
Beklenmeyen bir misafirin dengesiz bir zihindeki depremini bedeni elbet tahrip edecektir. Ancak sevgili okuyucu, bir depremde tek bir yer yıkılmaz, peşine onlarcasını sürükler. Onlar da bizi bir yere sürüklüyor.
Her biri tek tek, bin bir Leyla ile bizi yıkacaklar.
Ancak şimdi; iyi okumalar dilerim.
Bölüm için şarkılar;
Almora, Kıyamet Senfonisi
Guns N Roses, This I Love
BÖLÜM 5: DEHLİZLERDE ÇIKAN YANGIN

Nesiller geçer. Soylar her birinin kökünü kurutmak pahasına yanmaya devam eder. İnsan, ailesini yananların bakışlarında arar.
Her biri bir ninni gibi gelirken kulaklara, yananlardan olduğunuzda bir daha ağlayamazsınız.
Bir nesil ki yalnızca yananlardan peyda olmuş, etrafa yayılan küllerle nefes almayı unutmuştu.
Onlardan biriydim.
Bu neslin yananlarındandım. Var olabilmek için soyları kurutanlardandım. Bu yalanı saklayamazdım. Bir günahım olmalıydı. Zihnimin böylesine kanlı duvarları olmasından, o kanların kuruyamadığı için duvar diplerinde yosun tutmasından anlamalıydım.
Yoksa bunların her biri nasıl olabilirdi? Bir roman düşünün ki yazarı henüz hayata gelmemiş. Yine de size sayfaları tutmaya yardım edeceğim. Üstünde hiç yazı olmayan kuru sayfaları sıkıca tutun. Tutun ki onları benim için koparabilesiniz.
Her şey ben cinnet geçirmeden önce yaşandı. İşte, bu roman ancak bu sayfadan itibaren okunabilirdi.
Çatışma başladığında kendimi sakin tutmaya çalışıyordum. Anlam veremediğim onlarca şey vardı. İlki, Timuçin oranın güvenli olduğunu söyleyip de yaralanmasıydı. İkincisi orada bulunan maskeli adam kimdi. Timuçin’i o mu yaraladı emin değilim, onu ağaçların uzandığı tepeden görsem de boyu uzun değildi. Timuçin onu rahatlıkla haklayabilirdi. Bir diğeri ise dışarıdan gelen karmaşaydı. Bir düzine insandan ziyade birkaç insanın ellerine silah almasından gelen seslerdi bunlar. Belki de Timuçin’in ekibi gelmişti, bilmiyordum. Çünkü aklımı mahveden en sonuncusuydu. Yani o adamın buraya gelişi.
Akıl sağlığımın iyi olmadığını biliyordum. Çocukluğumdan eksik olan anılar ve yaşlar vardı. Aynalara baktığımda benden izinsiz konuşan dudaklarım, ağlayan gözlerim vardı. Her yansımamda bir başka Leyla ile karşılaşırdım. Ancak benden bağımsız birinin gelip de beni bu denli mahvetmesi yüreğimde sarsıntılara sebebiyet olmuştu.
Her şey saniyeler içerisinden kopup dakikalara bağlanmaya çalışırken gerçekleşti.
Ağzının içinde saklanan dili, bir yılanın başını yuvasına gömdü. Düşmanın yerini gördü ve çatallı diliyle tısladı. Yılanın dilinden dökülün melodi, günahın sesiydi. Yasaklı olandı. Hayır, gerçeği söylüyordum çünkü dillendirdiği melodi benim ülkemde yasaklanmıştı.
Öyle ya, bunu burada değil de sokakta söyleseydi eğer öldürülürdü. Bir kadına söylese, kadın aşkına karşılık verirdi. Ama biz buradaydık, bu harabe yerde, kimi aldığını bilmenin cesaretiyle söylenmişti
Ayakkabıları görüş alanıma girdiğinde, ayağına dolanıp ağlamak istiyordum. Her adımında içimdeki Leyla’ları ezip geçiyor, zihnime mıhladığı sesiyle ağıtları müjdeliyordu.
Bileklerine kadar uzanan siyah botları, bir silah kadar tehlikeliydi. Herhangi bir darbe alsam, çürümekten fazlasını yaşatacağı kesindi. Bedenim karşısında çırılçıplak kalmış gibi utançla ayaklarıma düştü bakışlarım. Kendi kıvrılmış ayaklarıma baktığımda tabanlarım yere sımsıkı tutunuyordu. Kendimde güç arayışım, avuçlarımın içinde hissettiğim sızıyla gururlanıyordu.
Saklandığım yerde irili ufaklı cam kırıkları vardı. İçeri girenin ayak seslerini duyduğum anda bir tanesini avuçlamıştım. O kırık, avucumda benimle birlikte saklanıyordu. Onun verdiği cesaretle başımı kaldırdım. Gelene, hoş geldin demeli, gözlerini görmeliydim.
Bundan sonra ise anlatacaklarım giydiklerinden ziyade yüzündeki ifadeyle ilgili olacaktı.
Gözleri, maviydi neredeyse beyaza kaçacak gibiydi ama ateş gibi yanıyordu. Göz göze gelmek bile cehennemi andırıyordu. Saçları kısaydı. Hem de çok kısaydı. Kafasının sol tarafında kabarık bir yara izi vardı. Kulağının arkasından ensesine kadar gidiyordu.
