellerim göğsümde öylece kaldı. Düşmüş başımı ağır ağır kaldırdım. Nefes sesleri tam karşımdan geliyordu. Gözlerim göreceklerinin gerçekliğiyle titriyordu.

Başımı kaldırabildiğimde saniyeler öncesinde cansız olduğunu düşündüğüm beden şimdi tam karşımda dikiliyordu. Bağıramadım. Ellerim kendi boğazımı sıkarken bağırmak istedim ama yapamadım.

Oradaydı. Yüzü, gözleri, ağzından akan sıvısıyla her yeri kan içinde bana bakan şey, bendim. Dudaklarım birbirine dikilmiş gibi kapalıydı. Karşımdaki kişinin gözlerinden başka bir yere bakamıyordum.

“s-sen.” diyebildim. Kendi sesimi duymanın getirdiği çaresizlikle göz yaşlarım aktı. Konuşabilmiştim.

O ise yalnızca başını iki yana salladı. Gözleri başka bir noktaya bakıyordu. Tekrar konuşmak için hareketlendim. “S-en ...” diyebildim. Dudaklarımdan yalnızca üç harf çıkabildi.

Bana bakmadı. Sağ elini sudan çıkardı. Avucundaki saçlarım suya düşerken eliyle bir yere işaret etti. Omzumun gerisinde, arkamda bir şey işaret ediyordu. Yutkundum. Kalbim boğazımda atıyordu. Vücudumda hiç güç yoktu. Zaman bizim için burada yavaşlatılmış gibiydi. Arkamı dönüp gösterdiği yere bakmak için çabaladım. Her hareketim bir sonrakinden daha yavaş gerçekleşiyordu.

Tamamen arkamı döndüğümde artık delirdiğime emin olmuştum. Bir kadın, çamur bulaşmış ayaklarını bizden birkaç santim uzakta temizliyordu. Bedeni çıplaktı. Siyah saçları göğüslerini örtüyordu.

Kadının, ben olduğumu gördüğümde bedenimi suyun üstünden yukarıya kaldırmaya çalıştım. O sanki bir yabancıymış gibi onu uyarmaya niyetlenmiştim. Beni, kendisini dahası bizi kurtarması içi ona yalvarmaya hazırken kafamın arkasında hissettiğim baskıyla dona kaldım.

Kafam kan gölünün içine gömüldüğünde kollarım ve bacaklarım hareket etmeyi reddetti. Kurtulmak için bedenim hiçbir çaba sarf etmezken gözlerim yuvalarından çıkacak gibiydi. Ağzım açılmış, bağırmaya çalışırken kanlı su ciğerlerime doluyordu.

Her şey bir yalan olmalıydı. Zaman benim içimde paradoksa dönerken birinin daha kafasının suyun içine battığını hissettim. Gözlerim yan tarafa kaydığında gördüğüm tek şey kendi yüzümdü. Çırpınmaya çalıştım. Oysa bunu yapmaktan hiç vazgeçmemiştim.

Suyun içinde sesler duyulmaz. Ama ben duyduğuma yemin edebilirim. Benim suratım, benim sesim zihnimin içinde bana seslendiğinde delilik artık adımdı.

“Uyan Leyla.”

Uyan Leyla!

Kendi çığlığımla gözlerimi açtım. Nefesim boğazıma tıkanmıştı. Nefes alamıyordum. Acı, göğsümden peyda olup her bir uzvumu ele geçiriyordu. Bir elimi yumruk yapıp göğsüme vurdum.

Bedenim nefes almaya reddederken korkuyordum. Bu sefer daha güçlü vurdum. Göğüs kafesim acımaya başlamıştı. Nefesim ise hala oradaydı. Korkum yerini paniğe bıraktığında ellerimle boğazımı kavradım. Kendi boğazımı sıkıyordum. Gözlerimden akan yaşlar çenemden aşağıya düşerken birkaç damlası elime bulaştı.

Bedenim, gündüz vakti yanan ışıktan daha zayıftı. Görebiliyordum. Salonumun koltuğunda kendimi öldürmeye çalışıyormuş gibi görünürken gözlerimin görebildiği tek şey tavanda asılı duran, geceden beri yanmaya devam eden ampuldü. Kendimi görmeye zorladım. Ellerim, boğazıma baskı yapmaya devam ediyordu. Yüzümün kızarmaya başladığını, ciğerlerimin havasızlıktan yandığını, gücümden anlayabiliyordum.

Sakinleşmek için etrafa baktım. Karanlıkta değildim. Salonumdaydım. Diz üstü bilgisayarımdan dün gece açtığım haber kanalı şimdi sabah kuşağındaydı. Sesleri, uğultudan farksız gelse de gerçekliğinden emindim. Ellerimi boğazımdan çektim. Boğazımdan dökülen kesik kesik nefesler göğsümde ki acıyı şiddetlendirdi. Hızlı nefesler alıp veriyor, her defasında ciğerlerimin göğüs kafesine değdiğini hissediyordum. Yine de etrafa bakmaya devam ettim. Camı açık unutmuşum. Perdelerin etekleri ıslanmış, hareketsiz duruyordu. Gece yağmur yağmış olmalıydı. Koltuklarım, aile evinden getirdiğim tekli koltuğum, yer yer sigaradan yanmış üstünde dün geceden uğraştığım evrakları dağınık bir şekilde taşıyan orta sehpam. Hatta mutfakla salon arasında kalan holün şiş parkesi. Her şey aynıydı ve gerçekti. Karanlık hiçbir yer yoktu.

Gerçeklik beni rahatlatıyordu. Özgürce içime çektiğim nefesim, kabaran göğsüm, rahatlayan omuzlarım bunun kanıtıydı. İki büklüm olmuş bedenim doğrultup mutfağa ilerledim. Her şey eski, dağınık ve soluk renkteydi. Ancak gerçekti. Çeşmeden doldurduğum suyu tek dikişte içim, ağzımdaki ıslaklığı koluma sildim. Kendime bir kahve yapmaya koyulacaktım ki evin sessizliğini bölen melodi yerimden sıçramam sebep oldu.

Acele etmedim. Türk kahvesini makineye yerleştirip salona gittim. Telefonumun sesi sustu. Şişmiş parkenin üzerinde dönüp geri mutfağa gidecekken telefon tekrar çalmaya başladı. Görünürde telefonumu bulamadım. Sesi takip ettiğimde koltuğun kenarına düştüğünü gördüm. Telefonu alıp cevapladığımda saçlarımı ensemden çekip, terden kurtardım.

“Süreyya.” sesim, içime kaçmış gibiydi.

“Uyandırdım mı?” ahizeden gelen ses neşeliydi. Gerçekten de beni uyandırıp uyandırmamak konusunda bir mahcubiyet yoktu.

“Hayır.” dediğimde sesimin fazla huysuz çıkmasından ben rahatsız olmuştum. O yüzden devam ettim. “Berbat bir kabustan uyandım. Kendime kahve yapıyordum.”

“Anlatmak ister misin balım?” dedi, yakın arkadaşım.

“Anlatmasına anlatırım ama bunu diğerleriyle karıştırmayacaksın.” Bahsettiğim şey bize özel olandı.

Süreyya, psikoloğumdu. Bir o kadar da en yakın arkadaşım. Zaman bize, ikisi arasında ki rollerimizi karıştırmamayı öğretmişti.

“Arkadaşın olarak balım.” güven veren sesi, bana gördüklerimi anlatmamı sağladı.

Tüm kabusu Süreyya’ya anlatırken kahvem olmuş, dibinde son bir yudum kalmıştı. O yuduma eşlik etmesi için bir sigara yaktığımda anlatmam son bulmuştu.

“Canımın içi öncelikle götün açık kalmış.” dedi.

“Saçmalama istersen.” diye karşılık verdim.

“Ay hayır, ciddiyim. Konforsuz bir uyku tabi ki kabus gördürtür.” durdu “fark ettin mi eskisi kadar etkilenmiyorsun rüyalarından.” dedi.

“Nasıl yani?”

“Şu an gergin ve kabasın.” dedi.

“Süreyya.” derken sesim yüksek çıkmıştı.

“Ama haklıyım bana azizem bile demiyorsun. Süreyya'da Süreyya.” dediğinde sesli bir şekilde nefes alıp verdim.

“Tamam tamam. Balım, sen naif bir karaktersin. Kibarsın, düşüncelisin. Tamam gerektiğinde soğuk kanlısın ama her şeyi kendince en uçta yaşarsın. Şimdi ise kabuslara alıştığından daha sakin -ki sen sinirli de bir insansın- ama agresif davranmaya başladın.”

“Sana şu an kızamıyorum.” Sigaranın ölü külünü, kül tablasına silktim. “Ama hak veriyorum. Her gece bu kabuslara o kadar alıştım ki artık sadece o anı yaşıyorum.” Sesim çatallaştı. Kelimeler boğazımda düğüm olurken dudaklarımın arasından bir hıçkırık koptu.

Süreyya, değişen ruh halime yalnızca “Leyla.” dedi. Onun sevdiklerine karşı yumuşak çıkan ses tonu gözyaşlarımı cesaretlendirdi. Elimdeki telefonu ve sigarayı masaya bırakıp kafamı ellerimin arasına aldım. Bağıra bağıra ağlıyordum. Süreyya telefonun ucundan bir şey söylüyorsa bile duyamıyordum. Tek yapabildiğim ağlamaktı. Bedenim sarsılıyor, parmaklarım tıpkı kabustaki gibi saç diplerime dolanmış her gözyaşında saçlarımı çekiştiriyordu.

Zihnim delilikle mücadele ediyordu. Her bir anım, her bir gerçekliğim çatlamak için an kolluyordu. O çatlaklardan ise benim cesedim çıkacaktı biliyordum. Böyle kaç dakika ağladım emin değilim. Sarsılmalarım yavaşladığında elimi saçlarımdan çektim. Gövdemi geriye yaslayıp derin bir nefes aldım. Görüşüm bulanıktı. Elimin tersiyle gözlerimi ovuşturdum.

Telefona uzanıp yalnızca “iyiyim” diyebildim.

Süreyya’dan ses gelmedi. Bir an telefonu kapattığımı düşündüm. Telefonu kulağımdan çekip ekrana baktığımda arama devam ediyordu. “Süreyya.” diye seslendim. Karşılık olarak aldığım tek şey takırtı sesleriydi. Birkaç saniye sonra Süreyya’nın sesini duydum.

“Geldim geldim.” derken sesi uzaktan geliyordu. Terliklerinin zeminde bıraktığı izi duyduğumda şaşkınlıkla gözlerimi kırpıştırdım. Süreyya, böyle bir anda nereye gitmişti ki.

“Leyla.”

Korku, tarif edemediğim bir şekilde zihnime yayıldığında gözlerimin önüne kabusumda öldürdüğüm fare düştü. Görüntüyü def etmek için başımı iki yana salladım. Bir şeyler yolunda gitmiyordu. Sesim ise bunu kanıtlamak için titredi.

“Süreyya.” dedim.

“Balım kahve yapmaya gittim iki dakika da ne oldu sana?” diye sorduğunda telefon elimden düşecek sandım.

“Anlamadım.” diyebildim. Doğruyu söylüyordum. Süreyya’nın söylediği hiçbir şeyi anlayamıyordum.

“E balım, kahve yapıp kabusunu anlatacaktın ya. Bende sana eşlik etmek için kahve yapmaya gittim. Ne oldu iki dakika da? Yoksa kabus çok mu kötüydü?”

Süreyya'nın söylediği her bir kelime bir öncekinden daha uzak geliyordu. Kelimeler canlılığını kaybederken aslında ölen bendim. Gözlerim açılmış, nefesimi tutmuştum.

“Süreyya.” diyebildim bir kez daha. Ona şu an olanları anlatamazdım. Az önce sohbet ettiğimi zannettiğim her bir an birer yalanken Süreyya'nın gerçek olup olmadığına inanamazdım.

Onun cevap vermesini beklemeden “belediyeye evrakları götürmeyi unuttum, kapatmalıyım.” dedim bir çırpıda. Telefonun diğer tarafından Süreyya konuşmaya çabalasa da onu dinlemeden telefonu kapattım.

Telefonu elimden düşürecek kadar sıkıyordum. Parmaklarımın eklemleri acıdan bembeyaz kesilmişti ama bırakamıyordum. Çünkü onu bırakırsam, gerçek de ellerimin arasından kayacaktı. Sesim hâlâ kulağımda çınlıyordu. Kendi sesim… Süreyya’ya ne söyledim? O bana ne dedi? Anlatmıştım, değil mi? Her şeyi anlatmıştım. Ama onun söyledikleriyle benim hatırladıklarım birbirini tutmuyordu.

İçimde bir çığlık büyüyordu, boğazımı yırtarak çıkmak isteyen, nefesime dolanan, bedenime sıkışıp kalmış bir çığlık. Bunu susturamazdım. Susturursam, aklımı kaybedeceğimi biliyordum.

Ayağa kalktım, gözlerim öfkeyle odadaki her nesneyi taradı. Salon üzerime kapanıyordu. Sesler yankılanıyor, duvarlar bana daha da yaklaşıyordu. Kendi adımlarımın sesi bile yabancı geliyordu artık.

"Hayır, bu gerçek değildi. Az önce olanlar gerçek değildi."

Ama gerçekliğin keskin dişleri vardı ve beni uykudan değil, hayal dünyamdan uyandırmak için bacağıma gömüldü. Masanın köşesine tüm gücümle vurdum. Acı, bedenimde bir şimşek gibi çaktı, ama bu bile içimdeki şüpheyi dağıtmaya yetmedi. Gözlerim yanıyordu, zihnim isyan ediyordu.

Biliyordum. Süreyya’ya anlatmıştım. Beni sakinleştirdiğini, beni duyduğunu biliyordum. Ama o zaman… Onun söylediği o cümle? Kahve yapacağından hiç bahsetmemişti. Bu anı kırılgan bir cam gibi elimde tutarken, en ufak bir dokunuşla paramparça oldu.

Kan beynime sıçradı. Paniğin yerini alan öfkeyle kitaplığa vurdum. Raflardaki kitaplar sarsıldı, ama devrilmedi. Ben devrildim. İçimdeki çığlık artık gerçek bir sese dönüştü.

Deliriyor olmalıydım. Yalnızlığın zihnimde bıraktığı bir hastalık olmalıydı bu. İkinci bir çığlıkla boğazım acırken kitaplıkta usulca beni izleyen kitapları yerlerinden kaldırıp etrafa fırlatmaya başladım.

Bir kitap, iki kitap. Üçüncü kitap cama çarptı. Dördüncü kitap açıldı ve içine kıvrılırken koltuğun üstüne düştü. Ancak o an ne yaptığımı fark edebildim. Tüm olanlar yetmezmiş gibi bir de kitaplarıma saygısızlık etmiştim. Sırtımı kitaplığa yaslayıp yere çöktüm. Bacaklarımı karnıma kadar çektim. Ellerim bacaklarıma dolanırken dağılmış saçlarım terleyen yüzüme yapışmıştı. Saçlarımı geri çekmedim. Bir süre çıplak ayaklarıma baktım. Sakinleşmek adına tek tek ayak parmaklarımı saydım. Zihnimdeki sayılar gözümün önünde somutlaşırken rahatlamamı kolaylaştırıyordu.

1,2,3,4,5 ...

Bedenim biraz daha gevşemişti. Bacaklarıma sarılmayı bırakmıştım. Ellerim bedenimin iki yanına düşerken ayaklarımı da uzattım. Etrafa baktım. Duvarda asılı olan saat 10.30 gelmişti.

Buradaki tek gerçek olan oydu. Artık adımın bile gerçekliğinden emin olamıyordum. Saat 11.00 olana kadar yerimden kalkmadım. Ancak o zaman kalkabildiğimde tüm kitaplarımdan özür dileyerek onları yerine bıraktım. Masada dağınık duran evrakları gördüğümde Süreyya’ya söylediğim bahaneyi hatırladım. Oynamayan perdemden içeri soğuk rüzgarların girdiğini hissettim. Bedenim titredi. Koltuğa oturup evrakları önüme çektim. Her birinde özel isimler, makamlar ve izinler vardı. Bugün teslim etmem gereken evrakların her biri bana ait olan içindi.

Yirmi altı yaşımın getirisiyle çocukluk hayalimi gerçekleştirmek için adım atmış kendime bir dükkan kiralamıştım. Devletsiz ülkemde bir silahtan daha tehlikeli olan kitapların her biri için izin çıkartmıştım. Gece Kütüphanesi’ne sahip olabilmek için.

Evraklarda yazanları birçok kez okuduğum için yalnızca imzalamam gereken yerleri imzaladım. İsmim her okuduğumda bana yabancılaşırken kalemi masaya bıraktım.

Leyla Gitmez.

Her bir kağıdın altında büyük harflerle yazan ismim bana beni çağrıştırmazken düşünmemeye çalıştım. Banyoya gittiğimde. Bedenime ağır gelen tüm kıyafetlerden kurtulduğumda. Duşa girdiğimde. Soğuk su her yerimi istila ederken bile ismimi ve kendimi düşünmemeye çalıştım.

Ancak tüm bunlar, suyun aktığı her an aslında su mu yoksa kan mı diye kontrol ederken düşündüğüm şeylerdi.

Karanlık, tüm görkemiyle sabahın en aydınlık saatlerinde insanların zihnine yuva yaparken ben aslında kimdim?

Bölüm : 19.09.2024 03:19 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...