
Yeni bir bölümle her birinize selamlar, Sevgili Okuyucu.
Dilerim ki bu bölümde aynı yerde heyecanlanmış, aynı yerde bahsi geçen güzel edebiyatçımızın şiirini okumuş. Beraber aynı karakterleri hatırlamaya çalışmışızdır. Yine de sözü kısa tutacak olursam, her birinizi iyi okumalar dilerim.
Sizden ricam Manuel Polin'den Santo y Elegia'yı, son sahnede açmanız. Yine de bu bölüme bırakacağım şarkılar;
Pim Stones - The Life We Could Have Had
E M E L - Holm (A Dream)
Manuel Polin - Santo y Elegía
BÖLÜM 4: 1982
Bir bacağım kalçamın altında kıvrılmış, sırtım koltuğun sırtına yaslanmıştı. Her bir olay örgüsünü, iplikleri kabartmadan anlatmıştım.
“Füsun ile ben üniversite yıllarında tanıştık. Her karşılaşmamız merhabalardan ileri gidememişti. Mezuniyetten aylar sonra karşılaştık. Bir kafede. Biliyor musun normalde olsa hiç bu durumu irdelemez, bir masaya geçer otururdum ancak Füsun’u ağlıyorken görmüştüm. İçimden bir ses, merhabadan ileri gidip nasılsın demek istedi. Anlayacağın üzere o “nasılsını” da diyebildim.
Bir adama aşık olmuş. Ama adam onun hiç olamamış. Yine de onu hep hayatında tutmak istediğini bu yüzden de kendi işini bırakıp onun yanında çalışmaya başladığını söylemişti. Gel git derken ben o masadan kalktım. Bir gün yine karşılaştığımızda üç kelime daha edebildim. Merhaba, nasılsın ve neler yapıyorsun.
Bir yayınevinde çalışmaya başlamış. Zaman geçmiş, istifa etmiş. Bir kafede çalışmış, yine istifa etmiş. O adamla ilişkisi biraz daha ilerlemiş. Sonra nasıl ve kimle olduğunu bilmediğim kitap koleksiyoneriyle tanışmış. O geceki açık arttırmayı da onlar düzenledi. O geceden öncesi de oldu. Bizim ilişkimizde tam olarak orada başladı.
Hangi kitapların açık arttırmaya çıkacağını. Ellerinde hangi kitapların olduğunu bana anlatırdı. Ben ise bir yerden sonra fiyatlarını sormaya başladım. Füsun anlattı, ben sordum. Bu böyle uzun süre ilerledi. Sonrasında bana o açık arttırmalar için yer ayarladı. Özel kişilerin girebileceği yerlere bile Füsun sayesinde girebildim. Bu ayrıcalık fiyatlara da yansıdı. Hani dedin ya nasıl böyle bir yerde birkaç kitap alacaksın diye, işte cevabı buydu. Füsun sayesindeydi. Asla gösterilen fiyatta almadım kitapları. Bunu orada sana anlatamazdım, Füsun’u riske atacaktı. Kimseye anlatamazdım böyle bir şeyi çünkü işi tehlikeye girebilirdi. Yalan yok bir nevi dolandırıcılık yapıyorduk.
Ancak şimdi ne işi kaldı ne de kendisi. Değil mi?”
Süreyya ile konuştuktan sonra bazı şeyler daha kaldırılabilir gelmeye başlar zannediyordum. Yalnızca kendimi kandırıyormuşum. Füsun ile geçen onca tek tük de olsa o zamanı anlatmak yüreğimde hala bir sızıydı. Bunun öylesine geçeceğini de sanmıyorum.
Bedenimi öne doğru doğrultup masadaki boş kahve fincanına uzandım. Evet, boştu ancak bir yudum arayışı içerisindeydim. Avucumun içinde küçücük kalan fincan parmaklarımla ısısını paylaşırken Timuçin’in sözleriyle geri yerine bıraktım. “Kahven 15 dakika önce bitti.”
“Bunu biliyorum ancak bir sorguda olduğumu bilmiyordum.” dedim.
“Sizi sorgulamıyorum. İnanın bana sorguya çektiğim anda bunu anlardınız.” Ses daha düzdü, dudaklarını hareket ettiğini görmeseydim o sesin ondan çıktığını düşünmezdim.
“Ne hoş.” kelimeler dudaklarımda tekrara düştü. “Ben anlattım, sıra sizde?” diye sorduğumda sırtımı koltuğa yaslamış, bacak bacak üstüne atıyordum.
“Kitap alışverişleri dışında nelerle uğraşırsın?” dedi hiç gecikmeden.
“22 yaşında üniversiten mezun oldum. İlk iki sene herkes gibi iş aradım. Bulamadım. En sonunda bir kitapevi açmaya karar verdim. Şu anda da onunla uğraşıyorum.” dedim.
“Hangi bölümden mezun oldunuz?”
“Başkomiser evimdesin, bana “sen” diyebilirsin, lütfen?”
“Bu çok önemli mi?” dedi.
“Rahatsız hissettiriyor. Ayrıca neredeyse aynı yaştayız.”
“26 yaşındaydın değil mi?” Ses tonu bir soruyu değil, kesinliği içeriyordu.
“Evet.” başımı onaylarcasına salladım. İfadem onu gülümsetirken “ne?” diyebildim. “38 yaşındayım Leyla.” dedi. Yaşlarımızın pek de yakın olmadığını öğrenmenin şerefine ağzım o şeklinde açılmış kaşlarım yukarı kalkmıştı.