"Guguk Kuşu," dediğinde, dudaklarına bakmak bir cesaret işi gibiydi. Beyaz tenine aykırı düşen, solgun mor dudakları vardı. Köşeli yüz hatları yaralarını göstermekten gurur duyar gibiydi. Dudağının köşesinden boğazına inen bir kesik izi vardı. Aynı onu takip eden sağ tarafında yanağından şakağına giden bir kesik daha. Sanki tüm içsel sancısı yüzünde belirginleşmiş, buraya beni almaya değil de cesedimi kaldırmaya gelmiş gibiydi.
"Sen," diyebildim zorlukla. Sesimin çıkışı bile beni şaşırtmıştı. Boğazımdan kazıyarak çıkardığım sesimin ona ulaştığından bile emin değildim. Yalnızca bana bakıyordu. Zihnimde, tırnaklarını uzatmış bir kadın bilincimi kazıyor, usul usul ismimi sesleniyordu.
Leyla, dedi. Durmadı. Bilincimin kırıntıları tırnak diplerine dolarken o kadın Leyla diye seslenmeye devam etti. Karşımdaki adam ise öylece beni seyretti. Sanki, kafamın içindeki kadının çağrısına cevap vermemi bekliyordu.
Bedenimi hareket ettirmek istedim. Bunu o kadar çok istedim ki, kımıldamayan her bir uzvuma küfürler etmek için ağzımı açtığımda nefesim canım çıkar gibi çıktı. Son nefesimi verdiğimi hissettim. Ağzım öylece açık, nefes alamıyor, hareket edemiyordum. Zihnimdeki sese, kim olduğunu sormak, karşımdaki adamdan yardım istemek istedim. Çok şey istedim saniyeler içinde ama her biri çaresizlikle bıraktı beni.
“Beni almaya sen mi geldin?” diye sorabilmeyi başardım.
Gözleri gözlerimden hiç ayrılmadı. Elini bana uzattı. O zaman fark ettim. Ellerinde eldiven vardı ve bir elinde kar maskesini tutuyordu. Çenemi tutan eli bakışlarımı gözlerine bakmam için zorladı.
“O ben değilim ama sana söz veriyorum Guguk Kuşu, geleceğim.” Sesi, her şeydi. Sesi korkuydu, sesi cesaretti; sesi ölüm ve yaşamdı; sıcak ve soğuktu.
Sonra sessizlik oldu. Yemin ederim, çıt bile çıkmıyordu. Ne zihnimdeki kadın konuşuyordu ne de karşımdaki adam. Dışarıda ki kargaşa son bulmuş, dünya durmuştu. Panikle kapattığım gözlerim, iki yanında sallanan başımla titriyordu. Bu hareketimle eli çenemden düşmüştü. Bağırmak istedim ama yapamadım. Yalnızca sessizlik vardı. Neden sessizlik vardı? Neden kimse konuşmuyordu?
Gözlerimi açmaya çalıştım Başım, omuzlarımın arasında düşmüş duruyordu. Varlığım, bedenimden çekiliyor, kendimi bir tanrı gibi izliyordum. Ben ve o adam oradaydık. Adamın büyük bedeni saklandığım yere sığamıyordu. Çenemden düşen eli hala ikimizin arasındaydı. Bir an, kısa bir hayal gördüm. Cebinden küçük bir şişe çıkardı. İçindeki beyaz sıvıyı salladı. Şişenin mantar tıpasını açtığında kendi bedenimde gözlerimin titrediğini gördüm. Ya da bunu hayal ettim. Ellerinde kaybolan küçük şişeyi dudaklarıma yerleştirdi. Diğer elini, maskeyi bırakıp saçlarıma götürdü. Hiç tepki vermedim. Biri bedenimi ele geçirmiş gibiydi. Şişeden, bir yudum aldım. Bunu yaparken ne itiraz ettim ne de kaçtım. Arsızca başımı, saçlarımı seven eline yasladım. Şişeyi geri çektiğinde alnıma bir öpücük kondurdu. Yemin ederim hissetmedim. Ne o şişedeki şeyin tadını aldım, ne ellerinin temasını hissettim ne de öpücüğünü. Geri çekilip ayağa kalktığında bedenimi saklandığım tezgahın ayağına yasladı. Başına maskesini geçirdi ve gitti. Tüm bunları bir hayal gibi bana ait olmayan bedenimde izlerken bir ses duydum.
Ses arttı. Daha yakınıma geldi. Bedenimi görebiliyordum. Ona elimi uzatıp, oturduğu yerden kaldırmak istedim. Ses daha güçlü şekilde zihnime indiğinde, kendi bedenimden uzaklaştım. Masanın altında saklanan bedenime baktığımda hala öylece durduğunu görebiliyordum. Ancak ben geri geri düşüyordum. Ses arttı. Bir tene düşen kemer sesi gibiydi. Güçlüydü, acıtıyor. Ses ardı ardına devam ederken, biri geldi.
Zihnimin karanlık dehlizlerinde ağlayarak bir çocuk geldi. Yemin ederim, kendi bedenimi uzaktan seyrederken o çocuğun hangi karanlık köşelerden geldiğini görmüştüm. Bana benziyordu. Daha küçüktü. Belki on yaşındaydı belki hiç yoktu ama oradaydı. Gözlerinden yaşlar akıyordu. Dudakları çatlamış, incecikti. Gözlerinde hareleri bölünmüş bir şekilde duruyor, karanlığa alışmak için gözlerini oymuş gibi görünüyordu. Bir yaşam daha yaşasam böyle korkunç bir şey görebileceğimi düşünmüyordum.
Sonra o ince dudakları aralandı. Elinde tuttuğu kemeri yere bıraktı. Boşta kalan eliyle göz yaşlarını silerken “Eflatun” diye mırıldandı.
Sesi, sesimdi. Dudaklarından dökülen isim, ismimdi. Yaşadığım şokla, öleceğimi düşündüm. Korkuyordum. Kendi bedenime ulaşamıyor, hareket edemiyordum. Zihnimde isimlerim yankılanıyordu. Zihnimde yaşlarım vardı. Biri ensemden tutup son gücüyle beni bedenimden uzaklaştırırken, masanın altında kımıldamadan duran bedenimi görebildim. Elimde sakladığım cam parçası yaşam çizgimi yarıp geçmiş, yumruk yaptığım elimden kan damlıyordu.
Tamamen uzaklaşmadan önce sayabildim. Tamı tamına üç damla kan aktı. O damlalar beni boğmaya yeterken, karanlığa gömüldüm.
O çocuğa ulaşmak istiyordum. Çaresizce çırpınırken bir bedene bile sahip olmadığımı bilmiyordum. Benim ben olmadığımı yalnızca bir düşünceden ibaret olduğumu bilmiyordum. Karanlığa alışmayı bekledim, o çocuğu aradım. Bana adımla seslenen çocuğu aradım. Kendimi aradım en karanlık yerlerde. Ama kimse yoktu. Ne saklanan bedenim ne de o adam artık yoktu.
Karanlık is kokuyordu. Ensemdeki güç çekilmiş beni burada bırakmıştı. Delirdiğimi düşünüyordum. Hayır, delirmiştim. Bu yalnızca bir düşünce olamazdı. Ben yalnızca bir düşünce olamazdım. O kadın, daima ölümümü fısıldayan kadın düşünce olamazdı. Eskiden kalan fotoğraflarda gördüğüm küçüklüğüm tam karşımda adımı söylemesi düşünce olamazdı.
Şayet şu an bir bedenim olsaydı ağlamak isterdim. Çığlık atmak, boğazımı kendi ellerimle parçalamak isterdim. Ama yalnızca karanlık vardı.
Gözlerimin yavaş yavaş alıştığı karanlığa baktıkça o da bana bakmaya başlamıştı. Onlarca gözü vardı. Gözlerinden biri yeşildi. Benim gözlerimdi. Is kokusu daha yoğun bir hale büründüğünde, nefes almadığımı hissettim. Eğer nefes alıyor olsaydım genzim yanmaya başlardı.
Burada neler oluyor demek istedim. Siz kimsiniz ve burada neler oluyor. Bir nabız dahi oynamayan dudaklarımda gömülü duran kelimeler bir yankıyla bana ulaştığında titredim. Karanlık çatlamaya başladı. Sesim, hiç durmayan bir yankıyla etrafa yayılmaya başladı. Karanlık yarıldı, karnı cehenneme açıldı. Etraf o kadar güçlü bir şekilde aydınlandı ki gözlerimi ellerimle kapattım.
Bedenim ısınmaya başladı. Is kokusu etrafta duman bulutu halini almaya başlarken, bedenimdeki her uzva sarmalandı. Gözlerimi açmaya ihtiyacı duydum. Ellerim bedenimin iki yanına düşerken gördüklerim karşısında dudaklarımdan bir feryat döküldü. Durmadı, sesim çarpabileceği her yere çarptı ve daha güçlü bir şekilde bana geri geldi. Kendi çığlığımın gücü bedenimi yere savurduğunda ellerimle yere tutmaya çalıştım. Tüm uzuvlarım acıyordu. Hayır. Tüm uzuvlarım yanıyordu. Çığlığım bana her vurduğunda daha çok bağırdım.
Bir düşünceden ibaret olan her şey bir bir gerçekleşmeye başladı. Ellerim boğazımı sarmalarken, tırnaklarım dirimi kazıyordu. Daha çok bağırdım. Çünkü yanıyorduk. Karanlık kendi geri çekip her yeri ateşe vermişti. Yanıyordum. Alevler o kadar güçlüydü ki dalgalanışlarını görebiliyordum. Bana gelmeye çalışıyorlardı. Ayaklarımla bedenimi geriye itmeye çalıştım. Ellerimi boğazımdan çekip, yere dayadım. Avuçlarım, yangının ısısını paylaşıyordu.
Sonra alevler dalgalandı. Daha güçlüydü. Sanki biri ateşe çıra atmış gibiydi. Bir insan boyuna gelen alevler, bana ulaşacakken içinden bir el çıktı. Derisi yanmış, kapkara olan bir el: “Leyla” diyerek bana uzanıyordu.
