10. Bölüm

BÖLÜM:7

melinoe
melinoe

Bu bölüme dair siz sevgili okuyucuya bırakacağım şarkılar:

Danit - Cuatro Vientos

Salvatore // Lana Del Rey

Soap&Skin - Me and The Devil

 

 

 

 

 

 

BÖLÜM 7: GÖLGELERİN TUTTUĞU ELLER

Leyla haklıydı. Bilmediği çok şey vardı. Birçoğunu bilmemesi gerekiyordu en çok da bizi, beni, hepimizi belki de kendini. Neden şimdi arkadaşı tam karşısında ona bakıyor. Elinde sıcak bir çay kupası belki biraz demli şekersiz sabahki gibi. Birbirlerine kızmak belki biraz daha sarılmak istiyorlar. Onları ben görebiliyorum içlerinde yatanı görebiliyorum ama size söyleyemem.

Size söyleyeceğim şey ise “hatırla” olacak. Zamanı geldiğinde, o zaman da ben geldiğim tüm bu olanları unutmamalısınız. Çünkü bu sabahın gecesi olmadan çok şey değişecek.

Leyla değişecek.

Kim bilir belki tanışırız.

***********

“Bekle, bekle kafam karıştı. Şimdi o yangından sonra Timuçin geldi. Yasal izin olmadan evine geldi. Seninle konuştu ve siz aptalca bir plan yaptınız doğru mu?” Süreyya, elindeki sandviçi masaya bırakmış, bacaklarının üstündeki kırlenti kaldırıp sırtının arkasına koymuştu.

“Evet.” dedim, tedirgince.

“Leyla ya teşkilat öğrenseydi!” artık bağırıyordu.

“O, teşkilatın bu işlerle ilgilenmediğini söyledi.” dedim elimdeki sandviçe bakarken. Süreyya'ya içi rahatlasın diye bazı şeyleri üstün körü anlatmıştım. Tamamını ben bile bilmiyorum, bir haftada çok fazla olay oluyordu ve çoğu zihnimde yoktu.

“Küfür ettirtme bana. Ne demek teşkilat ilgilenmiyor. Teşkilat dediğin askeri düzen Leyla. Bu sadece sınır savaşçıları oldukları anlamına gelmiyor. Her şey artık kendi askeri komutalarında ve biz onların parçasıyız.” Sesi yüksek ama kelimeleri duygudan yoksundu. Mesleği yakasına yapışmış, ses kontrolünü hep aynı düzeyde tutmasını sağlıyordu.

“Eline bak. Elime bak. Biz kimin parçasıyız Leyla?” diye sorduğunda yüzüne bakma ihtiyacı duydum.

“Teşkilatların.” diyebildim.

“Aynen öyle bebeğim, aynen öyle. Başkomiser eğer seni orda öldürtseydi, eğer kendisi ölseydi, herhangi birinize bir şey olsaydı elinizde yasal belgeler olmadığı için size ne olurdu Leyla?” dedi. Saçlarını açmış, kulağının arkasına sıkıştırmıştı.

“Öldürülürüz.” dedim. Sesim, pazarda annesini kaybetmiş çocuk gibiydi.

“Ya da ölü ilan edilirsiniz.” dediğinde burnumu kırıştırdım, “ikisi de aynı şey.” dedim.

“Hah!” dedi Süreyya, “Sen öyle san.”

Bakışlarımı kaçırdım. İlk uzun tüylü halısında durdu bakışlarım. Ortasına yerleştirilmiş küçük bir cam masa, altında duran kitaplar. Oturduğumuz L koltukla duvar arasında küçük heykeller vardı. Koltuğun üstünde bir sürü kırlent varken, uzun camların önünde yoga matı ve daha çok kitap vardı. Salonu küçüktü ama ona yetiyordu. Biraz ilerleyip koridora döndüğünde çalışma odası, mutfak, banyo ve yatak odası olduğunu biliyordum. Mutfağın kemeri salona açılıyordu. Etrafta rengarenk biblolar, çok çeşitte tütsü ve envanterleri vardı. Hatta Süreyya, sandal ağacı yakmış, bizim sohbetimiz bitmeden o bitmişti. Hava da bıraktığı koku, evin ferahlığında kaybolmaya başlamıştı.

Bakışlarımı Süreyya’ya çevirdiğimde, çatık kaşlarıyla sandviçini yiyordu. Onu bölmek istemesem de bekleyemedim “Süreyya?” dedim fısıldarcasına. Tırnaklarımla, etimi kopartırken “sana bir şey sorabilir miyim?” dedim.

Bakışlarını bana çevirip başını salladı. Ağzı dolu olduğu için konuşmamıştı. Lokmasını yutup sandviçi masaya geri bırakırken ellerini çırpıp “sor balım, sor.” dedi.

“Bazı anılarımı unutmam normal bir şey mi?” diye sordum.

“Nasıl yani?” diye sordu bacak bacak üstüne atarken. Ben ise tırnak etlerimi yolduğum yetmemiş gibi alt dudağımı dişlerimle çekiştiriyordum.

“Geçen gün kahve yapıp televizyon izleyecektim ama sonrası yok. Uyandığımda yatağımdaydım ve kahvede bardağında öylece duruyordu.” dedim bir çırpıda.

