5. Bölüm

BÖLÜM:3

melinoe
melinoe

Sizlere yazarlar bırakıyorum. Sizlere şairler.

En çok da hayatlar bırakıyorum, ölümün onlara uğramaya cüret edemeyeceği hayatlar. Ancak her biri bir yolculukken size "onların" hikayelerini bırakıyorum.

Sevgi ve saygıyla; iyi okumalar.

Bu bölüm için bırakacağım şarkılar;

Can't Help Falling in Love [DARK VERSION] feat. brooke - Tommee Profitt

Ayliva, Aber sie

 

 

BÖLÜM 3: "Her biri Leyla, biri ben; ben, benden de öte."

Günler kan damlası gibiydi. Boğazı kesilen bir ceset gibi geçti ilk gün, her şey şiddetli ve olağanca hızlıydı. İkinci gün, kan sıcaklığını kaybetmeye başladı, daha sakin, usul usul akmaya devam etti. Ancak üçüncü güne gelebildiğimizde soğudu o kan. Zaman yavaş ve tok oldu. Kanın zemine her damlayışı arasında iki nefes alınabiliyordu; yine de yere düşmeyi bekleyen o tok ses, nefes almaya izin vermiyordu. Zamanın koynunda ölü bir ceset vardı.

“O anda seni rahatsız eden neydi?”

Sarı saçları ensesinde bağlanmış, yaptığı makyaj yüz hatlarını daha da belirgin kılarken, elinden hiç düşürmediği kalemiyle bir defterine bir de bana bakan kadın Süreyya'ydı. Benim biricik psikoloğum.

“O an. O an bunların olmasını doğru bulmadım. O kargaşa, o sesler ve yangın hiçbiri oraya ait değilmiş gibiydi.”

“Oraya ait olan neydi peki?” Süreyya’nın sesi daima tok çıkardı. Her bir kelimesinden emin ve daima karşısındakiyle sınırını çizer nitelikteydi.

Ellerimi örten deri eldivene düştü bakışlarım. Bir elimle, diğer elimin uçlarında bolluk kalan eldivenin potluğunu sıkıyor, bir anlığına çekiştiriyordum.

“Gürpınar’ı tanır mısın?” diye sorduğumda artık diğer elimin parmak uçlarıyla oynamaya başlamıştım.

“Tanımıyorum.” Karşımdaki kadın merak içerisinde olsa bile sesindeki o sert tını asla yumuşamıyordu.

“Hüseyin Rahmi Gürpınar. 1864 doğumlu güzel, çok güzel bir edebiyatçımızdır. Ancak anlatmak istediğim onun edebi yönü değil. Derler ki Gürpınar’ın yüz tane eldiveni varmış. Sokakta onu kimse eldivensiz görmemiş. Bunun sebebi görünüşüne önem vermesinden dolayı değil, mikrop korkusundanmış. Dışarıda eldivensiz bir şeylere dokunan insanların manasız bir cesarete sahip olduğunu düşünürmüş.

Demek istediğimde buydu Süreyya. Evet orada bir yangın çıktı, arkadaşım yangında cayır cayır yandı. Bedeninin tamamını bile göremedim. Görseydim de kaldırabilir miydim bilmiyorum. Böylesine güzel bir kadının, yaşaması gereken şey bu olmamalıydı. Güzellik eski çağlarda böylesine tanrısalken şimdi bir tanrının biçtiği kader, bir insanın hatası, olduğum döneminin kindar ve doyumsuz insanlarının kasten yaptığı bir şey olarak görmek istemiyorum.

O gece ben ve orada olan herkes, Füsun kürsüye çıktığında yerlerimize oturacak, ardından alabileceğimiz kitapların hırsına kapılıp geceyi bitirecektik.

Anlıyor musun, olması gereken buydu ve bu olmadı. Böylesine basit bir hayat akışı bile bizim kontrolümüzde değilken insanlığımı nasıl kabul edeceğim.”

Gerçekten sikeyim. Sakinliğimi koruyamıyordum. Zihnimin her bir köşesine tokmakla vuruluyorken kalbim nasıl itimatsız kalsın bu duruma.

“O sırada sen ne yaptın? Bana oradaki Leyla’yı anlat.” Süreyya, defterine bir şeyler karaladıktan sonra gözlerimin içine baktı.

“Ben. İlk başta normal hissediyordum. Baş komiser Timuçin, beni yönlendiriyordu. Ben oradan çıkacağımıza emindim. Hatta insanların bu kargaşasını saçma buluyordum.”

“Ama?” diye sordu Süreyya hiç acımadan.

“Bir yansımadan kendimi gördüm. Üstüm dağılmış, makyajım akmış, Timuçin’in koluna sımsıkı tutunmuş görünüyordum.” diyebildiğimde Süreyya:

“O halinden rahatsız oldun mu?” diye sordu.

“Hayır.” Net ve kısa cevabım bir süre aramızda asılı kaldı.

“Yani Leyla aslında kendi hayat akışının bozulmasına öfkeli değilsin. Kendini olağan karşılıyorsun. Duruma ve mekana uygun. Peki söyler misin, duruma ve mekana uygun olmayan nedir?”

“Füsun.” İçime konuşsam da Süreyya beni duydu.

“Hayır. Füsun’da duruma uygundu Leyla. Her ne kadar üzücü bir durum olsa da yanan bir binada kaza sonucu birinin yanması o ortama uygundur. Kişi, senin tanıdığın olduğu için bazı şeylerden muaf olamaz.”

Süreyya, geriye yaslandı. Beden dili, omuzlarının dik oluşu ifadesinin direkt bana yönelmiş olması yalnızca onu dinlememi istemesindendi.

“Belki de.” dedim

“Başka ne oldu? Yani o gece seni huzursuz eden başka ne oldu?” dedi Süreyya.

“Başka bir şey olduğunu da nereden çıkardın?” dediğimde tek kaşı kalkmıştı.

“Söz konusu Füsun’un yaralanması olsaydı ilk olarak hastaneye giderdin Leyla ama sen buradasın.”

“Gürpınar'ında dediği gibi, “Herkese hoş gelen bu hayat genç yaşımda beni çekilmez acılara düşürdü.” Her şey istediğim gibi gitseydi burada olmazdım.” ellerim oturduğu sandalyede iki yana düşmüştü. Başım neredeyse göğsüme düşecek gibiydi. Yine de Süreyya'ya bakmaya zorladım kendimi. Çünkü o, “şu an konudan kaçınıyorsun.” demekte çekinmemişti.

“Belki.” kelimeler dudaklarımdan kıkırtı gibi çıktı. Kendimi başımı kaldırmaya zorladım. Bu esnada gözlerim Süreyya dışında her şeye odaklanıyordu.

“Oradayken kafamın içinde bazı sesler duyuyordum. Bana ait olmayan düşünceleri söyleyen seslerim vardı.” kelimelerin sonunda kaçamayacağımı bilerek Süreyya’ya baktım.

“Nasıl sesler?” Süreyya'nın sorusuyla kalemin kağıda değme sesi yayıldı.

“Hani yangın çıkmıştı ya. İnsanların korkusunu aptalca bulan düşünceler vardı zihnimde.” dedim.

“Bu olmaz mı? Belki de o insanların tepkisini aşırı buldun. O sıra kendinin de gayet iyi durumda olduğunu söylemiştin.” Süreyya’nın söyledikleriyle başımı iki yana salladım. Başımın şiddetle sağa ve sola düşüşü saçlarımı bozdu.

“İmkansız!” bağırmıştım. “İmkansız.” bu sefer sesim ürkekti.

“Neden?”

“Annem yangında öldü.” dedim.

Kelimeler yalnızca dudaklarımdan dökülüverdi. Düşünmedim. Sorgulamadım. Saklamaya çalışmadım. Söyledim. Evet, ben söyledim ama şimdi yalnızca sessizlik vardı.

Masanın üstünde duran saate baktığımda çoktan bir saatin geçmiş olduğunu gördüm. Seansımızın neredeyse bitmiş olması beni cesaretlendirdi.

“Müsaadenle.” dedim. Cesedini almaya giden Azrail gibi fırladım yerimden. Kabanımı ve şapkamı bir kolumda tutturup kapıya yöneldim. Elim, kapının kulpuna tutunmuştu ki “Leyla.” dedi Süreyya. Ona döndüğümde, dudağımda buruk bir gülümseme vardı. O ise dümdüz bir ifadeyle bana bakıyordu. Yüzünde oynayacak herhangi bir mimiğin beni perişan edeceğini biliyordu. Yerinden kalktı. Sandalyesi yere sürtünerek geriye giderken çıkan tiz ses midemi burktu. Süreyya, bakışlarını benden çekmeden çantasına uzandı. İçinde aradığı şeyi bulduğunda bana yaklaşmadan uzattı.

“Ara lütfen.” dediğinde uzattığı şeyin bir kartvizit olduğunu anladım. İki koca adımda yanına gidip kartı aldığımda yalnızca baş selamı verebildim. Kartta yazan bir isim olduğunu biliyordum. Bakmadım. Kartı çantama atıp en sonunda odadan çıkabildiğimde asansör kullanmadan üç kat aşağı indim.

Bedenimi dışarı atabildiğimde kuruyan boğazımdan bir hıçkırık kaçtı.

 

Sokaklarda acele etmeden yürüyordum. Kimisinde onlarca insan vardı, kimisi dükkanının kepengini hiç açamamış, kimisi yalnızca hayvanların egemenliği altındaydı. Her bir sokak bir öncekini aratacak durumdayken düşünmüyordum. Sağımda kalan sokakta bir cinayet mi işlenmişti, işlensin. İki sokak gerimde beni seyreden bir katil mi var, olsun. Teşkilatların bir kavgasının arasında mı kalacaktım, kalayım. Çünkü, hayatımın akışı iki mil önce düğümlendi; o sokaktaki ceset de benimdi, arkamda dikilen katil de teşkilatlar, leyladan önce ve leyladan sonra diye kavga ediyorlardı.

Her biri Leyla, biri ben; ben, benden de öte.

Telefonumun uğursuz sesi sokakta yankılandığında, sırf sesten kurtulmak için giriştiğim çaba çantamı yere düşürmemle son buldu. Arayan kişi telefonu kapattığında bana da çantamı toplamak ve telefonumu bulmak için zaman tanımıştı. Ancak telefondan önce kartvizitteki isim beni şaşkına uğrattı. Kartta bir numarayla beraber Agah Türkekul yazıyordu. Yangın günü beni eve bırakan adamdı. Bunu bir tesadüf olabileceğini düşünüp kartı çantama geri attım. Telefon cevaplanmayan çağrıyla susmuştu. Tekrardan çalana kadar. Numara kayıtlı olmasa da aramayı açtım.

“Alo, merhabalar, Leyla Hanımla mı görüşüyorum.” Neşeli ve genç erkek sesi telefonun ucunda yankılandığında kaşlarımı çattım.

“Evet, siz kimdiniz?” dedim.

“Leyla Hanım, ben komiser Ali. Valide Hanım Konağında çıkan yangınla ilgili sizinle konuşmak istiyordum.”

Konuşmak istemediğimi söylemeyi düşündüm. Ancak bu vesileyle belki Füsun’un hangi hastanede olduğunu öğrenebilirdim. Onu görme umudu, mideme yumruk atılmış hissiyatı uyandırıyordu.

“Tabi konuşabiliriz. Nereye gelmem gerekiyor?” diye sorduğumda karşıdan garip cızırtı sesleri geliyordu. Birkaç saniye sonra cızırtılar kesildiğinde adamın sesi daha tok bir hal almıştı.

“Yarın, Akyol üzerindeki karakola gelebilir misiniz?”

Telefonun ucundaki komiseri onaylayıp, telefonları kapattığımızda geçtiğim sokakları fark etmemiştim.

 

Ah benim haddini bilmez ayaklarım. Pazarda annesini kaybetmenin telaşıyla bir o sokağa bir bu sokağa girerek Büyük Kardiçalı Hanının karşısına çıkarmıştı beni. Hanın ardında kalan koca bir çarşı, onu her an bekleyen sakin sular vardı.

Bir cesaretle Han’ın demir kapısını araladım. Demirler, kurumuş yaprakları süpürürken çıkan tiz ses midemi burkmuştu. Tıpkı Süreyya’nın sandalyeyi çektiği anda ki gibi. Hanı'nın avlusuna adım attığımda, ilk fark ettiğim şey, çeşmenin kurumuş olduğuydu. Taş basamaklar hâlâ yerinde duruyordu, fakat su çoktan çekilmişti. En üstteki küçük çanak, kuru ve tozla kaplıydı. Altında kalan iki oyuğu ise yer yer çatlamış ve yosunlaşmıştı Çeşmenin başına yaklaştım, ellerimi eski taşlarına koydum, ama suyun serinliği yoktu artık; sadece soğuk ve çatlak taşlar. Annemle ilk defa buraya geldiğimiz günü anımsadım, ama o anı bile bana uzak, bir sisin ardında kalmış gibiydi.

On iki yaşındaydım. Annem beni buraya getirdiğinde, her şey çok daha canlıydı. Çeşme akıyordu o zaman, ama aramızda bir şeyler hep eksikti. Annemle hiçbir zaman o yakınlığı kuramamıştık. Yanımdaydı, ama her zaman bir mesafeyle, bir adım gerideydi. O gün de böyleydi. Çeşmenin başına oturup ellerimi suya daldırmıştım, ama annem uzaktan, belki biraz da ilgisizce izliyordu beni.

Kalçamı çeşmenin mermerine yasladım. Ayaklarımın altında çatlamış taş döşemelerini, çeşmenin altına süpürdüm. Bedenimi gökyüzünden gizleyen kemerli revakların uçlarına kargalar tünemiş. Çıkardığım seslerden dolayı birkaçı havalanmıştı. Biri ise meraklanıp yanıma inmişti. Ayağım ucundaki taşlarından birini kargaya ittim. Ona doğru gelen taşla zıplayıp geriye gitse de korkmadı. Taş ikimizin arasında kaldı. Başını sağa eğip bir süre taşa baktı. Meraklıydı. Ufak adımlarıyla taşa ilerleyip gagasıyla kontrol etti. Yemek olmadığını anlamıştı. Gözleri parlıyordu. Taşı, bana doğru ittiğinde sesli bir kahkaha attım. Bunu beklemiyordum. Gülüşüm, karganın uçup gitmesiyle son buldu.

"Annen sana çok kızardı."

Zihnimde yankılanan ses, kanımı buz gibi dondurdu. Elim, boşa düşen bir yaprak gibi havada asılı kaldı. Haklıydım. Annem burada olsaydı, dikkatsizliğim yüzünden bana kızardı. Bana hayvanlara böyle hoyratça yaklaşmamam gerektiğini söylerdi. Ama şimdi ne annem ne de o karga buradaydı. Beni azarlayacak kimse kalmamıştı. Belki olmalıydı. Ama yoktu.

Derin bir nefes alıp içimdeki tuhaf ağırlığı savuşturmaya çalıştım. Kendi düşüncelerime burun kıvırıp anılarımı geride bırakmak için çeşmenin soğuk taşına ellerimi sürdüm. Zamanın, su gibi üzerinden akıp gittiği yüzeyde parmaklarımı gezdirdim. Taşın dokusu, eldivenlerimin arasından bile hissediliyordu. Pürüzsüz olması gereken yerde, hafifçe içine gömülen bir oyuk vardı. Duraksadım.

Bile isteye kazınmış bir şey.

Merakım ağır bir perde gibi üstüme çöktü. Eğilip yazıyı daha iyi görebilmek için çeşmeye yaklaştım.

Küçük, kıvrımlı harflerle “VIVO” yazıyordu. Kelime hiçbir şey çağrıştırmamıştı. Hatta doğru okuduğuma bile emin değildim. Yine merak ediyordum. Bu yüzden telefonumu çıkartıp fotoğrafını çektim.

Telefonumu çantama atarken gitme vaktim gelmişti. Üstümde ki amansız ağırlık kalkmıştı. Han’ın avlusuna son kez göz gezdirdim. Üst katlarda kalan dükkanların camları açıktı ama içleri boştu. Olduğum yerde ki ahırlardan geriye birkaç çivi kalmıştı. Soğuyan havayla kabanımın kuşağını sıktım. Bedenim devasa yapının içinde küçücük kalmıştı. Adımlarımın sesi etrafa yayılırken çeşme artık arkamda kalmıştı. Bir çarpma sesi beni olduğum yere mıhlarken korkuyla etrafıma baktım. Az önce baktığım camlardan birini kapalı gördüğümde derin bir nefes aldım. Rüzgardan dolayı kapanmış olmalıydı. Düşüncelerim bana güven verirken ayağımın önüne düşen taşla çığlı attım. Bedenim, düşüncelerimi yanıltarak korkuyla geriye sendeledi. Refleksle aynı cama baktım. O sırada siyah bir gölge camın önünden geçtiğinde “kim var orada?” diye bağırdım.

Sesim titriyordu. Güç almak için çantamı sıkı sıkıya tutarken camdan gözümü ayıramıyordum. Ayaklarıma yürüme yetisini kaybetmiş gibi yalpalıyordu. Zihnimin azılı katili en sonunda karşıma çıkacaktı. Onca sene buna hazır olduğumu düşünürken şimdi çaresiz kalmıştım.

Hiç ses gelmedi. Tekrar bağırdım. “Kim var orada?”

Sessizlik.

Gördüğümün yalnızca perde olmasına umut bağlayarak adımlarımı sıklaştırdım. Bir saniye sonra koşmaya başlamıştım. Bedenimi Han’ın kapısından dışarı attığımda arkamdan kapıyı kapatmadım. Geçen taksilerden birine hızla el attım. Taksi, ani gelen müşteriyle zor bela dururken hiç beklemede evimi tarif ettim.

 

Otuz yedi. Tamı tamına otuz yedi dakika yirmi üç saniye sonra evimin önünde durmuştu taksi. Korkum o kadar gerçekti ki tüm yol oyunca saati takip etmiştim. Her anı ölüm saatim ilan etmeye hazır gibiydim.

Ücreti öderken bir gözüm kapının önünde bekleyen arabadaydı. Kendimi telkin ettiğim düşünceler yok olmayı beklerken taksiden çıktım. Eş zamanlı olarak diğer aracın kapısı açıldığında başkomiseri görmeyi beklemiyordum.

Timuçin, dağılmış saçlarıyla tam karşımda dikildiğinde rahat bir nefes alabilmiştim.

Kamuflaj pantolonun paçalarını botlarının içine sıkıştırmış, üzerine geçirdiği kazağını krem renginden yana kullansa da kahverengi deri ceketi renk uyumunu tamamlıyordu. Ancak her bir parça kendinden soluk gibiydi. Öyle ki hava da soluktu, adamın kirpiklerinin düştüğü gözaltları da soluktu.

“Seni buraya getiren nedir başkomiser?” diye sordum. Sesim, adımlarımı takip etmiş, evimin kapısında olmanın rahatlığını taşıyordu.

“O gece konuşmamız yarım kesilmişti.” Ceketini düzeltip, arabanın ön kaputuna kalçasını yaslarken ses tonu da tıpkı benimkine çekmiş, fazlasıyla rahattı.

“Yarın gelip, konuşacağımı söylemiştim.” derken, karşımda ki adamın kaşları çatılmış, nasıl yani der gibi bana bakıyordu.

“Yahu karakoldan aradınız, geleceğim dedim ya bende.” Çantamın içinde anahtarları ararken sırtımı Timuçin’e döndüm.

Okyanusun oynaşan dalgaları gibi ilk dalgada anahtarı buldum. İkinci dalga geldiğinde anahtarı çıkardım. Üçüncü dalgayı da tıpkı diğerleri gibi beklerken o hoyratlaştı. Ben anahtarı, kapının yuvasına sokacakken dalga beni yuttu; sevişir gibi değil, savaşır gibi aldı ve attı beni kıyıya. Bunu tek sebebi dibini göremediğim o suların böylesine yabancı oluşu değildi, bunun tek sebebi Timuçin’in dudaklarından dökülen sözcüklerdi.

“Yangınla ilgili soruşturmaya ben ve ekibim bakıyorken kim benden habersiz seni arayıp büroya çağırabilir ki Leyla.”

Botu zemini dövüyor, ağırlığı yere fazla geliyordu. Yine de o ilerlemeye, yanıma gelmeye devam etti.

“Sizi her kim aradıysa bu pek de masumca değil. Konuşacağız, şimdi.” artık yanımdaydı. Adımları adımlarımın yanına durduğunda yere düşürdüğüm anahtarlığı aldı. Hiç beklemeden anahtarı yuvasına taktığında “Seni eve davet ettiğimi hatırlamıyorum” diyebildim.

“Kahve teklifi bekleyen bir adam olduğumu sana düşündüren nedir?” yaptığı imayla sesi gülümser gibiydi.

Elimin tersiyle anahtarı tutan elini ittirdiğimde, bedenimi onun bedeninin önüne geçirmeye çalıştım. Ben kapıyı açarken o arkamda hareketlerimi izliyor, ben adım attıkça adım atıyordu. Benimle beraber ayakkabılarını çıkarıp benimle beraber salona yürüdüğünde onun yaptığı imayı devam ettirircesine “ yine de bir kahve içebiliriz” dedim.

 

Bölüm : 19.09.2024 03:26 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...