Sesi tanıdıktı. Sesi, günler önce yanan biri gibiydi. Sesi Füsun’du o yangının içinde bana uzanmaya çalıştı.
Yapamadım. Korku tüm benliğimi öyle güçlü ele geçirmişti ki ona elimi uzatamadım. Ondan kaçmak için kendimi daha güçlü geriye itmeye başladım. Tekrar seslendi:
“Leyla, lütfen yardım et.” dedi. Korktum. Biraz daha geriye kaçtım. Ondan af dilemek istedim. Dudaklarım aralandığında ismi dudaklarımdan dökülmedi. İşlediğim günahın farkındaydım.
“Leyla!” çığlığı, ateşi harladı. Tüm görkemiyle önümde yanan ateş, beni içine almak istiyordu.
Özür dilerim, Füsun. Sana yardım edemediğim için özür dilerim demek istedim. Başım iki yanımda sallanırken gerçekten delirdiğime emindim.
Bana uzanan eli, alevlerle birlikte yere düşerken artık sesi gelmiyordu. Füsun, zihnimin içinde bir kez daha ölmüştü. Olduğum yerde kaldım. Ne olduğunu anlayamıyordum. Gözlerimden yaşlar akıyor, başım durmaksızın iki yana doğru sallanıyordu. Saçlarım, terden dolayı yüzümün her yerine yapışmıştı.
Dizlerimin üzerinde doğruldum. Füsun'a bakmak istiyordum. Az önce benden yardım isterken kaçmamışım gibi gidip ona yardım etmek istiyordum. Günahımın kefaretini ödemek istiyordum. Ta ki başka bir ses seslenen kadar.
“Eflatun.” kendinden tok olan sesi büyük bir şefkatle bana ulaştığında geriye doğru düştüm.
“Eflatun, kızım.” diyordu ses. Annemdi. Çocukluğumla birlikte unuttuğum kadındı. Füsun’unkinden ziyade daha büyük olan bir ateş dalgasının içinden bana sesleniyordu. Ancak elini uzatmadı. Uzatsaydı, tutabilir miydim bilmiyorum.
Yalnızca gözleri vardı. Ondan yadigâr aldığım yeşil gözler, benimkinden ziyade köşeleri daha kırışmış bir şekilde bana bakıyordu.
Bedenim hareketsizce dururken “anne” diyebildim. Sesim, şikâyet eden bir çocuk gibiydi.
Hatırlıyordum.
Evimiz yanarken, annemle aynı odadaydık. Beni uyutacaktı. Sonra sesler gelmeye başladı. Babamın bağırışları o kadar yüksekti ki korkup ağlamaya başlamıştım. O zamanda aynı bu şekilde anne demiştim. “Anne çıkar bizi buradan.”
Bana yalnızca Eflatun diye seslenip, yatağımdan aldığı örtümle banyoya gitmişti. Tek kelime ile bana bizi kurtaracağını söylemişti. Ama ben onu dinlememiştim, yanında eteğine sarılarak “anne” diye ağlamaya başlamıştım. Duşta ıslattığı havluyla beni sarmalarken bile üşüyorum diye ağlamaya devam etmiştim.
Kapıyı açıp, bizi dışarı çıkarttığında. Bahçede babama koştuğumda bile anne diye ağlamaya devam etmiştim. Ta ki sesim, ateşin annemin üstüne düşmesiyle son bulmuştu. Gözleri gözlerimden hiç düşmeden bedeni yere yığıldığında ateşler tıpkı benim gibi sarmadığında annemi sesim hiç çıkmadı.
Şimdi bile, gözleri gözlerime kenetli bir şekilde dururken yalnızca “Eflatun” demişti. Ne yardım istemişti, ne de elini uzatmıştı.
Yine bağırmak istedim. “anne” demek, bizi buradan çıkartacağını söylemesini istemiştim. Ama ne ben anne diyebildim ne de o başka bir şey söyledi.
Bedenim geri geri sürünürken yüreğim yanıyordu. Ancak sırtım bir şeye çarpınca durabildim. Bakışlarımı annemin gözlerinden çekip omzumun kenarından arkama baktığımda, bir sağırın bile duyabileceği bir çığlık düştü boğazımdan.
Çarptığım şey, masanın altında hareketsizce duran benim bedenimdi. Çığlığımı duyduğunu gördüm. Kulakları kımıldadı. Sonra ağır ağır başını kaldırdı. Yüzü yüzüme düştüğünde gözlerini açtı.
Saniyeler bile yetmezken, benimle birlikte çığlık atmaya başladı.
Nefesimiz bitti. Çığlığımız sustu. Ağzımda metalik bir tatla konuşmaya çalıştığımda yalnızca öksürebildim. Öyle şiddetli öksürdüm ki başım önüme düştü. Boğazımı dolduran bir şey olduğunu hissettim. Nefes alamıyor konuşamıyordum.
Yere baktığımda kan olduğunu gördüm. Elim refleksle burnuma gittiğinde kanadığını fark ettim. Bir öksürük daha tuttuğunda ağzımda biriken sıvıyı yere tükürdüm. Kandı.
Ağzımdan ve burnumdan kan gelirken gücüm tükenmeye başladı. Bedenim yere düşerken, arkamda beni seyreden Leyla öylece duruyordu. Elimi uzatıp, “yardım et” diyebildiğimde sesim duyulmayacak kadar kısıktı. Ama o beni duydu. Elim havada asılı kalırken Leyla bana yardım etmedi. Tıpkı benim Füsun'a ve anneme yardım etmediğim gibi.
Karanlık, bir düşman gibi beni yutarken her şey yok olmaya başladı.
Saniyeler geçti.
Bir,
İki,
Üç.
“Leyla.” diye bağırıyordu biri.
“Leyla bana bak.”
Ses, yavaş yavaş netleşmeye başlarken gözlerimi açtım.
Elleri yanaklarımı tutmuş, başımı hafif hafif sarsıyordu. Gözlerimin önüne ilk telaşlı gözleri düştü. Sonra gözlerim saç uçlarına tırmandı. O kadar çok tırmandı ki oradan düşüp dudaklarına geldi.
Acele etmedim. Karşımda ki adamı izledim.
Ağzımı açıp bir nefes aldığımda ciğerlerim sızladı. Uzun zamandır nefesimi tutmuşum ki, ciğerlerim nefese saldırdı.
İrademin son kırıntısıyla başımı karşımdaki adamın ellerinden kurtardım. İçi kan dolu olan avucumu ona uzatıp:
“Agah.” dedim. Sesim hayal kırıklığıyla doluydu. Elimdeki cam bile böylesine keskin olamazdı.
O elimdeki kanlı cama bakarken, “beni almaya geldin.” diyebildim. O değildi ama sen geldin, demek istedim ama yapamadım. Gözlerim, yuvalarında geriye kayarken o adamda zihnimde kaymaya başladı. Bedenim tozlu zemine çarpmadan önce ise o adam gitmişti.
*******
Leyla dürüst bir kadındı. Her şey onun sözleriyle örtüşerek gerçekleşmişti. Ona düşen görevi yaşayarak yerine getirmişti. Ama bilmiyordu. Ona, nefesinden daha yakın olduğumu, şu an duyduğunu zannettiği seslerin bana ait olduğunu; onun bile aslında benim olduğumu bilmiyordu.
O zannediyordu ki bu romanın yazarı henüz doğmamıştı. Hayır. Tam buradaydım, yalnızca o bunu göremiyordu. Cinnet zannettiği şeyin korkusundan ötürü var olduğunu zanneden güzel Leyla, aslında zihninin dört köşesine sığamayan misafirleri olduğunu göremiyordu.
Saat tam 12’ye vurduğunda guguk kuşu; zamanın içinde işlediği ahşap kafesten çıkıp, tüm gücüyle öttüğünde, uyanmayanlar bilsin ki onu içeri, karanlığa, zamanın içine ben esir ediyorum.
Ancak şimdi;
Tik
Tak
Tik
T...
Gözlerimi aralamak istiyordum. Bedenimin her bir köşesi onlarca sakinleştirici iğneyi özensizce batırmışlar gibi, sakin ama ağırdı. Yaşadığımı bana söyleyen tek ses, yattığım yerdeki saatin “tik tak”larından ibaretti. Sesin düzenli yankılanışı zihnimi rahatlatıyordu. Belki de sakinleştirici iğne görevini bu ses sağlıyordu. Ancak bir şekilde huzursuzluk yarattığı su götürmezdi.
Gözlerimi araladım. İlk gördüğüm yalnızca yüksek bir tavandı. Bir süre böyle kaldım. Sonra parmaklarımı oynatmayı denedim. Başarmıştım. Ardından ise ayak parmaklarımı oynatmayı denedim, ancak yine başarmıştım. Ayakkabılarım çıkarılmış. Sağ elimi kaldırdım. Gördüğüm ikinci şey parmaklarım oldu. Hiç acele etmeden tek tek inceledim parmaklarımı. Diğerlerine göre tavanı gösteren işaret parmağım hep en kısa tırnaklı olandı. Bu yüzden tertemizdi. Geriye kalanların ise dipleri kirliydi. Kendime çevirdiğim avucumda ise parça parça kurumuş kan lekeleri öylesine dolmuş ki çizgilere, kan lekelerinin ağırlığını hissediyordum. Avucumu kapatmaya çalıştım, ama her bir parmak hareketinde, sanki derim çatlayacakmış gibi bir acı yayılıyordu. Kanın kaynağı neydi? Neden avucumda kuruyup kalmıştı?
Yavaşça başımı çevirdim. Odada hiçbir şey yoktu. Boş duvarlar, yüksek tavan, tik taklarını duyduğum o saat… Hepsi birbirinden kopuk bir dünyaya ait gibiydi.
Kalkmayı denedim. Önce sadece bir dirseğime yüklenerek, yavaşça bedenimi kaldırdım. Ağır bir yük taşıyormuş gibi, her hareketimde kaslarım itaatsizlik ediyordu. Başım dönüyordu, ama buna aldırmadım. Ayaklarımı yere değdirip oturur pozisyona geldiğimde, derin bir nefes aldım.
Ayağa kalktım. Zemine bastığım an, titreşimler hissettim. Titreşimler ayaklarımdan yukarı doğru tırmanıyor, sanki bedenime işliyordu. Adım attıkça, bu titreşimler daha belirgin hale geldi.
Bedenimi dik tutmakta zorlanıyordum. Zihnimdeki eksik bilgiler, gerçekliğe tutunmamı zorlaştırıyordu. Evin bir yerlerinden gelen sesler vardı. Bu sesler bazen birkaç adım ilerimdeydi, bazen de olduğu yerde kalıyordu.
Bir elim duvara yaslı, tüm bedenimin ağırlığını taşırken, diğer elimle alnımı ovuşturuyordum. Düşünmeliydim. Nerede ve nasıl olduğumu bilmeye ihtiyacım vardı. İçeriden gelen seslerin sahibi, benden daha fazla şey biliyor olmalıydı ve bu gerçek cesaretimi kırıyordu. Orada kim vardı?
“Ah, düşün Leyla, düşün.”
Kendi fısıldamam, bomboş odada gür bir ses gibi yankılandı. İrkilen bedenim, korkunun pençesinde olduğunu hissettirirken, kontrolümü kaybetmek üzereydim. Derin bir nefes aldım. Öncelikle kendimden bile korkuyorken, durumu çözemezdim. Bir nefes daha aldım.
İkindi saatleriydi. Öyle olmalıydı. Timuçin ile buluşacaktım. Birlikte polis karakoluna gidecektik. Sonra o beni aradı.
Evet, her şey böyle gerçekleşmiş olmalıydı. Peki ya sonrası? Sonrası neredeydi?
Sonrası bir türlü aklıma gelmiyordu. Bedenime baktığımda her şey yerli yerinde görünüyordu. Ellerimle yüzümü kontrol ettiğimde ise hiçbir yara izi bulamadım. Hatırlayamadığım o süreçte fiziksel bir zarar görmemiştim. Ama zihnimde büyük bir boşluk vardı, sanki bir parçam kayıptı. İçimde öylesine yoğun duygular doluydu ki, bu tedirginliğin altında ezilmesem, oturup ağlayacakmışım gibi hissediyordum.
Ağlamak... Evet, bunu neden en başta düşünemedim ki? Kendi aptallığıma kızarak avuç içimle alnıma vurup etrafıma öfkeyle göz gezdirdim. Bir yerlerde kabanım ve çantam olmalıydı. Telefonumu bulabilirsem, Süreyya’ya ulaşabilirdim. O, bir şekilde ne yaptığımı ya da başıma ne geldiğini biliyor olmalıydı.
Süreyya ya da içeride olan kişi yahut kişilerin benden daha çok şey bildiği aşikardı. İçinde bulunduğum odanın boşluğu her göz kırpışımla beni içine daha çok çekerken, kendime ait hiçbir şey bulamıyordum. Ayakkabılarım yoktu. Biri dinlenmemi istemişti. Ellerim bağlı değildi. Bedenimde herhangi bir kovalamacanın izi yoktu. Yine de kabanımın ya da en kötüsünden çantamın bu odada olmaması rahatsız ediciydi. Keşke yalnızca bu olsaydı... böylesine boş bir oda olması imkansızdı. Kim, ne için yalnızca dört duvarla yetinirdi.
İki seçeneğim vardı. Cesur olacak ve bu odadan çıkıp, içerideki kişiyle konuşacaktım. Onun kim olduğunu bilmeden bir hamle yapmak, canımın acımasına sebep olabilirdi. Ya da burada panik halinde kalıp, o, buraya geldiğinde beklemediği bir anda saldıracaktım. En azından elimde deli gücü olabilirdi.
Ah, hadi ama sonrasında ne olacaktı. O cinayet filmlerinde ki gibi ben tam kapıdan çıkarken adam beni tutacak ve film akmaya devam mı edecekti.
Cesareti seçtim.
Odanın kapısının önünde durduğumda, içimde beliren tedirginlik neredeyse elle tutulur bir hal aldı. İçgüdülerim beni durdurmaya çalışıyordu; bu evin duvarları arasında gizlenen bir şeyler vardı, bundan emindim. Buraya yabancıydım, ama geri dönmek bir seçenek değildi. Elimi kapının soğuk metal tokmağına uzattım. Derin bir nefes alıp tokmağı çevirdim.
Kapı gıcırdayarak açıldı. Odanın ağır havasından kurtulup koridorun daha serin, ama yine de tanımlanması zor atmosferine adım attım. Kapının ardında beliren uzun koridor, evin kasvetli dünyasını önüme seriyordu. Her adımda tahtaların altındaki boşluğu hissediyordum; sanki zemin, kendi ağırlığımı taşıyamayacak kadar zayıftı.
Koridor uzundu ve duvarlar, eski zamanlardan kalma bir evin solmuş izleriyle doluydu. Etrafta hiçbir ses yoktu; sadece kendi nefes alışverişimin yankısı bana eşlik ediyordu. Duvardaki ağır, koyu renkli tabloların çerçeveleri neredeyse siyaha bürünmüştü, sanki yıllar içinde karanlık onları içine çekmişti. Tanımadığım yüzlerin soğuk bakışları, odanın havasını daha da ağırlaştırıyordu.
