
Her birimiz birçok kitap okumuş, birçoğunu saklamış ve unutmuştuk. Şiirler ezberlemiş, yazmıştık. Sizlere bir roman bırakıyorum, içlerinde her birimizin tanıdığı kadınlar ve adamlarla.
Ancak bilin ki siz Haşim'den de güzelsiniz.
O halde son sözlerimi söyleyeyim. İyi okumalar diliyorum efenim.
Bu bölüm için size bırakacağım şarkılar;
Bon Iver, St. Vincent - Rosyln
Lykke Li - I know places
BÖLÜM 2: BİR KİTAPTA KAÇ KİŞİ VAR?
Tüm kitaplar benim olduğunda
Ben bir kitap olduğum da
Yalan
Kitaplarda ben de olduğumda
Artık kim olduğumu bilebilecek miydim?
Bir başrol ki bu adı, adım olmuş. Kaderime hediye edilmiş başlığı, sayfalarca sararıp akar gider iki dudağın arasından söylenişi. Yaşı, yaşıma dolanıp merdivenleri tırmanmış... Tırmanmış ancak hatırlamış Ahmet Haşim’i. Bir sayfa da Leyla olmuş, birinde omurgası kırılmış çoktan ölmüş, birinde bir balık, evet orada bir kedi, belki bir nergis ve adam. Belki bir roman olurdum, belki öylece bir merdiven, ağlar durmuş dibimde Haşim’im.
Sokak kaldırımları, topuklularımı aralarına sıkıştırmak istercesine dar taşlardan oluşmuş. Alnıma dökülen tel tel saçlar, kendilerini özgür zannederken; kaldırımların arasından kendini kurtaran taşlar da bu yanılgıya kapılmış gibiydi. Atakum belediye binası, ismini yılların getirisiyle sararmış tabelaya armağan etmiş. Kocaman bir girişine rağmen kapıları bodur kalmış, gelen insanların sanki saygıyla eğilmesine sebep oluyordu. Ancak bu saygı, Ata’nın gidişinden sonra çoktan kaybetmiş, gidenlerde gelenlerde artık unutulmuştu.
Evrak işleri tahmin ettiğimden daha uzun sürmüştü. Öyle ki birkaç saat önce çıkmam gereken kapıdan ancak şimdi çıkabilmiş, açık arttırmaya gitmeden önce ellerimdeki evrakların onaylanmasının şerefine sigaramı yakabilmiştim.
Yavaştan çiselemeye başlayan yağmur damlaları yanan izmaritin üstüne düşerken, sönen ateşin cızırtısı gerisinden geliyordu. Siyah kabanımın yakalarını ne kadar dikleştirsem de omuzlarıma düşen damlalar, ürpermeme sebebiyet oluyordu. Bu öyle bir ürperdiydi ki şimdi bir adam beni izliyor, adımlarımı bir kedi gibi takip edecek ardından ise avını dişlerinin arasına alacak gibiydi. Yine de bu saçma ve abartılı bulduğum düşüncemi kendimce alaya alarak omuzlarımı silkmiş, artık bittiğini dudağımın yanmasıyla kendini belli eden sigarayı yere atıp ezmemle son bulmuştu.
Kendi zihnimde yarattığım katilden kaçabilmek için caddenin işlek bir bölgesine doğru adımlamaya başladım. Şimdi bir taksi gelecek, ben el edecektim ve çoktan orda olmam gereken yere varacaktım.
İçimden bir ses “ya varamazsan” diye fısıldıyordu. Fazlasıyla Ahmet Ümit okumuş olan benler bir bir olay yerinde kafalarını kaldırmış kendilerince delil bulmuşlar gibiydiler.
“Ya cidden biri seni izliyorsa ve öleceksen.” sesler bir bir bunu fısıldıyor, bu puslu hava da kendilerine bir oyun oynuyorlardı. Ancak ne kadar denesem de kafamdaki sesleri es geçemiyor, dudağımın bir kenarı yukarıya doğru kıvrılıyordu. Her okuduğum kitapta bir katili bulmuştum. Öyle ki sayamadığım kadar maktulümde vardı ve hiçbir polis ya da dedektif onları bulamamıştı, çünkü satır araları ancak karanlıkta kusurlarını ortaya çıkarırdı. Kelimelerse en kaliteli kefendi.
Düşüncelerimden sıyrılışım önümde yavaşça duran ve sesi tüm caddeyi dolduran taksinin kornasından başka bir şey değildi.
“Taksi lazım mı abla?” diye camın aralık kısmından bana seslenen sinek kaydı tıraşlı adama karşılık cevabım anca bir çırpıda taksiye atlamak olurdu.
“Hızır gibi yetiştin, teşekkür ederim.” derken arka koltuğa rahat bir şekilde oturmuş, ön taraftan gelen klimanın sıcak esintisine bırakmıştım kendimi.
“Estağfurullah abla, istikamet nereye?” taksici bunu söylerken dikiz aynasından bana bakmıştı. Bir anlığına adamın gözlerini izlerken gideceğim yeri söylemiş olsam da o bakışlarını çektiğinde onu izlemeye devam etmiştim.
Pek acemice kullandığı jiletinden yüzünde yaralar oluşmuş, köşeli çenesi ise en belirgin hattıydı belki de. İnce dudakları, hatta neredeyse hiç yokmuş gibi duran üst dudağı, uzunca bir genişlikten sonra eşlik eden küçük burnu vardı. Gözlerinde ise sanki hiç kirpik yok gibiydi.
Üstünden kara bulutları hiç eksik olmayan bir çağdaydık. Bu çağ öyleydi ki, belki bir roman olsa adı kızıl çağ olurdu. Sular artık kan kokuyor, insanlar birbirlerini vuruyor, ölüm her saniye sokaklarda polislerle birlikte geziyordu.