Timuçin, gülümseyen ifadesini toparlamak için yalandan öksürüp: “O halde sorumu tekrar soruyorum. Hangi bölümden mezun olmuştun?” diyerek bizi konuşmaya çekmişti.
“Türk dili ve edebiyatı.”
“Peki çevren nasıldır?” diye sordu.
“Yakın arkadaşım ve Füsun dışında kimse yoktu.” diyiverdim.
“Arkadaşının adını öğrenebilir miyim?”
“Süreyya Göçebeli.”
“Teşekkür ederim.” ceketinin iç cebinden küçük bir defter çıkartıp öğrendiği ismi not ederken kaşlarımı çattım. Timuçin ise kalemi defterin arasına sıkıştırıp “Olay günü birini gördüğünü söylemiştin?” diye sordu.
“Emin değilim. Seninle konuşurken bir polis memuru gelmişti. Hatırlıyor musun?” diye sorduğumda başını salladı. “O sırada bahçeye bakıyordum. Kapının orada siyah giyimli bir erkek gördüğümü sandım.”
“Tarif edebilir misin?”
“Siyah giyimliydi hatta yüzünde kar maskesi var gibiydi. Ama dediğim gibi emin değilim.”
“Önemli değil. Bu kadarı da yeterli. Peki, son soruma geçiyorum.” dedi.
Her soruda stres oluyordum, her ne kadar herkesin sorabileceği sorular olsa da son anda bir şeyler olacakmış gibi hissediyorum.
Timuçin'in dudaklarından çıkan isimle haklı olmanın getirdiği hayal kırıklığı dehşetle yerimden kalkmama sebep oldu:
“Eflatun kim?”
“Sen.” diyebildim. Dişlerim birbirlerine vurmuş, kelimeleri kendi dişlerimle kesmiştim. Söylemek istediklerim kopup boğazıma düştüğünde acıdan gözlerim büyümüştü. Boğazımda kelimelerimin yumrusu, Ademden elmayı çalmışımda ben yemişim gibi göründüğüne emindim.
“Evet.” dedi. Bana meydan okumuyor; kelimeleri gerekirse ağzımı açıp, eliyle boğazımdan söküp alacak gibiydi.
Buna izin vermeyecek, küstahça söyleyebildiği her şeyle onu zehirleyecektim.
“Bu ismi nereden biliyorsun.” dedim. Tıpkı onun gibi, kamburumu çıkarmış dirseklerimi uyluklarıma yaslamıştım.
Yeni duruşum onu keyiflendirmiş gibi dudakları kıvrılmıştı. “İşte beni eğlendiren kısım da bu Leyla.” dediğinde hiddetle ona bakıyordum.
“Seni tam olarak eğlendiren neymiş? Bu ne sikik bir oyun baş komiser!” Bu bir soru değildi, bu öfkemdi.
Timuçin ayağa kalktı. Duruşu, başımı kaldırmama sebep oldu. Boğazımdaki her kas acıyordu. Yine de kendimi ona bakmaya zorladım. Sinirden alt dudağım titriyordu. Bir adım attı. Koca bir adım. Tam karşımda duracak şekilde.
“İnsanlar askeri düzene alıştı Leyla. Sana baş komiser olduğumu söylediğimde beni o kadar hızlı benimsedin ki hangi bürodan olduğumu sormadın. Bu önemli değil. Senin için ya da herhangi biriniz için teşkilattan -askerlerden- biri olmadığı sürece çekinmiyorsunuz.” Sözlerini anlamak için gözlerinin içine baktım.
Kim olduğunu, hangi büroda görev yaptığını sormak için ağzımı açtığımda boğazımın ne kadar kuruduğunu fark ettim. Sesime ulaşabilmek için boğazımı zorladığımda anlamsız hırıltılar çıktı. Timuçin, elini uzatıp çeneme koydu. Dokunuşu tüy gibiydi. Elini görmeseydim dokunduğunu anlamazdım. Eliyle çenemi ittirip dudaklarımı kapattı.
“Burada soruları ben soracağım sen cevaplayacaksın.” Elini geri çekti. Sert ses tonuyla kaşlarımı çattım. Kurumuş dudaklarımı dilimle ıslattım. Konuşmak için tekrar hamle yaptım. Ancak o benden önce sözü devraldı.
“Teşkilatlar, askeri birliklerden oluşuyordu,” dedi. “İsimleri, darbeden önce bile vardı. Her biri adı önemli işlerde geçen generallerin ekiplerinden geliyordu. Karıncalar, kraliçeleri için çalışsalar da, yuvaya öncelik verirler. Tehditlere karşı birlik olup saldırırlar.”
Timuçin’in sözünü kestim. “Onlar totaliterlerdi,” dedim.
“Arıların karıncalardan farkı şu: Onlar yuvayı tehdit edenlere saldırmazlar. Kovanı sarar, iğnelerini kaldırırlar. Arılar kalkandır,” dedi.
Bu kısımda söz bana gelmiş gibi, “Faşist olanlar,” dedim.
“Onların ne olduklarını biliyorsun,” dedi, sesi sakin ama yargılayıcı bir ton taşıyordu. “Merkezi yönetimle halkı ve ekonomiyi ellerinde tutmak istiyorlar. Arılardan ziyade aç köpekler gibiler.”