Adımlarım beni koridorun sonuna doğru yönlendirdi. Biraz ileride, büyük bir salonun kapısı hafifçe aralıktı. Kapıya yaklaştığımda, içeriden hafif bir ışık sızıyordu. Kendi adımlarımın yankısını duyarak, titrek bir el ile salonun kapısını ittirdim. Kapı açıldığında, geniş bir salon beni karşıladı. Salonun bir köşesinde, alçak tavanın altında yer alan Amerikan mutfağı dikkatimi çekti. Işığın kaynağı, mutfakta yanan bir abajurdu; yaydığı sarı ışık, ortamı loş bir aydınlıkla kaplamıştı.
Mutfakta biri vardı. Orada, kahve fincanları ve bardaklarla dolu bir tezgahın önünde, sırtı bana dönük duruyordu. Bu kişiyi tanımıyordum, ama varlığı bir şekilde tanıdık geliyordu. Kalp atışlarım hızlandı; sanki onu tanımam gerektiğini hissediyordum. Bir an durup, bu yabancı evin içinde, bu yabancı kişinin kim olduğunu anlamaya çalıştım.
Tezgahın üstündeki kahve makinesi hafifçe mırıldanıyordu. O sırada, kahve kokusu burnuma doldu; keskin ve tanıdık bir koku. İçimde bir sıcaklık hissi uyandı, ama bu sıcaklık beni rahatlatmaktan çok uzak, aksine daha da tedirgin ediyordu. Sonunda, bu tanıdık yabancıya doğru bir adım attım. Sessizce fısıldadım, kendi sesimin salonun duvarlarına çarpıp yankılandığını duydum: "Agah Türkekul."
Sözlerimin yankısı kesildiğinde, adam aniden duraksadı. Yavaşça arkasına döndü ve gözleriyle beni buldu. Göz göze geldiğimizde, aramızda gölgeler geçti.
O gölgeler bir anlık etrafa dağıldı. Bir oldu. Avucum, içinde kızgın demiri tutuyormuş gibi sızladı. Kan sanki yeniden akıyordu. Ancak bu sefer avuç çizgilerime değil, tozlu zemine akıyordu.
“Beni sen mi kurtardın?” diye sordum. Sesim, çatallıydı.
“Uyanabilmene sevindim.” dedi, gerçekten de gülümsüyordu.
“Beni sen mi kurtardın?” Sorumu bu sefer sesimi daha güçlü tutarak sordum.
“Evet.” dedi harfleri uzatarak. “Tam zamanında geldim.” dediğinde “Anlamıyorum?” diyerek karşılık verdim. Kendimi bir adım atmaya zorlayarak. Sorum ona mı yoksa bana mı bilmiyordum. “Yangın da beni eve götürdün, yangından sonra bir terapi aldım ve arkadaşım seni önerdi, şimdi orada, orada beni sen kurtardın. B-ben anlayamıyorum.” dedim. Elimle kendi kolumu tutuyor, tırnaklarımı etime batırıyordum.
“Gel Leyla, konuşalım.” dedi. Amerikan mutfağı vardı. Tezgahın altına konumlandırılmış taburelerden birini çekmişti konuşurken. Tedirgindim. Oraya gidip oturmayı bir an düşündüm ancak korkuyordum. En önemlisi neyden korktuğumu bilmiyordum.
“Kahve ister misin?” Sesini bilerek mi yumuşak tutuyordu yoksa böyle bir adam mı emin değilim. Ürkek adımlarla çektiği tabureye yerleştim. Benim bu hareketimle belli belirsiz gülümsediğini görebilmiştim. Tabureye oturduğumda arkasını dönüp, kupalara kahve koymaya başladı.
Neredeyse benim boylarımdaydı. Belki biraz daha uzun. Üstünde yere doğru inen bir eşofman ve kazak vardı. Çenesinin hizasında uzun saçlarının uçları nemli ve dalgalı görünüyordu. Bu ev o kadar yaşanılmıyor gibi değilmiş. Göremesem de gözlerini siyaha yakın olduğunu biliyorum. Ve hiç düşünmediğim halde şu an gözünde gözlük vardı. Onu ilk gördüğümde gözlük takıp takmadığından emin değilim.
Önüme kahve dolu kupayı bıraktığında “süt ya da şeker ister misin?” diye sordu. Başımı iki yana sallayıp “hayır, teşekkür ederim.” diyebildim.
Bedenini yanımdaki tabureye bıraktı. Benim bacaklarım tezgahın altında kalırken o gövdesini bana dönük oturmuştu.
“Şimdi sorularını sorabilirsin?” dedi.
Kahveden bir yudum aldım. Kurumuş dilim, kahvenin yoğunluğuyla mest olurken günlerdir mideme bir şey girmediğini hissettim.
Bu yüzden, “Ne zamandır uyuyorum?” diye sordum.
Sol kolunu ileriye doğru çıkarttı. Bu hareketiyle kazağının kumaşından kurtulan saate baktığında “neredeyse iki gün olacak.” dedi. Duyduğum şeyle ağzım açık kaldı. İki gündür uyuyor olamazdım.
“Nasıl?” dedim dehşetle.
“Ağır bir psikozun içindeydin Leyla. Bedenin harap olmuş. Zihnin ise” derken durdu, kahvesinden bir yudum alıp bir süre bana baktı. Meraklı gözlerle onu izlerken dudaklarından ince bir gülümseme vardı. Elini kaldırdı, baş parmağı havaya işaret parmağı ve orta parmağı iler bakacak şekilde diğer parmaklarını kapattı. Silah işareti yapıyordu. Açık parmaklarına şakağına götürdü ve “zihnin ise patlamak üzereydi.” dedi ve rolüne uyarak silaha patlama efekti verdi.
Ağzımı açıp ne anlatıyorsun sen demem kalmadan yüzündeki gülümseme silindi. Burnunun ucundaki gözlüğü düzeltip. “Ciddiyim.” dedi.
“Teşekkür ederim.” dedim dişlerimin arasından.
“Rica ederim, görevim.” dedi. İkimizde kahvelerimize uzandık. “Arkadaşın, beni mi önerdi?” diye sordu.
“Seni Timuçin mi?” gönderdi diyerek bende karşılık verdim.
İkimiz ise aynanda “evet.” dedik.
“Neden seni gönderdi?” diye sordum.
“Beraber iş yapıyoruz.” dedi bana hiç bakmadan.
“Bir psikiyatri doktoru olduğunu sanıyordum.” dedim omzumun kenarından ona bakarken. “Öyleyim.” dedi. Hala ellerine doladığı fincana bakıyordu. “O halde nas-” diye soracakken sözümü kesti ve bana baktı. “Her sorunu cevaplayamam Leyla.” dedi. O düz gülümsemesini takınarak.
Onu anladığımı belli etmek için başımı salladığımda bende kahve fincanına döndüm.
“Arkadaşın ya da psikoloğun sana beni mi önerdi?” diye sordu. Hissedebiliyordum bana bakıyordu.
“Arkadaşım, psikoloğum.” dedim.
“Bu yanlış Leyla.” dediğinde ona bakmamıştım.
“Biliyorum, bu yüzden seni önerdi.” dedim.
“Ama bana ulaşmadın?” dediğinde bu aslında bir soruydu.
“Pek fırsatım olmadı diyelim.” diye kestirip attım.
“Olsa yani fırsatın olsa bana ulaşır mıydın?” dediğinde ona dönme bakmak istedim.
“Pek zannetmiyorum.” dediğimde dudaklarına götürdüğü fincanın dumanından bakışlarını görebiliyordum.
“Timuçin nasıl?” diye konuyu değiştirmeye çalıştım.
“İyi.” dedi yalnızca.
“Yaralanmıştı.” derken kaşlarım çatıldı.
“Evet.” dedi bu seferde.
“Anlatır mısın?” dedim. İkimizde aynanda derin bir nefes almıştık.
“Yaralandı ama şimdi iyi.” dedi.
“Nasıl yaralandı?” diye sordum.
“Bilmiyorum Leyla, orada değildim.” Söylediği şeyi bir metinde okuyor olsaydım karakterin sinirle söylediğine inanırdım ancak Agah düz hatta keyifli bir ses tonuyla söyledi.
“Orada saklanırken neler oldu?” Ses tonu bir anda değişmişti.
“Bilmiyorum.” dedim. Kahve fincanına elim gitti ama içi boştu. Ne zaman bitirdiğimi fark etmemiştim.
“Anlatmayı dene.” dedi. “Seni, doktor olarak aramadım Agah.” dedim ayarlayamadığım ses tonumla.
“Doktor olarak değil, seni kurtaran kişi olarak merak ediyorum.” dediğinde bir an düşünmeden konuştum.
“Küçüklüğümü ve annemi gördüğümü hatırlıyorum.” dedim. Yalan söyleyemedim. Kendime bile söylemişken bir anlık boşlukta yalanımı sürdüremedim.
“Kötü bir hikayemi?” diye sordu. Yüzünü eğmiş, görüş alanıma sokmaya çalışıyordu. Onu bu kadar yakından görmek beni rahatsız etmişti. Başımı geriye doğru çekip “evet.” dedim.
“Anlatabilirsin.” derken hala aynı şekilde duruyordu.
“Biraz uzaklaşır mısın?” diyerek ellerimi aramıza koydum. Bu hareketimle gür bir kahkaha attığında irkildim. Tabureden düşecekken elimle masayı kavradım.
“Anlatabilirsin Leyla, nasıl olsa emekli oldum.” dedi.
“Anlatmayacağım dedim Agah!” kendi sesimi duyduğumda mahcup olmuştum. Karşımdaki adam beni kurtarmıştı ama ben ona bağırıyordum. Ağzımı açmış özür dileyecekken, o geri çekilmiş, “sen bilirsin.” demişti. Tüm harfleri keyifle uzatarak.
Size, yazarı hayata gelmemiş, sayfaları kuru romanı okumaya yardım edeceğimi söylemiştim. O halde neden hala ellerinizde o roman.
Hemen şimdi sayfaları yırtın atın.
Atın ki, sizin için yeni sayfalar örebileyim.
İçinde bin bir leylayı taşıyan ben; saatlerce kendimden ve yanımdaki adamdan kaçtım, saklandım. Dahası ona hiç bakmadım. Yavaşça eşyalarımın olduğu salona gittim. Kabanım ve çantam muntazam bir şekilde dururken, dağınık olmasını yeğledim. Yine de bunu ne Leyla bildi ne de Agah.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |