7. Bölüm
melinoe / GECE KÜTÜPHANESİ / Bölüm:4.1

Bölüm:4.1

melinoe
melinoe

İyi okumalar dilerim, Aziz ve Azizelerim.

Redd ~ Prensesin Uykusuyum

Eurielle - Hate Me

4.1

“İyi akşamlar, sayın seyirciler Akış haber bugün de karşınızda. Son dakika haberleri, sıcak gelişmeler, güncel olaylar... Akış Haber'de hepsi ve daha fazlası için televizyonlarınız sesini açmayı unutmayın. Ben Aslan Dağdelen.”

Diyordu, ekranın gerisindeki adam. Bedenim koltuğun üstünde cenin halindeydi. Kahve yapacağımı belki de kitap okuyacağımı düşünürken bedenim kaskatı kesilmişti.

İlk haberle halk ekonomisi konuşulmuşken hipotermi geçirdiğine inanan ruhuma bedenimle sarılmaya çalışmıştım..

İkinci haberle, hayvan hakları dile getirilmiş, gözyaşlarım koltuğun minderini lekelemişti.

Acı katlanılmaz noktaya geldiğinde son dakika haberi verilmişti.

Aslan Bey, durumu toparlamaya çalışırken sesin artık nereden geldiğini seçemiyordum. İlk kelimesi “Zanaatçı” olduğunda dudaklarımdan bir çığlık döküldü.

Bunun ardından gelenlere kimse şaşırmayacaktı çünkü biri öldürülmüştü. O kişiyle bende ölüyordum. Bedenim kontrol edemediğim titremelere ulaştığında bir kez daha çığlık attım. Boğazımdan yükselen feryat, ensemden tutan biriyle savuşturuldu. Annesi tarafından ensesinden tutulan bir kedi gibi kaldım. Bedenim açılmış, kollarım koltuğun iki yanına savrulmuştu.

“Dinle.” bir yılanın tıslaması gibi zihnimde sürtünen kelimeler bedenime hükmetti. Gözlerim açıldı. Dışarıdan bir tanrı gibi hayır, bir düşman gibi kendimi görebiliyordum. Göz bebeklerimin büyümüş. Gözümün akları kanla dolmuştu. Bedenim, koltuğun üstünde. Bacaklarımı çekmiş alt karnıma baskı yaparken ellerim iki yana pervasızca duruyordu. Ağzım açık, gözlerim tavana kilitli. Birisi ölüm anımı resmetmiş gibi görünüyordum.

Emir ise belliydi. Dinle.

“Üç ay önce kayıp ihbarıyla aranan Meltem Y.’ye ait olduğu düşünülen deri, göz ve saç uzuvlarından oluşan oyuncak bir bebek bulundu. Korku ve endişeye yer vermemek adına bulunan bebeğin hangi il ve ilçeden çıktığını siz, değerli izleyicilerimize söyleyememekteyiz.

Ancak adli tıptan henüz ilgili birimlere bilgi verilmemişken ben Aslan Dağdelen olarak diyebilirim ki; Meltem Y. tamda Zanatcı’nın önceki maktullerinde olduğu gibi yirmi altı yaşındaydı.

Bu zamana kadar maktul arasında bulunan tek ortak özellik her birinin yirmi altı yaşında olmasıydı.

Ancak Meltem Y.’nin kaybolmadan önceki fotoğrafını ve bulunan bebeğin fotoğraflarını karşı karşıya getirdiğimizde siyah göz ve sarı saç benzerliği dikkat çekmektedir.”

Zanaatçı’nın her cinayetinde olduğu gibi halkın güvenliği adına cümleler sarf edilmiş ve yayın akışı devam etmişti. Ben o kadın değildim. Ölmemiştim; ölmek üzereydim. Koltuktan aşağı düşen elimi Aslan Bey’in sesinin geldiği yere uzatmaya çalıştım. Bana yardım edin demek istedim. Parmak uçlarımı bile kıpırdatamıyorken “Zanaatçı, geliyor Leyla.” dedi aynı ses. Benim sesim. Dizimin dibinde olan, ensemde beni tutan, başımda dikilen, karnıma oturan ve hatta dişleriyle kalbimi kemiren ses benimdi. Direnmedim ona.