“Yılanlar en tehlikelileridir. Bireyseldirler. Darbe, onların devreye girmesiyle gerçekleşti. Yuva bilmezler, birbirlerini kollamazlar. Ne bulurlarsa yemeye oynarlar. Onlar militaristtir. Askeri güç onların ellerindedir.” dediğinde aramıza mesafe koymuştu.
“Bunu bana neden anlatıyorsun?” dedim.
“Benim rolümü görebil diye.” dediğinde başımı iki yana salladım. “Anlamıyorum.” dedim.
Gövdesini eğdi. Yüzü yüzümün hizasındaydı. ”Halkı.” dedi ve durdu. Elini uzattığında geriye çekilme dürtüsüne karşı koydum. Eli yüzümün yanından geçip, bir tutam saçıma uzandı.
“Halkı, insan olarak gören yalnızca biziz.” dedi. Parmakları saçlarımla dans ediyordu. Bir tutam saçımı, parmağının ucunda doluyordu.
“Anlamıyorum.” dedim. Sesimi düz tutmaya zorlayarak.
“Ben cinayet büro amiriyim Leyla ve sen benim ya maktulüm olacaksın ya da katilim.” dediğinde nefesinin sıcaklığını hissediyordum. Ellerimi kaldırıp onu geri itmek için uzandığımda saçımda hissedilmeyecek kadar ufak bir acı hissettim. O an, tüm duyularım bu kadar tetikte olmasaydı hissedemezdim bile. Ellerim havada asılı kalırken o geri çekildi. Saniyeler önce saçımda olan eli şimdi cebinde bedeni salonun güçsüz ışığı altında duruyordu.
Ayağa kalkmak istedim. Ayağa kalkıp tam karşısında dikilecektim.
“Hassiktir oradan tamam mı, hassiktir. Gerektiği kadar rezil bir gün geçiriyorum. Alt tarafı bir kitap almak için bir yere gidiyorum ve arkadaşımın yanışına şahit oluyorum. Şimdi sen gelmiş bana, annemin yalnızca bana söylediği bir ismi bildiğini bunu teşkilatlar üzerinden örnekler vererek anlatıyorsun.” diyecektim. Ama yapamadım. Kelimeler yalnızca zihnimde patladı. Öfkem o patlamada varlığını kaybetti. Bedenimdeki tüm uzuvlar ağrıyordu. Sırtımı koltuğa yaslayıp bedenimi kendime çektim.
Timuçin'e bakmadım. Sırtı bana dönüktü. Nereye baktığını ne düşündüğünü umursamadım. Yanağımı dizlerime yasladım. Açık camdan rüzgar çalan perde duvarlara vurarak dans ediyordu. Onu dansına şahit olmak istedim. Eteklerimi eteklerine bağlamak istedim.
“Timuçin?” dedim. Sesim kendine kadardı. Beni duyduğuna emin bile değildim. Yalnızca kötü bir seyirci olup, perdenin dansını bozmak istemedim.
“Efendim?” diye karşılık verdiğinde beni nasıl duyduğunu düşünmedim. Başımı kaldırıp bu sefer çenemi dizlerime yasladım.
“Ben hangisiyim?” diye sordum. Devamını getirmeme gerek yoktu. Biliyordu. Günler sonra ilk defa kendime sarılabildiğimi hissettim. Günler sonra ilk defa bir şeyin sonunu bilebileceğimi hissettim. Soluk ışığın altında duran adama ilk defa baktığımı hissettim.
Sorumun cevabı adamın yüzündeydi. Yaşının ağırlığını belli eden şey evimin zayıf ışığı mıydı yoksa sorunun cevabı mıydı emin değilim. Dudakları düz bir çizgi halinde duruyordu. Bir elini yeni uzamaya başlayan sakallarında gezdiriyordu.
“Emin değilim.” diye mırıldandı. Gözlerim korkuyla açıldı. Emin değildi. Ölen mi öldüren mi olduğumdan emin değildi. Korkumu gizlemek için derin bir nefes aldım. Öyle ki şişen göğüs kafesim sanki kırıktı ve uyluklarıma batıyormuş gibi hissettim.
“P- peki.” demeye çalıştım. Kontrol edemediğim acıyla. “İsmimi nereden biliyorsun?”
Zihnim günler içinde anneme bir kez daha ulaşmaya çalıştığında gözlerimin yandığını hissettim. Ona dair anılarım o yangınla bir yanıp gitti. O bir kez yandı. Ondan sonra ben hep o ateşlerin içindeydim. Hatırlıyorum, annemin gömecek bir bedeni olmadığından, özel eşyalarıyla dolu bir tabutu toprağa gömmüştük. Bu durum babamı kahretmişti ancak bunun onu orada yaşatabileceğimize dair inancı vardı.
O zaman küçüktüm. Anneme dair her şeyi bildiğimi, onu çok sevdiğimi düşünürdüm. Mezar kazılırken, tabutun içinde bir broşunu almış, şimdi bile onu özenle saklamaya devam etmiştim. Ancak o broşu çaldığımda onu o topraktan çaldığımı düşünürdüm hep. Seneler geçtikçe zaman zaman o broşun yerini unutmuş, annem ise yangından kalan is gibi zihnimde kalmıştı. Bazı rüyalarımda onu görür, gördüklerim kendi canavarını yaratarak yüreğime sarardı.
Seneler sonra bu ismi ben bile anamıyorken, bir yabancıdan duymak kabuslarımın yarattığı canavarı kalbimin sofrasından kaldırmış tam karşıma dikmişti.
“Eflatun.”
Sesin bir an kimden geldiğini anlamadım. Kendimi zihnimden çekmeye çalıştığımda tedirgince etrafa bakmaya çalıştım. Bir an, kısa bir an annemi hissettim. Bedenimi oturduğum alanda ileri geri sallanırken buldum. Gözlerimdeki yangın bir yaşla kurumuştu. Çenemdeki yaşın kuruluğunu kaybettiğim nefesimi ararken buldum. Ellerimi, prangaladığım bacaklarımdan kurtarıp yüzümü ovuşturdun.
Timuçin yanımdaki koltuğa oturmuş. Bana bakıyordu. Bir düşünceyle kaybolduğum zihnimi evin köşelerine savurdum. Ayaklarımı yere indirdim. Masada duran sigaraya uzandım.
Sanki her şey normalmiş gibi “evet?” diyebildim.
“İyi misin?” diye sordu Timuçin. Sesinde merak vardı.
“İyiyim.” dedim.
Sigarayı dudaklarımın arasına yerleştirip bir çakmakla tutuşturdum. Bedenimi dik tutmaya özen göstererek “anlat lütfen.” diyerek devam ettim.
“Bilinmeyen bir arama aldığımızda yangından bir hafta önceydi. Birileri seni şikayet etmek için fazla hevesliydi. Üstünde çok durma gereği duymadım çünkü konakta herhangi bir etkinlik yoktu. Birkaç gün geçti. Diyorum ya, birileri seni şikayet etmek için çok hevesli Leyla. Bunun sebebi o bozuk ağzın olabilir mi?”
“Hadi oradan.” dedim burun kıvırarak. Bu hareketim kısa bir an onu güldürdü ardından düz ifadesini koruyarak devam etti.
“Elimde dosyan var.” dediğinde öylece ona baktım. Sigaranın külü uzamıştı. Masaya uzanıp ortada duran kül tablasını kendime çekerken “nasıl?” diye sordum.
“Anlattığın bilgilerle uyuşan her şey dosyanda vardı. Bunları sen söylemeden öncede teyit edebildik.” dedi. Cebinden sigara paketi çıkardı. Konuşmak için acele etmedi. Sanki sözlerine karar vermek için kendine zaman tanıyor gibiydi. Benim sigaram öldü. Onun sigarası ise bir ateşle can buldu. Önümdeki kül tablasını kendisine çekerken kirpiklerini altından bana bakıyordu.
Sol gözümde kaç kirpiğim olduğunu, gözlerimin altında kaç tane çil olduğunu görebiliyormuş gibi bana baktı. Saliseler süren bir eylemde biz saatlerce oyalandık. O sigarasından derin bir nefes aldığında bedenini geriye yaslamış “eflatun ismi” demişti. Aldığı nefesi geri teslim ederken “dosyanda büyük harflerle yazılmıştı.” sigaranın külünü, dökerken “ve ben bunu herkesin bildiğini düşünmüyorum.” dedi.
Teslim oldum. Her bir yalanımdan kaçarak konuştum. “Bunu bana yalnızca annem söylerdi.” dedim. Ancak bir an, kısa bir an perdenin dansı bitip kenara çekildiğinde çıplak kalan camın yansımasında tüm gövdesini sergileyen bir kadının dudaklarını hareket ettirdiğini benim değilde onun konuştuğuna inandım. Tedirgince camın önüne gitmek o kadına bakmak istedim. Gülümseyen suratında ki dehşet beni yerimde tutan bir korkuydu. Başımı başka bir yöne çeviremeden konuşmaya devam ettim. “Annem öldükten sonra o isim bir daha duyulmadı. En yakınım bile bilmiyor.” Camdaki o kadın belki bedenen çıplaktı. Onun için utanmadım. Onun bir şekilde zihnimde olduğunu bedenimin gerçekten d eçıplak olmadığını hissetmek için bacaklarımı birbirine sürttüğümde emin olmuştum. Ancak onun söyledikleri. Onun ağzımı alttan ve üstten tutarak tüm gerçekelri dilimden söküp çıkartmasından ben utandım. Çünkü gerçekler çıplaktık. Ben ise dürüst bir kadın değildim.
“Seni arayanların o dosyayı bırakanlarla bağlantısı olduğunu düşünüyorum. Onlarında ismini bilen birisi ya da birileriyle.” Timuçin, konuşurken onu onaylamak için başımı salladım. Sigarasının dumanını camın yansımasından görebiliyordum. Yüzü ise yalnızca buğulanmış taraftaydı.
“ O dosyada ne vardı?” sesim kalındı. Sesim, yıllarca tek kelime etmemiş biri gibi hırıltılıydı. Sesim benim değildi. Paniklemeye başlamayan kalbimi göğsümün etinden hissedebiliyordum. Timuçin’e döndüğümde “korkma.” dedi. Korkmuyordum ancak onun yüzümde gerçekten ne gördüğünü bilseydim korkabilirdim. “İki gün sonra biri karakola gelip adının yazılı olduğu bir dosya getirdi. İçinde geçmişin ve planlarının olduğu belgeler içeriyordu. Anlatsana bana Leyla, bu küçük kırılgan bedeninle nasıl koca konağı yakacaktın? Kollarımda yardım dilenirken, arkadaşını sen mi ittin?” Sözleri kalbime basmaya çalıştı. Bu gücü yüzümün halinden almıştı. Çünkü bir an ondan korktuğumu düşünmüştü buna eminim. Ona gidip de camdaki yansımamla konuştuğunu söyleme gereği duymadım. Delirdiğimi bilmesine gerek yoktu. Bilmediği bir başka şey ise kalbimin canhıraş atışları basmaya çalıştığı ayağını devirecek güçteydi.
“Sen kollarında Füsun’la o yangından çıktığında zafer elde etmiş bir Leyla mı gördün?” Birbirine bastırdığım dişlerimin arasından konuşmuştum.
“Dinle. O dosyanın geldiği akşam bir arama aldım. Valide Hanım konağında bir kitap açık arttırması olacağına dair. İşte o andan beri seni araştırıyorum Leyla ve inan bana gücün varsa bilgin de vardır.”
“Oraya geleceğimi öğrendin. Büyük ihtimalle Füsun ile olan mailleşmelerimi buldun. Sonra ne oldu, eğer beni gözünün önünden ayırmazsan yangın çıkmayacaktı değil mi? Ama o yangın çıktı Timuçin. Ben senin sayende o yangından kurtuldum ama sen bunların olacağını düşünmedin.”
“Çabuk kavrıyorsun ama yanılıyorsun. Yangın için önlem aldım. Her adıma bir sivil yerleştirdim. Sen sanıyorsun ki o yangında bir senin arkadaşın öldü ama bu gerçek değil Leyla. Yangın kazan dairesinde ki patlamayla oldu. Peki benim kazan dairesinde nöbet tutan arkadaşlarıma ne oldu dersin?”
“Bunu bilmiyordum. Özür dilerim.” diyebildiğimde yutkunmakta güçlük çekiyordum. Sözlerimde samimiydim. Ben yalnızca kendi yangınımı yaşarken diğer insanlara ne olduğunu bilmiyordum. Konaktan çıktığımda sırtımı insanlara döndüğümde insanlar orada olmayacak değildi.
Kendimi tutmadım ve bir kez daha özür diledikten sonra “Nasıl çıktı o yangın?” diye sordum.
“O kısım beni de meraklandırıyor. Senelerdir yanmayan kazandan bir patlama olması garip değil mi?” derken sesinden öfkesi hissediliyordu. Sözlerinden bahsettiği imayı anladığımı yalnızca başımı sallayarak gösterdim.
“Ne olursa olsun senin yapmadığını biliyorum dahası seni bir şekilde bu işin içine çekmeye çalıştıklarını görebiliyorum.”
“Nasıl” dedim bir telaşla.
“Kör dahi olsam, seni bizim birimden birinin aramadığını yine de bilirdim.” Sesindeki öfke bana çarpmadan tüm evi darmadağın etti.
“Doğru. Peki ama neden biri benimle ilgili bir dosya tutsun.” diye aklımda ki soruyu sordum.
“Bilmiyorum ama inan bana sicilin tertemiz.” dediğinde gülümsedi. Yalnızca dudaklarına bakıyor olsaydım bana güven vermek istediğini düşünürdüm ancak ben yalnızca dudaklarına bakmıyordum.
“Tüm her şeyi anladığımı varsayıyorum” dedim yerimden kalkarken. Adımlarım kitaplık yönelmiş, onca rafın arasında rastgele konulmuş tütün poşetini almak isterken. “Neden ben?.” diye sormuştum.
Duvarı kaplayan dört kitaplık, kitapların nefes almasını engelleyecek kadar doluydu. Kitapların birçoğunu çoktan dükkana götürmem gerekiyordu. Buna bir türlü vaktim olmadığını söylesem de içimden bunu yapmak gelmiyordu. Çünkü her birinin anısı buradaydı.
Goriot Baba benimle bu evde sofraya oturmuş, Nastenka benimle birlikte dikiş dikmişti. Beni onca gece aynaya bakmaya Dorian zorlamıştı ve ilk sevgilimi Pozdnişev gibi burada öldürmüştüm. Tüm saatlerimi Zecariah usta ayarlamıştı, Hayri İrdal ise onları okumayı öğretmişti.
Şimdi tüm bu insanlara nasıl taşınacaklarını söylemeyi düşünürdüm aklım almıyor. Korkakça kitaplıkta duran tütün poşetini alıp yerime geçtim.
“Seni bir sebepten hedef haline getirmek istiyorlar. Yakında bunun nedenini öğreneceğiz.” dedi Timuçin elimdekine anlamsızca bakarken.
“Tabi öğreneceksinizdir. Yarım saat önce bana dediğini hatırlıyor musun?” diye sordum poşeti masaya bırakırken. “Ya maktul olacağımı ya da katil olacağımı vurgulan.” derken burnumdan soluyordum.
“Dosyayı ben hazırlamışım gibi davranmayı bırak. Seni sorguya bile almadım Leyla. İnan bana herhangi biri olmana izin vermemek için buradayım. Eğer ufacık bir an izin verseydim inan bana şuan nezarethanede bekliyor olurdun. O çok korktuğunuz teşkilatlarda seni sorgulamak için gelirdi.”
“Ne yapmamı bekliyorsun?” dedim.
Fark etmemiştim ama ikimizin de sesi yükselmişti. Ellerim tütün sararken hızını alamamış bir yenisini sarmıştı. Kucağıma ve poşetin içine dökülen tütünler olmuştu ama umursamamıştım.
Dışarıda yağmur yağıyor, aralık bıraktığım camdan sızan rüzgar perdelerime dolanıyordu ama görmüyordum. İkimizde tam olarak sinirliydik. Ve o inanın benden daha çok sakin kalmaya çalışıyordu.
“Benimle iş birliği yapmanı bekliyorum. Senden başka ne isteyebilirim Leyla? Oradan bakılınca bir aşığa mı benziyorum.” dedi.
Sözleriyle durmak zorunda kaldım. Aldığım nefes durdu. Ellerim işini tam zamanında bitirmenin rahatlığıyla sardığı sigarayı poşetin içine bıraktı ve durdu.
Haklı dedi içimde ki bir ses. O haklı, onu dinle. Senin tarafında o diyordu. Kimdi bu ses, nereden biliyordu karşımdaki adamı. Nasıl olurda sesi sesime benzeyip bana karşı olabiliyordu. Öfkem durmayı reddedip tüm hiddetini zihnimdeki sese yönelttiğinde başımda inanılmaz bir ağrının varlığını hissettim.
“Tamam” dedim, sakin olacaktım. En çok da Leyla olacak ve onu dinleyecektim. Çünkü haklıydı. Burası benim evimdi, beni sorguya çekemezdi. O an onunla barış yapmayı kabul ettim. Ya da öyle göründüm çünkü dudaklarımda kelimeler döküldüğünde savaştan farkı yoktu: “Seni dinliyorum Timuçin.”
Kazandığı bir savaşta olduğunu bilircesine savaş naralarımı duymadı ve gülümsedi. Dudaklarında memnuniyetle akan “güzel” sözcüğü bile zaferini simgeliyordu. Ama dediğim gibi bende barış yaptığımı gösterme niyetindeydim. Annesinin kızdığı eflatun değil, babasının Leyla’sı olacaktım.
Bunun nişanesi olarak sardığım sigaralardan birini ona uzattım. Parmakları parmaklarıma değerken tereddüt etmedim ve masadaki çakmağı da alıp ona uzattım. Ateşin gölgesinde parıldayan gözleri bir keskin nişancı gibi yerini alırken tek hedefi gözlerimdi.
“Senin de bildiğin üzere arayan kişi bir polis memuru değildi. Basit tutacağım cümleleri, benden habersiz bir sorgu yapmaya kimsenin götü yemez. Bu kişiler her kimse sana dair ihbarda bulunanların da onlar olduğunu düşünüyorum?” diyerek söze başladı.
“Yarın o buluşmaya gideceksin. Hatta biraz daha resmi giyinsen çok hoş olur.” dediğinde üstümdeki kıyafetlere bakma gereği duydum. Sabah Süreyya’nın yanına olduğum için rahat bir şeyler giymeyi tercih etmiştim.
Ancak bu söyledikleri saçmalıktı. Benim duraksamamı fırsat bilip konuşmaya devam etti:
“Senden önce oraya ben gideceğim. Sen yalnızca izlenme durumuna karşılık onlara bu izlenimi vereceksin. Sana bir şey olmayacak. Büyük ihtimalle sözde orada olan karakola daha sen varmadan tepelerine çökmüş olacağım.”
“Peki ya sonra?”
“Onların kim olduğunu öğreneceğim.”
“Diyelim ki bunu kabul ettim. Her şey bu kadar basit olacak mı?” diye sordum.
“Belki basit olmayacaktır ama etkili olacak.”
“Peki reddedersem?” Sesim kararsızlıkla odada yankılandı.
“O zaman seni gerçek bir sorguya alacağım.” derken bunu kendinden çok emin olarak söylemişti.
“Yani tehdit edeceksin.” dedim karşılık vererek.
“Bunlar yalnızca gerçekler Leyla.”
Bedenimi geriye yasladım, parmaklarım koltuğun kenarına sımsıkı tutundu. Tüm bu olanların ne ara bu hale geldiğini düşünmeye başladığımda çoktan Timuçin’le savaşmayı bırakmıştım. Bu bir pes ediş değildi, geri çekilişti.
Biri, daha ben bilmeden beni bu oyuna dahil etmişti. Buna şaşırmak istiyordum ama insanlar o hale gelmişlerdi ki şaşıramıyor, daha çok öfkeye kapılıyordum.
Darbe zamanını belki ben yaşamamıştım ama bende damgalı bir şekilde doğmuştum. Daha o andan özgürlüğüm elimden alınmış, devletin çarklısında yalnızca bir diş olmuştum.
Zihnim, istemsizce geçmişin sisli sokaklarına çekilirken tanıdık bir simayla karşılaştım. Babam... Babam oradaydı ve o darbe beni çektiği sokakta yeniden canlandırılıyordu.
Babam, darbede oradaydı. Şahit olduğu o kanlı yılları, tükenmek bilmeyen kavgaları ve bitmeyen ideolojik savaşları her anlatışında gözleri dolardı.
“Ne kardeşlik kaldı ne kan,” derdi hep. Darbenin ardından ölenler ya hain ya kahraman ilan edilmişti; ortası yoktu. Ve o zamandan beri, doyumsuz insanlar, yozlaşmış ideolojiler ve körelmiş inançlar, her vatandaşı birbirine düşman etmeyi başarmıştı.
Zihnim bir girdaba kapılmışken, bir ses yankılandı: Hatırla.
1982, 21 Şubat... İçimdeki kaç Leyla o tarihte şehit düşmüş, kaçı hain ilan edilmişti, bilmiyordum. Ama o tarih, bir bayrak gibi zihnimin içinde sallanıyordu. Hatırlamamı emreden sesi tanıyordum. Babamdı.
Onun sesi, yaşlı bedenine inat, o zamanları yaşayan genç bir adamın enerjisiyle doluydu. Sanki arkamda dikiliyor, sırtı bana dönük, ellerini arkasında kavuşturmuş, komut verircesine adımlıyordu.
“Gece dört,” diyordu. “Sesleri hatırla. Bağırışları, silahların patlamasından bile daha güçlü o haykırışları hatırla!”
Henüz on beş yaşında bir delikanlı olduğunu söylediği günleri anlatıyordu. “Toprağın kanla sulandığı gün zafer kazandık, ama göğün kan ağladığı gece kaybettik.”
O gece, inanılmaz bir yağmur yağmıştı. Evlerin ışıkları yanmaya korkuyor, babalar kapılara kalkan oluyordu.
“Büyük annen o gün çok hastaydı. Büyük babanı ise çoktan kaybetmiştik. Bir başımıza kalmıştık. Yine de o gece hiç konuşmadı biliyor musun? Benim annem o gece ne bana ağlayabildi ne ülkesine ne de kendisine. Sessizce bekledi, bana gitme bile diyemedi.
Leyla! Sokağa çıktığımda yüreğimin deşildiğini hissettim. Her yer yangın yeriydi. Silahların sesleri evlerin camını titretiyor yine de kimse durmuyordu. Ne insanlar durabildi ne de gök yağmayı bıraktı.
Başkaları da sokağa çıkmıştı. Her şey yavaş yavaş oldu. Birbirinden bir kaşık tuzu esirgemeyen mahalleli birbirlerinin evlerini yağmaladı. Adamlar, başka kadınlara saldırdı. Herkes özgür kaldığının sarhoşluğuna kapılıp hayvanlaştı. O kadınlardan birinin kızıydı annen. Dedeni diğer adam bıçaklamış, bedeni kapının önünde bir eşik gibi yatıyorken annen onu içeri çekmeye çalışıyordu. Annesi ise başka bir adamın ellerinde zorla tutulurken, zavallı annem düşük yapmıştı. O zaman o kadının annem olacağını, ölü adamın babam olacağını ve çaresizce ağlayan kızın ise eşim olacağını bilmiyordum. Bilsem de bilmesem de yine aynısını yapardım. Bahçede bulduğum avucuma bile sığmayan taşı aldığım gibi adamın başını ezdim. O zamanlar ağzım pek bir bozuktu ama sen yine de duyma bunları.
Sonra onlar geldi. Kim oldukları, ne oldukları bilinmez insanlar geldi. Her birimizi tanıyorlardı. Sıraya dizildik. Tüm bedenime hücum eden yağmur, kötüyü bilircesine alnımda duran silaha hiç değmiyor gibiydi.
Kimse ölmedi. Oradaki kimse ölmedi. Her birimizi bizdenmişcesine tanıyorlardı. Devletle bir bağımız olmadığını kanıtlamak içinse bileklerimize bıçakla çarpı işareti atıyorlardı. Bunu sizin için yapıyoruz, unutmayın, bunu sizin için yapıyoruz dediler. Çekip gittiler. Onlar gitti, biz birbirimizi öldürdük. Sabahına ise her ağaca bir ceset düşmüştü. Herkes asılmıştı. Üç yaşında bir çocuk, yetmiş yaşında bir kadın, otuzlarında adamlar. Devlet binasının önünde olan koca çınara ise bakan asılıydı. O ağaçların hiçbiri gelen yazla çiçeklerini açmadı. Doğa ölümü kendinden olmadıkça kabul etmezmiş; onlarda etmedi. O günden sekiz gün boyunca da yağmur hiç durmadı. Sabahına büyük anneni toprağa gömerken çok korktum, bir başkasının kanı düşen toprağa annemi koyarım diye. Ama elden ne gelirdi kızım.
Yüreğin dayansın bunlara güzel kızım. En çok da adalet diye bağıranların, bir başkasını ne denli kolay öldürdüğüne alışsın. Adaletin bir bakanla değil de seninle benimle bizimle olacağına alışsın. Ancak şunu unutma her an bizdenmişcesine yakınımızda olan teşkilatlar, militanlar olacak. Kendilerine Yılanlar, Arılar, Karıncalar diyenler olacak. Onlardan olma kendin ol. Kendini bilmezsen eğer adaletin de olmaz.”
Babamın sesi zihnimden silinirken, gerçeklik kendini acımasızca hissettirdi. Hatıralarım bir nehir gibi akıp giderken, o geceyi yeniden yaşadım. Babam, dört yıl önce, yatağında zar zor doğrulmuş halde, darbe gecesini anlatıyordu. Cümlelerinin sonlarına doğru sesi giderek zayıflamış, ama anlatmayı bırakmamıştı.
O geceyle bu gece arasında keskin bir fark vardı.
1982’nin o karanlık gecesinden sağ çıkmıştı.
Ama 2014’te, bana o geceyi anlatırken, bu dünyaya veda etti.
“Leyla!”
Adımı bir kez daha duydum. Bedenimin sarsıldığını fark ettiğimde tanıdık bir ses, geçmişin yankısını bastırdı.
“Efendim?” dedim, titreyen bir sesle.
“Beni duyuyor musun? Daldın gittin.”
O an, onun dediklerinin hiçbirini duymamıştım. Ama bunu bilmesine gerek yoktu. Yüzümde bir parça kontrol sağlamak için hemen söyledim:
“Konuştuklarımızı düşünüyordum.”
“Düşünme,” dedi Timuçin, yüzünde belirsiz bir gerginlikle. “Konuşmamız burada bitsin.”
Söyledikleri kafamı daha çok karıştırmıştı. Onca soruyla boğulmuşken, ağzımdan yalnızca bir kelime döküldü: “Neden?”
Ama sorumu cevaplamaya niyetli görünmüyordu. Telefonunu uzattı, “numaranı senden almaya tercih ediyorum.” dedi. Bu eylemi beni rahatsız eden bir güvenle sarmalarken telefonuna numaramı kaydetmekle meşguldüm. O ise sırtını bana dönmüş kitaplığa gitmişti.
“Konak’ta gördüğünü söylediğin adam bizim için önemli bir bilgiydi Leyla. Tüm soru işaretlerini senden uzaklaştırmaya çalışıyorum. Ve sen tüm bu süreçte bana yeni soru işaretleri yaratmamaya dikkat et.” dedi. Bana bakmıyordu. Gövdesi çoğu kitabı örtüyordu. Eli kitapların sırtında gezinirken belindeki silahı ancak o zaman görebilmiştim.
O an elimdeki telefonu sıkı sıkıya tutmaktan başka bir şey yapamadım. O an, yalnızca bir kemere tutulu silahı gördüğümde kendimi ve gerçekliğimi hissettim. Eve ulaşmayan rüzgar, tüm pervazlardan içeri sızmış gibi tüylerim diken diken oldu.
Peşimde biri vardı. Peşimde biri vardı.
Zihnimdeki katiller gerçekti.
Onlar oradaydı.
Ya onlarla ölecektim ya da öldürecektim.
Yalnızdım.
Bu süreçte yapayalnızdım.
Başkomiser işini yapacaktı. Süreyya çoktan delirdiğime inanıyordu. Bir saatte hem annem hem babam zihnime mayınlarını döşemiş ve gitmişti.
Timuçin, raftan bir kitap çekti. Kitaplar devrilip birbirinin sırtına yaslanırken büyük avucu hangi kitabı aldığını saklıyordu.
Ona ne yaptığını sormak istedim. Bedeni bana döndüğünde soramadım. Her bir kelimeyi yutmam gerekti. Koltuğun yanına gelip ceketini giydi. Kitabı ceketini içine sakladı. Elini uzattığında telefonu istediğini anladım. Hareket edemedim.
“Yarın seni aradıklarında beni arayacaksın.” dedi. Eli hala aramızda duruyordu. Kendimi ayağa kalkmaya zorladım. Bir an ayaklarım uyuşmuştu.
“Dediğim gibi resmi giyin.” Son sözleri bir emir gibi algılayıp başımu aşağı yukarı salladım. Titreyen ellerimle telefonunu avucuna bıraktım.
Elim elini teğet geçerken kısa bir gülümseyen ifadesine baktım. Ardından bir saniye bile duraksamadan kapıya yöneldi. Kendi kapısını kendisi açtı; kapıyı arkasından, bir noktayı vurgularcasına sertçe kapattı.
Ben ise ayakta, hareketsiz bir şekilde onun hızlı hareketlerini izledim. Sanki şişmiş parke benimle birlikte nefes alıyormuş gibi hafif bir sarsıntı hissettim. Altında bir su yatağı varmışçasına büyüyen parkeye bakarken, kendimi bir anda o şişliğin içine çekilirken buldum.
Zemin, içimdeki boşluğu yutmuştu. O an etrafımdaki dünya eski bir ciladan dökülüp yepyeni bir yüzeye dönüşürken, yalnızca karanlığı görebiliyordum.
Ama beni asıl içine çeken şey, Timuçin’in o kapıyı kapatmadan önceki ifadesiydi.
Bir an önce evimden çıkmak isteyen o adam, sanki az önce hiçbir şey olmamış gibi davranıyordu. Fakat gözlerinde patlamaya hazır bir cephanelik taşıyordu. O sırada yüzüne hakim olan o düz, soğuk ifade... Namlusu hizalanmış bir silahın tehditkâr sessizliğini andırırken gülümsemesi.
Kapının kapanışı yankılanırken, içimdeki karanlık daha da derinleşti. Bir şeyler kopmuştu; ama neyin, nerede, ne zaman kopmuş olduğunu anlamak için artık çok geçti.
Bir telaşla telefonumu aradı gözlerim. Saati görmeli, gerçekliği idrak etmeliydim. Zihnimin bana oyun oynadığına inanmalı ve oyunu bitirmeliydim.
Masanın üstünde duran telefona yürüyüp elime aldığımda, ekranda gördüğüm saat 18.37’ydi. Tüm gün olan biteni; saat kaçta kalktığımı, Süreyya’ya kaçta gittiğimi, eve ne zaman döndüğümü düşündüm.
Her şey olması gerektiği gibi ilerlemişti, farkındaydım. Hatta.
Benimle boşluğunu dolduran parke bile, düz, o zeminde hiç bozulmamış gibi dururken gerçekliğin farkındaydım. Öyle ki mutfağa gidecek kendime yeni bir kahve yapacak ve kitap okuyacakken en başta o yolu yürürken üstünden atlayarak geçtiğim şişliğe bu sefer düz bir adımla basabilecektim.
Mutfağa vardığımda ellerimle fincanları arıyor, bir körün bastonu oluyordu. Ama aklım çoktan mutfağa geçmiş, odamın içerisinde annemi arıyordu.
Fincanı buldum ama annemi bulamadım. O broşu, bana en uzak kaldığı anlarda çoktan kaybetmiştim.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |