12. Bölüm

BÖLÜM:9

melinoe
melinoe

Sevgiler ve saygılarla Aziler ve Azizeler...

 

 

 

 

 

BÖLÜM: VEGA

 

Üşüyordum. Karanlık düşüncelerimi üşütüyordu. Zihnimin gerisinde sesleri duyabiliyordum.

Timuçin, birine bağırmak istiyordu ama sesini ben uyanırım diye çıkaramıyordu. Nerede olduğumu bilmiyordum. Yalnızca tüy gibi hafif hissediyordum. Beden bendeydi. Karanlığa çekilip Leyla’ya baktığımda uyuyordu.

“Onu öldürteceğiz, farkında mısın?” dedi. Bedenimin yanında bir hareketlilik hissettim. Bir sandalyenin ayakları yere sürtündü ve bir beden oturdu tüm ağırlığıyla.

“Onu sen öldürteceksin. Hamlelerin çok açık. Ayrıca ben doktorum geri zekâlı.” Ses, çok yakınımdaydı. Agah’ın sesiydi. Timuçin’e karşılık verirken, yanıma oturan oydu.

“Ne sikimden bahsediyorsun sen?” Timuçin, yanımda ki adama saldırmak ister gibiydi. Dişlerini sıkarak konuştuğunu anlamak zor değildi.

“Suyu uzat.” derken Agah, konuşmayı sürdürüyordu: “gluteal kasların üstünden bıçaklanmış. Bilinçli bir darbe olduğuna eminim. Herhangi bir dokuya zarar gelmemiş. Kanama kılcal damarların kesilmesinden kaynaklı. 2 santim daha derin olsaydı zaten otopside olurdu.”

“Seni o-” diye dişlerinin arasından konuşan Timuçin’in sözünü kesti, “küfür etmek için fazla yaşlısın.” tenime değen soğuk ve nemli bir şeyle ürpermiştim. Agah ise konuşurken gülmüştü.

“Şunu doğru düzgün anlat doktor.” Timuçin’in sözleriyle hareket etmeye çalıştım. Ensemden zihnime tırmanan tedirginlik, başını kaldırmış beni seyrediyordu. Etrafı kirpiklerimin arasından görmeye çalıştım. O an yan yatırıldığımı anladım. Saçlarım yüzüme dökülmüş, gördüğüm tek şey boş bir duvardı. İçimden bir ses Agah’ın Leyla’yı getirdiği odada olduğuma inanıyordu. O gün de Leyla bir başına bu odada olduğunu düşünürken saatin camından onu seyrediyordum. Kendi geleceğim zamanı hayal ederken.

“Leyla’nın dediği gibi bunu Zanaatçı yapmış olabilir. Darbe aldığı yer, öldürmez ya da sakat bırakmaz. Bunu yapan kişi, profesyonel olmalı.” Agah hala konuşuyordu ama onun hakkında profesyonel dediği yerde gururla gülümsemek istedim. “Çok kan kaybetmiş. Bu darbeden sonra istese de yürüyemezdi. Yani Leyla’yı kucaklayıp götürmek için mükemmel bir darbe. Sence de öyle değil mi Leyla?” dediğinde başımı kaldıracaktım. Uyanık olduğumu sırtım ona dönükken anlamıştı. Timuçin “Leyla?” diye şaşkınlıkla sorup görüş alanıma girdi.

“Leyla beni duyabiliyor musun?” diye soran ses Timuçin’e aitti ve fazla yakından geliyordu. Gözlerimi açsam her birinin gözbebeklerini iç içe geçmiş gibi göreceğimi düşündüm. Yine de gözlerimi açtım.

“Onu doktora götürmeliydik, dedim sana!” Timuçin bağırırken başımda dikildiğini gördüm. Bir şeyin çarpma sesini duydum. Sonra ufak, çok ufak bir şeyin patlama sesi. O sırada Timuçin çatık kaşlarla ileriye, arkama, Agah’a bakıyordu.

“Hastanede de aynı şeyi yapacaklardı.” Agah’ın sesini duydum. Aynanda kalçama bir şey saplandı. İniltim dudaklarımdan feryat gibi döküldüğümde Timuçin refleksle elimi tuttu.

“Rahatla Leyla, antibiyotik bu.” dedi Agah. Timuçin yanıma diz çöküp, yüzünü yüz hizama getirdiğinde alnına dökülen saçlarının buklelerinin, dalgasını kaybetmiş olduğunu gördüm.

“Seni hastaneye götüremedim. Özür dilerim. Ama, korkma iyi olacaksın.” Timuçin’inin sözleri güven vermek ister gibiydi. Bakışları yüzümden koluma doğru kayarken onu takip ettim. Koluma bir damar yolu açmışlar ve serum tepemde duruyordu. Hiçbirini hissetmemiştim.

Arkamda bir gölge uzandı. Timuçin'e o gölgeye başını kaldırıp baktı. İki adamın arasında duruyordum. Konuşmak için kendimi zorladım “Neler oldu?” Sesim, duyanı rahatsız edecek kadar kalındı.

Neler olduğunu hatırlıyordum. Neler olduğunu Vega olarak hatırlıyordum.

“Bana ne oldu?” Sesimi daha rahat kullanabildiğimde başımı kaldırıp Agah’a bakmaya çalıştım. Sorumla bir omzunu silkip gözlüğünü düzeltti. Bu sefer Timuçin’e döndüm. Ayağa kalmış, alnına dökülen saçlarını geriye itmişti.

“Beni aradın. Kitapevine gelmemi istedin.” dedi. Bedenimi doğrultmaya çalıştım. Basit bir hareketle bedenime yayılan acıyı göz ardı ederek “doğru ya hiç düşünmedim, sen nasıl gelebildin?” dedim. Sesim yavaş yavaş gücünü bulmuştu.

“İşte bu eğlenceli olacak.” Agah, arkamda kıkırdayarak konuştuğunda kaşlarımı çatarak ona döndüm. Hareketlerim, dilime yansıyor acı dişlerimi sızlatıyordu. Agah, iki elini havaya kaldırıp teslim oluyormuş gibi yaparken kaypak gülümsemesi hala yüzündeydi.

Dişlerimi daha çok sıktım. Çene kemiğim ağrıyacaktı, yine de baskıya devam edip konuşmaya çalıştım. Sesim huzursuz, kuru ve acıtıcıydı: “Sen nasıl geldin?

“Ben iyiydim Leyla. Peşinde kimin olduğunu bulmaya çalışıyordum.” dedi.

“Yaralıydın?” sesim, alay doluydu.

“Anlatacağım. Önce iyi olman lazım.” Timuçin, Agah’a döndüğünde “O iyi.” dedi Agah’ta. “Dinlenmeli.”

İkisinden de bir şey öğrenemeyeceğimi fark ettiğimde geri çekildim. Onlar bunu normal karşılarken beni yalnız bırakmak için odadan çıktılar.

Saat sesi seruma karıştığında kendimi tavanı izlerken buldum. Hiçbir şey düşünmedim. Saat aktı, serum ona eşlik etti. Ben ise, tüm benler arasından geçip gittim.

Zihnimin içinde camdan bir satranç tahtası inşa ettim. Her bir taşı uzun tırnaklarımla yonttum. Zamanı geldiğinde yerlerine yerleşmeyi beklemeleri için karanlığa bıraktım. İşte o zaman saat durdu, serum bitti. İki adam odaya geri girdiğinde artık konuşmaya hazırdık.

Ayaklarım soğuk zemine sürterek ilerliyordu. Duvarlara bakmadım. Bedenim koltuğa oturtulurken adamlar bir şeyler konuşuyorlardı. Birisi aç olabileceğimi birisi kahve isteyebileceğimi söylüyordu. Her ikisini de istemiyordum.

Bunu yine de onlara söylemedim. Çıplak ayaklarıma baktım. Soğuktu. Tenim soğukla birleşmiş parmak boğumlarım mor harelere sahip olmuştu. Ayak parmaklarımı büküp zemine tutunmaya, daha çok soğuğu kendime çekmeye çalıştım. Sonra bakışlarım bacaklarıma tırmandı.

Birisi, hem de çok saygısız birisi elbisemi çıkarmıştı. Başımı hızla kaldırıp “kim üstümü değiştirdi?” diye sordum. Sesim tok ve yüksek çıkmıştı. Mutfakta benim sorumla birlikte bana dönen adamlar ilkin birbirlerine baktı. Sanki, birbirlerine sen mi yaptın der gibi bakıyorlardı. İkisi kendi arasında anlaşmış gibi, “sen yaptın?” dedi Timuçin. Söyledikleri bir soru gibi dudaklarından düştü. Agah ise tek kaşı kalkmış, elleriyle tezgaha yaslanmış bir pozisyonda bana bakıyordu.

Ben mi yapmıştım? Hayır, ben böyle bir şey hatırlamıyordum. İkisine de bunu belli etmemek için, “doğru” dedim. Dudaklarımdan yayvan bir şekilde çıkan kelime kendi kendisine tekrarlarken parmaklarım bacaklarımda bir çuval gibi duran eşofmanın kumaşını kavradı.

Parmaklarımda kesikler vardı. Evet, bunu hatırlıyorum. Leyla, kapının önünde yaşadığı korkuyla bedeni bana verdiğinde, buraya gelene kadar her şeyde ben vardım.

Leyla, bedenine geri gelmek için bana yalvarsa da bu mümkün olmamıştı. Ona izin vermemiştim. Kitapevinde yaşadığımız kavgayı da hatırlıyordum.

Düşün Vega dedim kendi kendime. Düşün, kontrolü birine verip vermediğini düşün. Kontrol bendeyken asla yataktan kalkmazdım. O iki adama da sergileyeceğim oyunu düşünürdüm. Kontrol Leyla’da olsa bu iki adam durumu hemen anlardı çünkü evden kaçmaya çalışırdı.

Düşün Vega, kim bir yansıma olmadan kontrolü ele aldı.

Üstümde, bol bir kazak ve eşofman vardı. Bunlar ne benim ne de Leyla’nın tarzı değildi. Ayrıca ikisi de gri rengindeydi. İkimizde belli renk skalasında giyinirdik. Ölüyorken bile, bir elbise tercih edecek olan iki bilinci kim ele geçirip bu zevksiz şeyleri giydirmiş olabilirdi ki.

Önüme bir bardak bırakıldı. Bardak ağzına kadar doldurulmuş, masaya konulduğun da tak diye ses çıkarmıştı.

Tak. 

Sert bir cismin sert bir cisme çarpma sesi.

Tak. 

Sert bir cismin yumuşak bir cisme çarpma sesi.

Ses kafamın içinde tekrar etti. Sonra bir kez daha, bir kez daha ve bir kez daha. Her seferinde daha keskin bir hal aldı. Sanki, bir deriyi düşen kemer sesi gibi.

Ellerim kahve fincanına uzanmaya çalıştı. Masa ve bedenim arasında kilometreler varmış ve benim kollarım kesilmiş gibi o fincana uzanamadım. Öylece kaldım.

Timuçin yanıma oturmuş Leyla diye seslenirken bile ben o fincana uzanamadım.

Ellerim, masayla aramda kalırken dişimle alt dudağımı parçalıyordum. Timuçin bir kez daha Leyla dediğinde dudağımdaki bir parça deriyi koparttım.

“Sana aç olabileceğini söylemiştim.” dedi bu sefer Timuçin kendinden emin bir sesle. Bunu Agah’a söylüyordu. Benim, kahveyi karnım aç olduğu için içmediğimi düşünüyordu. Ama her şey bundan fazlasıydı. Burada benliklerin bir kutu kadar olan zihne sığma çabası vardı.

Dudağımdan yayılan kan, dilimin ucuna geldiğinde o anı hatırladım.

Kafamı kaldırdım. Dilimle, dudağımdaki kanı temizledim. Bir tıslama gibi o isim dökül “Eflatun.”

Ondan başkası olamazdı. En sessiz olanımız oydu. Kontrol bendeyken dahi sinsi sinsi benliğe girebilecek kişi oydu. Leyla’nın yedi yaşında ilk yarattığı bilinç oydu. Timuçin’le arkadaş olan oydu.

Ben uyurken bu basit kıyafetleri, sırf çocuklar elbise giymemeli düşüncesinden yerinden kalkıp üstünü izinsizce değiştirebilecek kişi oydu.

Timuçin, kafasını görüş alanıma sokarak “bir şey mi dedin” diye sorduğunda kendimi toparlamaya çalıştım.

“Eflatun dedim. Bana seslendiğin ismimdi. Bana ilk bunu anlat.” diyerek durumu kurtarmaya çalıştım. Kahveye uzanıp, parmaklarımı tüm fincana sarmaladım. Hatta o lanet bardağı o kadar sıktım da kırılabilseydi eğer kırılırdı.

Kahve için Agah’a döndüğümde bana baktığını fark ettim. Gözlükleri her zamanki gibi burnunun ucuna düşmüş. Ensesinde bağladığı saçlarından birkaç tutam özgür kalmıştı. Ancak şimdi üstüne baktığımda bir takım giydiğini fark edebildim. Siyah ya da lacivert üstünde biraz bol kalan bir takımdı. Birkaç düğmesi açıktı ve ceketinin cebinde bir kalem vardı. Elinde tuttuğu fincanı bana doğru kaldırıp gülümsediğinde ona karılık vermeden Timuçin’e döndüm.

Onun bu ifadesinden biraz daha rahatlayıp, kafamın içindeki Eflatun’un küçük, yaralı bedenini en karanlık köşelere saklamıştım.

Timuçin'e döndüğümde ise bir elinde kahvesi, bir eli ise yine ensesine gitmiş, kaşırken “o konu biraz karışık, Eflatun” diyerek kelimelerin her birini uzatarak söylemişti. Kullandığı ismi görmezden gelmeye çalışarak ifadesine baktım.

Kendi sıkışmış hissettiği iki anda da ensesini kaşımıştı. Belki de kendini mahcup hissediyordu. Ancak, yalnız kalınan bir ortamda kendini salıvermiş, araya samimiyet sıkıştırmaya çalışıyordu. Bunu agah ya da bir başkası yapsa inanmayabilirdim ama Timuçin bir nedenden ötürü her şeyi anlatabilmek için samimiyet arıyor gibiydi. O sebep geçmişimizde olabilirdi. Hani, bana ait olmayan o geçmiş.

“Merak ediyorum.” derken ortama uyum sağlamaya çalışarak onun gibi harfleri uzattım.

“Çocukluğuna dair ne hatırlıyorsun?” diye sordu. Kahve fincanını masaya bırakmıştı. Kalçasını bana doğru döndürdü. Bir bacağını koltuğun üstüne koyup, içe doğru çektiğinde diğer bacağı yere basıyordu. Koltukta ki ayağı, yastıklara değmiyor, ayağından çıkarmadığı botunun bağcıkları gevşemiş bir şekilde sallanıyordu.

“Pek bir şey değil.” dediğimde yalan söylememiştim. Benim çocukluğum hiç olmadı. Leyla, çocukluğunda yaşadıklarından ötürü zihni Eflatun’u yaratmıştı. Annesini hep sevdiği, annesini seven o çocuğu. Ancak Eflatun, annesine karşı Leyla’ya o kadar çok savunma yapmıştı zihninde ki bölünme beni var etmişi. Bunu hatırlıyordum. Eflatun’u dizginlemek, annesinin ona karşı yaptığı her darbeyi benim yememi sağlamıştı.

Leyla'nın zihninde yankılanan o kemer sesi, asla Eflatun’un anıları olmamıştı. Bizzat, Eflatun şımarık bir çocuk gibi o kemeri elinde gelişi güzel benim sırtıma sallayan kişiydi.

“Biraz düşünmeye çalış.” derken Timuçin yerinde rahatsız olmuş gibi sallanmıştı.

“Küçükken...” dedim yalancı bir düşüncenin bekleyişiyle.

Aynı zihinde birçok kadındık. Birbirimizin hikayelerini dinlemiş yaşamıştık. Timuçin’in konuyu nereye çekmeye çalıştığını anlıyordum. O kısımları hatırlıyorum; benim henüz bir yarıkta, varlığa geldiğim zamanlardı. Zihnin bölünmüş travmalarından kendi benliğimi bulduğum zamanlardı.

“... annem beni başka çocuklarla oynamam için bir yere götürürdü. En eski hatırladığım şey bu.” dedim.

Ben Leyla gibi yalan söylemezdim. Gerçekten de annesi Leyla’yı bir yere götürüyordu. Çoğunlukla karanlığın hâkim olduğu bir yerdi. Orada Timuçin’inde olduğu biliyorum. Biz ilk orada tanışmıştık. İlk anım bu değildi ama Timuçin’in istediği buydu.

“Oraya dair hiç anın var mı?” diye sordu. Sonra devam etti “yani orada ki çocukları hatırlıyor musun?” sesi, cevabımdan korkar gibiydi.

“Bir çocuk vardı. Biz ebelemece oynuyorduk. O gün beni ebelemek isterken yere düştü. Dizi çok kanamıştı.” dedim. Elimdeki fincan, sıcaklığını elimle paylaşırken üşüyüverdi.

“Saçları hep asker tıraşıydı. Kısa kısaydı. Galiba ona kirpi diyordum. Ah, evet” büyük bir coşkuyla devam ettim, “evet ona kirpi diyordum.”

Timuçin'de benim gibi heyecanlı bir sesle “sonra” dedi.

Kaşlarımı çattım. Bakışlarım bir ritimle sallanan bacağında ve bir ipi diğerinden uzun kalan bağcıklarındaydı. Karşımda ki adama her ne kadar sinir oluyor, belki de biraz aptal olduğunu düşünüyor olsam da o an ki heyecanı cidden Eflatun’u bilince çekip anılarını anlatmasını isteyecek bir dürtü uyandırmıştı bende.

“İnat etmişti. O da bana bir isim bulmakta inat etmişti.” gerçekten böyle mi oldu, emin değildim. Tek düşüncem, hatıralarda o çocuğu mutlu edecek anılar bulmaktı.

“Sonra sana gelip Eflatun dedi değil mi? Annenden duymuştu bu ismi çünkü.” dediğinde Timuçin ağzım bir karış açıldı.

Ancak Leyla ya da Eflatun’un “kirpi” dediği çocuğun büyüyüp başkomiser Timuçin olmasından kaynaklı değildi. Şaşırdım çünkü anıyı tam on ikiden vurmuştum. Onun için hedefi o kadar yakınlaştırmıştım ki tam on ikiden vurması aslında şaşılacak olmamalıydı.

Timuçin, benim şaşkınlığımla gülümserken “seni ebeledim Eflatun” dedi.

Parmaklarımı kahve fincanından çektim. Özgür kalan fincan yere düşerken bedenim bir ok gibi ileri fırladı. Bir anlık gelişen olayla Timuçin’e yerinden kalktığında bana yardım etmek için uzandı.

“Hayır dur.” diyerek elimle onu olduğu yerde kalmasını söyledim.

“Yani sen, kirpisin öyle mi?” diye bir şaşkınlıkla ona sorarken Agah öylece bizi seyrediyordu.

Bir sokak arasında 15 tl ye sergilenen bir tiyatro oyunun seyreder gibiydi.

“Evet, benim ama sen iyi misin?” diye ne yapacağını şaşırmış bir halde konuşan Timuçin’e büyük bir adımla yaklaşıp sarıldım. Kollarım boynuna dolanırken o da hiç vakit kaybetmeden belime sarıldı. Elleri, yarama değmemek için özen gösteriyordu. O ana kadar yaramı unutmuştum bile.

“Dikkat et ayağına cam batacak.” demeyi ihmal etmezken belimde ki tutuşu sıkılaştı.

Yalnızca sarılıyordum. Başım, omzunun üstünde bir askı gibi duruyor ilk onun ellerini çekmesini bekliyordum.

Bakışlarım tam karşıdaydı. Amerikan mutfağın duvarını salona bağladığı yerde duran pencereye bakıyordum. Bir gözün sığmayacağı, perdeden açık kalan yansımamıza bakıyordum.

Timuçin'in bedeni bedenimi örterken, sırtına yaslı duran ellerime bakıyordum. O camın yansımasında önümde put gibi duran bir Leyla vardı. Elleriyle ağzını kapatmış, gövdesi Timuçin’in sırtına yansıyordu.

Onu gördüğümü fark ettiğinde kızarmış gözlerini gözlerime dikti. Yalvarış vardı, öfke, çaresizlik vardı o gözlerde. Ellerini ağzından çekip, iki yanına düşürdüğünde lütfen dediğini anlayabilmiştim. Dudakları birkaç saniyeliğine kıpırdamış bana yalvarmıştı.

İnan bana, bende sana çok yalvarmıştım.

Timuçin, bedenini geri çekerken bende bakışlarımı Leyla’dan çektim.

“O gün evde ben olduğumu anlamanı çok istemiştim.” diye bir itirafta bulundu Timuçin.

“Sen o gün benim kitabımı çaldın.” diye dışardan bakıldığında yalancı bir kızgınlıkla. Ancak cidden kızgındım bu konuda.

“Öyle bir şey olmuş olabilir” derken gülümsedi.

“Kitabımı istiyorum.” dedim.

“Kitaplarını paylaşmanı öneririm Eflatun. Yoksa çok üzülürsün.” dediğinde kollarımı göğsümde bağladım.

“A ah, nedenmiş o?” dediğimde kaşlarımı da çatıyordum artık.

“Sonuçta bir kitapevin var.” demişti.

“Evet ama sonuçta orada kitaplarımı geri getiriyorlar.” Dedim.

Timuçin, belimden tutup, beni koltuğa oturturken “ne yapıyorsun” diye bir ses çıktı dudaklarımdan. Buna ses denmezdi, resmen ciyaklamıştım.

“Daha fazla bir yerlerini kesmeni engelliyorum. Ayrıca kitabını da geri getireceğim.” diye bir savunma yaptı Timuçin.

Sırtımı, koltuğun yan kısmına dayayıp, bacaklarımı da kendime çektim. Kollarımla bacaklarıma sarılırken çenemi de dizlerime yasladım.

“Hangi kitabı almıştın?” diye sordum.

Bir süredir bizi izleyen Agah bile konuşmaya katılmıştı. “İşte bunu bende merak ettim.” dedi.

“Sezai Karakoç’un Armağan kitabıydı.” dedi. Yine aynı hareketi yapmıştı. Elini ensesi atmış, birkaç kere ovuşturmuştu.

“Neden?” dedim bir merakla.

“Sezai Bey ile tanıştıktan sonra ilgimi çekti kitap.” dediğinde bir bahaneye sığındığını anlamıştım. Yine de sanki böyle değilmiş gibi;

“Yalan söyleme, kitapta ki bir cümle zamanında çok popüler olmuştu.” dedim.

“Bir an yüzümüz gülmez şu karanlık çağ yüzünden.” dediğinde Agah, ağzım açık bir şekilde ona döndüm.

“Biliyorsun.” dedim gözlerimi bir suçluyu yakalamış gibi kısarken.

“Timuçin hariç hepimiz biliyoruz bu sözü.” dedi, alaycı bir sesle.

“Senin gibi kitap kurdu değiliz diye hiç bok atma.” deyip, cebinden cüzdanını çıkardı. Bir an ne yaptığını anlamazken, cüzdanını açıp, “başkomiserim ben başkomiser.” dediğinde yapamadım, dudaklarımı birbirine kenetleyemedim ve gülmeye başladım.

Cüzdanını kapatıp cebine geri koydu.

“Bürodakiler bahsederken duymuştum, kitaplıkta görünce bir bakayım dedim de galiba birbirimize ısınamadık Sezai’yle.” dedi Timuçin.

Agah, yerinden kalkerken “piçe bak, askerlik arkadaşından bahsediyor sanki.” dedi. Adımları, Leyla’yı gördüğüm camın oraya gidiyordu. Avuç içlerim terlemeye başladı, onu sanki o camda görecekmiş gibi düşündüğümde avuçlarımı eşofmana dayadım.

“Küfür etmesen.” diye dudaklarımın arasında mırıldandım. Leyla değildim ki ben küfür edeyim. Timuçin, beni duymuş olacak ki “küfürbaz olan kadın bunu diyor.” demişti.

Agah, aramızda ki konuşmayı anlamış, bir çocuğun arkadaşını annesine şikayet eder gibi “o da kendisini Cemal Süreyya zannetmesin.” demiş, omuz silkmişti. Ardından perdeyi, gövdesi cama sığacak kadar açmış, camı da peşi sıra açtıktan sonra cebinden sigara paketi çıkarmıştı.

“Ne alaka?” dedi Timuçin. Agah gibi ayaklanmış, camın önüne gitmişti. Agah’ın elindeki paketi hiç düşünmeden alıp, bir dalda kendisi için çıkardığında “ister misin?” diyerek bana hitaben sormuştu.

Başımı hayır anlamında sallarken, Agah’a sordum: “Cidden Cemal Süreyya ne alaka?”

“Kendi şiir tarzını yarattığı için Cemal Süreyya ona Sezo dermiş.” dedi, alelade bir şeyden bahseder gibi.

“Bunu bilmiyorum.” dedim kendi kendime. O ikisi beni duymadı. Duymalarına da gerek yoktu. Leyla çoktan var gücüyle kendini duyurmak için bağırmıştı.

İki adamın arasında yansımasını görebiliyordum. Ellerini uzatmış, ikisinden biri onu oradan çekip alsın diye uğraşıyordu.

Neden, diye düşündüm. Deli olma düşüncesi hatta bizim olmamızın düşüncesi bu kadar mı korkunçtu? Zamanında bize, kendi özgürlük alanlarımızı tanısa onu hiç zorlamazdık. O bizi istemedi, şimdi biz neden onu isteyelim.

Zamanında Aslan’a tanrıcılık oynadığını söylerken, kendisinin de bunu yaptığını göremeyecek kadar kibirliydi.

Karşımda ki adamlara baktım. Camdan gelen soğuk hava Timuçin’in dalgalı saçlarını kabartmıştı. Dalgaları bozulmuş öylece duruyordu. Üstüne siyah boğazlı kazak geçirmiş, altında yine siyah olan kargo pantolon, paçaları içene soktuğu askeri botları vardı. Hani şu, bağcık uçlarının biri bir diğerinden daha uzun olan. Ayağının birini, diğerinin önüne atmış Agah’la bu sefer Cemal Süreyya hakkında konuşuyorlardı.

Agah ise, Timuçin'e nazaran o omzunu duvara yaslamıştı. Camdan yüzünün bana dönük olmayan yanını görebiliyordum.

Yüzünün bir tarafı bana, diğer tarafı ise Leyla’ya dönüktü.

“Beni neden hastaneye götürmediniz?” diye sordum. Agah'ın iğne yaptığı anı hatırlayarak.

O da konuşmalarını duyduğumu biliyormuşçasına oradan alıp cümlesine öyle devam etti. “Kimlik bilgilerin sisteme düşerse, peşinde olanların seni bulması daha kolay hale gelir.” dedi.

“Leyla, daha iyi hissediyorsan orada olanları anlatır mısın?” diye eşlik etti Timuçin, Agah’ın sözlerinin ardından.

“O gün, sözde karakol günü maskeli bir adam beni izliyordu.” dediğimde amacım işleri daha karmaşık bir hale getirdim.

Zihin ne kadar kaosa gömülürse benlik o kadar kaybolurdu.

İki adamda bana döndüğünde, bakışları eğer düşmanları olsaydım korkmama sebep olurdu. O yüzden onları biraz daha rahatsız etmekten çekinmedim. Sonuçta o gün, kaldırım kenarındaki su birikintisinden Leyla’yı izlemiştim.

“Sen, beni arayıp benzinliğe gitmemi söylediğinde, merdivenlerin uzandığı bir tepe var ya hani, şu etrafı ağaçlık olan açıklık. İşte orada maskeli bir adam beni izliyordu.” Konuşurken, tırnaklarımla parmaklarımın etini çekiştiriyordum. Tıpkı bir suçlu gibi.

“Agah, beni bulduğunda krize girdiğimi söylemişti.” Bakışlarım beni teyit etmesi için ona döndüğünde başını salladı. Ben de devam ettim: “Aslında onun gelip beni avlayacağını düşündüğüm için korkmuştum. Eve dönerken de Aslan’ la tanıştım ve bazı cinayetlerden bahsetti. Her şey üst üste gelmişti.” Sesimi titretmeye çalıştım. “Kitapevini düzenleyip, açılışa hazırlamaya çalışıyordum. Camın arkasından birinin beni izlediğini fark ettim. Ondan öncesinde aslında sana ulaşmak istediğim için aramıştım. Malum yaralı olduğunu düşünüyordum.” dediğimde tek kaşımı kaldırdım. Timuçin, sigarasını söndürürken bir an durup uzamaya başlayan sakalını ovuşturdu.

“O konuyu hiç açma. İnin cinin top oynadığı yerde şerefsizin biri sessiz sessiz arkamdan gelip enseme vurdu bir şeyle. Ayıldığımda da seni aradım.” Burnundan soluyordu bunları söylerken. Birinin gelip ona arkasından saldırması gururuna dokunmuştu galiba.

“Sen, bence o kitabı okuma.” dedim gülüşümü saklamaya çalışırken. O gün, kontrol bende olsaydı kesinlikle oraya giderdim. Ve eğer Timuçin’i yerde baygın görseydim anı ölümsüzleştirmek için fotoğrafını da çekerdim.

Timuçin dediğimi anlamayarak “ne kitabı?” diye sordu.

“Sezai Karakoç diyorum, okuma sen.” dedim.

“O niyeymiş o?” dedi.

“Karakoç’ta cinliymiş. Sen çok cinlilerle uğraşma.” dediğimde kelimeler gülüşümü bastırdığım için boğuk çıkmıştı.

Timuçin, şok olmuş gözlerle bana bakarken “hiç öyle bakma doğruyu söylüyorum.” dedim.

“Karakoç ailesi, Ahmet Sezai daha çok küçükken taşınmışlar. Taşındıkları ev ise mahalleli orasında cinli ev olarak bilinirmiş. Bir gece küçük Sezai, evde elbiseler giymiş cinlerin olduğunu ve düğün yaparak gelin götürdüklerini görmüş. Oradan başlamış işte onun mistik kalemi.”

Anlattıklarım iki adamında şaşkınlık içinde beni dinlemesini sağlamıştı. Öyle ki ikisi de uslu birer öğrenci gibi ben konuşmayı bitirdikten sonra anladıklarını belli etmek için başlarını sallamıştı.

Durumdan ilk kurtulan Agah oldu. “Deli birken iki oldu.” diye ağzının içinde geveledi.

“Boş verin şimdi ini cini. Durum bu ciddi bir yaralanma söz konusu değil. Sen anlatmaya devam et Leyla.” dediğinde elini kaldırıp hadi der gibi bana uzattı. Az önce söylediklerimden rahatsız olduğu belliydi. Yine de ona uyup anlatmaya devam ettim. Kalbim hızlanmaya, ensem terlemeye başlarken üstümdeki bol kıyafetler dar gelmeye başlamıştı. Heyecanlanıyordum. Senelerdir hazırladığım planım artık başlıyordu.

“Dediğim gibi kitapevinde izlendiğimi fark ettim. Çıkmak için hazırlanırken içeri biri girdi. Kim olduğunu göremeden saldırıya uğradım. Kaçmaya çalışırken beni cama vurdu. Yüzü maskeliydi. O adam gibi. Sonrası malum zaten, senin geldiğini görmüş olacak ki kaçıp gitti.” dedim.

“Neden Zanaatçı olduğunu düşündün?” Timuçin bir sigara daha yakarken, çocukluk arkadaşı kimliğinden çıkıp başkomiser olarak karşımda duruyordu.

“Günler birbirine karıştı. Hangi gün bilmiyorum.” Konuşurken belimi tutup geriye yaslanmaya çalıştım. Belimdeki acı kendini gösterirken yüzümü buruşturdum. Bilerek yapmıştım. Bu sayede hangi gün olduğunu odaklanamayacaklar ve sormayacaklardı. Sesim, acıdan kesik kesik çıkarken “biri evime bir kargo gönderdi. İçinde oyuncak bebek vardı. Kırmızı bir kumaşa sarılıydı. O an çok korktum ve evden çıktım. Geri geldiğimde kutunun içinde bebek yoktu.”

Konuşmayı bitirdiğimde Timuçin'in ağzından bir küfür savruldu. Kendini sakinleştirmek için derin bir nefes alıp “o kutuyu almalıyız.” dedi. Sesini ilk defa bu kadar sert duymuştum.

“Tabi.” deyip başımı salladım. Dakikalardır sakince bizi dinleyen Agah, ceketini çıkarmak için yaslandığı duvardan ayrıldı. Ceketini çıkartırken omuzlarının arasına düşen başı, tavandan gelen aydınlatmayla yaşı ortaya çıkmıştı. Neredeyse otuzlarının ortasında görünüyordu. Omuzları genişti ancak ince yapılı bir vücudu vardı. Sporla ilgilenmediğini ama kendine dikkat ettiğini anlayabiliyordum. Ceketini çıkartıp koltuğa attı. Gömleğinin düğmelerini açıp, dirseklerine kadar kıvırdı.

“Aslan kim?” Sorusunu bana bakarak söylememişti. Bakışları yaptığı işine odaklıydı. Yine de ne demek istediğini anladım.

“Aslan Dağdelen.” dedim ismi vurgulayarak.

Kollarını göğsünde birleştirip beni taklit etti. “Aslan Dağdelen.” Ardından gözlüğünü düzeltti. Sesi toktu, alaycı tavrını bir kenara bıraktı. Timuçin'de bunu fark edip Agah’a döndü.

Timuçin sormadan Agah, “konuşuruz.” dediğinde kaşlarım havaya kalktı.

“Bana da anlatın.” dedim net bir şekilde. Ancak Agah’ın o bildiğim gülümseyişi yüzünü kapladığında ve “canım istemiyor” demesinden sonra Leyla’nın hoşuna gitmeyecek bir kozu kullandım.

“Arkadaşımın sevgilisi. Bilmeye hakkım var.” dediğimde yerimde sallanıp Timuçin’e baktım. O ise koltuğa, yanıma doğru gelirken “hay amınakoyayım kaç kişisiniz kafam karıştı artık.” dediğinde kaşlarımı çatıp “düzgün konuş.” diye tısladım. Ani tepkimi beklemiyor olacak ki yerine oturmadan şaşkın gözlerle bana baktı. “Özür di-” diyerek yerine oturacakken “Dileme, dikkat et. İlkini görmezden geldim ama cinsiyetçi küfürlerden hele ki yersiz küfürlerden hiç hoşlanmam. Şimdi, Aslan hakkında ne biliyorsanız bana da anlatın?” dedim. Sesim, ben buradayım diye bağırıyordu. Sesim, benimdi.

“Her karşılaşmamızda daha farklı uyanıyorsun?” Agah’tan gelen konuşmayla ona döndüm. Zihnimin içinde bir hıçkırık sesi yankılandığında Leyla’nın “anladı.” demesi aynanda gerçekleşti. Yüzümdeki ifadeyi koruyarak Leyla’ya “sessiz ol” dedim. Zihnimde dönen konuşmayı bir kenara atıp Agah’a “Konuyu saptırma, cevap istiyorum doktor.” dedim.

Agah’ta Timuçin’in yanına geçti. “Aslan’la bir hastamın münasebeti vardı.” dedi. Oturmuş, dirseklerini uyluklarına yaslamış, gözlüğünün altından bana bakarken “Duyanda ilişkileri vardı sanacak. İntihar eden hastadan bahsetmiyor musun?” Sorumla, ağzı açılmış, gözlüğünü düzeltecekken neredeyse düşürecekti. Elleri birbirine karışırken gözlüğünü düzeltmekten vazgeçip önündeki sehpaya bıraktı.

Leyla'dan hatırladığım, kısa bir anda da kontrolü aldığım salona şimdi Leyla, gözlük camından bakarken ona eşlik ediyordum. Gri L koltuk karşısında ikili siyah bir koltuk vardı. Ben siyah olanda otururken L koltukta Agah’la Timuçin oturuyordu. Ayaklarımın altında kırılan fincan ve masanın altına yayılan kahve duruyordu. Siyah masa tam ortada dururken duvara dayalı bir şömine, etrafa yerleştirilmiş birkaç heykel dışında salon bomboştu. Ne bir halı vardı ne de bir fotoğraf. Kişisel hiçbir şey barındırmıyordu. Leyla, buraya geldiğin de buranın böyle olduğundan emin olmazken düşünceleri kulağımı uğuldatıyordu. Bakışlarımı gözlüğün camından çekmemi sağlayan şey Agah’ın şuursuz kahkahasıydı.

“Mükemmel bir tahmin Leyla Gitmez, mükemmel bir tahmin.” Kahkahası durmuş, kelimelerinin arasında alt dudağını yalamıştı. Kurbanının bacağını özenle kurbanı için pişirip servis eden Lecter’a benziyordu. Böyle bir şeyin var olup olmadığını bilmiyordum, Lecter’ın kim olduğunu bile bilmiyordum. Benim kontrolümdeki zihinde bana ait olmayan bir düşünceyle kalçamın üstünde kıpırdandım. İfademi sabit tutmaya çalışsam da burnum kaşınıyordu.

“Gün ayınca Aslan Bey’e uğrayalım.” dedi Timuçin. Ceketinin iç cebine uzanıp küçük bir defter çıkardı. Gözleri kalem olduğunu düşündüğüm şeyi ararken Agah’ın ceketinde aradığını buldum. İnce metal bir kalemi kapağını çevirerek açtı. Defteri bacağına koyup bir şeyler karalamaya başladı.

“Olay yeri inceleme raporu sabaha çıkar. O sırada Aslan Dağdelen’e bir bakalım. Akşam saatlerine doğru sana uğrayacağım Leyla. Senden o kutuyu alıp incelemeye vermem lazım. Ayrıca evine bakmalıyız, herhangi bir kamera veya dinleme cihazı var mı diye. Ve,” sustu, kendinden hızlı konuşmuştu. Kalem hızla kağıdın üzerine gezerken kapı çaldı. Daha evin içinde zil sesi yayılmadan kapıya vuruldu. Timuçin ve Agah, hızla yerinden kalkarken Timuçin belindeki silahını çıkartmış, Agah ise masadan gözlüğünü alıp yanıma gelmişti.

Timuçin, sessiz adımlarla kapının önüne kadar giderken kapıya bir kez daha vuruldu. Olduğum yerden kımıldamadım. Oturuş pozisyonumdan kaynaklı hem Agah’ı hem kapının önünde delikten bakan Timuçin’i de görebiliyordum.

Timuçin, delikten baktıktan sonra dudaklarının kıpırdadığını gördüm. Silahını beline geri koyup bir hışımla kapıyı açtı. Kapının önünde kimin olduğunu göremiyordum ancak fazla beklememe gerek kalmadı. Timuçin kendi boylarında bir adamın ensesinden tutup salonunun ortasına fırlattığında durumu idrak etmek için gözlerimi kırpıştırdım.

Adam yerinden doğrulmuş “başkomiserim.” derken girişten gelen kadın sesiyle başımı uzatıp bakma ihtiyacı duydum. “En azından yumruk atmadın.”

“Siz burada ne arıyorsunuz?” Timuçin sinirle sormuştu. Kadın, Timuçin’in kapıyı tutan kolunun altından geçmiş, mutfağı aşarak salona, yanımıza doğru gelmişti.

Uzun boyluydu. Ayağındaki askeri botlar bir yana benden uzun görünüyordu. Siyah kargo pantolon, bir bacağında sıkıca bağlanmış kemer ve silahı, uçlarını pantolonun içine soktuğu beyaz gömleği ve onu sıkıca tutan gömlek askılıklarıyla tam karşımda dikildiğinde hala Timuçin’e bakıyordu. Saçlarını tepeden toplamış, kestane rengi saçları beyaz teninde kontrast oluşturuyordu. Ceketini ya da montunu büyük ihtimalle arabada bırakmıştı.

“Sizi özledik başkomiserim.” konuşan kişi, Timuçin tarafından içeriye fırlatılan adamdı. Kafası üç numaraya vurulmuş, düzgün burna sahip olsa da etliydi ve ince dudakları yan profilden asimetrik duruyordu. Polis olduğu belliydi. Tıpkı kadın gibi o da bot ve kargo pantolon giyiyordu. Ancak o içine bir kazak giymeyi tercih etmişti.

“Nevzat.” Timuçin dişlerinin arasından tıslar gibi konuştuğunda adam karşımdaki koltuğa geçip oturmuştu. Kadın ise benim oturduğum koltuğun kol kısmına kalçasına yaslamış ikili arsındaki diyaloğu dinliyordu.

“Olay yeri inceleme raporunu getirdik” kadının sözleriyle camın oraya giden Timuçin olduğu yerde kaldı. “Saat 5.30’da mı getirme gereği duydunuz Sezin.” dedi. Kadın, çok normal bir şey sorulmuş gibi bir omzunu silkip “evet” dedi.

Bir şeyler öğrenmek için araya girdim. “Kitapevimin raporu mu?” diye sordum adının Sezin olduğunu öğrendiğim kadına dönerek. Ayrıca oranın bana ait olduğunu vurgulamıştım.

Omzunun arkasından bana döndü. Yüzü, güzeldi. Büyük çekik gözlerini öne çıkaracak kadar rimel sürmüştü. Gözlerinin altında belirgin çilleri ve benleri vardı. Burnu küçük, dudakları ise fazla dolgundu. Sıkı topladığı at kuyruğu saçı yüzünü germiş daha keskin bir ifade oluşturmuştu. Yaşı ise belki benimkiyle birdi fakat yüzü romantik bir hava verirken bakışları tam tersiydi.

“Leyla Gitmez.” dedi. Kirpikleri bir kanat darbesi gibi açılıp kapandı. Bakışları ve ifadesi sadeydi. Çenemi dik tutup “evet.” dedim. Tamamen bana dönüp, bacağını koltuğun kenarına attı. Elini uzatıp “Sezin Akbay. Başkomiser yardımcısıyım.” dedi. Eline uzanmadan silik bir gülümseme takındım. “Kalkmıyorum ama tanıştığımıza memnun oldum.” dedim. Sezin, bana uzattığı elini koltuğun sırtına koydu. Ardından başıyla göstererek “o da Nevzat ama pek sevimli değildir.” dedi. Adam donuk ifadesiyle önce Sezin’e sonra bana bakarken hiçbir şey demedi. Başımla ona selam verip tepemde durmakta olan Agah’a baktım.

“Ne dikiliyorsun tepemde?” dedim asabiyetle. Agah, başını eğmemiş, gözlüğünün altından bana bakarken Sezin’in, “kukuman kuşu gibi.” diye mırıldandığını duydum. Söyledikleriyle gülecekken “guguk kuşudur o.” diye Agah, Sezin’i düzeltmiş Sezin ise burnunu kırıştırmıştı.

“Espri mi yapmaya çalıştın?” diye sordum. Sesimdeki merakı saklamaya çalıştım. Dahası ezbere bildiğim iki kelimeyi başkasının ağzından duymak ise kemiklerimi eritecek kadar içimi yakmıştı. Fark etmeden çattığım kaşlarımı alnımda beliren çizgilerden hissedebiliyordum.

Agah, gözlüğünü hafifçe indirip kaşlarını kaldırdı. “Yok, yalnızca doğruyu söyledim,” dedi soğukkanlılıkla. Gözlüğünü tekrar iki pınarının ortasına konumlandırırken dudakları iki yana dişlerini gösterene kadar kıvrılmıştı.

Sezin, alaycı bir şekilde burnundan nefes verdiğine ona dönmüş omuz silktiğini görmüştüm. “Kukuman kuşu daha çok yakışıyor ama,” diye homurdandı. Ardından parmakları kemer takılı bacağında ritim tuttururken “Kadını rahat bırak, git otur bir yere. Canım seni vurmak istiyor doktor.” demişti.

“Bence vur.” Nevzat’ın sesinin ince bir tınısı vardı. O tınıyla böyle bir cümle kurmasını beklemezken kısa bir an Sezin’le göz göze gelip kahkaha atmaya başladık. Tepemde dikilen Agah bir şeyler mırıldanıp Nevzat’ın yanına oturmaya gittiğinde camın önünde dikilmiş sigara içen Timuçin “kesin şamatayı.” demişti. Yalnızca bir sözüyle Sezin, gülmeyi kesmiş, duruşunu dikleştirmişti.

“Anlat bakalım Sezin raporda ne çıktı?” dedi Timuçin, sigarasından derin bir nefes alırken. O sırada zihnimde Leyla’nın sesi duyuldu. “Yakalanacağız.” ona yalnızca beklemesini söylemek istedim ancak izlemesi daha eğlenceli olacaktı.

Sezin konuşmadığında Timuçin devam etti. “O ev sahibi, anlat.” dedi. Sezin ise sadece ona bakmaya devam etti. Parmakları, pantolonun kumaşını çekiştirirken bunu benden başkası fark etti mi diye baktım. Nevzat, kollarını göğsünde birleştirmiş sırtını koltuğa yaslayarak gözleri kapalı duruyordu. Timuçin parmakları arasında bitmeye yüz tutmuş sigarasını çevirirken Sezin’e bakıyordu. Agah ise bir bacağını diğerinin üzerine atmış, bana bakıyordu. Onu görmezden gelerek Sezin’e döndüm.

Agah'la sonra uğraşacaktım. Bir şekilde guguk kuşu demesinin öylesine bir şey olduğunu düşünmüyordum.

“Dosyayı odanıza bıraktım. Okuduklarım ise şunlardı: Mekan iki katlı. Yalnızca ön kapıdan giriş çıkış sağlanıyor.” Sezin konuşmaya başladığında daha ilk bilgide yanılmıştı. Çünkü giriş kattaki kitaplığın arkası çıkmaz sokağa ulaşıyordu. Bunu Leyla bile bilmiyordu. Bilmeleri için Dorian Gray’in Portresi’ni bulmaları gerekiyordu.

Sezin devam ederken dinledim. “Üst katın camlarında ve kapıda zorlama yok. İçeride bulunan masalar, sandalyeler, çiçekler ve kitaplar zarar görmemiş. Üç farklı parmak izi vardı.” dediğinde düşünmeye çalıştım. Parmak izlerinden birisi bizimdi, bir diğeri belki Nazen Hoca’nındı. Diğerinin ise belirli biri olduğunu düşünmüyorum.

“Yerde bol miktarda kan vardı. Leyla’dan tükürük testi ve parmak izi almamız lazım karşılaştırma yapabilmek için. Etrafta bol miktarda cam parçası vardı. İki farklı cam örneğine rastladık. Leyla’yı kesen alet bir cam olabilir diye düşündük ancak bu mümkün değil. Kişi, içeriğe bir camla gireceğinden şüpheliyim.” Sezin, konuşurken bana döndü. “İçeri giren kişi, etkisiz hale getirmek için yaraladı. Ardından yaşanan arbede de Leyla sırtını cama çarpmış olabilir diye düşündük ama o zaman omzunda ya da dirseğinde derin bir kesik olmalıydı. Aynaya bir şey fırlatılmış ve öyle kırılmış, iskeleti sağlam ve alt yüzeyinde hala sağlam parçaları vardı. Ancak kırılmadan sonra görüyorum ki sırt üstü uzanırken boğuşma gerçekleşti çünkü yüzünde iz yok.” bu sözlerle herkes bana döndü. Herhangi bir tepki vermemek için çabaladım. Ellerimin içi terlemiş, bedenim hareket etmek için can çekişiyordu ama onun yerine alt dudağımı büzüp onların suratlarına baktım. Nevzat bile gözlerini açmış bana bakıyordu.

“Sende arkandan saldırdığını söylemiştin değil mi?” diye sorduğunda Timuçin, evet dercesine başımı salladım ancak dudaklarımdan dökülen sözcükler “evet ama pek hatırlayamıyorum. Yalnızca başımı bir yere vurmuştum.” deyip elimi kafamın arkasına koydum.

Agah yerinden kalkıp “bir bakayım.” dedi. Bu hareketiyle göğsüm titredi. Panik, uzuvlarımı yalayıp geçerken kendimi stabil durmaya zorladım. Agah, arkama geçip parmak uçlarıyla saç diplerime dokundu. Bu eylemi saniyelerce sürdü. Parmakları bir yerde durup beklediğinde “burada bir şişlik var.” dedi. Dilim, kurumuş dudaklarıma ihtiyaçla ıslattığında başımı geriye yatırıp Agah’a baktım. Yalanıma ya eşlik ediyordu ya da gerçekten orada bir şişlik vardı.

Sezin aldığı onayla konuşmayı sürdürdü. Ancak onu duyamıyordum. Tüm odağım Agâh'tayken gitmesini bekliyordum ancak o iki elini omuzlarımın üstüne yerleştirip yüzüme doğru eğildi. Ağzı kulağımın üstünde dururken ağır kolonya ve sandal ağacı kokusu burnumu sızlattı. “Başın ağrıyor mu Leyla.” sesi, fısıltıyla çıkmıştı ancak onu son ses dinlenen şarkı kadar net duymuştum.

Oyununa eşlik etmek için yutkunmam ve aklımı toplamam gerekti. Geri çekilmesini beklemeden omzumda duran elinin üstüne elimi koyup, “evet, lütfen ağrı kesici verir misin?” diye sordum. Sesim ise onun beklediği gibi değildi. Fısıldamamıştım. Sezin’in bile konuşmasını bölecek kadar yüksek konuşmuştum.

Agah, elektrik çarpmış gibi geri çekildiğinde bana hiç bakmadan mutfağa doğru gitti.

“İyi misin?” soru Timuçin’den gelmişti. Ona dönüp gülümseyerek iyi olduğumu söyledim. Hala camın önünde duruyordu. Kül tablası düşündüğümden daha dolu görünüyordu. Ayaklarını birbirine çaprazlamış, bir eli cebinde bana bakıyordu.

“Ayrıca bir kürke ait olan tüy parçası bulundu.” Sezin, olay yeri raporunu anlatırken Agah, elinde bir bardak su ve ilaçla gelmişti. Hiç düşünmeden elindekileri aldığımda yeri oturmuştu. İlacı yutmadan önce “dükkâna bir müşteri gelmişti. Üstünde kürk vardı. Ondan düşmüş olabilir.” dedim. Üstümdeki soru işaretlerini kaldırmam lazımdı.

“Kadının kim olduğunu biliyor musun?” Bu sefer soru Sezin’den gelmişti. Doğruyu söyleme dürtüm kadının, Leyla’nın üniversiteden hocası olduğunu söylemek isterken kendimi tuttum. Onlar için ben Leyla’ydım. Kadına gittiklerinde ve hayır orada Vega vardı dediğinde rota bana dönecekti ve benim ben olduğumu bile bilmeyeceklerdi. Bu yüzden Leyla olup yalan söyledim.

“Hayır, bir kitap sormak için gelmişti. Kitapta bende yoktu o yüzden hemen gitti.” dedim.

“Hmm, belki birilerini görmüş olabilirdi.” diye mırıldanan Sezin’e Timuçin cevap verdi. “Elimizdekilerle alakadar olalım.”

Sezin ayağa kalkıp Timuçin’e doğru ilerledi. “Başkomiserim.” dedi düz tuttuğu sesiyle. Sezin’in sesini bir şeye benzetecek olsaydım bu bitter çikolata olurdu. Tatlı bir tınısı var ama karakteristik bir acılık taşıyordu.

Timuçin'in tam karşısına dikildi. Yalnızca birbirlerini görüyorlardı. Sezin, başını Timuçin’in omzuna doğru uzatıp bir şeyler söyledi. Hiçbirimiz duymadık. İkisinin de yüzlerini göremiyorken dudaklarını okuyamazdım. Bu yüzden boş verip kafamı koltuğun sırtına yasladım. Gözlerim kapanırken Leyla’nın bu kadar sessiz olmasına teşekkür ettim.

Birbirini takip eden adım sesleri duyana kadar gözlerimi açmamıştım. Timuçin’in sesi, sessizliği böldüğünde bana sesleniyordu. Gözlerimi açıp, “efendim?” dedim. Sezin’le beraber salonun ortasında duruyorlardı. “Bu halde büroya gelemezsin.” dediğinde masada duran kağıt ve kalemi aldı. Açık olan kağıtlardan ikisini koparıp cebine koyduktan sonra bana uzattı. Yerimden kıpırdamadan kağıt ve kalemi alığımda anlamsızca ona bakıyordum. “Kâğıdın ortasını karalayıp parmağını bas. Parmak izini oradan çıkartacağız.” diyerek açıklama yaptı. Dediğini yaparak kağıdın ortasını karalamaya başladım. Çizgiler birbirini takip etti. Kimisi bir diğerini böldü kimisi dikine düştü. Kağıdı yeteri kadar mürekkebe buladığımı düşündüğümde kalemi avucuma alıp, baş parmağımı boyalı kağıda bastırdım. İçimden ona kadar sayıp parmağımı çektim. Parmak çizgilerime dolan mürekkebe aldırmadan kâğıdı Timuçin’e uzattım. Kağıdı, teşekkür ederek alırken kalemi de uzatacaktım. Kalem ikimizin arasında dururken gövdesinde bir yazının parladığını gördüm. Timuçin, elini uzatmış kalemi alacakken geri çektim. İki elimle kalemi kavrayıp üzerindeki yazıyı görmeye çalıştım. Işığı görebilsin diye kalemi biraz havaya kaldırdım. Bir yansıma gibi gümüş yüzeyinde parıldayan küçük yazıyı gördüğümde ağzımın içi kurudu. Bir köpek gibi nefes alma ihtiyacıyla ağzım açıldığında yazıyı sesli bir şekilde telaffuz ettiğimi bana bakan gözlerle fark edebilmiştim.

“Vivo.”

Timuçin, elini çekerken bir şey dedi ama duymadım. Kalemin sahibine Agah’a döndüm. “Bu ne demek?” diye sordum. Bakışları, sanki benden başka bir şeye bakmıyormuş gibi dikkatliydi. “Ne, ne demek?” diye soruma soruyla karşılık verdi. Kalemi tek elimle kavrayıp ona doğrultum.

“Vivo ne demek?” Neredeyse bağırıyordum. Neredeyse.

Tıpkı kalemdeki bu lanet yazının ışıkta yansıması gibi gözlük camlarından göz bebekleri yansıyor iki çift görüyordum. İfadesi beş dakika öncekiyle aynıydı. İfadesi beş saat öncekiyle de aynıydı ve o sesiyle, kuru, boğucu sesiyle “nereden bileyim Leyla.” dedi.

Elimdeki kaleme baktım. Parmak izlerimle lekelenmiş, gümüş yüzeyinde hala o tek kelime parlıyordu. Vivo. İçimde bir şeylerin düğümlendiğini hissettim. Derin bir nefes aldım, kelimeler dudaklarımdan soğuk bir buhar gibi döküldü. “Neden kaleminde böyle bir şey yazıyor?”

Agah hafifçe omuz silkti. “Bir zamanlar bana verilmişti,” dedi. “Ne yazdığını bilmiyorum.”

Vivo’nun ne demek olduğunu biliyorum. Agah'ın gözleri üzerimdeydi. Dahası tüm dikkatim, nesneleşmiş bir öfkeyle onun üzerineydi. Bu adama en başından güvenmiyordum. Leyla’nın huzursuz kıpırdanmalarını hissetsem de bir yılan gibi adamın kolunun altına başını sokup, tatlı diliyle ondan kelimenin anlamını isteyecekti.

Sırtımı dikleştirdim. Acı, bedenimde gezinen kırmızı karıncalar gibi varlığını hissettirdi. Ben, acıya duyarla olandım. Yalnızca karıncalarımla acının üstünü örterdim.

Elimde kalemi tutmaya devam ederken, ayaklarımı cam parçalarına değmeyecek şekilde yere uzattım. Kurumuş kahvenin yapışkanlığını parmak uçlarımda hissedebiliyordum. Bir elimle de koltuğun kenarına tutunarak duruşumu güçlendirdim. Kuruyan dudağımı dilimle ıslatıp konuşmaya başladım. “geçenlerde duvara pankarta benzer bir şey astıklarını gördüm.” tedirgin tutmaya çalıştığım sesimi odadaki herkese duyurmaya çalıştım. “Bu kelime her ne ise kötü bir enerji veriyor.” dedim.

“Bunlarla kafanı yorma Leyla. Ülkede işler değişiyor.” dedi Timuçin. Sesi, bildiği bir şeye takılı kalmış ama söyleyemiyormuş gibi çıktı.

Sezin yüzünü Timuçin’e dönüp: “Teşkilat Zanaatçı vakasını tüm cinayet bürolara verdiğinden beri.” sözünü devam ettirmedi. Sözü tamdı. Yanındaki adam neyden bahsettiğini anlamıştı.

“Zanaatçı.” dedim. Kalem tuttuğum elimi göğsüme bastırarak. Bakışlarımı yere düşürdüm. Saçlarım yüzümün iki yanına düşerken rahatsız hissetmiştim. Uzun saçlardan nefret ederdim. Kadını nesneleştirdiğine inanıyordum.

Kaşlarım çatılmış, düşüncelerimin içinde Leyla’ya saçını keseceğimi mırıldanırken odayı bir ses doldurdu. Derin, kesik kesik çıkan ses bir horlamaydı. Başımı şaşkınlıkla kaldırıp tam karşımda kolları göğsünde bağlı, küçük ağzı açılmış, başı omzunun üstüne düşmüş Nevzat’ı gördüm. Uyuyordu ve horlaması bizi kovmak ister gibi güçlüydü. Sezin’in kahkahası Nevzat’ın horlamasına eşlik etti. Kadın o kadar içli gülüyordu ki dengesini koruyabilmek için başkomisere tutunması gerekmişti. Timuçin ise çatık kaşlarla bir Nevzat’a bir Sezin’e bakarken sabır çekmiş, çenesini ovuşturmuştu. Koluna tutunan Sezin’in elini kavrayıp onu koltuğa yanıma bıraktı. Bu sırada Sezin’in gülmekten akan yaşlarını silmekle uğraşıyordu ancak Nevzat her horladığında daha çok gülüyordu. Bir ara Agah’ın bile güldüğünü gördüm. Timuçin, Nevzat’ın dibine gidip ayağıyla ayağına vurdu. “Kalk, ulan kalk.” her kelimesinde ayağına daha sert vurmuştu.

Nevzat homurdandı, başını omzundan kaldırmadan elini havada sallayıp rahatsız edilmek istemediğini belirten tembel bir hareket yaptı. Ancak Timuçin’in ısrarı ve horlamasının bizzat kendisine bile kulak tırmalayıcı gelmesiyle gözlerini araladı.

“Ne var be?” diye mırıldandı, sesi hâlâ uykunun ağırlığına bulanmıştı.

Sezin, kahkahalar arasında zor nefes alarak, “Senin yüzünden burası cinayet mahalline dönecek Nevzat,” dedi. “İlk defa biri horladığı için öldürülecek.” derken gözleriyle Timuçin’i işaret ediyordu.

Nevzat, hâlâ kendine gelememiş bakışlarını üzerimize gezdirdi, sonra derin bir iç çekerek doğruldu. “Sabaha kadar uyumadım, bir nefes alayım dedim, sizin derdiniz ne?”

Timuçin kaşlarını kaldırdı, sesi sabırsızdı. “Derdimiz senin ortalığı inleterek uyuman.”

Nevzat gözlerini ovuşturup gerinirken Sezin’in hâlâ güldüğünü fark etti. “Tamam, tamam,” diye homurdandı, yerinden kalktı. “Bir kahve verin de adam gibi uyanayım.”

Sezin gözyaşlarını silerken, “İçtin mi bilmiyorum ama horlama yeteneğinle tarihe geçtin Nevzat,” dedi.

Nevzat, kaşlarını çatarak kahve aramaya yöneldi. Ama odadaki gülüşmelerin ardı arkası kesilmiyordu.

Kendini durumdan kurtaran Timuçin, “Eflatun.” dedi. Boş bulunarak kurduğu cümleyle gözleri açılmış, bana bakıyordu. Ona gülümseyip rahatlamasına izin verdim.

“Leyla.” kelimeleri toparlamaya çalışıyor gibiydi. O sırada salon eski sessizliğine gömülmeye hazırlanırken mutfaktan Nevzat’ın bir şeyleri tak tuk vurması mani olmuştu.

“Ne yapmak istersin?” aslında Timuçin’in sorusunu anlamıştım. Aramızda neredeyse on yaş vardı. Ondan küçüktüm ve o bu küçüklüğü şimdiki yaşlarımız olarak değil Eflatun ve Kirpi olarak hatırlıyordu.

Dişlerimi göstererek gülümsedim. “Eve gitmek istiyorum. Zaten akşama doğru geleceksiniz.”

“Yanına birini verelim.” Haklı bir öneri de bulunmuştu Timuçin ama buna ihtiyacım yoktu. Başımı iki yana sallayıp “ben iyiyim, eve gidip yalnız başıma dinlenmek istiyorum.” derken yalnız kelimesinin üstüne bastırarak konuşmuştum.

“Ancak çok yardımcı olmak istersen,” elimi ona doğru uzattım, “beni kaldırabilir misin?” diye sordum.

Timuçin kaşlarını kaldırdı ama bir şey söylemedi. Elimi tuttuğunda avuçları beklediğimden daha sıcaktı. Beni kaldırıp ilerletmeye çalışırken “ben giderim.” dedim. O ise emin olmayan bir sesle “tamam.” diyebildi.

Koridoru geçerken, Nevzat hâlâ kahvesini karıştırıyor, Sezin ona bir şeyler söylüyordu. Agah ise sessizce bizi izliyordu.

“Bir şey olursa seslen Leyla!” arkamdan bağıran ses Timuçin’di.

Gerçekte ne Eflatun, ne de Leyla olmadığımı bilseler bana nasıl tepki verirlerdi acaba. Büyük ihtimalle diye düşündüm, kapılardan birini açarken, beni sorgu odasında ellerim bağlı bir şekilde tutarlardı.

Oda, uyandığım odadan daha boştu. Yalnızca bir penceresi vardı. Eğer içi karanlık olmasaydı duvarların köşelerinde örümcek ağlarını görebilirdim. Fazla oyalanmadan kapıyı kapattım ve tam karşısında duran kapıyı açtım.

Açtığım gibi, karanlığın içinden kendimi görmeyi beklemiyordum. Kim kapının tam karşısında yerleştirirdi ki aynayı. Elimi içeri uzatıp duvarda ışığı aradım. Ben hareket ediyordum ama aynadaki görüntümde hiçbir hareket yoktu. Öylece beni seyrediyordu.

Işığın anahtarını bulup, açtığımda aydınlık tüm karanlıkta patladı.

Diğer odalardan hiçbir farkı yoktu. Beyaz fayans döşeli olan yerler, griye boyanmış duvarlar vardı. Bir köşede duran klozet ve el yıkama yeri. Bir havlu bile yoktu. Duş almak için farklı bir alan olduğu belliydi.

Agah, gerçekten burada yaşamıyordu. Çünkü en azından bir diş fırçası olmalıydı. Peki ama neden beni buraya getirdi?

İçeri girip, kapıyı arkamdan kapattım. Lavabonun önüne ilerledim. Acele etmedim. Musluğu açtım. Soğuk su akmaya başladığında ellerimi altına tuttum. Su, yoğun bir şekilde akarken kazağın kollarını geriye çekmedim. Islanmasına izin verdim. Avucuma doldurduğum suyu yüzüme çarptım. Bir kısmını saç diplerime yedirdim. Saç diplerime tutunan damlaları hissedebiliyordum. Islak kumaşın, tenime bıraktığı soğukluk tüylerimi ürpertiyordu.

Ellerimi, lavabonun iki yanına koydum. Başım önüme düşmüş akan suyu seyrettim.

Hatırlıyorum. Eflatun, Leyla’nın yedi yaşında var oldu. Bilincinden, su baloncuğu gibi kabarıp, bilinçaltının en dibine süzüldü. Eflatun, yukarıya her çıkmaya çalıştığında, bilince ulaşmaya çalıştığında ben onları dengelemeye çalıştım. Çünkü Eflatun, kontrolsüz bir çocuktu. Leyla, her uykuya daldığında yatağından çıkıp gidiyordu.

Leyla'nın on altı yaşına kadar bu böyle devam etti. Annesinin öldüğü gün, ben tüm gücümle bilinci ele geçirebilmiştim. Geçirmeseydim eğer delilik başlayacaktı. Bunu onun için yapmıştım. Ama o bizi hiç sevmemişti. Biz onun için herkesi severken.

Başımı kaldırdım. Aynada duran iki yansıma vardı. Biri bendim, biri Leyla. Öylece amaçsızca birbirimize baktık. Gözlerinin etrafına koyu halkalar sarmış, yeşilleri çürümeye başlamıştı. Saçları darmadağındı. Günler öncesinden kalma kıyafetleri vardı.

“Biliyor musun, bu halinle bile benden güzel görünüyorsun.” sesim bir fısıltıdan ibaretti. Suyun yoğunluğu sesimi bastırırken o beni duymuştu.

“Nasıl?” dedi. Eğer, aynada değil de karşımda olsaydı bana doğru bir adım attığını düşünürdüm.

“Çünkü bu senin bedenin.” dedim. Sesimin kısıklığına aldanmamalıydı. Öfkem, aynayı çatlatırdı.

“Bedenimi geri ver. Lütfen.”

Beden. Onun bedeni. Bu ne acizce bir durumdur böyle. Elimin arasında kırmak istediğim mermere, onunla aynı rengi paylaştığım tenime baktım. Tüm organları saran derim, derimin altında kızıllığıyla duran etim. Bir kalbim, düşüncelerim ve isteklerim vardı ama bu onun bedeniydi.

Elimi kaldırıp aynaya uzandım. Leyla, gözlerini kapatırken aynayı kıracağımı düşünmüştü. Bunu yapmadım. Aynada, ikimizin arasında ufak benzerliklere uzandım. Biri dışarıdan beni görse, kendi yansımamı sevdiğimi düşünürdü. Çünkü parmaklarım Leyla’nın suratında geziniyordu.

“Bunu neden yapayım?” Sorum, haklı bir cevaba ihtiyaç duyuyordu.

“Çünk-” Kendi bedeni uğruna bana açıklama yapacaksa eğer, konuşmasına gerek yoktu. Sözünü kestim;

“Çünkü bu beden benim mi diyeceksin? Hadi ama Leyla, o kısmı zaten geçtik. Baksana bana, bu beden benim, senin, bizim. Ancak kontrol bende. Peki neden? Peki neden Leyla?” Son sözleri heceleyerek, üstüne bastıra bastıra söylemiştim.

Bu sesimin daha kalın çıkmasını sağlamıştı. Öyle ya benim sesim, Leyla’ya nazaran daha tok ve sertti.

Leyla’nın gözlerinde yaşlar birikmeye başlamıştı. Elleriyle gözlerini ovuştururken dudaklarından yalnızca “lütfen” kelimesi dökülüyordu.

“Beni tanıyor musun?” diye sordum bu sefer.

“Evet.” derken, elini gözünden çekti. Kızarmış gözleri çaresizce bana bakıyordu.

“Adım ne?”

“Vega.” Sesi, birbirine dolanıyordu.

“Kontrolü bana verdiğin zamanı hatırlıyor musun?” Yüzümü, aynaya yaklaştırdım. Leyla bir kez daha “evet” derken. “Peki neden kontrolü bana verdin?” diye sordum.

“Korktum.” Ağlayamayacaktı. Sesi çatallaşmış, dudakları gözlerinden daha kuru kalmışken bile dişleriyle dudaklarını parçalayacak ama ağlamayacaktı.

“İşte bu kadar. Bak, anlamaya başlıyorsun. Ben, Vega’yım. Seni, senden ve herkesten korumak için doğan parçanım. Ben, senin korkmayanınım Leyla.”

“Ben ne olacağım?” sorusu, aynayı kırma dürtümü besliyordu. Senin yok olman gerekirdi ama burada, ana bilinç sendin, diyemedim.

Onun yerine, on yıldır söylemek istediklerimi söyledim. Musluğu kapattım. Sesim, boş tuvalette yankılanırken arkamı Leyla’ya dönerek kapıyı açtım.

“Beni sevmeyi öğrendiğinde tekrar karşılaşacağız.”

Tak; 

Kapı, içerde Leyla’yla beraber kapandı.

Bölüm : 06.01.2025 23:24 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...