Süreyya, ağzının içinden bir şeyler mırıldanırken masada duran soğumuş çaya uzandım. “O ana dair neler hatırlıyorsun?” diye sorduğunda “hepsi bu kadar” diyebildim.

“Peki herhangi bir ipucu var mı?” diye sorduğunda ne demek istediğini anlamıştım. O uzun zamandır hayatımdaydı. Onun dilini öğreneli çok olmuştu. “Salon, kahve yapmaya gitmeden önce bıraktığım gibiydi. Ama...” durdum. Kısa bir an hiç düşünmediğim şeyi fark ettim. Omuzlarım dikleşmiş, saçlarımı geriye iterken önemli bir şey bulmuş gibi “gece cam açıktı. Uyandığım da ise kapalıydı.” dedim.

“Kahveyi yapmışsın yani daha oturmayı planlıyordun. Camı ise güvenlik amacıyla kapattın desek o halde bir noktada da uyumayı planladın.” dedi Süreyya.

“Olabilir.” dediğimde bir bulmacayı çözer gibiydik.

“O halde mutfakla salon arasındaki zaman dilimi eksik. Çünkü uyku kararını orada verdin diyebilir miyiz?” diye sorduğunda arkadaşım “hayır, o halde masadaki bulaşıkları da mutfağa götürmez miydim?” diye karşı çıktım.

“Mantıklı. Demek ki camı kapatacak güvenlik dürtüsüne sahiptin ama etrafı toparlama uğraşına da girmeyecek kadar uykun vardı.” dediğinde “ve gece ağrı kesici bırakmışım tezgaha. Sabah uyandığımda da başım ağrıyordu ama gece ilaç içmemişim.” dedim. Süreyya, bağdaş kurmuş kucağına yastığını geri çekmişti. Bende onu taklit ettim. Oturduğum yerde bağdaş kurup, ellerimin arasında çay kupasını tutuyordum. “Uyamadan önce alkol almadığına eminiz değil mi?” diye sordu. Hızla başımı sallayıp “yüzde yüz eminim. Ki hatırlamayacak kadar içmiş olsam bir yerde şişe ya da ekstra dağınıklık olurdu.” dedim. “Peki...” dedi Süreyya i harfini uzatıp ellerini çırparken “gece bir şeyden korkmuş olabilir misin?” diye sordu. “Mesela sen kahveyi yaparken dışardan bir ses duydun ve çok korktun bu yüzden gidip camı kapattın ama müstakil evde olduğun için saklanma ihtiyacı duydun...” Süreyya heyecanlı heyecanlı konuşurken sözünü kestim “aynen sonra gidip yatağın altına saklandım.” dedim. Bunu söylerken gözlerimi devirmiş, alay etmiştim.

“Aman be balım. Ne var bunda olabilir böyle şeyler.” deyip omuz silkti. “Olmaz azizem, olamaz. 26 yaşındayım artık.” dediğimde ciddiydim.

“Leyla.” dediğinde Süreyya, az önceki neşesinin kalmadığını fark ettim. “Efendim?” diye sorduğumda kendimi her şeye hazırlıyordum. “Sana verdiğim karta baktın mı?” diye sordu. “Baktım ve cevabım hayır.” dedim. “Ama bal küpüm, neden?” Süreyya’nın ses tonu bir an fikrimi değiştirecek gibi oldu. Yalnızca bir an. Onda da o kişinin Agah olduğu aklıma geldiğinde vaz geçtim.

“Bahsettiğin kişiyi tanıyorum. Emekliye ayrılmış.” derken fazla umarsızdım.

“Ama nas-” diyemeden Süreyya, “hadi anlat.” dedim. “Neyi?” diyebildiğinde konuyu hızla değiştirmeme alışamamıştı. “Aslan Dağdelen ve sen?” dediğimde yüzümde kocaman bir gülümseme vardı. O kelimelerini toparlamaya çalışırken soğumuş çayımdan bir yudum aldım. Kaşlarımı kaldırıp, “hadi” diye ona eşlik ediyordum.

“Tamam tamam.” dedikten sonra çayını sehpaya bıraktı. Uzun sarı saçlarını, bileğindeki tokanın yardımıyla gelişi güzel bağlandığında karşımda her şeyi anlatmaya hazır görünüyordu.

“Hatırlıyorsun dimi dört beş ay önce arabamı sanayiye götürmüştüm. Aynı gün o da arabasını oraya getirmişti.”

Başımı sallayıp, onu onayladığımda anlatmaya devam etti.

“Orda birkaç kere konuşma şansımız oldu. Bir gün o yokken ben tekrar gittim. Ustayla konuşmak için. Arabamın genel bakımı yapılmış tabi zannediyorum ki hiçbir sorun yok. Usta ne dese şaşırırsın, “abla yanlış anlama ama senin tekerleklerin değiştirilmesi lazım”. E tabi zannediyorum ki vardır bir sorun o yüzden böyle söylüyor adam. Diyorum bende a ah neden acaba falan. Adam dedi, abla senin tekerlekler bilerek zımparalanmış gibi, fren bassan tutmaz bu tekerlekler seni.

Tabi ben panikledim. Bizim iki günlük iş bu sayede bir gün daha uzadı. Aslan’ı daha görmedim. Benden sonra gelmiş almış arabasını. Son gün bende almaya gittiğimde Aslan hakkında bir şeyler öğrenmek için ustanın ağzını aradım.

Oradan öğrendim Aslan’ın meşhur haberci olduğunu. Eh, adam hakkında soru sorarken anlaşılmamak için arabasının durumunu da sordum.” dedi.

“Peki sonra ne oldu?” dediğimde çayım bitmiş dibinde kalan tortuları sayıyordum. Düşünmek istemedim ama her şey tam oradaydı.

“Aslan'ı bir daha göreceğimi düşünmüyordum. Adamın çalıştığı yere gidip ben sizi çok beğendim de diyemezdim.” dedi.

“Ne yaptın peki?” diye karşılık verdiğimde Süreyya’ya karşı çok şüpheliydim. Belki dediğini yapmamış olabilirdi ama çok şey de yapmış olabilirdi.

“Adamın programını izlemeye başladım.” kendi söylediğinde kahkaha atmaya başlayan Süreyya’ya şaşkınlıkla bakakaldım.

“Ay tabi ki şaka yapıyorum aşkım. Hiçbir şey yapmama gerek kalmadı. Olaylar kendi kendine filizlendi zaten.” dediğinde ona hayretle bakıyordum.

“Nasıl yani?”

“Bak şimdi. O günden bir ay sonra bir danışan geldi. Bana ilk gelişiydi. Ancak durumlar vahimdi. Kadın, birinin onun peşinde olduğunu ve öldürüleceğini söylüyordu. Durumu bir süre konuştum. Psikolojik bir durum mu yoksa cidden var olan bir durum diye karar vermem gerekiyordu. Kadını bu yüzden görüşmede tutabildiğim kadar tuttum. Ancak iki durum arasında inanılmaz kararsız kaldım.

Kadının anlattığına göre uzun boylu, siyah takım elbise giyen bir adam onu öldürmek istiyormuş. Adam, kadının yanına geldiğinde hep şeffaf bir gözlük takıyormuş ama diğer zamanlarda takmıyormuş.

Soruyorum kadına geçmişte var mıydı böyle bir adam diye, kadın diyor ki evet. Benim de tabi kafam çok karıştı aşkım. Senin suratına bakınca, senin kafanın da karıştığını anlayabiliyorum.” diyerek cümlelerini bana yönelttiğinde bir anlığına afalladım.

Gözlüklü bir adam dediğinde aklıma ilk Agah gelmişti. Kendi kendime saçmalıyorsun Leyla derken Süreyya’ya yalnızca:

“Bakma sen bana anlat hadi, merak ettim.” diyebilmiştim.

“Konu şu; kadın 32 yaşında. 26 yaşındayken Zanaatçı’nın elinden kaçmayı başarmış ama kimselere kendini inandıramamış. 6 sene boyunca Zanaatçı onu ziyaret etmiş. Üstünde bir takım elbise ve gözüne taktığı gözlüğüyle. Kadın tüm sosyal mecralarda ve haber kanallarında kendine inanan birilerini aramış. Kimse ona inanmamış çünkü bahsettiği adamın Zanaatçı olduğunu ve Zanaatçı’nın da Aslan olduğunu söylüyordu. Bana gelmesinin sebebi ise ona deli olmadığına dair rapor yazmamı istemesiymiş.” dediğinde ağzım açık kalmıştı.

“Şaka yapıyor olmalısın?” diyebildiğimde,

“Keşke” diye karşılık verdi.

“Sonra ne oldu peki?”

“Kadına, raporu benim yazamayacağımı söyledim. Dilerse bir psikiyatra gidebileceğini söyledim. Ayrıca elinde kanıt olmadan da böyle bir suçlamayı kimsenin kabul etmeyeceğini de belirttim.” dedi.

“E peki, seni Aslan’la tanıştıran durum ne oldu?” diye sordum.

“O kısım daha karmaşık. Kadın hiçbir şey olmamış gibi teşekkür edip gitti. Günler sonra kadının ölüm haberi geldi. Haberi getirenler ise teşkilat oldu.”

“Teşkilat mı?” Şaşkınlığım elle tutulabilecek kadar somuttu.

“Evet. İki kadın ve bir adam, siyahlar içinde odama daldılar. Önce kendilerini tanıttılar. Arı teşkilatından olduklarını, Yılanların ve Karıncaların aksine polislerin ihmalkarlıklarına göz yummadıklarından bahsettiler. Sonra kadının bana gelip ne anlattığını sorduklarında olanı biteni onlara da anlattım.

Kadın nasıl ölmüş biliyor musun? Kendi bileklerini kesip, kendi kanıyla duvara "vıvo” yazmış. Duvarın dibinde ise kan kaybından ölmüş.

Onlar bana bunu anlattığında başımdan aşağıya kaynar sular dökülmüş gibiydi. Danışan olduğunu sadığım kadının, beğendiğim bir adamı Zanaatçı olarak suçlaması. Üstelik kadının ölmesi inanılır gibi değildi.

Ayrıca konu cidden teşkilatlara uzandıysa gerçekten Zanaatçı içindir.” Süreyya, her cümlesinde neşesi kaybolmuş yerini dehşet alırken kırlentin püskülleriyle oynuyordu.

“Ama Zanaatçı 1 ya da 2 yıl önce ortaya çıktı. Kadın ise 6 seneden bahsediyor.” dedim. Arkadaşımın içini yakan şeyi biliyordum. Şu an Aslan’la bu konumda olduklarına göre kendileri için bu sorunu aşmışlardı. Onu rahatsız eden şey, benim verebilecek olan tepkimdi. Kurduğum tek bir cümle ise ona yetmişti.

“Öyle zaten Arı’lar da aynı yorumda bulundular.” dedi.

“Sonra ne oldu ki?” diye sorduğumda zihnim Süreyya’nın söylediği bir şeyde takılı kalmış gibiydi. Ancak zihnimin içi o kadar dalgalıydı ki oradan bir kum tanesini nasıl bulacağımı bilemiyordum.

Süreyya tüm bu anlattıklarından sonra kendisine bir çay koymak için kalktı. O sırada bana bir şeyler söylediğini duyabiliyordum ama dinleyemiyordum.

“Çay ister misin?” dediğini duyduğumda “hayır” diye karşılık verdim. O da söze devam etti. “Daha önce böyle bir durumla karşılaşıp karşılaşmadığım sordular ama ben daha cevap veremeden gelen adam, kadının sorusunu cevapladı. O an nasıl korktuğumu görmeliydin. Odam da olan her şey, orada kalıyorken o adam hastalarımı ve geçmişlerini biliyordu.” Sesi bir an bile titremedi.

“İstedikleri gibi her yerdeler. Belki televizyonda değiller ama cebimizde duran telefonda olduklarına eminim.” diyebildim. Ancak durumun bundan daha fazlası olduğuna inanıyordum.

“Haklısın balım. Sonrasında diğer kadın, sanki kendi aralarında konuşuyormuş gibi bir sakinlikle, Aslan'a dair suçlamanın bir karalama olduğunu, onun Zanaatçı olmadığını söylüyordu.

Yalan olmasın sonrasında ne oldu hatırlamıyorum ama konu artık benimle ilgili değildi. Geldiler ve gittiler. O günü kendime tatil ilan ettim.” dedi mutfak tezgahını salona bağlayan kemerden başını uzatarak.

“Bunu yapmakta haklısın da.” Kalktım. Kendime su almak için mutfağa, Süreyya’nın yanına gittiğimde başım dönüyordu. Yanımda iki güçlü hayalet bedenimi çekiştiriyor, dengemi kurmakta zorluk çekiyordum.

Elimi tezgaha dayayıp, toparlanmayı beklediğimde zihnimde kendi sesimi duydum. O ses, bedenimin her uzvunu yalayıp geçti. Bir anlık, kendimi kaybettiğime emindim. Göz bebeklerim büyüdü ve küçüldü. Avuçlarım ısındı, nefesim hızlandı. Kalbim, kanı daha hızlı pompalamaya başladı. Belki biri ayna tutsa, yanaklarımın al al olduğunu görecektim.

Ses “izin ver” diyordu. Ses bendim. Benden beni istiyordu.

Yıllarca tek başıma uçurmak için yalvardığım uçurtmam şimdi ellerimdeydi ve ben onu kendim için bir anlık göğe uçmasına izin verecektim.

Sadece bir anlık. Sonra tekrar kırmızı uçurtmamın o uzun ipi ellerimin arasında olacaktı.

Ben ellerimi açmış, ipin parmaklarımın arasından kayışını izlemeyi beklerken, sesim zihnimde daha gür bağırmaya başlamıştı.

“Leyla!” bana ait olmayan ses, ismimi bağırdığında benim güzel kırmızı uçurtmamın ipi özgür olacakken serçe parmağıma dolandı. Döndü, döndü, kördüğüm oldu. Zihnimdeki ses çığlıklar atarken, omuzlarımı kavrayan iki küçük el, büyük bir şefkatle ismimi sayıklıyordu.

“Gel, oturtalım seni.” derken Süreyya bedenimi yürütmeye çalışıyordu. Yaslandığım tezgâhtan doğrulup, başımı kaldırmayı başarabildiğimde “iyiyim” diyebildim. Gözlerimin yansımasını arkadaşımın gözlerinde gördüğümde ne yaptığımı fark etmiştim.

Tek başıma uçurmak için yıllarımı verdiğim uçurtmamı özgür bırakacaktım neredeyse.

Süreyya'yla beraber koltuğa geri oturduğumuzda iyi olup olmadığımı defalarca sormasının sonucunda iyi olduğuma emin olup konuyu tekrar geri açtık.

“Velhasıl, başka bir gün bir arkadaşımın yeni ofisine uğramam gerekti. Ofisi, Akış haberin kanalının olduğu yerde. Ofise gitmeden önce kahve almak istediğimde Aslan’la karşılaştım.” Sözleri heyecanlı ama bakışlar benim üzerimde tedirginlikle duruyordu. Bu durumumu kontrol etmek için mi yoksa vereceğim tepkiyi kolladığından mı bilememiştim.

“Tüm şehirlerin sınırları birleşti ama siz yine de karşılaştınız.” dedim. Sesim daha çok fısıldar gibiydi.

“Değil mi ama” her bir kelimeyi uzattı sonra bir espri yapmış gibi “dünya küçük şekerim” diyerek kahkaha attı.

Dudağımdan çıkan mırıltılar onu, öylesine onaylıyordu. Çünkü buna inanmıyordum. Tanrı, çekiciyle dünyayı parçalıyordu.

Süreyya devam etti: “İlk o beni tanıdığını söyledi. Merhabalaştık. Sonra ikimizde çıkıp, aynı binaya, aynı asansöre yönelince neden burada olduğumu söyleme gereği duydum.”

“Kendi ofisinin dışındayken mesleğinden arınmana bayılıyorum” dedim.

“Neden ki?” diye sorduğunda, sesimi neşeli bir tonda tutmaya çalıştım: “Psikolog kimliğinden arındığında daha masum görünüyorsun da ondan. Bu durumu biri gelip sana anlatsa, psikolojik bazı koşullanmalardan bahsederdin ama kendin dışarıda yaşadığında, biri sana en sevdiğin şekeri uzatmış gibi davranıyorsun.”

Sözlerime karşılık:

“Leyla...” diye çıkıştı.

“Ne var yahu bence çok tatlı.” dediğimde onunla uğraştığımın farkındaydı.

“Hiçbir koşullanmaya girmedim. Sadece onunla konuşmaya çalışıyordum.” işaret parmağını kırlentin püskülüne dolarken gülmeden edememiştim.

“Doğrudur azizem. Anlat sen hadi.” dedim, elimi geç bunları dercesine sallamıştım.

“Arkadaşımı tanıdığını, binadaki ofisi kendisi önerdiğini söyledi. Ben bir şey diyemeden asansörden inmem gerekti. İşte bundan sonrası çok güzel.”

Olduğu yerde kıpırdanıp, oturuşunu değiştirdi. Ayaklarını kalçasının altına toplayıp, sırtını dikleştirdiğinde yüzü gülümsüyordu.

“Dönüşte, kafede gördüğüm tatlılar aklıma geldi. Eve giderken birkaç tane alıp, evde keyif yapmayı düşünüyordum. İşte tam orada, aynı kahvecide tekrardan karşılaştık. Bu tesadüf üzerine sohbeti ben başlattığımda gerisi geldi zaten.”

“Sen çok talihli bir kadınsın azizem.” dediğimde ikimizde gülüyorduk.

Ancak içimde birileri vardı. İçimde adını benim bilmediğim Leylalar vardı ve hepsi birbirinin avucuna çimdikler atıyordu.

Dudaklarımdaki gülümseme yavaş yavaş solarken Süreyya’nın bunu görmesinden çekiniyordum. O anda elimde olan tek şey saatti.

“Saat öğlene vurdu. Seansım bitti gibi görünüyor. Artık gitmeliyim.” dediğimde Süreyya üstelemedi. O da işe gitmek için hazırlanacağını söylediğinde ben ondan önce yerimden kalktım.

“Seni eve bırakmamı ister misin?” diye sorduğunda, etrafa koyduğum eşyalarımı toplamıştım bile.

“Ah, hayır. Biraz yürümeyi düşünüyorum.” demiştim.

Bunu ona öylesine söylememiştim. Gerçekten yürümeliydim. Zihnime mıh gibi saplanan düşüncelerimi, sohbetin arasına sıkışmış o karanlık imgeleri, bir şekilde şahitlerle paylaşmalıydım. Kapıdan çıktığımda, binanın giriş kapısına yaslandım. Sokaktan geçen insanları izledim. Kimse bir diğerine bakmıyordu. Sanki her biri kendi sessiz labirentinde kaybolmuş gibiydi.

Başımı yaslandığım kapıdan kaldırıp binalara göz gezdirdim. Her biri, darbeden sonraki karanlık anıları saklıyordu. Bazılarının kapı numaraları asırlardır değişmemişti; bazılarıysa, hayatın kesik izlerini taşıyordu. Pencerelerin altı, sökülmüş numaraların izleriyle doluydu. Birinde "9", diğerinde "5" yazıyordu. Bir başkasında "2". Gözlerim yanılmıyorsa, birinde "27".

9 numara ile 27 numara arasında kalan bir sokak vardı. Sabah, çocukların pankartlar astığı duvara açılıyordu o sokak. Bir merakla oraya ilerledim. Kimsenin ne yaptığımı sorgulayacağını zannetmiyordum. Birkaç adımda iki bina arasında bedenimi sakladığımda pankarta baktım. Kırmızıydı. Beyaz boyayla yazılmış, yazıldığı gibi buraya getirilmiş ve asılmış gibiydi. Boya, harflerin uçlarından akıp gitmişti ama tüm beyazlığıyla burada duruyordu. Saatler önce dedim ya, Süreyya daha bunları bana anlatmadan. Süreyya bunları yaşadığında aylar geçmişken. Ben, ve belki en önemlisi, Han’a gittiğimde, aynı buradaki gibi duran ama artık kenarları yosunlaşmış o yazı görmüşken, şimdi tam buradaydı.

VİVO 

V harfinin uçları akmış. İ harfinin noktası, çizgisine karışmış. Dizlerimin bağı çözülürken avuçlarımı pankarta yasladım.

VİVO 

Boyanın nemini avucumda hissettim. Panikle elimi pankarttan çektiğimde dengemi koruyamayacağımı sandım. Avucumun tam ortasına bulaşan beyaz noktayı gördüğümde şirazemin kaydığını hissettim. O dağınık, çizgisine kavuşmak isteyen nokta avucuma bulaşmıştı.

Burada olmamalıydım. Birileri beni görebilirdi. Hayır, kimse beni görmek istemezdi. Kimse, ne olduğu belli olmayan bir pankartın önünde durmazdı. Kimse, bir kadın tüm kanıyla duvara aynı buradaki yazıyı yazdığını bilemezdi. Artık kimse Kardiçalı Han’ına gitmiyordu!

Ayaklarımı yerde sürüyerek sokağın başına çıktım. Kendi ayaklarım cesedimi taşıyor gibiydi. Yapabilirdim. Her tabutu illa dört kişi sırtlaması gerekmezdi. Kendimi kendim sırtlayabilirdim ve bunu kimse bilemezdi.

Diğer insanlarla birlikte caddeden aşağı yürüdüm. Arabaların korna sesleri ve insanların adımları, caddenin gürültüsünü doldururken, kafamın içi onlardan daha gürültülüydü.

Bir an durup vitrin camındaki yansımama baktım. Gözlerim, uykusuzluktan ağırlaşmış ve saçlarım darmadağındı. Yüzümdeki solgunluk, eski bir fotoğrafın silikliği gibiydi. Kendimi tanıyamadım. Daha doğrusu, tanımak istemedim. İnsan, kendi yüzünden korkar mıydı?

Zihnimde bir anda gümbürdedi. Bir göğün çakması değildi, bir davulun patlaması değildi. Aydınlık ve karanlık ayna anda peyda olurken zihnim kendi içine gömüldü.

“Korkmalısın Leyla.”

Yalnızca iki kelime. Kendi yansımamda, kıpırdatmadığımı bildiğim dudakların, büyük bir gülümsemeyle bana söylediği cümle tüm bu gümbürtünün sebebiydi.

Gözlerim yansımamdan çekip caddeye bakmaya zorladım. Kaldırımların kenarlarında, sararmış yapraklar birikmişti. Sokak lambaları, ışıksız kalmış başları öne eğik duruyordu. Dükkanların çoğu kepenklerini kaldırmış; vitrinlerdeki cansız mankenler kaldırımlara konumlandırılmış, duruyordu. Yalnızca iki tanelerdi. Birinin kolu yoktu. Kırmızı bir etek ve siyah bluz giydirilmişti. Kısa, siyah bir peruk kafasına yerleştirilmiş, yüzü yok kadar soluktu.

“Bana bak Leyla.” dedi aynı ses. O ses hep aynıydı. Benimdi. Biraz kalın, biraz gürültülüydü. Başımı çevirip ona bakmadım. Tekrar etti, “bana bak.” yapamazdım. Tüm caddenin yansımasında kendime bakamazdım. Birkaç adım ötede, duvarları afişlerle kaplanmış bir sinemanın led ışıklarına baktım. Afişlerin renkleri solmuş, bazı harfler yırtılmıştı. Ne yazdığını görmek için başımı çevirdim. Soluk renkler birbirine karıştı. Bir bütün oldular, sesli harfler sessizleri yuttu. Kimisi yumuşadı kimisi sertleşti. Ne yazdığını görmek için iyice döndüm.

VİVO 

Yazıyı okuyabildiğimde korkuyla geriye sıçradım. Sırtım vitrinin camına yapıştığında birisi omuzlarıma bastırarak yükselmeye çalıştı. Çatallı dili zihnimi yalarken uzun tırnakları etime batıyor gibi hissediyordum. “Sana ne demek olduğunu söyleyebilirim. Yeter ki bana bak Leyla.” Sesi yüksekti. Ben bilmezken benim sesim bunu nasıl bilebilirdi. Düşüncelerimi dağıtmak için başımı iki yana salladım. Gözlerimi kapattım. Derin bir nefes aldım. Kalbim, yerinden çıkacak gibi atıyordu. Ensemden soğuk terler akarken gözümü açıp tekrar afişe baktım. “Veda Gecesi” yazıyordu. Şaşkınlıkla ağzım açıldı. Bir saniye sonra nefesim özgür kaldı. Yanlış gördüğüme o kadar güçlü sarıldım ki kalbim sakinleşti.

Avucumu vitrine yasladım. Terli avucum soğuk vitrinle ısısını paylaşırken parmak uçlarım uyuşmaya başladı. Zihnimde kıkırdayan bir kadın vardı. Kıkırtısı, gülüşlere, gülüşü kahkahaya dönüşüyordu.

“Elimi tutmak ister misin Leyla?” diye sorduğunda panikle elimi vitrinden çektim. “Hayır.” dedim çaresizce. Gerçekten benim dudaklarımdan dökülen sesim uzuvlarımı harekete geçirmem için gerekli enerjiyi verdiğinde vitrinden uzaklaşabildim.

Birkaç adım gidebilmiştim ki arkamdan gelen bir ses bana seslendi. “Bir sorun mu vardı hanımefendi?”

Ses, bir kadına aitti. Büyük ihtimalle dükkanda çalışan biriydi ve kendi camında dakikalarca duran birini kontrol etme gereği duymuştu. Kadına dönmeden bir sorun olmadığını söylediğimde gözümün önünde dalgalanan karartılar vardı. Tam yanımda kalan kolsuz manken sanki bana bakıyormuş gibi hissettim. Kuruyan dudaklarımı dilimle ıslatıp, kadının duymadığım cümlelerine cevap verecektim ki “elimi tutmak ister misin Leyla?” dedi bir ses. Tam yanımdan geldi. Az önce gözümün önünden geçen karartı, yanımdaki cansız mankene can vermişti. Olmayan gözlerine renk gelmiş, eksik kolunu bana uzatıyordu.

Dudağımdan dökülen çığlıkla bedenimi kontrol edemedim. Dizlerimin üzerine düştüğümde arkamdan birinin omzuma dokunduğunu bir şeyler dediğini duyabiliyordum. Başımı kaldırıp mankene bakmaya çalıştım. Yüzüme yapışan saçlarımı ittirip, terli alnımı sildim. O mankenin sahibi de şimdi dışarı çıkmış tepeden bana bakarken ben yalnızca olmayan gözlerinde ve sözlerindeydim.

Hiçbir şey olmadı. Ne bir kıpırtı ne bir ses. İnsanlar etrafımda toplandı. Hareketlerini görebiliyordum. Yalnızca bekledim. Tekrar konuşmasını bekledim ama hiçbir şey olmadı.

Deliriyordum. Bunun başka hiçbir açıklaması olamazdı. Günlerim birbirine girmiş, zihnim çökmüş olabilirdi ama hangi zihin cansız bir şeye can verebilirdi ki. Kafam tüm bu olanlarla daha da derinliğe batarken başımı avuçlarımın içine gömdüm. Dizlerimin üstünde küçülebildiğim kadar küçüldüm.

Bu gerçek değil.

Bu gerçek değil.

Bedenim her seferinde bir ileri bir geri giderken bunun gerçek olmadığına kendimi inandırmaya çalışıyordum.

“İşinize dönün!” kalın, gür bir ses tüm sesleri susturduğunda duyduğum tek şey adım sesleriydi. İnsanlar, onun emrini uymuş, gitmişlerdi. Biri gitmeden önce yanıma bir bardak su dahi bırakmıştı.

Şimdi tüm cadde üzerime çöken bir sessizlikle yaşamlarına devam ediyordu. Ellerimi yüzümden çektim. Aralık olan gözlerimle yerdeki su bardağını buldum. Uzanıp bir yudum aldım ve geri bıraktım. Dağılmış saçlarımı bir kez daha toplamaya çalıştım. Yanımda toka yoktu. Hiç olmamıştı. İnsanlara gitmesini söyleyen adam bunu anlamış gibi siyah lastik toka uzattığında bedenimde tepki verecek güç kalmamıştı. Elimi uzatıp tokayı alacak gücüm dahi yoktu ama o ses aynı tonuyla “al.” dediğinde emre uymak zorunda kaldım. Kim dahası kimlerden olduğunu anlamak zor değildi. Saçlarımı toplayıp başımı kaldırdım. Siyah botları, siyah üniforması, eldivenlerinden kar maskesine kadar siyah olan adam, sırtında asılı duran silahıyla tam tepemde dikiliyordu. Bir rüyadan çaldığı açık mavi gözleri, onda görebildiğim tek renkti.

Bana elini uzattığında gözlerinde ki tek ifade rahatsızlıktı. O bir teşkilat askeriydi ve ben düzeni rahatsız eden halktım. Eline baktığımda zihnimdeki sesi hatırladım. Bedenim korkuyla titrerdi. Yerden güç alıp kendim ayağa kalktığımda “teşekkür ederim.” demeye çalıştım. Kelimeler dilimde yuvarlanmıştı. Buna karşılık bir şey demedi. Bende demesini beklemedim. Demesinden, sormasından ve sorgulamasından ölesiye korkuyordum. Yerden çantamı da alıp ilerlemeye başladım. Üç adım, beş adım, sağımda kalan kafe artık arkamdaydı. Bir tuhafiyeci, bir bankamatik ve bir market artık arkamdaydı. O asker ise hala oradaydı. Kendime bakamadığım tüm yansımalardan ona bakarken o orada öylece bekliyordu. Bana bakıyordu biliyorum. Çünkü ben düzeninde sorun yaratmıştım. Bir nefes fazla alsam beni vurmaya hazır bekliyordu.

Kafamı eğip yürümeye devam ettim. Bir sigara yaktım. Dumanı içime çekerken ellerimin titrediğini fark ettim. Parmak uçlarımdaki beyaz boya hâlâ oradaydı. Silinmiyordu. Duman ise, beni takip edip arkamdan yürüyordu. Sigaram bitene kadar durmadım.

Sigara bitti, yol bitti, zamanım bitti ama sönen izmariti kendi sokağıma geldiğimde çöpe atabildim. Bir daha durmak, kendimi görmek istemedim. Başımı kaldırmak, insanlara bakmaktan korkmuştum.

Beyaz çitlerle sarılı müstakil evimi gördüğümde omuzlarımdan bir yük kalkmış gibiydi. Yalnızca gibi; “Leyla.” diye bana seslenen zihnim beni eşiğe kadar götürüp bekliyordu. Yine aynısını yapmıştı. Rahatladım zannettiğim an geri gelmişti.

Adımlarım evimin bahçesinde durduğunda “sus lütfen” diyebilmiştim. Sesim, asfalt zemine yayılırken ne yaptığımı fark ettiğimde dumur oldum. Kendi kendime konuşmaya başlamıştım.

Zihnimde ki ses gerçekten de dediğimi yaptığında, sustuğunda, rahatladığımı hissetmiştim. Bir anlığına.

Çünkü biri kapının önüne bir kutu bırakmıştı. Son birkaç adımda nefesim düzensizleşti, kalbim kaburgalarımı çatlatacak gibi vuruyordu. Kutunun önünde durdum; sade, kahverengi bir karton. Ne bir isim ne de bir işaret. Ellerim istemsizce yumruk olup açıldı, geri çekilmek istedim ama ayaklarım kök salmıştı. Kutunun, alelade bir kutu olduğunu hiçbir günahı olmadığına inanmak istiyordum. Bir kuryenin yanlış getirdiği bir kargo olduğuna kendime inandıracaktım ama kutu bunların her birini yalanlamak için hazır bekliyordu.

Bir hırsız gibi nefesimi tuttum. Parmak uçlarım titreyerek kapağa dokundu. Dişlerim fark etmeden birbirine kenetlendi. Yavaşça kapağı kaldırdım. Gözlerim, ilk olarak kan kırmızısı bir kumaşa takıldı. Yutkunmaya çalıştım ama boğazım taş kesilmişti. Kumaşı elime aldım; soğuktu, parmaklarım farkında olmadan buruşturdu.

Sonra onu gördüm. Bir oyuncak bebek. Ellerim irkilip geri çekildi. Bebeğin donuk gözleri, sanki gördüğü son şey benmişim gibi boş ve doğrudan bana bakıyordu. Göz kapaklarım bile kıpırdamadı. Parmaklarım, korkuyla titredi.

Bebeğin eli ileriye doğru uzanmıştı. Avucunda bir şey parlıyordu. Nefesim hızlandı, göğsümdeki ağırlık dayanılmazdı. Tereddütle uzandım. Parmaklarım tanıdık bir soğuklukla karşılaştı. Annemin broşu. Ellerim, sanki bıraksa her şey yok olacakmış gibi sıkıldı.

Boğazımda bir çığlık düğümlendi ama ses çıkmadı. Gözlerimden sıcak yaşlar süzülürken dizlerim boşaldı, yere kapaklandım. Aynı saat içinde ikinci darbesini alan diz kapaklarım sızlıyordu. Ellerim hâlâ broşa kenetliydi. Parmaklarım, sanki bıraksa her şey dağılacakmış gibi sıkıyordu. Bebeğin yüzündeki donmuş gülümseme, bir alay gibi gözümün önündeydi.

“Bana izin ver Leyla.” dedi zihnimde ki ses. Çatallı dili zihnimin tüm pürüzlerini yalayıp geçerken “sen kimsin” diye feryat ettim. Boğazım yırtılacak gibiydi. Gözlerimden akan yaşlar kutuyu ıslatıyordu. Başımı kaldırıp da bebeğe bakamadım. Onun basit bir oyuncak bebek olmadığını biliyordum. O gerçek bir kadındı.

“Ben senim Leyla.” dedi. Sanki zihnimden çıkıp karşıma dikilmiş gibi. “Ben senim, bırak bana kontrolü.” dediğinde “neden” dedim. Kelimeler dudaklarımdan durmaksızın çıkıyordu; göz yaşım teker teker kutuya bazense betona düşüyordu. Neden,

Neden.

Neden!

Her kelimemle boştaki elimle zemini dövüyordum.

“Eğer kontrolü bana verirsen bir daha hiç korkmayacaksın Leyla.” dedi. Karşımda cisimleşmiş bedeni bana benziyordu. Başımı kaldırıp sanki gerçekten de zihnimdeki sesin sahibini görecekmiş gibi baktım. Eğer gerçek biri olsaydı gözlerinde korku olmayacağına inandım.

Ben korkuyordum ama o savaşmak istiyordu. Bir an elini kaldırıp aramıza uzattığında “lütfen elimi tut” dediğinde karşı koyamadım. Etine taş batmış elimi ona uzattığımda çoktan izin verdiğimi anlamıştım. Çünkü en son hatırladığım buydu. Bedenim yere devrilmeden ve karanlık tüm gerçekliğime hakim olmadan önce “izin veriyorum.” demiştim.

Zihnimdeki tüm duvarlar çatlayıp, o kıvrak bir yılan gibi çatlaklardan içeriye süzüldüğünde kahkahasına duyduğuma yemin edebilirim. Benim hiç böyle yüksek çıkmayan kahkaham.

******

Bir gün tanışacağımızı söylemiştim ve her tanışıklık bir el selamıyla başlar.

Bölüm : 18.11.2024 06:59 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...