11. Bölüm

BÖLÜM:8

melinoe
melinoe

Sizlere bir bedende üç kadın var ettim. Her biri sizden, benden ve bizden bir parça. Onları umarım iyi karşılarsınız, düşüncelerinizi görmeyi heyecanla bekliyor olacağım.

Sevgiler ve saygılarla Azizler ve Azizeler...

Bölüm şarkıları;

Sertap Erener, Bir Damla Gözlerimde

Sertap Erener, Kız Leyla

Origa (Орига) -Пoлюшкo-пoлe

 

 

 

 

 

BÖLÜM 8: KAN! ÇOK FAZLA KAN

Günler geçti. Kimse gelip gitmedi. Leyla, bin bir Leylalarla beraber kendi peşine düştü. İlk gün evine döndüğünde tüm günü yatağında geçirdi. Kapısında bulduğu kutu ise yatağın altına saklanmıştı.

İçinde bir cenin varmış gibi adı korkuydu. Bedeni örtünün altında gömülü saatler geçirdi.

Sonra ikinci gün oldu. Sarhoş gibi hissediyordu. İçinde ki cenin yavaş yavaş büyürken kalbini aşeriyordu. Saatler yavaş yavaş geçti.

Üçüncü gün olduğunda kalkması gerektiğini düşündü. Hayır, bunu ben söylemedim. Bunu bizzat Leyla’nın kendisi yaptı.

Ancak dördüncü gün kalkabildiğinde evde daha fazla duramadı. Korku, kardeşini kadının kalbinden söküp yanına çektiğinde Leyla artık yalnız da hissediyordu. Süreyya ile o günden beri konuşmamışlardı. Yine de bunları göz ardı etmeye çalıştığında beşinci gün başlamıştı.

O gün, güneşin tam tepede olması gerektiği saatlerde yağmur yağıyordu. Leyla, Gece Kütüphanesindeydi. En sevdiği yüksek topuklu çizmelerini giymiş, bedenini ise yakası gibi kolları da uzun olan siyah elbisesi sarmalamıştı.

O görmese de ben ve dahası biz tüm yansımalardan onu izliyorduk. Bizi görmesini, kontrolü bize devretmesini bekliyorduk. O sabahın birçok gecesi olmuştu.

Biliyorduk ki bizde yalancıydık.

Çünkü kontrol bendeydi.

İlk gece yorganı üstüme çektiğimde tüm o karanlığın içinde ki toz zerreciklerini görebiliyordum. Kutuyu, Leyla’ya teşekkür etmek için görmeyeceği bir yere, yatağının altına ben saklamıştım. Bir daha korkusuzca uyuyamasın diye.

İkinci gün, gerçek bilinci ele geçirmek için o kadar mücadele etmiştim ki sarhoş gibi kalmıştım. Her gün aldığım güzelavrat otu ise tüm bu sarhoşluğu besleyen şeker gibiydi. Etim ağrıyor, kemiklerim sızlıyordu. Başımda dayanılmaz olan sesler öfke patlamasına yol açıyordu.

İşte sırf bu yüzden üçüncü gün kalktım ve evdeki tüm kitapları kolilere doldurdum.

Yalnızca bir kitap eksikti. O kitabı ise bizzat gidip alacaktım. Bunu yapmalıydım; o bana aitti.

Dördüncü gün Süreyya’nın mesajlarını görmezden geldim. Beşinci gün olduğunda Leyla’nın istediği gibi bir elbise giymiyordum. O gün gördüğü cansız mankenin üstünde ne gördüyse aynılarını giymiştim. Kırmızı bir etek ve siyah kazak. Aynada ki görüntümden memnun olmuş son dokunuş olarak sakladığım siyah küt peruğu özenle takmıştım. Ancak ben olduğumda evden çıkmış, tüm kitapları kütüphaneye getirmiştim.

Alt katta bıraktığım telefondan Leonard Cohen’in sesi geliyordu. Şarkıya, raflardan indirdiğim kitaplar bir hayran gibi eşlik ediyordu. Topuklu ayakkabılarımın sesi, bir alkış tutturmuş, ellerim ise rafların tozunu alıyordu.

Temizlenen raflara geri yerleştirdiğim kitaplar konseri terk eden kişilerdi.

Tüm kitaplar sırasıyla konseri terk ederken sahneye başkaları çıkmıştı. Şarkılar değişti, yeri geldi tüm alan sessizliğe gömüldüğünde ben kendi şarkımı söylemeye başladım.

Yağmur damlalarının dövdüğü camlara bir yaş gibi tutunan Leylalara ise her nakaratta gülümsedim. Hiçbirini es geçmedim. Hiçbirini kendimin yaptığı gibi görmezden gelmedim. Her an onları selamladım, her adımımda onlar için ayakkabının topuğunu zemine daha sert vurdum.

Onlardan farkım buydu. Daha keskindim. Daha gürültülüydüm. Ve kesinlikle daha öndeydim.

Üst katta işim bittiğinde aşağıya indim. Zemin kattaki sessizlik buraya ilk geldiğimden beri tuhaf gelirdi.

Raflardaki kitaplar, sanki bir şeyler söylemek istiyormuş ama söylemeye cesaret edemiyormuş gibi beklerdi. Ayağımın altındaki tahta zemin inceden gıcırdadı; ses, mekânın sessizliğinde yankılandı. Cam tezgâhın arkasındaki eski kahve makinesi, tozla kaplanmış duruyordu. Çünkü ilk gelen oydu.

Gözüm bir anlık rafların arasındaki aynada belirdi. Ama bu ben değildim. Sıcak, bir gülümseme yüzüme yayıldı, ellerimi göğsümde kavuşturdum.

“Lütfen beni bağışlı.” kelimeler dudaklarımdan çıktığında sözlerimin gerisinde sesim alaycı bir tondaydı.

Beden dimdik bir şekilde aynanın karşısında dikilirken göz bebeklerim titriyordu. Leyla zihnimin içinde sesini duyurmaya çalışıyor, aynada gördüğü bedene anlam veremiyordu.

Ona acıyordum. Yıllarca beni, bizi öyle güçlü bastırdı ki, kendine açtığı yaralardan içeri sızdık. İki tarafından çengel gibi tuttuğumuz yaralarının kapanmasına izin vermeyecek, her şeyi teker teker hatırlatacaktık

Hızlanan nabzı, tüm olanlara şahit olurken kitapevinin kapısı gürültüyle açıldı ve içeriye yaşlı bir kadın girdi.

Bedenini örten büyük kürkü gözümde bir görgüsüz gibi görünürken yüzü, yaşını saklayan bir dinçlikteydi.

Kapı daha arkasından kapanmadan söze girmiş, “Açık mıydınız?” derken sözünü yarıda kesip iki adım ilerleyerek “Leyla” diye gülümsemişti.

Kadının yüzüne yayılan gülümseme içeride bir yerlerde var olan Leyla’nın çığlık atmasına sebebiyet olmuş, gitmesi için yalvarıyordu. Leyla ilk defa bir uykuda değildi, beni görüyordu.

Kadını hatırlıyordum. İlk gün Leylayla tanıştığında onu hiç sevmemiştim.

“Hayır. İsmim Vega.” dediğimde ses tonum fazlasıyla yüksekti ama inanın çok keyif alıyordum.

Kadının gülümsemesi yüzünden silinmedi. Bir adım daha attı. Kürkünden ağır bir parfüm kokusu yayıldı; odanın eski kitap sayfalarına sinmiş mahzun kokusunu boğdu. Yüzündeki çizgiler gülümsemeyle yumuşar gibi olmuştu ama gözlerindeki keskinlik beni bıçak sırtında yürüyormuşum gibi hissettirdi.

"Vega mı?" dedi, sesinde şaşkınlıktan çok eğlence vardı. "Ah, ne güzel isim."

Dilimin ucunda, ona kapıyı gösterecek kelimeler vardı ama o kelimeler, kafamın içinde boğuluyordu. Elleri kürkünün düğmelerini çözerken ben, bedenimi taşımakta zorlanıyordum. Leyla, içeride bir köşede sessizce ağlıyordu.

"Size nasıl yardımcı olabilirim?" dedim, sesim düşündüğümden daha sertti.

Kadın, raflara şöyle bir göz gezdirdi. "Aslında bir kitap arıyorum," dedi, sanki bu kadar ağır bir hava yokmuş gibi sıradan bir rahatlıkla. "Bir arkadaşım tavsiye etmişti. Eski baskılardan biriymiş sanırım."

İçimdeki gerginlik biraz olsun gevşer gibi oldu ama Leyla hâlâ tetikteydi. Elleri titriyor, bir köşeye sinmiş bakıyordu.

"Hangi kitap?" dedim, gözlerim kadının parmaklarına kayarken.

“Bana bir dakika verir misin?” diye sorduğunda “Tabi” dedim.

Çantasından telefonu çıkardı. Birkaç tuşa bastıktan sonra kulağına götürdü. Birini arıyordu. Saniyeler sonra benim telefonum üst katta çalmaya başladığında ifademi korumakta zorlandım. Kadında telefonun sesini duyduğunda telefonu kulağından çekip “Leyla burada mı?” diye sordu.

“Telefonunu burada unutmuş. Kendisi eve gitti.” dediğimde kadın sorgulamaya devam edecekti. Gözlerinde bunu görebiliyordum.

“Kitabın ismi neydi?” diye sordum. Sert ses tonumu baskılamaya çalışıyordum. Parmaklarım avucumun içine saplanmış, arkamda saklamaya çalışıyordum.

“Leyla biliyordu ama şimdi unuttum kitabı.” dedi, yüzünde hala o gülümsemeyle.

“Kim olduğunuzu söylerseniz ona haber veririm.” Yalan değildi, kim olduğunu bilirsem Leyla’da bunu öğrenebilirdi.

“Leyla’nın üniversiteden hocasıyım. Nazen Hoca demen yeterli.” dedi. Kadın ilgimi çekmişti. Ellerimi serbest bırakıp iki yanıma düşmesine izin verdim.

“Alanınız nedir?” diye sormak istedim. Leyla'nın iletişim kurabileceği herkesi tanımam gerekiyordu.

“Mitler ve edebiyat.” dedi.

“Semboller ve antik dillerle ilgilenir misiniz?” diye sordum. Artık bende gülümsüyordum. Kadın, sorumdan gurur duymuş omuzlarını geri atarken kısa boynunu yukarıya kaydırmıştı. “Uzmanlık alanım.” dedi.

“Hmm.” mırıltım ikimizin arasında kaldı. Merakla bana bakıyor, soracağım şeyi gözlüyordu. “Son zamanlarda bir kelimeye merak sardım.” dedim. Kendi kendime düşünür gibiydim.

“Söyle bana, yardımcı olmak isterim.” dedi. Parmaklarıyla, eklemlerindeki yüzükleri düzeltti tek tek.

“Size zahmet vermek istemem.” dedim mahcup tutmaya çalıştığım ses tonumla. Hatta biraz boynumu bükmüş parmaklarımla ilgileniyormuş gibi yapmıştım.

Oltama düşecekti. Eminim.

“Çekinme Vega’cım söyle.” dediğinde kadını buradan kovmak istedim. Kaşlarım refleksle kalkacakken yüzümü ifadesiz tutmaya zorladım.

“Vivo.” dedim.

“Anlamadım.”

“Son zamanlarda vivo diye bir kelime dikkatimi çekiyor. Ne anlama geldiğini çözemedim.” dedim. Kadının yanına doğru bir adım attım. İfademi yumuşatıp, elimi omzuna koydum. “Siz ne demek olduğunu biliyor musunuz?” diye sordum.

Bana doğru dönüp, kolunda duran elimin üstüne elini koydu. “Tanıdık geliyor ama hiç merak etme senin için araştıracağım.” dediğinde yüzüme kocaman bir gülümseme yerleştirdim. “Çok teşekkür ederim bende sizin için Leyla’dan o kitabı öğreneceğim.” dedim.

Nazen Hoca'nın dudaklarındaki hafif gülümseme, yüzündeki çizgileri yumuşatıyordu ama gözlerindeki merak pürüzsüzdü. Elini kolumun üzerinde biraz daha sıkarken, "Ne zaman istersen," dedi. Sesindeki o anaç sıcaklık, altındaki gizli dikenleri saklamaya yetmiyordu.

Gözlerim, parmaklarına dolanmış ağır yüzüklere kaydı. "Vivo," dedim tekrar, bu kez daha ağır bir tonla. Kelimenin kendisi dilimde keskin bir tat bırakıyordu. Nazen Hoca’nın gözbebekleri, belli belirsiz bir an genişledi. Kaçırdığı kadar kısa ama yakalayabildiğim kadar netti.

"İlginç bir kelime," dedi. "Latince kökenli olabilir. Yaşam anlamına gelir, biliyor muydun?"

Gülümsemesini aynaladım ama gözlerimi kısmadım. "Yaşam mı?" dedim, sanki ilk kez duyuyormuşum gibi. "Pek yaşam kokusu almıyorum ondan."

Hafif bir kahkaha attı. Parmak uçları kolumda dolaştı, neredeyse teskin edici bir anne gibi. "Bazen kelimeler, anlamlarından fazlasını taşır," dedi. "Ama ben yine de bakacağım senin için."

"Çok naziksiniz," dedim, sesime ince bir şükran teli ekleyerek. Leyla, içeride bir köşede nefesini tutmuş bekliyordu. Bu kadın, ona bir şeyler hatırlatıyordu. Belki bir zamanlar güven duyduğu birini ya da kaçmaktan yorulduğu bir gölgeyi.

Nazen Hoca, kürkünü düzeltti, gözleri bir anlığına kitap raflarına kaydı. "O hâlde," dedi, yavaşça geri çekilirken, "ben bir iki güne uğrarım. Sen de Leyla’dan kitabın adını öğrenirsin."

"Elbette," dedim, içimdeki tetikte bekleyen sabırsızlığı gizlemeye çalışarak. "Beklerim."

Kadın kapıya yöneldiğinde arkasından izledim. Ayak sesleri, kitabevinin taş zemininde yankılanırken Leyla’nın iç çekişini hissedebiliyordum. Kapı kapanır kapanmaz, ağır bir hava çöktü odanın üzerine.

Gözlerim hâlâ kapıya kilitliyken parmaklarımı fark etmeden sıkmıştım. "Vivo," diye fısıldadım. Kelime, içimde kök salan bir zehir gibi yayılıyordu.

Kapı kapandıktan sonra birkaç saniye boyunca hareketsiz kaldım. Nazen Hoca’nın bıraktığı ağır parfüm kokusu hâlâ havadaydı. Leyla’nın iç çekişi, derinlerde bir yerde yankılanıyordu.

"Ne yapıyorsun?" diye sordu, sesi boğuk ve temkinliydi.

Gözlerimi kısıp boşluğa baktım. "Sadece merak ediyorum," dedim. "Bu kadın da nereden çıktı?"

Leyla’nın varlığı içimde kıpırdanıyor, huzursuzdu. Onun hislerini ödünç almış gibi bir ağırlık çöktü üzerime. Parmaklarım hâlâ biraz önce tuttuğu kumaşın soğukluğunu arıyordu sanki.

Rafların arasından geçip camın önüne yürüdüm. Sokağa bakarken, Nazen Hoca’nın kürkünün ucunu yakaladım. Ağır adımlarla uzaklaşıyordu. Bir anlığına başını çevirip camdaki yansımama baktığını sandım ama hayır, bu sadece benim hayal gücümdü.

"Geri gelecek," dedim usulca. "Ve bu kez daha fazlasını isteyecek."

Leyla sessizdi ama biliyordum; bu sessizlik, bir fırtınadan önceki o ölümcül durgunluktu.

Raflardan birine uzandım. Eski bir cilt, köşeleri yıpranmış. İçinden sayfalar dökülüyordu. Parmak uçlarım kâğıdın pürüzlü yüzeyinde gezinirken, Latince harfler çarpıyordu gözüme.

"Vivo," diye mırıldandım tekrar.

“Ne demek olduğunu öğrenecek misin?” Leyla’nın sesi ürkekti.

“Evet.” dedim kesin ve net bir şekilde.

“Neden?” diye sordu. Yine ağlamaya başlamasını bekledim.

“Leyla.” dedim. Sesim kitapların arasına sıkıştı.

Leyla’nın çığlıkları zihnimi delerken, odamın soğuk ışığında kalakaldım. Sorular ve suçlamalar, birbirine dolanmış iplikler gibi beynimde düğümleniyordu. “Sen kimsin?” diye feryat ederken sesi titriyor, tanrısını yitirmiş bir müminin çaresizliğiyle yankılanıyordu. Onu duymazdan gelip eşyaları toplamaya koyuldum. Dışarıda yağmurun başlamasına ramak kalmıştı; hava, karanlığı giyinmeye hazırlanıyordu.

Ama kaçış yoktu. Leyla’nın dehşeti, bir gölge gibi peşimdeydi. Kalbimde yuvalanan ağrı, kasvetli bir ağırlıkla bedenimi bükmüştü. Parmaklarım mermer kadar soğuktu; burnumda metalik bir sızı, kan tadını duyumsuyordum. Ağır adımlarla aynanın karşısına ilerledim ve gördüğüm manzara, içimdeki öfkeyi kor gibi harladı. Yine de bedeni suçlayamazdım. Onu bu hale getirmek için çok uzun süre uğraşmıştım. Zihnimizde onlarca biz varken kanımızda zehir taşıyorduk.

Aynanın içinde, yere çökmüş hâlde ağlayan Leyla. Gözlerinde yaş ve korku birbirine karışmış; sanki bu yansıma, gerçeklikten kopmuş, perişan bir siluetti. Ona bakarken, tüm bu olanların suçlusu oymuş gibi bir nefret doldu içime.

“Bana böyle bakamazsın,” diye fısıldadım. Sesim, çatlamış bir aynadan yansıyan yankı kadar kesik ve soğuktu. Ben onun korkusu değildim; en azından yalnızca bu değildim. Ben onun en güzel hâliydim, tüm o maskelerin altında saklanan, kırılmayan parçasıydım.

Ama o, dizlerinin üzerinde yalnızca yalvarıyordu. Ve ben, içimde yükselen bu karanlıkla, Leyla’nın gözlerinde korkunun yerini alacak bir şeyi bekliyordum.

O beni, bizi kabul edene kadar burada olacaktım.

Burnumdan akan kan damlaları, yere düşerken yankılanan bir saate dönüşüyordu; tik, tak, tik, tak. Leyla’nın gözyaşlarıyla aynı ritimdeydi. Aynanın çerçevesinde buluşmak için sürünen kan ve yaş, içimdeki sınırları silikleştiriyordu. Diğer tüm benlikler, zihnimin derinliklerinden çığlıklar atıyor, ölümün adını fısıldıyorlardı. Aptallardı hepsi. Kontrolü ele geçiremeyen, korkularına yenik düşen zavallılar. Biraz kan kaybı ya da kalbin birkaç teklemesi; bunlar beni yolumdan döndüremezdi. İzin vermezdim.

Bedenimi dik tutmaya çalışırken, içimdeki ağırlık kemiklerimi kıracak kadar güçlüydü. Dizlerimden geçen titreme, korkunun mu yoksa öfkenin mi eseri bilmiyordum. Parmak uçlarım uyuşmuştu; sıkıca kapattığım yumruklarım, tırnaklarımın avuçlarıma battığını hissetmiyordu bile.

Leyla’nın yaşlı gözleri, yerden kalkıp doğrudan yüzüme kilitlendiğinde, sanki içimi okuyormuş gibi bir dehşet çöktü üzerime. O bakış; kırılgan ama ölümcül. En gizli düşüncelerimi, saklı arzularımı, tüm o çarpık gerçekliği görüyordu. Bir anlığına sarsıldım, nefesim kesildi. Geriye sendeledim. Parmaklarım aynanın kenarına tutunmaya çalıştı ama kaydı, avuçlarımda kalan yalnızca kanın yapışkanlığıydı.

İpin kopmasıyla birlikte içimde bir şeyler çözüldü; sanki yıllardır sıkıca düğümlenmiş bir sırrın gevşemesi gibi. Parmak uçlarımda bir ürperti gezindi, avuçlarım titredi. Leyla’nın gözlerindeki acı, kendi içimde yankılanıyordu. Bir anlığına gerçekliği mi yitiriyordum yoksa zaten hiçbir zaman tam anlamıyla sahip olmamış mıydım, bilemedim.

“Acımanın sana bir faydası yok,” dedim, ama bu sözler kimin ağzından döküldü, kestiremiyordum. Sözler karanlık bir mağaradan yankılanmış gibi geldi, soğuk ve sert. Leyla’nın göz bebekleri büyüdü, hafifçe geri çekildi. O hareketi ben de içgüdüsel olarak yineledim; geri adım atan hangimizdi?

Leyla’nın dudakları tekrar aralandı ama bu kez bir kelime çıkmadı. Sadece bakıyordu, gözlerinde çaresizlik ve öfke birbirine dolanmıştı. O bakış içime işlemişti. Adımlarımı atarken dizlerimdeki titreme daha da belirginleşti. Aynanın önünde tekrar durdum, kendi yansımama baktım.

Ama orada ben yoktum. Leyla vardı; gözlerimdeki kırılganlık ve korkuyla. Ya da belki de orada ben vardım ve Leyla’nın gözlerinden kendime bakıyordum.

Göğsümden çıkan düzensiz nefesleri sakinleştirmeye çalışırken, usulca eğildim. Ayna ile aramızda kalan mesafe yok denecek kadar azdı. “Kendine acımayı bırak,” diye fısıldadım. Gözlerimiz birbirine kenetlendi; hangimiz söylemişti, bilmiyordum.

Elim masadaki telefona uzandı; hareketim düşüncelerimden bağımsızdı. Sanki kontrol dışı bir refleksle telefonu kavradım ve aynaya doğru tüm gücümle fırlattım. Camın çatırdayarak kırılması, bir çığlık gibi odayı doldurdu. Parçalar yere dağıldığında, kırıkların her birinde Leyla’nın ve benim suretim bölünmüştü. Kırık cam parçalarına bakarken, içimde yükselen öfkenin susturulamaz bir şeye dönüştüğünü hissettim.

Sebebini biliyordum. Yıllardır her hafta aldığım zehir, zihni dengesiz hale getirmişti. Özgürlüğüm onunla sağlanmıştı. Leyla'yı bu denli çökertmeseydim eğer kontrolü ebediyen almam zorlaşacaktı. Ancak şimdi tüm zehir yalnızca zihinde değil bedende de etkisini gösteriyordu.

Öfkem, mantığımı zorlarken ellerimi saç diplerime gitti. Peruğu çıkarmak, kaşındıran hissinden kurtulmak istedim. Yapmadım. Avucumu alnıma vurup “kendine gel Vega.” diye mırıldandım. Eğer peruğu çıkartırsam Leyla’dan ne farkım kalacaktı.

Göz ucuyla Leyla’ya baktım. Titrek bir şekilde hareket ettiğini gördüm. Bana doğru bir adım atmaya çalışıyordu, ama o adımda bir kararsızlık vardı. Sanki ileriye uzanmak isterken geri çekiliyordu. Bu bile beni çıldırttı. Yerden büyük bir ayna parçasını aldım.

Yerde, aynanın iskeletine tutunmaya çalışan parçasında ve elimde. Leyla’nın onlarca gözü, göz bebeğinden yoksunca bana bakarken. “Uslu dur.” dedim. Çenemi öyle sert sıkıyordum ki sesimin çıkmasına şaşırdım. Parmaklarım kırık parçaya baskı uyguluyor, yavaş yavaş kesilen etimin sesini duyacakmışım gibi hissediyordum.

“Ben deli değilim.” dedi. Sesi, sesimden daha zayıftı. Aynayı yüzüme yaklaştırıp “değilsin.” dedim.

Bana inanmıyordu. Beni, kendisi zannediyor onun gibi yalan söylediğimi düşünüyordu. Eğer bunu düşünürse delirirdi. Çünkü ben o olmanın ucundan bile geçmiyordum. Ben, onun siyahı değildim. Bir parçası ya da bütünü değildim. O birdi ve ben de birdim.

Dilim, kurumuş alt dudağımda yavaş yavaş gezindi. Konuşmak için acele etmedim. Leyla ise tutuşmayı bekleyen paniğiyle bana bakıyordu.

“Şimdi söyle bana Leyla. Sence, burayı kan gölüne çevirip polisler mi haber vereyim yoksa bir anlaşma yapalım mı?” dedim. Leyla, yüzünü elleri arasına gömmüş beni dinlerken bastıra bastıra söylediğim kan gölü kelimesinde başını kaldırmıştı.

Şaşkınlıkla bana bakarken neyden bahsettiğimi anladı. Önce ellerine baktı. Sonra bir silik yansıma gibi bakışları aşağıya bedenine düştü. Çıplaktı. Tüm duygularını üstüne bir kefen gibi giyip bedenini elleriyle gizlemeye çalışırken kahkaha attım. “Sen.” sesi tek nefeslikti. Söyledi ve bitti. Başımı onu onaylayarak salladım.

“Onun üstüne çok gidiyorsun Guguk Kuşu.” Tok ve kesin ses kitapevini doldurduğunda iç çektim. Bedenlerimiz arasında adımlar vardı ama bir iç çekişle kokusunun bana ulaşacağına inandım. Arkamı dönmedim. Gelişini ise hiç yadırgamadım. Büyük cüssesi, gölgemin üstüne çullandığında eldivenli eli, elimin üstünde durdu.

“Bu gösteri ona mı?” diye tekrar konuştu.

“Hayır.” dedim. Parmaklarımdan kan akmış, bir kısmı aynanın parçalandığı yerlerden geçmişti. Eli, hem benim elimi hem aynayı saklayabilecek büyüklükteydi. Elimin üstünde dururken parmakları parmaklarımı okşadı, kısa, çok kısa bir an ardından ufak bir hareketle ayna parçasını çevirdi. Artık görünüşte ben ve Leyla yoktu. Benim koyu yeşil gözlerimin tam tepesinde dikilmiş mavilikleri vardı. İkimizin ardında kalan Leyla’nın görüntüsü ise silikleşmeye başlamıştı.

“Kime?” dedi. Kelimeleri, gözlerinde var oldu. “Baş komisere.” dediğimde başımı biraz kaldırdım. Sözlerimle koyulaşan göz bebeklerinin odağı benden çekilmeden “anlat.” dedi. Yüzümde mimik oynamadan, gözlerimi bir kez bile kırpmadan konuşmaya başladım.

“Burada bir arbede yaşatacağım. Sonra da onu arayıp yardım isteyeceğim.” dedim. Sözlerim bitmişti ki “hedef şaşırtmak için.” dedi. Başımı hafif eğip, onu onaylarken “ve Leyla’yı delirtmek için.” dedim, başımı kaldırmış gözlerinin içine bakıyordum.

“Senin için yapabilirim.” dedi. Maskeli yüzü, saçlarımın arasına karıştı. Maskesi olmasa, dudaklarının kulağıma değdiğini hissederdim.

“Lütfen.” Sesim bir iniltiden farksızdı.

Boğazının titrediğini, gülüşünü bastırdığını duydum. Tüylerim diken diken olurken ona dönme ihtiyacı duydum. Büyük eli, belimi kavrarken hareket etmemi engelledi. Baş parmağı bel boşluğumda gezindi. O rotasını buldu ben rotasında kayboldum. Ta ki elini çekene kadar. Bacağında bıçaklarını koyduğu kemerde küçük bir cep vardı. Benim için olan. Benim zehrimi içinde taşıdığı, hep yanında olan.

Şişeyi, parmaklarının arasında tutup dibini üstüne çıkarmak için salladı.

Senelerdir içtiğim zehre baktım. Bulanık su gibi görünüyordu. Kokusu çok ağırdı. O ağırlığı hem ben hem Leyla tanıyabiliyorduk.

“Bundan nefret ediyorum Guguk Kuşu.” dediğinde baş parmağıyla mantar tıpayı açmıştı. Bir eli hala elimin üstünde, bakışlarımız aynada birbirine kenetliydi.

“Ama yapacaksın. Çünkü beni istiyorsun.” kelimelerim kendinden emin çıktı. Çatılmış kaşlarımın altında yeşillerim koyulaştı. Sırtımı, gövdesine yasladım. Sırtım, varlığıyla karıncalanırken kalçamı ona daha sert yasladım. Başını geriye atıp derin bir nefes aldığında onunla birlikte benimde göğsüm yükseldi.

Boğazından dökülen derin nefes, ensemde sıcak bir dalga gibi yayıldı. Parmakları şişeyi dudaklarıma yaklaştırırken bakışlarımız hâlâ aynada birbirine kenetliydi. Bir an tereddüt ettiğini hissettim, ama ne onun eli titredi ne de benim. Dudaklarımı araladım, bulanık sıvı dilime değdiğinde tanıdık bir acılık yanaklarıma yayıldı.

"Dayan." dedi, sesi tok ve iğneleyici. Boğazımda bir ateş yanarken kelimelerimi yutkundum. Şişeyi çekip mantarını tekrar kapattı. Kemerine geri yerleştirirken boşta kalan eli saçlarımın arasına süzüldü.

"Başkomiser ne zaman gelir?" diye sorduğunda sesindeki sabırsızlık gizlenemeyecek kadar keskindi.

"Az kaldı." dedim. Bakışlarımı aynadan çekip kırık cam parçalarına odaklandım. Kitapevine gelmeden önce başkomiseri arayıp konuşmak istediğimi söylemiştim. Bana birkaç saat içinde burada olacağını söylemesi üzerine gerçekten de birkaç saat geçmişti.

"Eğer planın işe yaramazsa…" diye mırıldandı. Tehdidi tamamlama gereği duymadı. Parmakları saç diplerimde hafifçe gerildi. Beni değil, onları tehdit ediyordu.

"Yarayacak." dedim. Her kelimem taş gibi ağırdı. "Leyla zaten sınırda. Bir kıvılcım yeter."

Arkamda, maskesinin ardındaki gülüşü hissedebiliyordum. Beni daha da kendine çekip başını boynuma yaklaştırdı. Maskenin soğuk kenarı tenime değdiğinde tüylerim ürperdi.

"Bu kadar keyif aldığını bilmiyordum." dediğinde, sesi bir sır gibi tenimde dolaştı.

"Senin kadar değil." diye karşılık verdim. Gülüşü karanlık bir mırıltıya dönüştü.

Dışarıda yankılanan adımlar, her biri sonu belli bir trajedinin başlangıcı gibi ağır ve kararlıydı. Başkomiser yaklaşıyordu. Biz ise tek kelime etmeden, yıllardır ezberlediğimiz bir dansın figürleri gibi hareket ettik. Büyük eli belimden çekilirken, parmaklarının sıcaklığı yerini soğuk bir boşluğa bıraktı. Bir an, sanki o sıcaklığı geri ister gibi kıpırdandım ama aynı anda bıçağının metalik parıltısını gördüm.

“Bunu sana yapmak beni deli ediyor. Bunu sana başkasının yapabileceği düşüncesi ise herkesi öldürmek istememe sebep oluyor.” Sesinde bir uğultu vardı; öfke, pişmanlık ve arsız bir sahipleniş. Gözlerinin maviliği, denizin en karanlık noktası gibi dipsizdi.

Bıçağı, az önce parmaklarının gezindiği yere sapladığında nefesim kesildi. Göğsüm ileri savruldu, dizlerimden güç çekildi. Bir an için başım geriye düştü, dişlerimden kaçan iniltinin çaresizliği duvarlara çarpıp geri döndü. Kalbim, kaburgalarımı parçalayacak kadar hızlı ve sert atarken ayakta kalmaya çalıştım. Parmaklarım, onun elinden kayıp kırık aynanın kenarına tutundu. Camın keskinliği, zaten akmakta olan kanıma bir yenisini ekledi.

O ise soğukkanlı bir yırtıcı gibi bıçağı geri çekti. Parmaklarından sıyrılan aynayı yere atarken cam kırıklarının çıkardığı ses, buz gibi bir melodiye dönüştü. Beni tam karşısına aldı. Göğsüm, onun sert gövdesine yaslandığında neredeyse güvenli bir yerdeymişim gibi bir yanılgıya kapıldım. O ise bıçağını kabzasına yerleştirirken bakışları bir an bile benden ayrılmadı.

Göz kapaklarım ağırlaşırken kapanmamak için direndim. Son gördüğüm şey, çenesine kadar kaldırdığı kar maskesiydi. Beyaz teni, gölgelerde bile aydınlık kalmayı başaran temiz çene hattı ve soluk dudakları. Parmaklarım istemsizce hareket etti, zayıf ama kararlı bir şekilde göğsüne yaslandı.

Dudakları oynadı. Ne dediğini anlayamadım. Kulaklarımda uğuldayan sessizlik, kelimeleri yuttu. Bir şey söylemek için dudaklarımı araladım ama o, kelimelere izin vermedi. Soluk dudakları, kansız dudaklarıma değdiğinde zaman durdu. Canımı, kanayan yaradan değil de sanki o dudaklardan almak ister gibi acımasızca ve bir o kadar da sahiplenerek öptü beni.

Ellerimin titremesine aldırmayıp “git.” dedim. Dışarıdaki hareketlenmelerin hangisi başkomisere aitti artık emin değilim. Bedenimi bir adım ondan uzaklaştırdım. Dengemi koruyamıyordum. Düşeceğimi zannettim. Ayaklarıma lanet okurken cam kırıkları dengemi korumamı zorlaştırıyordu. Bedenimi kavrayan ellerle dengemi korumamı sağladı. Belimden ve bacaklarımdan tutup beni havaya kaldırdı. Elleri açık yarama değmemek için özen göstermişti.

Bıçağı ne kadar derine soktu emin değilim ama beni öldürtmeyeceğine emindim. Hiç sorgulamadan beni kaldırmasına sonra ise cam kırıklarının üzerine bırakmasına izin verdim. Kanım, tüm kırıkların etrafına yayılmış, etrafta kızıl yansımalar oluşmuştu.

“Senin için.” Diz çökmüş, bedenime özenle yerleştirişine bakıyordu. Elleri, peruğumu kavradı. Kısa, siyah peruğu çıkartırken dikkatli davrandığını görebiliyordum.

“Daima gelirim.” Bir elinde peruğu tutarken boşta kalan eliyle maskesinin ucundan tutup, yüzünü karanlığa gömdü.

“Senin için.” Büyük eli çenemi kavradı. Parmakları yüzümün her santimine değmeye çalışıyordu.

“Daima.” dediğinde gözümün önündeki saç tutamını kenara çekti.

Tüm söylediklerinin yanında hiçbir şey diyemedim. Ayağa kalkıp karanlığa karışırken onu göremedim. Kapı açılıp, bir manzaranın güneşi olmadan önce “Vega” dediğini duydum. Kalbim son kez çırpıntı ve durdu.

“Leyla.” Adım sesleri, sessizliği bastırdı. Cevap vermedim. Veremeyeceğimden değil de ismimin bu olmayışındandı.

Bir kez daha “Leyla.” dediğini duymuştum ki kan yolunu takip etmiş gibi beni bulmuş “Leyla!” diye bağırmıştı. Tedirginliğine aralık tutmakta zorlandığım gözlerimle görebiliyordum. Yanıma diz çöktü. Eli, şahdamarımı buldu. Boştaki eliyle telsizine uzandı ve anons geçti.

Başkomiserin sesi, sert ve aceleciydi. Telsizden yükselen cızırtılar arasında “Acil destek. Yaralı var!” dediğini duydum. Parmağını şahdamarımda tutarken nabzımı sayıyor, bir yandan da nefes alışverişimi kontrol ediyordu. Boştaki eli, usulca yanağımda gezindi. Bir anlığına soğuk parmaklarının sıcağı, zehrin buz gibi etkisini bastırır gibi oldu.

“Dayan, Leyla.” dedi. Sesi, emreden ama aynı zamanda yalvaran bir tondaydı. Gözlerimi tamamen kapatmamak için çabalarken başımı hafifçe ona çevirdim. Dudaklarım aralandı ama kelimeler çıkmadı. Yutkunurken boğazımda kalan bakır tadı, sanki sesimi de kesmişti.

Kanayan yarama bastırdığında istemsizce inledim. Gözlerimi kırpıştırırken onun kaşlarının çatıldığını, gözlerinde gitgide koyulaşan öfkeyi fark ettim. “Kim yaptı bunu?” diye sordu, sesi tehditkârdı. Beni koridorun ucunda bekleyen gölgelerden sakınır gibi üzerime eğildi.

Cevap vermeye çalıştım ama dudaklarımdan yalnızca kesik bir nefes döküldü. O an, parmaklarının titrediğini hissettim. Sanki kontrolünü kaybetmemek için kendisiyle savaşıyordu.

“Zanaatçı.” dudaklarımdan zor bela çıkardığım isim kısa bir an acımı hafifletti. Timuçin açılmış gözleri. Duyduklarından emin olmak için çatılan kaşları ve nereye koyacağını bilemediği halleri keyif vericiydi.

Bilincim kapanmadan tüm bunları düşündüm. Bayılmak, kontrolü Leyla’ya verebilirdi. Kontrole geçemeyecek kadar aklı karışmış, algıları bozulmuştu. Yine de ana benlik oydu. Bir şekilde beni bir hayal, bir rüya zannedebilir ve kontrolü alabilirdi. Benlikte hakimiyetimi güçlendirmek için beklememiştim.

Bekleyemezdim. Böyle bir lüksüm yoktu.

Ok, yaydan çıkmıştı ve ben kasırgayı güçlü tutmalıydım.

Timuçin, olay yerini çağırdı. Yaraya bir şeyle baskı yaptığını hissediyordum. Acı ise düşüncelerimle uyuşuyordu.

Leyla'nın her yaşından parçalar taşıyan benlikleri vardı. Farkındalık ise en güçlü biçimde bendeydi. Bu yüzden geri kalan tüm benlikleri öğrenmeleri onların kontrolünü sıfıra indirgemeliydim. Bunu, Leyla’nın bizden sakladığı sırlar için yapmalıydım.

Çünkü o, ölmemişti. Yaşıyordu ve bize yaklaşıyordu.

Timuçin, kendi toparlayıp telefonuna uzandı. Görüşüm git gide bulanıklaşırken duyduklarımdan da emin değilim. “Agah, Han bulvarının orda bir kitap evi var. Gece Kütüphanesi ismi. Hemen gelmelisin.” dediğin de Timuçin, eli yarama daha sert baskı yaptı.

Bölüm : 04.01.2025 05:48 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...