Bundan bir buçuk yıl önce her kadının hayatına girdi Zanaatçı. Kim ve ne sebeple olduğu bilinmeyen bir şekilde bir buçuk yıl önce bulunan bir oyuncak bebek, onu bulan kişi tarafından sosyal medyalarda paylaşılmıştı. Lanetli bebek olarak ünlenen bu oyuncak herkesi şoka uğratmıştı. Çünkü çoğu kişi bu bebeğin paranormal bir unsur olduğunu düşünürken Twitter’da atılan bir tweetle bebeğin, gerçek insan uzuvlarına sahip olduğu düşüncesi yayılmıştı. Durumla ilk karşı karşıya gelen siber suçlar bürosuyken cinayet büro bu durumla ilgilenmek istemişti.

O anları haberlerden değil tweetlerden öğrenen halk ise, cinayet bürodan gelecek haberlere kulak kesilmişti.

O anları düşünmek ağlamamı şiddetlendirdi. Kendim için değil, o kadınlar için ağlıyordum. Daha fazla düşünmek istemiyordum. Başımı iki yana sallamaya çalıştığımda. “Leyla!” dedi bir ses. Aynı ses. Benim sesim.

O anlar benim rızam olmadan zihnimde canlanmaya devam etti.

Bebeğin uzuvları bir yıldır kayıp olan bir kadının dnasıyla uyumuş, cinayet büro oyuncak bebeğe el koymuştu. Halk ise... Önce bu adama ne isim takacaklarını düşündüler. Oylamaya bile sundular; kimisi Oyuncakçı dedi ancak bu çok basit bulundu, kimisi Sanatçı dedi ancak bunun da gerçek sanatçılara ayıp olacağı düşünüldü.

Ressamları yakan, çoğu yazarın ellerine kesen, ses sanatçılarının dillerini kopartan halkın katillini sanatçı zannetti. Ağzımı açıp küfür etmek istedim. Dilim damağımda yuvarlanmadı. Ağzımdan kulağımı tırmalayan sesler çıktı. Dilim sanki şişmiş gibiydi. Zihnimde ki tıslamayı duyduğumda ağzımı korkuyla kapattım. “Ondan korkuyorlar Leyla. Ondan korkmalısın.”

Haklıydı. Bir katili öldürmeye cesaret edemedikleri için ona sanatçı diyemiyorlardı ancak kendileri bile farkında değildi.

En sonunda ise Zanaatçı dediler. Dediler demesine ama en başta ona karşı fantezi hayalleri kuran kadınlar yirmi altı yaşlarına geldiklerinde burunlarını camdan çıkartmaz oldular. Erkekler ise ya koruma iç güdüleri kabardı ya da takipçisi oldu. Yine de olan biteni umursamayan bir kesimde vardı.

Bunların hiçbiri halkı doyurmadı. Ne kendi yaptıkları ne de Zanaatçı dedikleri bir katilin cesetleri. Birbirlerini parçalayacak cesareti bulamadıkları için, başkalarının onlar için birilerini öldürdüğü düşüncesi insanların şuursuz düşüncelerini orgazm ediyordu.

“Öyle deme Leyla, sende yirmi altı yaşındasın. Belki sıra sendedir.” dediğinde gülmek istedim. Tüm yaşlarımı unuturcasına gülmek istedim.

“Sende öleceksin.” dedim. İlk defa o sese karşılık vererek.

Kapının zili salonda yankılandığında çığlık attım. Zihnimdeki sesin bir an gerçekten gelmiş olduğuna beni öldürecek olmasına inanmıştım. Çığlık, zilin sesine karışırken dilimi yuttuğumu zannettim. Ağzım tükürük ve salyayla kaplıydı. Dilim, ağzıma sığmıyordu. Yutkunamadım. Çenemden aşağı akan sıvılar midemi bulandırıyordu. Kapı bir kez daha çalarken bedenimi oynatmaya çalıştım. Bir milim bile kıpırdayamazken telefonun sesini duydum. Ölüyordum. Ölüyor olmalıydım. Nabzımın gür sesi tüm sesleri bastırmaya çalışırken dakikalar önce hipotermi geçirdiğini sanan bedenim şimdi alevler içindeydi.

Zaman sesleri yuttu. Kendi nefesimi bile duyamayacak kadar süre geçti. Midemden yükselen safra boğazımda birikirken kapıya vurulduğunu duydum. Ya da hayal ettim. Kapı kırılıp duvara çarptığında onun acısıyla ben inledim. Gözlerimi tavandan ayıramıyordum. Işığın ateşini takip eden bir sinek ve beyaz tavandan başka hiçbir şeyi göremiyordum.

Zemini döven ayak sesleri duyduğumda eşikte ki şişliğe dikkat et demek istedim beni öldürmeye gelene. Yapamadım. Boğazımdaki safra beni boğuyordu. Yüzümün morarmaya başladığından emindim. Ağzımdan dökülen sıvılar yakalarımı ıslatıyordu. Görüş alanıma siyah bir karartı girdi. Sadece siyahtı. Ne bir şekli ne bir cismi vardı. Bedenime bakıyordu. Eli vardı. Enseme değiyordu. Ölüyordum. Farkındayım. Temasını hissetmedim. Bedenimi doğrulttu. Ağzımdaki sıvılar yere dökülürken saçlarımı topladı ve başımı eğdi. Yalnızca kusuyordum. Midemdekileri, ruhumu ve yaşlarımı kusuyordum. Gözümün önüne o göl geldi. Şimdi kanla değil safrayla doluydu. Zihnimdeki ses susmuşken beni o gölde boğanın mı yoksa göle girmek üzere olan mı olduğunu düşünemiyordum. Gözlerim kapanmaya başladığında bedneimin havalandığını hissettim. Sonrası yalnızca karanlık.

Bir an gözümü açtığımda yine beyaz bir tavan vardı. Daha parlak daha temizdi. Sonra karanlık bana kızarak beni evine götürdü. Haddimi aşıp yine gözlerimi açmaya çalıştığımda birinin sesini duydum. Bu ne zihnimdeki o sesti ne de Aslan Bey’in sesiydi.

“Güzelavrat otu.” dedi. Karanlık o sesle geri beni eve sürükledi. Dahası yoktu. Zihnim uyuştu, kendimi ve bizi, her şeyi, ölümü unuttum.

.........

Telefonumun sesini duyuyordum. Kolumu telefona uzanma refleksiyle ileriye uzandığında yumuşak yastığın dokusu dikkatimi dağıttı. Yastığı kendime çekip uyumaya devam etmek istiyordum. Telefon sustu ve bir kez daha utanmazca çalmaya başladı.

Gözlerimi açıp, etrafa baktım. Odamdaydım. Çift kişilik yatağımın tam ortasında uyumuşum. Yatağın karşısında duran makyaj masası bir yanında gardırobum. Camın altında annemden emanet çiçekler vardı. Renkler düzdü. Beyaz ya da ahşap. Yatağın yanında duran komidinden telefonuma uzandım.

Bedenim ağrıyla kaskatı kesilirken ağzımdan çıkan iniltiyi engelleyemedim. Dün gece baş komiser gittikten sonrası zihnimde karanlıktı. Odama nasıl geldiğimi ve ne zaman uyuduğumu hatırlamazken dayak yemiş gibi hissediyordum.

Ağrılarımı yutup telefona uzandım. “Alo?” derken sesimin ağrılarımı gizlemesi için dua edecek haldeydim.

“Leyla Hanım merhabalar, dün sizi arayan komiser Ali ben. Bir saate Akyol üzerinde, koca dut ağacının arkasında kalan karakola gelmeniz gerekmektedir.”

Adam lafı uzatmadı. O kadar tane tane ve temiz konuştu ki, zamanında Akyol’da yürürken bahsettiği yerde bir karakol olduğunu hatırlamaya çalıştım.

Konuşmayı sonlandırıp, Timuçin’e durumu bildiren bir mesaj attım. Bedenimi yataktan kalkmaya zorlayıp duşa gittim. Tüm o mesafeyi katetmek o kadar zordu ki iç sesim aynaya bakma derken bile onu dinlemiştim. Çünkü gerçekten bedenimi mosmor bulabileceğimden emindim. Sıcak su başımdan aşağı akarken saç diplerimden ayak parmaklarıma kadar olan ağrı bir nebze yumuşamaya başladı.

İşlerimi halledip duştan çıktığımda rahatlamış kaslarım yeniden ağrımaya başlamadan etrafta ilaç aradım. Üstümdeki havluyu sıkıca örtmüş salona gitmiştim. Masam dağınıktı. Mutfağa baktığımdaysa dolu kahve bardağını gördüm. Saçlarımdan akan su damlaları, korku filminde ki gerilimi yaratan fon müziği gibi evin içini dolduruyordu.

Bardağın yanında duran ilaç kabını gördüğümde şaşırdım. Dün gece ilaç içip içmediğime emin değilim. Özellikle de ağrı kesici. İlaca uzanıp içinden bir kapsül çıkarırken belki dün gece ağrım vardı bu yüzden uyuyakaldım diye düşündüm. Tabi ilaç paketinde az önceki dışında kullanılmış bir kapsül olsaydı. Belki de Süreyya’nın bahsettiği adamı aramalıydım diye düşündüm. Zihnimde toparlayamadığım parçalar karanlıkta daha korkutucu bir hal alıyordu. İlacı içip, odama geri dönerken bakışlarım ayaklarımdaydı. Her adımda dün olanları düşünmeye çalışıyordum. Bana kalan tek şey ise çıplaklığımdı. Onu ise kıyafetlerle örtüyordum.

Siyah pantolona eşlik eden siyah bir kazak giymiştim. Saçlarımı kurutmuş, yüzüme biraz renk eklemiştim. Son olarak kabanım ve botlarımla evden çıkarken Timuçin’e haber vermiştim.

Düz cadde boyunca ilerlerken Timuçin’den gelen mesaja baktım. Oradaydı, varmış ve beni bekliyordu. Gözüm sağ üst köşede saate kaydığında yarım saate orada olmam gerektiğini gördüm. Ancak yolum yürüme mesafesi olarak birkaç dakika daha uzayacaktı. Bekleyebilirlerdi. Birkaç dakika her insanın hakkıdır.

Telefonu geri cebime koyduğumda yürüdüğüm yola odaklandım. Tüm sesler benimle birlikte sustuğunda ağaçların çıplak dalları, gökyüzüne doğru uzanarak hafif esen rüzgarla karmaşık danslarına başlamışlardı. Dalların arasından süzülen solgun güneş ışığı, gri bulutların arasından zorlukla geçerek zemine ulaşıyor, kimisi siyahlığımda kayboluyordu. Hafif bir esinti, kuru yaprakları yerde hışırdatarak bir yerden bir yere savuruyor, kimisi ayaklarımın altında kalıyordu.

Caddenin iki yanında sıralanmış evlerin önündeki yüksek beton duvarlar, sağlam ve dingin bir görüntü sergilese de bu duvarların ne için yapıldığı unutulmuyordu. Bu duvarlar, evleri soğuk rüzgârlardan koruyan birer kalkan değil, insanlar içeri giremesin diye duruyordu. Yine de duvarların üstü, dökülmüş birkaç kuru yaprak ve ince bir toz tabakasıyla kaplanmış, zamanın izlerini daima taşıyordu.

Varmıştım. Elimde sıkı sıkıya tuttuğum telefondan güç almaya çalışıyordum. Üç insan genişliğindeki dut ağacına sırtımı dayamıştım. Eski mevsimlerin yerini alan soluk gökyüzü on iki ay hiç değişmezken, yağmur doğaya olan açlığımızı dindirmek için her gün yağıyordu. Oysa biz mayıs ayındaydık. Gökyüzünün güneşli, cemrelerin düşmüş olması gerekirdi. En çok da çiçekler açmalı, bahar gelmeliydi. Ama sanki o gün Hades, Persefone’a âşık olmamışta onu öldürmüş gibi, dünyaya hiç bahar gelmiyordu.

Gelmeyen yalnızca o da değildi ki. Baş komiserden de haber yoktu. Kuru dut yapraklarını sayarken, en çok da bunları düşünürken amacım paniğimi yatıştırmaktı. Çünkü varalı dakikalar olmuş, kendini Ali olarak tanıtan adamın bahsettiği yerde ise bir karakol yoktu.

Timuçin burada olmalıydı. Burada olduğunu söylemişti, herhangi bir problem olmadığını bizzat söylemişti. Yalan olup olmaması umurumda değildi. Birinin bu devirde gelip de yalan söylemesi artık kimsenin kalbini kırmıyordu. Ancak bana anlattığı bizzat komplo teorileri vardı ve beni bu ürkütüyordu. Biliyordum ki hiçbiri bana ait düşünceler olamayacak kadar keskin köşeliydi. Şimdi o keskin köşelerin arasında kalmak kaçınılmaz bir yara almaktır.

Telefonumun zil sesi boş sokakta yankılandığında yerimden sıçradım. Arayanın Timuçin olduğunu görüp, aramayı açtığımda bir süre karşıdan ses gelmedi.

“Alo.”

“Timuçin orda mısın?”

Cümlelerim her seferinde bir diğerinin üstüne binerek dudaklarımdan çıktığında karşımdaki adamdan ses gelmiyordu. Herhangi bir şey için olabildiğince kendimi sessiz ve sakin tutmaya çalıştığımda, ilkin kalbimin ne kadar şiddetli olduğunu fark ettim. Sonra ise, bedenimi buz tutan sesler geldi.

Nefesi yoğun ama kesik kesikti. Gırtlağından çıkan iniltiler yaralı olduğunu düşündürtüyordu. Canının acıdığını anlamak zor değildi ancak beni aramaktansa ekibini araması gerektiğini ona bir öfkeyle söylemek istiyordum.

“L-leyla.” diyebildi. “İlerde terk edilmiş benzin istasyonu var. Git ve saklan.” her bir kelime zorla dudaklarından dökülürken dediği yere gidecektim. Bedenimi ağacın arkasından çıkarttım. Etrafta herhangi biri var mı diye baktığımda insanlar çoktan bu sokaktan alacağını alıp gitmiş gibiydi. Saat henüz erkendi ve sokakta kimsenin olmaması rahatsız ediciydi. Bir anlık adımlarım Timuçin’in olduğu yere adım attığında telefonun ucundan hırıltılarını duyabiliyordum. Ne yaptığımı görmüş gibi beni engelliyordu.

İleriye attığım adımı geri çekerken, çıtırdayan yaprakların sesi o anki sessizliği yırtmış gibi geldi. Sık ağaçların arasında bir gölge belirdiğinde, zaman bir anlığına donmuştu. Nefesim, ciğerlerimde sıkışıp kalmıştı. O oradaydı. Gördüğüm bir hayal değildi. Timuçin’in bulunduğunu sandığım, karakol olduğu söylenen tepeye uzanan patikada, bir beden, ağacın gövdesine sinsice yapışmıştı.

Görüşümü netleştirmeye çalışırken, gölge kımıldadı. Yavaşça, neredeyse bir ritüelin parçasıymış gibi saklandığı yerden çıktı. Şimdi tamamen karşımdaydı. Baştan aşağı siyah giysiler içindeydi. Yüzünü örten kar maskesinin dudak kısmı yoktu ve bu garip detay midemi bulandıracak kadar yanlıştı. Dudakları hareketsizdi, ama o hareketsizlik bile tehditkâr bir şeyler fısıldıyordu. Gözlerini bana dikti. Bakışlarında ne acele ne de insaf vardı, sadece ince ince hesaplanmış bir sabır.

Sonra, bir elini kaldırdı. Hareket o kadar yavaş ve kasıtlıydı ki zamanın akışıyla alay ediyordu. Bana el sallıyordu. İçime soğuk bir bıçak gibi saplanan korku, bir an için beni teslim almıştı. Ama garip bir şekilde, elim kendiliğinden kalktı. Onu taklit ettim.

Elimin titremesini saklayamıyordum. O ise hareketsizdi. Dudaklarının köşesi kıvrıldı. Küçük, sinsi bir gülümseme… Ama bu, insana dair bir sıcaklık değil, gölgeye ait bir alaydı. Gülümsemesi büyüdükçe yüzü şekilsiz bir maskeye dönüşüyordu, tüm kontrolümü kaybetmiş gibi hissettim.

Birden, elimdeki telefonun ahizesinden bir ses duyuldu. Bu beklenmedik ses, odaklanmış halimi parçaladı. Telefonu kulağıma götürdüm, ama duyduğum ses Timuçin’e ait değildi.

“Timuçin?” diye seslendim, ancak karşı tarafta sessizlik hâkimdi. Sanki orada hiç kimse yokmuş gibi. Göz ucuyla tekrar ağaçların arasına baktığımda, o siyah giysili adamın artık orada olmadığını fark ettim. Gözlerim onu bulmak için ağacın gölgesine ve çevredeki karanlığa doğru tarandı, ama yerinde yeller esiyordu.

Ne yaptığımı şimdi farkına vardım, gözlerimi kırpıştırdım. Aptal Leyla, kim olduğunu bilmediğin biriyle oyun oynamıştın. Zihnimde yankılanan sese hak verdiğimde artık gitmem gerektiğini anladım.

Yol boyunca ilerlerken karşımda terkedilmiş bir benzin istasyonu belirdi. Zaman burada durmuş gibiydi. Tabelalar paslanmış, boyalar dökülmüştü. Benzin pompaları artık çalışmıyordu. Üzerlerindeki yazılar silinmiş, hortumlar ise yerde toz içinde kıvrılmıştı.

Hiç beklemeden kapısı olmayan dükkana girdiğimde Timuçin’e nerede olduğumu söyledim.

“Aferin, içerde saklan. Biri seni almaya gelecek.” daha ona kim olduğunu bile soramadan telefonu kapattığında nasıl bu durumun içine düştüğünü anlamaya çalışıyordum. Ana bina olarak duran dükkanın camları kırılmış, sıvaları dökülmüştü. İçerideki raflar boştu ve kasa makinesi eski bir antika gibiydi. Zemin toz ve yapraklarla kaplanmıştı. Bir zamanlar sıcak içeceklerin, atıştırmalıkların ve yol haritalarının satıldığı bu yer, şimdi hayalet gibi görünüyordu

Raflarla kasanın arasında kalan boş alana geçip tezgahın altına bedenimi sakladığımda tüm bunlar için Süreyya’dan fazlasıyla randevu almam gerektiğini düşünüyordum. Bir noktadan sonra her bir düşüncem sustu. Yalnızca dakikalar ve kaçtığı saniyeleri vardı. Sessize aldığım telefonumu sık sık kontrol etsem de ekranda değişen tek şey saatti. Timuçin'le konuşalı yirmi dakika olmuştu.

Bir anda silah sesleri yankılandı. İlk atışla irkildim, kalbim sanki göğsümden fırlayacakmış gibi çarpıyordu. Bağırışlar, küfürler ve daha fazla silah sesi birbirine karıştı. Her merminin sesi, sanki tezgahın hemen arkasına düşüyormuş gibi geliyordu. Dışarıda kim olduklarını, neden çatıştıklarını bilmiyordum ama seslerinden ne kadar öfkeli oldukları belli oluyordu. O çatışmanın bir yerlerinde yaralı bir baş komiser vardı.

Tezgahın altına daha da sıkışarak saklandım. Ellerim ter içinde, dizlerim titriyordu. Bir an için sesler durdu, sadece rüzgarın uğultusu duyuldu. Ama hemen ardından yeniden başladı, bu sefer daha da yakından. Kendi kendime sakin ol diye telkin etmeye çalışsam da korkudan dişlerim birbirine vuruyordu.

Düşünmeliydim. Her ne oluyorsa benim tahminlerimin ötesinde oluyordu. O çatışmanın içinde olan ben değildim. Mermilerin biri bile bana değmedi. Yaralı olan, her bir şeyi düşündüğünü söyleyen kişiydi. Benim burada durup, onu düşünmem ne bana ne ona yarayacaktı. Belki dediklerinde haklıydı, monarşi yanlıları ve oligarşi yanlıları bu işe karışmıştı. Fakat anlam veremiyordum. Biliyorum rejimler kendilerini hayatta tutmaya çalışıyor, darbede rol oynayan teşkilatlar düşünce sistemlerini yıkmaya çalışıyordu; lakin ben bu düşüncelerin içerisinde değildim ki, yalnızca kitap almaya giden sıradan biriydim. Öyle olmalıydım. Bunlara şahit olacak biri varsa şayet o açık arttırmadaki herhangi biri olmalıydı. Ben değil.

Bir elimi göğsüme çektiğim bacaklarıma sarmalamışken bir elim tozlu zeminde düşüncelerimi hareket ettiriyordu. Bazıları dairelerdi, o dairelerin içerisine üçgenler çiziyor, tozlar şekilleri bozmasın diye parmağımın ucunu üflüyordum. Bazıları ise bir imza gibi dağınıktı.

Süreyya öğretmişti bunu bana. Düşüncelerim ne zaman ki dağılsa, elime tutuşturduğu kalemli rastgele hareket ettirmemi isterdi. O kâğıtta var olan her bir köşe ve kıvrım hiçbir şeyi unutmama izin vermezdi. Öyle ki gücüm olduğunda düşüncelerimi bir ip gibi hizaya dizebilir ve tek tek düğümlerini çözerdim.

Bu anın düğümü ise üç kere bağlanmış olarak duracaktı zihnimde. Dışarıda adım sesleri duyulduğunda düğümü şiddetle bağladığımı hissettim. Adım sesleri giderek daha yüksek gelemeye başladığında, buraya birinin geldiğini anlamak zor değildi. İlk düğümün üstüne ikinci bağı attığımda, zaten aralık olduğunu bildiğim kapı itildi. Paslanmış kapının gıcırtısı, kemiklerimden gelmiş gibi içime işlediğinde üçüncü bağ atıldı.

Korkumu kontrol edemiyordum. Gelenin kim olduğuna duyduğum bir korku değildi, ne için geldiğine duyduğum bir korkuydu. Her bir tanrıya dualar etmeye başladığımda, duama karşılık kendimi adak adamış gibi hissediyordum.

Ayak sesleri durdu. Havadaki toz zerreleri bile hareket etmiyordu. Ta ki harabe dükkanı dolduran ıslık sesi etrafa yayılıp, zamanın akışını tekrardan başlatana dek.

Dualarıma cevap veren tanrıların dili kuş misaliydi.

Bu ıslığı biliyordum. Bir zamanlar özgürlüğü isteyenlerin şarkısıydı. Manuel Polin’nin santo y elegía’sıydı. Her bir özgürlükçü öldürüldüğünde bu şarkı en sonunda yasaklanmıştı. Onların mezar taşları yosun tuttuktan sonra gelen özgürlükte ise hiçbir sözcük orada tutunamadı. Kusursuz çıkan ıslıktan, hangi kelimede olduğunu anlayabiliyordum; kutsal, demeliydi. Ancak ses durdu.

Bir 

İki 

Ve birkaç saniye daha.

Sonra ise

“Artık çıkma vakti Guguk Kuşu.”

Bölüm : 16.12.2024 08:53 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...