Otuz dört sene önce devlete yapılan darbeyle bakan öldürülmüş, siyası mecradaki her kadın ve erkeğin sülalesi de dahil olmak üzeri idam edilmişti, devletten kalan her bir mülk halkın olmuştu. Hukukun ve adaletin eksikliği insanların vicdanını yarıp geçmiş, tanrı ise o vicdanı ellerinin arasına alarak parçalamıştı. İlkel dürtümüzün kurbanı olarak ya sevişmiş ya da öldürmüştük. Ancak en çok da kitapçılardan belliydi halimiz. Raflarda yeni bir çağın hayalini tasvir eden ütopyalar, dehşete doymayan distopyalar ve onlarca polisiye, psikolojik kitap vardı. Öyle ki bunların bile okunması ya hala umut sahibi insanların olmasından dolayı ya da dönemimizin en meşhur seri katilinden dolayıydı.
Radyonun cızırtıları arasında bulunan frekans, haberlerin jeneriğiyle beraber kesilirken, tam da olduğum yerdeydim. Düşüncelerim, zihnimden çıkıp, o tozlu radyonun aralarına karışmış, sunucunun sesi sesim olmuştu. Aylardır aynı cümleler bir kez daha dudaklarından döküldüğünde taksiciyle göz göze gelmiştik.
“İyi akşamlar, sayın seyirciler Akış haber bugün de karşınızda. Son dakika haberleri, sıcak gelişmeler, güncel olaylar... Akış Haber'de hepsi ve daha fazlası için televizyonlarınız sesini açmayı unutmayın. Ben Aslan Dağdelen.”
Taksici, spikeri dinlemiş, radyonu sesini biraz daha açmıştı. Hepimizin alışık olduğu jenerik, Aslan Bey’in sesi ve haberler akıp giderken halk kendini yok etmeye devam etmiş, o yok oluşun ardından tekrardan varlığa gelmeye çalışmıştı. Ülke de zamanın akışı hep bir sonrakine saldırı olarak ilerliyordu. Öyle ki bir son dakika haberi verilmesine rağmen yalnızca sözlerde korku vardı; her birimiz bir katilin tanıdığıydık artık.
“İstanbul'un Sarıyer ilçesinde meydana gelen vahşice bir cinayet, şehri şok etti.
Edinilen bilgiye göre, dün gece saat 23.00 sıralarında Sarıyer’de bir parkta bulunan 25 yaşındaki Fatma M. adlı kişi vahşice öldürüldü.
İhbar üzerine olay yerine gelen polis ekipleri, genç kadının bıçaklanarak öldürüldüğünü tespit etti. Katil veya katillerin olay yerinden kaçtığı belirlendi.
Polis, genç kadının kimliğini belirlemek ve cinayetin nedenini araştırmak için çalışma başlattı. Cinayet zanlılarının yakalanması için geniş çaplı soruşturma başlatıldı.
Sarıyer’de meydana gelen vahşice cinayet, bölge halkında büyük korku ve üzüntü yarattı. Vatandaşlar, yetkililerden cinayetin en kısa sürede aydınlatılmasını ve zanlıların adalet önüne çıkarılmasını talep etti.
Polis, cinayetin aydınlatılması için tüm imkanlarını seferber etti. Olay yeri inceleme ekipleri, delil toplamak ve katil veya katillerin izini sürmek için çalışma yürütüyor. Ancak bu yeni bir katil mi yoksa zanaatçı mı?
Yetkililer, vatandaşların şüpheli gördükleri kişileri veya olayla ilgili herhangi bir bilgiye sahip oldukları takdirde polise bildirmelerini istedi.”
Aslan Bey, promterden akıp giden yazıları okurken “halkın büyük korku ve üzüntüsü” kısmında kendine söz düşmüş gibi hisseden taksici “Allah bilir bu sefer hangisi” diye mırıldanmıştı.
“Bir şey mi dediniz?” diye sorduğumda adamı anlamaya çalışıyordum.
“Yok abla bir şey demedim.” Adam bu konuşmayı çok da uzatmak istemezken kendini haberlere bırakmıştı.
Ancak 15- 20 dakika süren yol, yağmur ve trafiğin karmaşasında uzamışta uzamıştı. Gitmem gereken yere ne zamanında gidebilmiştim, ne de almam gereken kitapları alabilmiştim. Umudum cama düşen yağmur damlaları gibi, toprağa düşmeden biraz daha gökte kalabilme çabası gibi tutunuyordu yüreğime. En azından bir kitap alabilmek demek bir dünya inşa edebilmek demekti.
Bu dünyada duygular ölümle ve maddiyatla belirleniyordu. Halkın özgürlüğü ancak banknotlarda var olabiliyor, her biri birbirinden farklı renk kağıtlarda statü aranıyordu. Devlet her ne kadar iktidardan düşse de insanlar tıpkı benim de yaptığım gibi mülkiyetini belli etmeye çalışıyordu. Elimizde kalan son “ben” kargaşasında en azından birbirimizin “benlerine” zarar vermemiş oluyorduk. Lakin bunlar yalan söylemeyi öğrenen çocukların dillerinden dökülebilecek sözcükler gibiydi. Biliyorduk ki, yerler o benlerle doluydu. Cesetleri sahiplenen teşkilatlar, makroyu kendince sistemleştirmeye çalışan mikrolar varken hangimizin cesedini hangi teşkilat sahiplenecek diye düşünür olmuştuk. Öyle ki biraz daha romantik olabilseydik bu güneş doğamayan ülkemizde belki o zaman aşk romanları olurdu. Basit bir kadın ve teşkilat lideri aşkları okur, bir umut ölmeden önce sahiplenmeyi beklerdik değil mi?
Bunların hiçbiri olmamıştı, zihnim kendi dehlizlerinde top sürerken taksici geldiğimizi söylemiş, ücreti ödemiş ve inmiştim. Daha fazla geç kalmak istemeyen adımların koşarcasına büyük binanın kapısına ilerlemişti.
Ülke dört döneme ayrılıyordu. Her birinde bir öncekinden ders çıkarıldığı zannedilirken dini mücadele ve politik mücadelenin savaşında yok oluşa doğru gitmiştik. Şimdi sözde kalan devlet, iktidarsız, omurgası eksik bir devletti. Karşımdaki bina ise bu devletin en güzel zamanlarından kalan bir mimari eserdi.
Zamanında beyaz olan mermer sütunlar bir kadın gibi yıllanmıştı. Uzun camlara eşlik eden oymalar, çatısına kadar uzanan taş oymalar vardı. Bina tam anlamıyla eskinin güzelliğiydi ancak alsa biri eline kocaman bir bez ve silse taşları tek tek o zaman pisliğin bir yapıtı olarak duruverecekti karşımızda.
“Leyla!” İsmim tanıdık bir sesin dudaklarından uzun uzadıya döküldüğünde binaya girmek üzereydim. Bir köşede dikilmiş elinde ajandasıyla bana doğru el sallayan kişi Füsun'du. Kitapları bulan ve bu açık arttırmayı düzenlemede yardımcı olan kişiydi. Bir nevi kitapları bulan kişinin asistanıydı. Öyle ki buraya gelebilmek istiyorsanız Füsun’dan bunu onaylaması ya da maillerinize dönüş sağlaması gerekiyordu. “Ah, Füsun merhaba, görememişim seni.” dediğimde artık kadının yanına varmıştım.
“Önemli değil Leyla, acelen var gibi.” dediğinde kafamı evet der anlamında salladım. “Birazcık geç kaldım.” kendimce bunu söylerken baş parmağım ve işaret parmağımı birleştirip ne kadar geç kaldığımı göstermeye çalışıyordum.
Füsun bu yaptığıma gülümserken, “Kaç kitap kaçırdım?” diye sordum. “Aslında pek bir şey kaçırmadın. Başlama saatinden önce polisler geldi ve hala buradalar. Bir şeyler arıyorlar ancak ne olduğunu söylemediler.” Ses tonu, durumdan rahatsız olduğunu belli ediyordu. Bana kalırsa haklıydı da kim, programının bozulmasını isterdi ki.
“O halde bir sigara içmeye vaktim var.” derken, çoktan elim çantamda dağılmış olan tütünlere gitmişti. “Sen bilirsin. İçeriye girdiğinde seni arayacaklar şimdiden haberin olsun.”
Füsun, elindeki tableti kontrol ederken, bakışlarım üstünde geziniyordu. Zümrüt yeşili triko kazağının üstüne geçirdiği krem rengi takım elbisesi, tenini olduğundan daha sıcak gösterirken ela gözleri ben buradayım demekten geri durmuyordu. Alımlı suratının etrafına dökülen bal köpüğü saçları bir ressamın çizmek isteyeceği dolgunluğa sahipti.
“Leyla.” dediğinde işiyle uğraşamaya devam ediyordu. “Evet?” diye sorarken son nefesi aldığım izmariti yere atmış, ayakkabımın zarif tabanıyla ezmiştim. Ah, bu ayakkabılara kesinlikle çok para vermiştim. Ancak konu bu değildi, Füsun, burada olduğuma dair bir evrak imzalamam gerektiğini, bunun polislerin isteği olduğunu söylemiş; içeriye geçerken bana eşlik edeceğini belirtmişti.
Zamanın eteği altında gezinen insanların dansa tutulduğu yerdi burası. En sonunda topuklarımı büyük bir cesaretle bastığım bu bina Valide Hanım konağıydı. Ülkenin her bir döneminde gerçekten de bir anne gibi tavır takınan bu konak; yeri geldiğinde genç bir kadın olup, balolara eşlik etmiş, yeri gelip koca bir kadın olmuş ve ülke için büyük toplantılara yer vermişti. Şimdi ise miskince en sevdiği köşesine yerleşmiş ölümü beklerken, kendince kitapları ve yeni insanları var etmeye çalışıyordu.
Yine de kadınlığından hiç vazgeçmemiş, zarafeti ve ihtişamıyla büyüleyici bir yerdi. Altın varaklı sütunlar, kristal avizeler ve mermer zeminler, her köşesi sanat eseri gibi işlenmişti. Öyle ki bu akşam, nadir kitapların sergilendiği salon, entelektüellerin ve koleksiyonerlerin fısıltılarıyla doluydu.
İlk baskı kitapların büyüsüne kendimi kaptırmaya beklerken, sarmal merdivenin başında bekleyen host kibarca paltomu istemiş, siyah kabanım omuzlarımı terk ederken bedenimi sarmalayan siyah uzun elbisem ve en sonunda topuklu botlarım ortaya çıkmıştı.
Füsun'un eşliğinde üst kata tırmandığımda bu seferde bir polis memuru bize eşlik etmiş, muntazam bir şekilde üstümü kontrol ettikten sonra baş komiseri ile konuşmamı rica etmişti.
Etrafa düzenli bir şekilde yerleştirilmiş masalar ve sandalyeler vardı. Her bir sandalyenin önünde bize daha önceden verilen davet numaraları iliştirilmişti. Açık arttırmanın sahibi, etrafta öylece oturmamızı reddediyor gibi, kendi elleriyle bizi yerleştirmek istemişti. Bana kalırsa kitapları alanları numaralarından takip edecek, kitaplar artık bizim olsa bile o hala kendisinin olduğu gösteren bir bilgelikle tepemizde dikilecekti. Masaların etrafında dolaşan birkaç kişi, sohbet ediyor, şık kıyafetlerini birbirlerine sergiliyorlardı. Baş komiser olarak gösterilen kişi ise kürsünün sağ tarafına ilişmiş, insanları inceliyordu; tıpkı benim de yaptığım gibi.
Etrafı saran loş ışıklar vardı, kimisi avizelerden yansıyan mumların ateşiydi kimisi sönmeye vakit tutmuş mumların son izleriydi. Her birimize bir mum düşecek olsaydı en köşede kalan masanın eteklerini bile tutuşturamayacak olan o mum olurdum ben. Çünkü etrafına ne kadar ışık tutarsan sende o kadar kendini belli ederdin.
Aydınlığın zihnime düşürdüğü gölgeler karanlığı hasret bıraktırırdı. Zihnimin içinden birisi, karanlıktan başını çıkarıp konuştuğunu duyduğum “karanlığı ne çabuk unuttun Leyla.”
Kendi sesimin yankısı benimi ürpertirken bir yere tutunma ihtiyacıyla elimi kaldırdım. Sesin, sahibini ayak uçlarımda arayan gözlerim, rimelli kirpiklerimi kaşlarıma çıkartmış şaşkınca bakınıyordu.
Günlerdir eksik olan anılarımı tarihi geçen telefonumdan öğrenmiş. Uzun zamandır yatmadığım yatağımda bedenimi örten bir havluyla uyanmıştım. Hızla yerimden kalkıp olan biteni hatırlamaya çalışmadan geç kaldığım belediye binasına gitmiştim. Şimdi ise buradaydım. Bana doğru yaklaşan başkomiseri gözümün kenarıyla seçebiliyordum.
“Hanımefendi.” Adamın sesiyle başımı kaldırdım. Duruşumu dik tutmaya çalışarak “Efendim.” dedim.
“Sizinle biraz konuşabilir miyiz?” dedi. Sesi kalındı. Kelimeleri ise ustalıkla dilinde yumuşatıyordu. Başımı, evet, anlamında salladım.
Bedenini önümden çekti. Bir elini belime götürdü. Ancak asla temas etmedi. Diğer eliyle balkonu işaret ederken yürüyüşümüzü o yönlendiriyordu. Ancak o zaman adamı inceleyebildim.
Mum ışığında altın bir sikke gibi parlayan gözleri, kısa kirpikleri, kalın kaşlarını örten dalgalı saçları vardı. Saçlarının yanları daha kısaydı. Üzerinde üniforması yoktu. Davete uygun gelmişti. Siyah pantolon ve eşlikçi olan beyaz bir gömlek giyiyordu. Hareket ettikçe kabanını örten belindeki silahını görebiliyordum.
Balkonun önüne geldiğimizde sırtımı demirleri yasladım. Hafif esen rüzgar saçlarımı önüme doğru itiyordu. Adam ise, tam karşımda tüm misafirlere beni gizlemiş duruyordu.
Konuşmaya başladığında elini uzatmadı. “Cinayet bürodan Baş komiser Timuçin Şaşmaz.” dedi. Cebinden cüzdanını çıkartıp bana rozeti gösterdi. Kısa bir an, onun insanlarla selamlaşmasının böyle olduğunu anladım. Selamına karşılık verip “Leyla Gitmez.” dedim.
Cüzdanını cebine geri koyarken “size formalite gereği birkaç soru sormam gerekiyor.” dedi.
“Sizi dinliyorum.”
“İlk başta buraya gelme sebebini öğrenebilir miyim?” Bu sorusu fazla saçma gelmişti. Bir kitap açık arttırmasında ne yapıyor olabilirdim ki. Düşüncelerim mimiklerime yansımış, bir kaşımı yukarıya doğru kalkmıştı. Ancak Timuçin’e istediği cevabı verecektim.
“Yalnızca birkaç kitap almak istiyorum.” Sakin tuttuğum sesim ikimizin arasında asılı kaldı. “Birkaç kitap?” Kelimeler dudaklarından mırıltılar şeklinde dökülmüştü. Düşünüyordu. Karşımdaki adam gerçekten alabileceğim birkaç kitabı düşünüyordu ve bu bana fazla saçma geliyordu. Çünkü bunu böylesine düşünmesi ya gerçekten bir şey araması ya da onu buraya gönderen sözde üstleri kitaplardan korkuyordu.
Timuçin, düşüncelerinde bir karara varmış gibi keskin bir soru sormuştu. “Böyle bir açık arttırmada birkaç kitap alacak gelirinizi öğrenebilir miyim?” dışarıda rüzgar esmiyordu, hiçbir perde, dışarıda hiçbir yaprak oynamıyordu ama bu sorunun soğukluğu tüm rüzgarı serbest bırakmış gibiydi.
“Anne ve babamdan kalan parayla almayı düşünüyorum. İkisi de vefat etti.” diyebilmiştim.
Timuçin'in yüzünde anlık bir tereddüt belirdi. “Başın sağ olsun.” Dudakları, teselli verircesine hafif bir tebessümle kıvrıldı. O an, bu adamın ne düşündüğünü kestirmenin ne kadar zor olduğunu fark ettim. Ama bu, üzerimdeki gerilimi azaltmadı, aksine daha da büyüttü. Onu konuşmayı üstlenmesini bekledim.
“Sorular hoşunuza gitsin ya da gitmesin dürüstlüğünüz bizim için önemli.” dedi.
“Burası kitap pazarı. Ancak anlayamıyorum neden şu an sorgulanıyorum.” dedim. Sesim beklediğimden sert çıkmıştı. Özür dilemek için ağzımı açmıştım ki başkomiserin omzuna dokunan elle susmam gerekti.
“Baş komiserim.” İnce sesli polis memuruna dönen Timuçin, hiçbir şey söylemeden adamın konuşmasını bekledi.
Adamı neredeyse göremiyordum. Arkası bana dönük olan baş komiserin gövdesi adamı örtüyordu. Onların konuşmasından kendimi çekip manzaraya baktım. Pek de manzara sayılamayacak bir yere. Burası kendi içinde ne kadar ihtişamlı olsa da pencereleri birkaç tuğla, beton ve yalnızlıktan başka bir şeye açılmıyordu.
“Birazda toprak ve çamur.” duyduğum sesle Timuçin’e döndüğümde biraz eğilmiş kulağına bir şeyler söyleyen polis memurunu dinlemekte olduğunu gördüm. Ses ondan gelmemişti. Etrafa bakındığımda yakınlarda sohbet eden birileri de yoktu. Yönümü manzaraya dönüp, tırabzanlara tutundum. Başım omuzlarımın arasına düştü.
“Biraz kan.”
Aynı sesi yeniden duyduğumda başımı kaldırdım. Ses çok yakınımdaydı. Ses çok tanıdıktı. Gözlerim birilerini ararcasına pencerenin gördüğü her yere bakıyordu. Orada biri olsa bile aramızda en az on metre yükseklik olacaktı. Kimsenin sesi böyle bir mesafeden duyulamazdı.
Bahçenin kapısında hareket eden bir şey gördüğümde buz kestim. Gerçekten orada birini gördüğüm için mi paniklemiştim yoksa birini görme ihtiyacı mı duyuyordum emin değildim. Ancak gölgenin uzayıp, hareket edişini takip ettiğimde, bahçenin demir kapısının yanlarına konumlandırılmış iki ağacın gölgesini birisi ayırıyordu. Sağ tarafta kalan ağacında birkaç adım yanında kapının dışına doğru yürüyordu. Kıyafetlerinin detayından erkek olduğunu seçebilmiştim. Ancak pürüzsüz görünün kafasında bir şapka ya da maske olabileceğini düşündüm.
Ya da hayal ediyordum. Çünkü o, her adımda uzadıkça uzayan gölge ona baktığımı hissetmiş gibi durdu. Onunla birlikte bende nefesimi tuttum. Bedenim bir yere gizleme arzusuyla kıvranıyordu. Yine de tutunduğum tırabzanlardan cesaret almaya çalıştım ve bana dönmesini bekledim.
Gerçekten de arkasına dönmek üzereydi ki bir şeyin omzuma dokunmasıyla yerimde sıçrayıp panikle arkamı döndüm.
“Leyla.” Timuçin'in şaşkın sesiyle neler olduğunu anlamaya çalıştım. Tuttuğum nefesimi verip, kalp atışlarımı düzene sokmaya çalıştım. Tüm damarlarım zonkluyordu.
“Dakikalardır sana sesleniyorum.” dedi Timuçin, temkinli tuttuğu sesiyle.
“K-kusura bakma. Bahçede birini gördüm sandım.” Sesim, tüm duygularımı ortaya serdi. Sakinleşmek için ellerimi göğsüme koydum.
“Nasıl biriydi?” Timuçin hala aynı tonda, hala temkinliydi.
“Yalnızca ağaç gölgesi.” diye onu geçiştirdim.
“Anlıyorum. Konuşmamız bölündüğü için özür dilerim ancak bilmem gereken bir husus vardı.” yaptığı açıklamayla yarım kalan konuşmamızı yeniden başlatmış oldu.
“Önemli değil. Yardımcı olabileceğim bir şey var mı?” diye sordum.
“Topukluların.” dediğinde şaşkınca “Anlamadım?” diye sorabildim.
“Umarım onlarla koşabiliyorsundur?” dedi. Sesi alay eder gibi değildi. Gerçekten de merak ediyordu.
“Koşabilirim ama neden?” diye sorduğumda artık bende merak ediyordum.
“Umarım öğrenmenize gerek kalmaz. Ancak...” durdu. Bir süre arkama baktı. Sanki az önce benim baktığım ağaçların oraya bakıyor gibiydi. Bedeni, bir adımla yakınıma girdi. Sessizce ne yaptığını anlamaya çalışıyordum. O hala dışarıya bakarken kaşları çatılmış, biraz utanmaları olmasa kirpiklerine değecekti. Giydiğim ayakkabılardan dolayı başım çene hizasına denk düşüyordu. Bu yüzden seğiren dudaklarının o milimlik hareketini yakalayabilmiştim.
“Orospu çocuğu!” Timuçin'in dudaklarından dökülen öfkeli kelimeler bedenimi geriye savurdu. Anlık gelen korkuyla gerilemiştim ki Timuçin, arkasını dönmüş hızlı adımlarla benden uzaklaşmaya başlamıştı. Kimden bahsettiğini anlamak için arkamı dönüp açıklıkta herhangi birinin olup olmadığına baktım. Ancak hala aynıydı. Biraz tuğla, beton ve yalnızlık vardı.
Timuçin'in hareketlenmesiyle merdivenin başına toplanan iki memura bir şeyler söyledikten sonra aşağıya koşarak indi. En son gördüğüm kabanının etekleriydi.
Başkomiserin gidişiyle geriye kalan iki memur etrafta gezinmeye başladı. Ortamda kontrol sağlamaya çalışıyorlardı. Onlarla birlikte bende bana ayrılan yere ilerledim. Attığım adımlarla Timuçin’in sorusu aklıma geldi.
Olduğum yerde kalıp, topuğumu yere daha sert bastım. Bileğimi sağa sola doğru döndürüp çizmelerim ve uzun topuklarının beni yarı yolda bırakmayacağına inandım. Yerime ilerlerken herkes kendi tanıdığıyla sohbet ediyordu. Sessizce sandalyemi çekerken yanımda oturacak olan isimlere baktım. Kimseyi tanımıyordum.
Yarım saat geçti. Herkes yavaş yavaş yerine otururken Füsun açık arttırmanın başlayacağı anonsunu geçti. Bu anonsla beraber sessizlikte yerine geçerken rahatlamış hissediyordum.
Beyaz saçları geriye taranmış, solgun ama vakur tenli bir adam üzerine tam oturmuş siyah takımıyla salona girdiğinde tüm bakışlar ona döndü. Kalın camlı gözlükleri ve beyaza çalan bıyıkları dışında yüzü kusursuzca yaşlanmıştı. O bizlere bakmadı ama bizim gözlerimiz adamdaydı. Siması tanıdık geliyordu. İnsanların dudaklarından dökülen şaşkınlık nidaları, kimisinin tanıdığını görme sevincinden bakışlarımı yetmişlerinde olan adamdan çekip insanlara çevirdim. En arkada, kızıla boyalı bir çift gözle karşılaştığımda kadın, geniş bir gülümsemeyle bana karşılık verip gözleriyle ileriyi işaret etmişi.
Tekrar kürsüye döndüm.
Füsun, saygıyla başını eğip adama gülümsedi. O an gerçekten bu adamın önemli biri olduğunu anladım. Adam centilmence Füsun’un elini öptü. Bu hareketin ardından Füsun’un gülümsemesi büyüdü. Kürsünün yanından çekilip adama yer verdi. Adam bir süre salona baktı. Gözlüklerini düzeltip önünde duran mikrofona konuşmaya başladı. “Ben böyle yerleri pek sevmez, arkadaşlar.” Sesi, kurumuş bir toprak gibiydi.
“Edebiyat bir düşüncedir. Düşence ise inanç. Sizler...” Bir elini kaldırıp, bizleri işaret etti. “Bu inançlara sahip çıkacak olanlarsınız. Bu sizi sevindirmesin. Ne dostlarım oldu benim kitabını bir lira için yazan.”
O durup nefes aldıkça bende alıyordum. Konuşan bu adama karşı merakım içimi kavururken, öğretmeninden övgü almayı bekleyen çocuk gibiydim.
Merdivenlerde gördüğüm hareketlilikle dikkatim dağıldı. Timuçin, geri dönmüş yanında ki memurlarla sessizce kürsüde ki adamı seyrediyorlardı. Onlara eşlik ederek bende kürsüye döndüm. Ancak adam daha konuşmadı. Sessizce bize baktı. Gözlüklerini düzeltti ve onun için getirilmiş bir sandalyeye yürüyüp oturdu.
Füsun, kürsüye geçip mikrofona uzandığında kırk kere düşünsem dudaklarından bu ismin çıkacağını tahmin edemezdim.
“Bizi kırmayıp geldiğiniz için çok teşekkür ederiz Sezai Bey.” dedi. Cümlesi bitmeden adama dönüp gülümsediğinde adamda ona gülümsedi.
“Sezai Karakoç için bir alkış alabilir miyiz.”
Herkes Füsun’u dinlemiş, alkışlamaya başlamıştı. Ben ise ağzım bir karış açık yalnızca adama bakıyordum. Füsun, sessizliği sağladığında, ilk kitabı tanıttığında bile ben yalnızca Sezai Karakoç’a bakıyordum. Bir an yalnızca bir an gözümü kırpsam yok olacakmış gibi hissediyordum.
Masalar arasında gezinen garsonlardan birine hiç bakmadan su istedim. Bakmadım çünkü dediğim gibi korkuyordum. Bir saniye daha fazla görebilmek için çaba sarf ediyordum. Dakikalar sonra ilk kitap başlangıca göre yüksek bir fiyatla satıldığında bunun misafirimizden kaynaklı insanların şevke geldiğini anlamak zor değildi.
Üçüncü kitaba geçildiğinde Ahmet Haşim’in “Göl Saatleri” kitabının adı duyuldu. Günüme eşlik eden Haşim’in adıyla bakışlarım kürsüye düştüğünde kendime şaşırdım. Çünkü Sezai Karakoç’a bakmayı hiç kesemeyeceğimi düşünüyordum. Bu pişmanlıkla tekrardan Sezai Karakoç’a döndüğümde yanında Timuçin’le beraber ayaklanmış merdivenlere doğru gittiklerini gördüm. Kalbim, hayal kırıklığıyla burkulurken biraz daha kalabilmesini dilerdim. O sırada garson gelip masaya su bıraktı. Sessiz bir şekilde teşekkür ederken, yine garsona bakmamıştım. Timuçin ve Sezai Karakoç gözden kaybolduğunda hatta tamı tamına bir kitap sonra Timuçin geri geldiğinde ben önüme dönebilmiştim. Elim, suya uzanırken bardağın altından bir şey düştü.
Katlanmış ve bardağın neminden dolayı ıslanmış peçeteye baktım. Yanlışlıkla gelebileceğini düşünüp suyu içsem de merakım dinmiyordu. Bu yüzden boş bardağı bir kenara bırakıp peçeteyi yırtmadan açtım.
“Az kaldı Vega.”
Dağılmış mürekkepten okuyabildiğim yalnızca buydu. Hiçbir şey anlamadığım için peçeteyi katlayıp geri bıraktım. İlk başta garsonun yüzüne bakmış olsaydım ya da bakabilmiş olsaydım peçeteyi ona geri verirdim.
Başka bir kitap tanıtılmaya başlanmıştı ki tiz bir ses, tüm gücüyle etrafa yayıldı. Etrafa baktığımda insanlar ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. Birisi “yangın!” diye bağırdığında insanlar yuvasına ateş düşmüş karıncalar gibi dağılmaya başladı. Yerimden kalktım. Yavaş yavaş etrafı sarmaya başlayan duman insanların nefesine karışıyordu. Gözlerim yanmaya başlamıştı bile.
Omzuma çarpan bedenle sendeledim. Neredeyse yere düşmek üzereydim ki birisinin kolumdan tutmasıyla toparlanabilmiştim. Korkuma eşlik eden şaşkınlığımla “Timuçin.” dediğimde “Sakına benden ayrılma.” Sesi bir emri beyan ediyordu.
Alevlerin yükselen sıcaklığı, nefes aldıkça ciğerlerimi yakmaya başlamıştı. Gösterişli kitap salonu, şimdi bir kaos alanına dönüşmüştü. İnsanlar birbirini iterek çıkışa ulaşmaya çalışırken, ben korkumu baskılamaya çalışıyordum. Gözlerim, dumanın arasında parlayan acil çıkış işaretini aradı. Ancak yoktu, yalnızca Timuçin’in gözlerini görebiliyordum.
“Sakin ol, tamam mı? Bizi buradan çıkaracağım.” demişti. Başını olabildiğince dik tutup, gür sesiyle insanlara komut veriyorken yine de bana dönüp, başını başımın hizasına indirip daha yumuşak bir sesle beni telkin etmeye çalışıyordu. Ancak neden böyle yaptığını anlayamıyordum. Ben sakince onu dinliyordum. O ise bana ağlama diyordu. Ağlamıyordum. O bana sakin ol diyordu ben ise sakindim. Ta ki bir camın yansımasında onca insana rağmen kendimi görene kadar. Saçım başım dağılmış, göz makyajım yanaklarıma akmış, korkudan titreyen gözbebeklerim ve açık ağzımla Timuçin’e sıkı sıkıya tutunuyordum.
Merdivenlere gelebildiğimizde, Füsun’un öksürüğünü duydum. Durup ona yardım etmeye çalıştım, ancak duman o kadar yoğundu ki nefes almak giderek zorlaşıyordu. O burada tanıyorum diyebileceğim tek kişiyken elini sıkıca kavramış, kendimce ona güç verdiğime inanmaya çalışıyordum.
İnsanların kalabalığı merdiveni yıkacak güçteydi. Adımlarımı hızlandırarak baş komisere daha yakın durmaya çalıştım. Her adımda, metal basamakların titrediğini hissedebiliyordum. O anda, daha önce bize eşlik eden polis memuru tekrar belirdi. “Bu tarafa, hemen!” diyerek bizi güvenli bir yola yönlendirdi.
Kalabalık arasında Füsun’un elini sımsıkı tuttuğumdan emindim, ancak birden o yoğunlukta elimden kayıp gitti.
"Füsun" diye bağırdım, ama sesim duman ve çığlıkların arasında kayboldu. Geriye dönüp bakmaya çalıştım, ama kalabalık beni itip kakarak ilerlemeye zorluyordu. Füsun’un silueti, merdivenlerin başında kalabalık tarafından itilip kakılırken bir anlığına göründü. Gözlerim korkuyla büyürken, onu tekrar tutmak için hamle yaptım.
Ama çok geçti. Kalabalığın baskısıyla Füsun, dengesini kaybedip trabzanlardan aşağıya doğru düştü. Dehşetle onu izlerken, bedeninin alevlerin içine düşüşünü gördüm. Gözlerimde yaşlarla aşağıya inmeye devam ettim. Onu kurtarmak için elimden hiçbir şey gelmemişti.
Çığlığım duyulmuyordu. Füsun’u kurtarmalıydık. “Leyla!” bu ses Timuçin’e aitti. “Hızlan, ne yap et ve hızlan!” bağırıyordu. Onu duyuyordum ancak anlamıyordum. Füsun yerde öylesine uzanıyordu ve alevler aç bir çakal gibi bedenine yaklaşıyordu. “Onu kurtarmalıyız! Ölecek...” bunları söylemek nasılda kolaydı değil mi ta ki alevlerin arasında kalan biz olana kadar. “Önce kendini kurtarmalısın.”
Aşağıya inebilmiştik. Herkes yavaş yavaş kapıdan kendini dışarıya atabiliyorken içeriye girmeye çalışan biri olduğunu gördüm. Bu kişinin bir itfaiyeci olmasını, füsun’u oradan kurtarması için çok şeyimi verebilirdim.
Kara duman her yeri kaplamıştı, Füsun’u göremiyordum. Her yerdeydi. Kızıl alevler her yerdeydi, binanın sağ kanadı çoktan alevler içinde kalmıştı. Dua etmek istiyordum. İnançlı bir kadın olup, Füsun’a yangının ulaşmaması için dualar etmeliydim. Ancak bana bile yetmeyen nefesim bir tanrıya nasıl yetecekti.
Dışarıdan siren sesleri geliyordu. Ben, Füsun için bağırıyordum. Timuçin büyük bir güçle bedenimi dış kapıya doğru savurduğunda dikkat et diye bağırıyordu ama bedeni içerideydi. Birini arıyor, biri için bağırıyordu.
Gelen bir itfaiye arabası binanın sağ kanadını söndürmeye çalışıyordu. Tazyikli su dolu hortumu bulabildikleri her camdan içeriye doğru uzatıyorlardı. Yedi tane ambulans gelmişti. İnsanların çoğuna maske takılmış, nefes almaya çalışıyorlardı. Bayılan bir kadın vardı, bu kadını anımsıyor gibiydim ancak şu an bunu düşünmeye mecalim yoktu. Herkes bir taraflara dağılmış, kimisi telefona sarılmış sevdiklerine ulaşmaya çalışıyor, kimisi daha çok yardım talep ediyordu.
Saatler önce sigara içip Füsun’la sohbet ettiğim yer artık gözle görülemeyecek haldeydi. Kalabalık ve yangın bu binayı yok ediyordu. Timuçin hala çıkmamıştı. Füsun’un ne halde olduğunu bilmiyordum, birilerine durumu anlatıp yardım etmesini söylemek istiyordum ancak dudaklarımı aralayamıyordum. Timuçin'in beni bıraktığı yerden ancak birkaç adım atabilmiştim, bedenimin kontrolünü çoktan kaybetmiştim. Yalnızca titremeler sarmalamıştı dört bir yanımı. Korku, panik, keder her biri ölümden sonraki yargı merceği gibi göğsüme oturmuştu.
Dakikalar bir kısrak gibi yüreğime dolanıyordu. Yangın eski ihtişamını kaybetmiş olsa da hala devam ediyor, üst kata sıçrayıp sıçramadığını anlamak için üst katlara merdiven dayıyorlardı. Ancak Timuçin ve Füsun’dan bir iz hala yoktu.
Yanıma gelen bir sağlık görevlisi, maske vermeyi teklif etmişti ancak kabul etmek istememiştim. Kendimi amansız bir empatinin içerisine bırakmıştım. Aklım yalnızca Füsun’u düşünüyordu. Bu durumun böylesine beni sarsması inanılacak gibi değildi.
Dakikalar geçti. Belki de saatler. Çoğu ambulans gitmişti. Birkaç polis otosu gelmişti. İnsanlardan, öğrenebildikleri kadar durumu öğrenmek istiyorlardı. Ancak görmedikleri tek şey kimsenin bunu anlatmaya mecali yoktu.
“Biri yardım etsin!” Bu sesi tanıyordum. Timuçin, kucağında Füsun’un bedeniyle konaktan çıktığında etrafa bakıyor, dudaklarından yardım feryatları dökülüyordu. Yanında ondan uzunca duran bir adam, sanki yangının içinden çıkmamış bir güzellikte orada duruyordu. Üstünde olması gereken kabanı Füsun’un bedenini örterken adam hızlı adımlarla en yakın ambulansa doğru gitti.
O sırada olduğum yerden ok misali fırlayıp Timuçin’in yanına koştum.
“O iyi mi?” Bu soruma bir cevap almaya çok ihtiyacım vardı. Ah Füsun, benim güzeller güzeli suç ortağım, günah sayılamayacak kadar güzel olan suçu için cezalandırılmış olamazdı.
“Bedeninde ciddi yanıklar var.” Timuçin bunu söylediğinde ağladığımı fark etmemiştim bile. Zayıf bedeni, adamın büyük kollarının arasında ufacık kalmıştı. Bedenini kapatan kaban çoğu şeyi saklasa da yanık bacakları ortadaydı. Derisi kıpkırmızıydı. Ancak daha korkunç olan ise sarı saçları yoktu. Füsun’a dokunmak, sarılmak istiyordum ancak Timuçin onu saklarcasına tutuyordu. Konuşmak istercesine dudaklarım aralandığında, bakışlarımı Timuçin’e kaydı. O ise bana hiç bakmadan ambulansa vardığında, sessizliğimi korumuştum.
Füsun'u sedyeye zarifçe bıraktığında bilinci kapalıydı. Sağlık görevlileri yapabileceği tüm müdahaleleri yapmaya koyulmuşken Timuçin, yanındaki adama seslendi. “Agah, kızın herhangi bir yakınını tanıyor musun?”
“Hayır, ama bulurum.” adamın sesi, buz parçasını elle tutmak gibiydi. İlk duyduğunuzda içiniz ürperiyor ancak yavaş yavaş yakmaya başlıyordu. Bunu söylüyordum çünkü, bakışları bendeyken o buz parçasını tutmaya zorlanmış gibiydim.
“O zaman bürodakileri bu işe karıştırmıyorum.” dediğinde Timuçin karşısındaki adam başını sallamakla yetindi.
Ambulansın kapıları kapandı. Füsun’u hastaneye götüreceklerdi. Görevliyle Timuçin bir şeyler konuştuktan sonra, bende geleceğim demişti.
“Leyla Hanım.” dedi ve sustu. “İyi geceler.” Sessizliğinin ardından kurduğu cümle saçma gelmişti. Timuçin’in aslında bunları söylemek istemediğini ama ne söylemek istediğini de kendisinin bilmediğini anladığım da başımı sallayıp ona karşılık vermiştim. “İyi geceler, dikkat edin lütfen.”
Timuçin, ambulansın ön tarafına geçip oturduğunda araba hareketlenmiş, arkasında ise biz kalmıştık.
“Kargaşa son buldu.” yanımda duran adam, ne zaman sigarasını çıkardı ve ilk dumanı ne zaman soluduğunu dahi fark etmemişken “sonunda” diyebilmiştim.
Sessizlik fazla uzun sürmeden “bir sigara da ben alabilir miyim?” diye sormuştum. Omuzlarımda asılı olan minik çantam tüm gece orada usulca durmuştu, ona uzanıp içinden bir sigara çıkarabilirdim ancak bunu yapmak fazla zor geliyordu.
Ricama karşılık adam, cebinden sigara paketini çıkarıp kapağını açarak bana uzattı. İçerisinden bir dalı parmaklarımla kavrayıp “ateş” derken, dudaklarımın arasına yerleştirmiştim.
“Orada.” başıyla işaret ettiği yer Valide Hanım konağıydı. “Orada fazlasıyla ateş var.”
“Oraya gitmektense içmemeyi de tercih edebilirim” dediğimde sesim olağanca soğuktu. Kendince yapmaya çalıştığı kelime oyunu ne zekiceydi ne de komikti.
Diğer cebinden çıkardığı çakmağı çakıp, ateşi dudaklarımın arasında duran sigara yaklaştırdığında gözleri gözlerimdeydi. Yanan ateş ise ikimizin gözlerinde dalgalanıyordu.
“Agah Türkekul.”
Ateşi uzunca tuttu. Sigara yandı. İlk nefesi aldım. Ama ilk nefesi geri veremedim. Duman ciğerlerimi acıtırken öksürmek istemiştim ama yine de durdum.
“Leyla Gitmez.” Bu akşam daha fazla insanlarla tanışmak istemiyordum. Karşımdaki adamın son kişi olması için, mırıldarcasına sigara için teşekkür etmiş, bir taksi bulabilmek için ilerlemeye başlamıştım.
“İstersen bırakabilirim.” sözleriyle durmuştum. Bir tarafım bunu kabul etmek istiyorken bir tarafım daha fazla konuşmaktan çekiniyordu. Olduğum yerde durup, arkaya dönmeden konuştum. “Açıkçası konuşmaya gücüm kalmadı. Eğer sessiz bir yolculuk olacaksa bunu kabul edebilirim.”
“Dileğin kabul edildi Leyla, yürümeye devam et, araba ileride.” İlk andan beri hafif alaycı olan ses tonunu yine takınmış, ben yürümeye devam ederken birkaç büyük adımda yanıma varmıştı.
.......
Geceye dair son konuşmam evimin yolunu tarif etmemdi. Dakikalar sonra evimin önüne vardığımda kapıyı kapatırken iyi geceler dediğimde söz verdiği gibi hiç konuşmamış, ancak yalnızca gülümsemişti. Neredeyse iki saat olmuştu. Duş almış, üstüme birkaç parça kıyafet geçirmiş ve yatağa bırakmıştım kendimi.
Karanlık tüm olanı içinde saklarken, kayboluyor gibi hissediyordum. İçimden bir ses gün aydığında, karanlık ellerini üstümüzden çektiğinde her şey bir bir yeniden konuşulacak diyordu.
Ancak şimdi karanlıktı
Ve
Susmalıydık.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |