
Selamlar, selamlarr🩷
Uzun bir bölümle geldim çok yorum hak ediyorum bence 👉👈
İyi okumalar🩷
“Gökten üç elma düşmüüş, Biri anlatanaa, biri dinleyenee, biri de bu masaldan ders çıkaranaa…”
“Biz iki kişiyiz ama.. İkimize bir tane mi elma düşmüş sadece.”
Yorgunlukla derin bir nefes verdi Meltem. Yorgundu ama her şeye rağmen minik kızı yüzünü güldürebiliyordu.
“Sen masaldan ders çıkarmadın mı?” diye sordu ona kocaman kahverengi gözleriyle bakan kızına. Henüz dört yaşına yeni girmişti ama öyle dilliydi, öyle güzel konuşuyordu ki Meltem bazen kızının ona arkadaş olsun diye doğduğuna inanıyordu.
“Çıkaramadım.” dedi Birce büzülen dudağıyla. Bunu öyle hüzünlü söylemişti ki Meltem de kızının bu haline ağlayacak gibi olmuştu. Zaten bu sıralar her şeye ağlamak istiyordu.
“Neden çıkaramadın annecim. Dinlemedin mi masalı?”
“Dinleyemedim.” dedi sanki suçunu itiraf edermiş gibi. Kızının küçük elini tutup dudaklarına götürdü Meltem. Küçük bir öpücük bıraktı. “Neden dinleyemedin annecim?”
“Abimin kalbini dinlemeye çalışıyordum.” dedi ağlamamaya çalıştığı için büzülen dudaklarının arasından pek de anlaşılmayan kelimeler çıkartarak. Burnunu çekip tekrar annesine baktı. “Hani siz babamla bazen yapıyorsunuz ya. Abim uyurken, nefesini dinliyorsunuz, kalbini dinliyorsunuz. Uyudu ki masalın başında. Dinlemeden uyudu. Gerçekten uyumuşsa kalbi pıtır pıtır atar demiştiniz ya. Şakacıktan mı uyudu yoksa gerçekten mi uyudu diye kalbini dinledim sürekli. Ama gerçekten uyumuş pis.”
Meltem kızının ağzından çıkan cümleleri gözlerindeki yaşlara engel olmaya çalışarak dinledi. Son kelimesiyle de ağlamamak için dikkatini başka bir yöne çekti. “Abiye pis denir mi Birce? Ne konuştuk ama biz seninle?”
“Ama hep uyuyor anne!” Sesini biraz daha yükselterek mızmızlanmak istemişti annesine. Yanında uyuyan abisine bakıp uyanmasın diye sesini tekrar düşürdü. “Zaten oynamıyor benimle. Birlikte masal dinlemek istiyorum onda da uyuyor hemen. Numara yapıyor sandım. Benimle masal dinlemek istemiyor o yüzden uyuyormuş gibi yapıyor sandım.”
“Gerçekten uyuyormuş ama değil mi?” diye sordu Meltem. Birce başını hafifçe yukarı aşağı salladı. “Abin çok yoruluyor annecim. O yüzden uykusu geliyor ve uyuyor. Yoksa o da seninle masal dinlemek istiyor. Oyun da oynamak istiyor.”
“Hiç oyun oynayamıyoruz.” diye mızmızlandı yine. Ama bu seferki içine içine olmuştu. Minik dudaklarının hareketlerini izlemiyor olsaydı kızının ne dediğini anlayamazdı bile Meltem.
“Mahir abin seninle oynamak için taa nerden geldi ama.. Onunla oynuyorsun ya.”
“Abim değil ki o benim.” dedi omuzlarını silkerken. “Benim bir tane abim var. O da benimle oynamıyor.”
Kızının saçlarına küçük bir öpücük bıraktı Meltem. “Oynayacaksınız annecim. Abin iyileşince oynayacaksınız.”
“Ne zaman iyileşecek ki ama… Önceden de hastaymış, hep hastaymış. Babaannem dedi. İyileşemeyecek bu çocuk dedi.”
Meltem gözlerinde çakan şimşekleri kızından gizlemek için çok çaba sarfetti. Nerede ne konuşulacağını bilmeyen bir kadın yüzünden kızına bu sinirli tarafını göstermesinin hiçbir manası yoktu. Ama çok zorlanıyordu. Sürekli duygularını bastırması gerektiği için çok zorlanıyordu. Yanlış bir yerde patlayacak diye korkuyordu.
“Babaannen yaşlı annecim. O bilmez böyle şeyleri anlamaz. Evet abin daha önceden de hasta olmuştu. Geçti sanmıştık ama meğerse geçememiş. Bir şey eksikmiş çünkü.”
“Ne eksikmiş?” dedi Birce sanki eksik olan neyse onu bulup getirecek gibi bir heyecanla.
“Senmişsin!” diye cevap verdi Meltem gözlerinde akıtmadığı yaşlarının parıltıları dudağında güzel bir gülümsemeyle. Kızının ellerini tutup gözünün içine baktı. “Sen yoksun diye iyileşememiş abin. Bak şimdi yanındasın. Benim kızım iyileştirecek abisini.”
Gözleri sevinçle parladı Birce’nin. Abisini iyileştirmek gerçekten onun elinde miydi? Öyleyse yapardı ki her şeyi. Her şeyi ama her şeyi.
“Ne yapıcam?” dedi büyük bir merakla. “Ne yapıcam da iyileşecek abim?”
“Hani doktor abla senden kan aldı ya. Hani sen de hiç ağlamadın hatta. Evde senin büyütecin var ya hani aynı o büyüteçle kanına bakacaklar sonra diyecekler ki ‘Aa burada kahraman minik kanlar varmışş, hadi bu kahraman kanları abiye verelim de onun kanlarında da kahramanlar olsun’ diyecekler.”
Birce’nin gözleri sevinçle parlarken fısıldamaya çalıştığı sesiyle sordu annesine. “Benim kanlarım mı kahramanmış yani? Masallardaki gibi mi? Yani ben de kahramanım o zaman?”
“Evet annecim kahramansın. Kahramanların en çok neye ihtiyacı olur biliyor musun? İyi bir uykuya. Doktor ablanın masal için verdiği süre doldu.”
Birce’nin sevinçle gülen yüzü biraz düşse de en baştan annesiyle sadece bir masalcık anlaştıklarını biliyordu. O sırada açılan kapıda babasını görünce düşen yüzü tekrar aydınlandı. Heyecanına hâkim olarak ‘baba’ diye fısıldadı. Adem’in yorgun gözleri ona neşeyle bakan kızını görünce parıldadı. Kollarını iki yana açıp hasta yatağında, abisinin yanında oturan kızına doğru ilerledi. Yataktan yavaşça kaldırarak kucağına alıp boynuna kocam bir öpücük kondurdu. Kızının bebek kokusunu da içine çekmişti. Neyse ki hastanede kaldığı süre kokusunu silecek kadar uzun değildi. Şükretti.
Birce hem kolları hem bacaklarıyla kocaman sarıldı babasına. Âdem tek eliyle kızını tutarken diğer elini yatakta oturan karısının saçlarında dolaştırdı.
“Birce’yi eve götürüp geleyim güzelim.” dedi parmaklarının tersiyle karısının yanağını okşarken.
“Adem..” dedi Meltem derin bir sesle. “Anneni Birce’nin yanında saçma sapan konuşmaması için uyar olur mu?”
Adem’in bakışları karısının ne demek istediğini tam olarak anlayamadığı için kısıldı. Ama tahmin etmesi zor değildi. “Merak etme. Gelmeden önce otogara bıraktım onu. Babam daha fazla durma gel demiş. Gitti o da.”
“İsabet olmuş.” dedi Meltem mırıldanarak. Kocasına annesini kötülemek istemiyordu ama kaynanası sınırlarını zorluyordu.
“Ablamla Mahir bizde hala merak etme.” Başını omzuna yaslamış oradan ona bakmaya devam eden kızına çevirdi bakışlarını. “Kurabiye kokulumm, Mahir abin seni bekliyor evde. Birce gelse de oynasak diyor.”
Birce’nin gözleri ‘oyun’ kelimesini duyunca heyecanla açıldıysa da her zaman dediği şeyi demeyi de es geçmedi.
“Abim değil ki o benim. Bir tanecik abim var benim. Bircesinin bir tanecik abisi.”
Kızının abisine söylediği sevgi sözcükleri Adem’i gülümsetse de abisiyle aynı yaşta olan, ondan üç yaş büyük kuzenine abi dememe inadını da bir türlü anlamıyordu.
“Hıı bunu söyle bakayım o zaman Mahir’e de oynuyor mu senle daha bak gör bakalım.”
“Oynar ki oynar! Onun da burda arkadaşı yok ki! Oynayacak tabi başka ne yapacak!”
Heyecanla kendini savunan kızının yanaklarını yememek için kendini zor tutuyordu Âdem. “Bak sen şu kıza bak sen’” deyip kollarını, karnını yalandan yemeye başladı. Kendini tutamayıp gülmeye başlayan Birce’nin sesleri uyuyan abisinin uykusunda rahatsız mırıltılar çıkarmasıyla anında kesildi.
“Baba dur!” dedi babasını kendinden uzaklaştırarak. “Dışarı çıkalım.”
Kızının ne yaptığını anlayan Adem’in yüzünde acı bir tebessüm belirdi. Karısının saçlarını öptü. “Ben Birce’yi eve bırakıp geliyorum.” dedi. Kızının sırt çantasını koluna takıp odadan çıktılar.
Birce kollarını babasına sarmış, ilerledikleri koridorları incelerken sanki heyecanla aklına bir şey gelmiş gibi babasına döndü.
“Baba!” dedi kısık tutmaya çalıştığı sesiyle. Hastanede gürültülü olunmayacağını biliyordu. “Biliyor musun ben kahramanmışım.”
Âdem bakışlarını kızına çevirdi şaşkınca. Bunun nereden geldiğini bilmiyordu ama katılmadan da edemedi. “Tabi kahramansın. Babasının minik ve güzel kahramanısın.” dedi yanağından öperken.
Birce başını iki yana salladı. “Hayır, abimin kahramanıymışım. Ben iyileştirecekmişim onu. Kahraman kanlarım iyileştirecekmiş.”
Âdem heyecanla ona bakan kızına baktı birkaç saniye sonra büyük bir neşeyle kızını havaya atıp tuttu. Birce anlık heyecanla ağzından çıkan sevinç çığlıklarına engel olamamıştı. Babası onu bir kere daha zıplattığında elleriyle ağzını kapatıp gülmeye devam etti.
“Kahraman kızım benim!” deyip yanağına bir öpücük kondurdu Âdem. Sonra tekrar beline oturttu, iki koluyla sarıp yürümeye devam etti. “Abisinin kahramanı.”
O akşam Birce eve döndüğünde Mahir’e de halasına da kahraman olduğunu, abisini kurtaracağını anlattı durdu. Halası onları yatırdığında bile kahraman bir kızın herkesi nasıl hastalıklardan kurtardığı masalını anlatıyordu Mahir’e. Mahir çok konuşulmasını sevmezdi. Hele de bu kız o kadar fazla konuşuyordu ki küçücük boyundan nasıl bu kadar kelime çıkıyordu şaşırıyordu. Zaman zaman konuşmasına dayanamayacak hale gelince ‘ben bu odada değilim aslında diğer odadayım git orada konuş’ diye Birce’yi kandırıyordu. Birce için kiminle konuştuğu önemli olmadığından odanın duvarlarına konuşmaya devam ediyordu. Mahir bir süre sonra kötü hissedip yanına gelince hiçbir şey olmamış gibi kaldığı yerden ona anlatmaya devam ediyordu.
Ama bu sefer öyle olmamıştı. Birce çok konuşsa da Mahir onu susturmadı. Kahraman küçük kızla ilgili konuşmasına devam etmesini istedi. Abisinin hastalığını öğrendiğinden beri onu ilk defa bu kadar mutlu görüyordu. Mutlu olmaya devam etmesini istedi. Ki Birce haksız da sayılmazdı. Gerçekten eğer abisi kurtulacaksa bu onun sayesinde olacaktı.
🐞🐞🐞🐞
Bembeyaz hastane koridorlarına artık alışmıştı Birce ama hiç hoşuna gitmiyordu. Hiç sevmemişti hastaneleri. Abisinin hep burada olması gerekiyordu ve o buradayken oyun oynayamıyorlardı. Zaman zaman da çok halsiz oluyordu abisi. Onun güç kazanmasını beklemesi gerekiyordu. O yüzden ona uyuması için zaman veriyordu. Alışmıştı artık beklemeye. Ondan daha iyi bekleyen kimse olamazdı. Ağlamadan beklerdi hep. Tamam belki arada sırada ağlardı ama sesini çıkarmazdı. Çünkü burası hastaneydi. Sessiz olması gerekiyordu. Zaten anne babasına saatlerce dil dökmesi gerekiyordu buraya gelip abisini görebilmesi için. Yoksa Birce’yi evde halasıyla bırakıyorlar Mahir abisiyle oynamasını söylüyorlardı. Ama Birce kendi abisiyle oynamak istiyordu. Bir keresinde ‘abine kan vereceksin’ deyip hastaneye onun istemesine gerek kalmadan götürmüşlerdi. Doktor ablası ona iğne yapınca uyuyup kalmıştı. Mahir’le koşturmaca oynadıkları için yorulup uyuduğunu düşünüyordu. O gün uyandığında o da abisi gibi hastanede kalabilmişti. Çok güzel bir gündü. Babası hiç mutlu değildi ama. Arada gelip gidip Birce’yi öpüyor ‘kurabiye kokulum hastane kokmuş. Eve gidelim de banyo yapalım’ diyordu. Ama Birce sevmişti hastane kokuyor olmayı. Çünkü abisi de böyle kokuyordu. O da abisi gibi kokuyordu işte.
Bugün de hastaneye gitmek istediğini söylemişti annesiyle babasına. Bu sefer uzun uzun yalvarması gerekmemişti kabul etmişti babası. Ama hastaneye geldiklerinde onları gören doktor babasına bir şeyler söylemişti. Babası da alelacele Birce’yi danışmadaki insanlara emanet edip hızla uzaklaşmıştı. “Geleceğim.” demişti ama babası. “Abine bakıp geleceğim.”
Birce oturduğu sandalyede babasının gelip onu da götürmesini bekliyordu. Elindeki yepyeni barbiesine bakarken beklemek o kadar da zor değildi. Pelerini vardı! Aslında normalde yoktu ama halası evde dikiş dikerken artan kumaşlardan Mahir pelerin yapmıştı bebeğine “Bak senin gibi kahraman oldu.” demişti. Gerçekten de öyle olmuştu. Barbiesi kahraman gibi görünüyordu. Kahverengi saçları da onun saçlarına benziyordu. Barbiesi aynı oydu.
Saçlarıyla oynadı. Biraz havada uçurdu. Biraz sandalyeler üzerinde yürüttü. Gelen giden var mı diye koridora bakmaktan da vazgeçmedi ama kimse gelmiyordu. Orada ne kadar oturduğunu bilmeden bekledi. Bir çocuk için zaman kavramı daha farklıydı. Belki o kadar uzun beklememişti ama Birce için saatler geçmiş gibiydi.
Danışmaya gelen iki hemşirenin konuşmalarına kulak misafiri oldu. “Çok küçük daha Allah ailesine sabır versin.” dedi bir tanesi. “Amin.” dedi diğeri de derin bir nefes vererek. Bu hemşireyi tanıyordu Birce. Abisinin en çok sevdiği hemşireydi bu. “Birkaç yıl önce atlatmıştı ama yeniden nüksetmiş işte. Şimdi kardeşi olduğu için ilik nakli sayesinde şansı daha yüksekti ama olmadı…”
Ne konuştuklarını anlamlandıramadan onları dinlemeye devam etti Birce.
“Kardeşini, çocuğa ilik verebilsin diye mi yapmışlar?” diye sordu diğer hemşire.
“Görkem’in iyileştiği haberiyle kardeşinin doğum haberini aynı gün aldığımızı hatırlıyorum.” dediğinde abisinin adını duymasıyla oturduğu yerden kalkıp danışma masasına doğru yaklaştı Birce. Masanın yüksekliğinden dolayı orada olduğu belli olmuyordu.
“Muhtemelen ne olur ne olmaz diye düşündüler. Bu kararı veren çok fazla aile var biliyorsun. Ama nasıl tatlı bir görsen.” Hemşirenin burnunu çekisinden ağladığını anlamıştı Birce. “Boncuk gibi gözleri var, sürekli abisini görmek istiyor. İlik nakli için kan örneği aldıktan sonra ‘ben abimi kurtaracağım.’ diye ortalıklarda bir dolaşması vardı ki. Kuzum benim. ‘Kahraman kanım var benim’ diyordu. Duyunca ne yapacak hiç bilmiyorum.”
“Ailesine söylemek lazım. Bir pedagogla birlikte vermek lazım haberi. Yazık kıza da niye öyle kahramansın, abini kurtaracaksın falan demişler ki.”
“Yaşamadığın şeyler hakkında fikir beyan etme Gül.” dedi hemşire başka da bir şey demedi.
Kafası karışmıştı Birce’nin. Abisinden bahsediyorlardı. Ama ne olmuştu ki? İyileşememiş miydi abisi? Kahraman değil miydi Birce? Abisini iyileştirememiş miydi? Olsun, tekrar kan verirdi. Mahir anlatmıştı ona. İnsan vücudunda çok kan olur demişti. Sen abine birazcık vereceksin demişti. Birazcık daha verirdi ne olurdu ki? Sonra da bol bol vişne suyu içerdi. Mahir vişne suyunun vücuda girince kan olduğunu söylemişti. Bol bol içerdi. Babası alırdı ki ona. Sahi babası neredeydi?
Koridorun sonundan adı seslenildiğinde kafasını o yöne çevirdi. “Teyze!” dedi sevinçle. Teyzesine doğru koşturdu. Teyzesi ona doğru eğilip iki kolunu da açtı. Birce teyzesine sarıldığında nedense ağlayası gelmişti. Çok ama çok ağlayası gelmişti. Annesi ağlamalarını tutardı hep. O da ağlamaların tutulması gerektiğini düşünüyordu. Hastanede ağlanmazdı. Etrafta küçük çocuklar varken ağlanmazdı. Yalnızken ağlanabilirdi. Babayla ağlanabilirdi. Bir de teyzeyle ağlanabilirdi. Annesi öyle yapıyordu. Birce de öyle yaptı. Ağlamaya başladı.
“Teyzecim.” dedi Hasret boynuna yaslanan yeğeninin başını kaldırmaya çalışarak ama Birce öyle hıçkırıyordu ki bunu başaramadı. Birce’nin hiçbir şeyden haberinin olmaması gerekiyordu. Abisinin vefat ettiğini bilmiyor olmalıydı. Neden bu kadar ağlıyordu. Yalnız kaldığı için mi korkmuştu yoksa bir şekilde öğrenmiş miydi?
Birce başını teyzesinin boynundan kaldırdı. Hıçkırıkları arasında konuşmakta çok zorlanıyordu. “Tey. Ze. Abim. Abime. Kan. Lazım. Kan. Vermem. Lazım. Doktor. Ablaya. Söyle. Beni. Uyutsun. Yine.”
Hasret daha da sıkı sarıldı yeğenine. Bir şeyler duyduğu kesindi ama abisini hala kurtarabileceğini düşünüyordu. Doktorlar naklin başarılı olmadığını söylediklerinde tekrar bir nakil işlemi için Görkem’in daha iyi bir hale gelmesini bekliyorlardı. Sonunda biraz daha iyi olmuştu. Babası bugün bu yüzden Birce’yi buraya getirmişti ama hastaneye geldiği an aldığı haberle kızını bırakıp eşinin ve oğlunun yanına gitmek zorunda kalmıştı.
Teyzesine kollarının yettiğince sarılmış hıçkırıklarla ağlayan Birce’nin elinden pelerinli barbiesi hastane koridoruna düştü. Hasret kucağındaki yeğenini hastaneden dışarı çıkardı. Birce beyaz hastane koridorunu gözlerindeki yaşlardan dolayı bulanık görürken elindeki barbiesinin düştüğünü bile fark etmedi. Sadece abisini görmek istiyordu. Üstüne sinmiş hastene kokusu ilk defa hoşuna gitmemişti. Abisi hastane kokardı. Kendisi kurabiye kokardı. Babası hep öyle derdi. Yine kurabiye kokmak istiyordu. Hiçbir şey değişsin istemiyordu. Anne babasının kurabiye kokulu kahraman kızıydı o. Şimdi ne kurabiye kokuyordu ne de abisini kurtarabilmiş bir kahramandı.
Teyzesinin kucağında ağlamaktan bitap düşene kadar ağlamaya devam etti…
Anne babası eve geldiğinde Birce’ye abisinin ölümünü olabilecek en makul şekilde anlatmaya çalıştılar. Daha öncesinde ‘babamın anne babası var senin niye yok anne?’ dediği için annesi olabilecek en doğru ama en masum şekilde ölümden bahsetmişti. Onların güzel bir yerde olduklarından ve bizim mutluluklarımızı görüp mutlu olduklarından bahsetmişti. Şimdi abisi de anneanne ve dedesinin yanına gitmişti.
Birce anne babasını konuşmayı öğrenmediği zamanlardan bile daha sessizce dinlemişti. Sessizdi çünkü dinlemiyordu. Abisinin kalbini dinlemeye çalışırken annesinin masalını dinleyemediği gibi yine dinleyemiyordu annesini çünkü aklında anne babasının başka sözleri vardı. ‘Abini kurtaracaksın’ demişlerdi. ‘Kahramansın’ ‘O zaman sen yoktun abin o yüzden iyileşemedi, şimdi sen varsın, iyileşecek’
Olmamıştı ama. Demek ki yapamamıştı Birce.
Birkaç gün sessizlik içinde geçti. Annesi yataktan zor kalkıyor, babası annesiyle Birce arasında gidip gelmeye çalışırken oturma odasında kanepede yorgunluktan uyuyakalıyordu. Teyzesi Birce’yi evine götürmeyi teklif etmişti ama annesi kabul etmemişti. Hal böyle olunca Hasret işten izin alıp Birce’yle ilgilenmek için eve gidip gelmeye başlamıştı ama sessizleşen Birce kimsenin ilgisini kabul etmiyordu. Halası, Birce belki Mahir’le oynar diye evine geri dönmüyordu ama Birce Mahir’le bile oynamıyordu. Tek yaptığı abisiyle dinlemeyi çok sevdiği masal kitaplarının resimlerini incelemekti. Okumayı bilmiyordu ama bu kitapları herkese o kadar çok okutmuştu ki neredeyse tüm kitapların tüm sayfalarını ezbere biliyordu. Sanki okurmuş gibi resimlere bakıp ezberlediği cümleleri söylüyordu. Halası, teyzesi hatta Mahir bile ona kitap okumayı teklif etmişti ama Birce kabul etmemişti. Sanki etrafındaki insanları görmüyor gibiydi.
Abisinin ölümünün üzerinden on gün geçmişken bir gün Birce yine bir gece uyandı. Eskiden olsa anne babasının yanına gider aralarına yatar uyurdu ama bu günlerde zaten anne babası birlikte uyumuyordu. Babası televizyon izlerken sızıp kalıyor annesi ise zaten sürekli uyuyordu. Perdeleri çekilmiş odaya girip annesine bakmak Birce’yi korkutuyordu.
O yüzden bundan önceki gecelerde yaptığı şeyi yapmaya karar verdi. Hafif aralık kapısını biraz daha araladı. Koridorun ışığı odaya sızarken kitaplığına gidip bir kitap seçti. Yere kurulup kitabı açıp okuyormuş gibi ezberinden cümleleri söylemeye başladı. Sayfa değiştirirken kısa süreli sessiz kaldı. Gecenin tüm sessizliği içinde boğuk bir inilti duydu. Gözleri hemen okuduğu kitaptan koridora doğru kalktı. Aynı iniltiyi bir kez daha duyunca kitabını bırakıp koridora doğru yöneldi.
Sesin salonda geldiğini fark etti. Salonda halası ve Mahir yatıyordu. Ve bu inilti Mahir’den çıkabilecek bir iniltiydi. Kapıyı yavaşça açtı ve minik adımlarıyla içeriye ilerledi. Halasının uyuyor olduğunu gördü. Mahir’in ise alnında boncuk boncuk terler vardı. Üzerindeki battaniyeye sarılmıştı. Hava o kadar soğuk değil diye düşündü Birce. Sonra aklına bir şey geldi. Ellerini Mahir’in alnına dayadı. Annesi abisine böyle yapıyordu. Sonra da sıcaksa ateşi var diyordu. Mahir de abisi gibi sıcaktı şimdi. Yapılacak şeyi biliyordu. Annesinden görmüştü. Önce odasına gidip atletlerinden birin aldı. Sonra mutfağa gidip kokusundan nefret ettiği o suyu çıkardı. Adını hatırlamıyordu. Bir kaba koydu biraz, atleti de içine attı.
Salona gidip Mahir’in kanepesinin üstüne çıktı annesinden gördüğü her şeyi uygulayarak bezi Mahir’in alnına yerleştirdi. Üstündeki battaniyeyi de açtı. Mahir’in mızmızlanması artınca annesinin yaptığı gibi yanağına bir öpücük kondurdu. “Biliyorum acıyor ama geçecek.” dedi. “Ben seninleyim. Ben seni iyileştirebilirim.”
Birce o gece uyku gözlerini kapatana kadar Mahir’in başındaki bezi değiştirdi durdu. En sonundaysa Mahir’in kalp atışlarını dinleyerek uyuyakaldı. Sabah uyandığında Mahir hastalıktan kızarmış ama son derece sağlıklı görünen kırmızı yanaklarıyla ona bakıyordu. Yine annesinin yaptığı gibi elini Mahir’in alnına koydu. Ateşi düşmüştü. Emin olmak için diğer elini de kendi alnına koydu. Evet geçekten de düşmüştü.
Birce’nin yüzünü kocaman bir gülüş kapladı. Attığı sevinç çığlığıyla uyuyan halası korkuyla uyandı. Sevinci içine sığmayan Birce çığlıklarla karışık kahkahalarıyla odadan çıktı ve anne babasının yatak odasına doğru ilerledi. Babasının burada olmasını beklemiyordu ama ikisi de oradaydı. Çığlıklarla yatağın üstüne atladığında ikisini de uyandırdı.
Anne babası göz altları çökmüş, kızarmış gözlerle kızlarına baksalar da bu Birce’nin umurunda değildi.
“İyileşti!” dedi kahkahayla gülerken. Bu uzun zamandır attığı en gerçek kahkahaydı. “Abim iyileşti! Abimi iyileştirdim!”
Anne babasının zaten yeni uyandıklarından dolayı aklı karışıktı. Kızının bir rüya gördüğünü düşüne Âdem onu kollarının arasına aldı. Teselli eder gibi başına öpücükler kondurdu. Hiçbir şey söylemedi.
Anne babasının sevincine katılmayışına bozulan Birce annesine döndü ümitle. “Hani abim hastaydı ya çok uzun zamandır. Dün gece çok ağrısı vardı. Bir baktım ki ateşi varmış. Senin yaptığın gibi yaptım. Kötü kokan sudan koydum başına. Sabah bir kalktım baktım iyileşmiş anne!”
Meltem kızının rüya gördüğü düşüncesinden sıyrılıp onun için endişelenmeye başlamıştı. “Annecim abin..” diyecek oldu ki sözünü kesen Birce oldu. “Gelin bakın! Mahir abim içerde. Yanakları kırmızı kırmızı olmuş çok komik. Ama ateşi yok. Geçmiş. Ben geçirmişim. Ben iyileştirmişim. Kahramanım ya ben baba! İyileştirdim işte!”
Annesi ve babası göz göze geldiklerinde ne demeleri gerektiğini bilmiyorlardı. Bir şey demek yerine sessiz kalıp onları odaya çekiştiren kızlarının peşinden gittiler. Annesi Mahir’in başında oğlunun düşmüş ateşini kontrol ediyordu.
“Bakın! İyileşti!” dedi Birce neşeyle. Mahir’in yanına atlayıp yanağına bir öpücük kondurdu. “Çok kötü kokuyorsun ama iyileştin sonuçta. Aferin.” dedi saçlarını okşarken.
Annesinin yüreğinin sızlayarak onu izlediğinin farkında değildi. Meltem kocasına yaslandı. Kendi yasını yaşarken kızını yalnız bırakmış olmanın ağırlığı içinde bir süre sadece abisini iyileştirmiş Birce’nin neşesini izledi.
Bir süre sonra Birce’yi bir pedagogla görüştürdüler. Pedagogun dediğine göre zihnimiz bazen bizi korumak için bize acı veren anıları silebiliyordu. Birce’nin zihninin de yaptığı buna benziyordu. Anıların birçoğunu unutmamıştı ama o anılardaki abisinin Mahir olduğunu düşünüyordu. Şu süreçte Birce için yapılabilecek en iyi şey gözlemdi. Anılarının yanlış olduğunu söylemek ya da ona doğrusunu hatırlatmak kapatılamayacak yaralara sebep olabilirdi. Şu an zihni ve anılarının temellendiği yaşlardaydı. İleride neleri hatırlayıp neleri hatırlamayacağını kontrol etmeleri gerekiyordu. Sonrasında da doğru vakit geldiğinde eğer hiç hatırlamazsa uzmanlar eşliğinde doğru geçmişini ona hatırlatmayı önerdiler.
Ama o vakit hiç gelmedi. Meltem ve Âdem neşeleri yerine gelmiş küçük kızlarına hiçbir zaman gerçeği söyleyecek cesarete sahip olamadılar. Zaten Birce de bir süre sonra geçmiş anılarını teker teker sildi. Zihninde bu hastalıktan ya da hastane günlerinden belirgin hiçbir anı kalmadı. Sadece hisler.. Hisler canlıydı.. Hastanede olmak onu huzursuz hissettiriyordu. Hastane kokusu onun için kimsenin sevmediği ama onun gizli gizli hoşuna giden bir kokuydu. Hoşuna giderken nedensizce burnunu sızlatan bir kokuydu.
Unuttuğu geçmişinden ona kalan en büyük şey ise sevdikleri hasta olduğunda büründüğü ruh haliydi. Etrafındaki insanların hasta olması anlayamadığı bir şekilde onu korkutuyordu. O yüzden elinden gelenin de fazlasını yapıyordu. Bazen kendisini yok sayıp sadece karşısındaki insanı iyileştirmeye odaklanıyordu. Sırf bu yüzden bir ara doktor olmak istemiş ama hastanelerde kendini kötü hissettiği için vazgeçmişti. Yine de doktor olmasa da hayatına giren insanları hastalıklarında yalnız bıraktığı hiç olmamıştı.
Bir gün annesi hasta olmuştu da babası onu okula göndermek isteyince hasta numarası yapıp annesinin yanında kalmıştı. Babası işe gittiğindeyse yatağından çıkıp tüm gün annesine çay çorba taşımıştı. Annesi gülerek izlemişti Birce’nin bu hallerini. Annesini düşündüğü için minik tatlı bir yalan söylemesi hoşuna gitmişti. Ama Birce’nin sınıfı o birkaç günde okulda ‘A’ ve ‘B’ harfini görmüştü ve Birce birkaç hafta boyunca ‘öğretmenim bensiz öğretmiş’ diye ağlayarak geri kaldığı derslerini tamamlamaya çalışmıştı.
Orta okuldayken babası kolunu kırmıştı. Birkaç gün annesiyle birlikte babasının etrafında fır dönmüşlerdi. Ama hafta sonu okulun en yakışıklı çocuğunun doğum günü vardı ve Birce çocuğun ilk davet ettiği kişiydi. Leyla’nın söylediğine göre çocuk Birce’den hoşlanıyordu. Birce için bu yaşlardaki insanların ‘aşkları, sevgileri’ çok komiğine gitse hoşlanılıyor olmak, hele de okuldaki her kızın hoşlandığı biri tarafından hoşlanılıyor olmak hoşuna gitmişti. Babası kolunu kırdığından Birce için doğum günü partisi zihninde iptal olmuştu bile. Leyla’nın ısrarları ve Adem’e partiyi duyurmasının ardından kızıyla uğraşmak isteyen Âdem ‘beni bu halde bırakıp gidecek misin?’ diye duygu sömürüsü yapmak istemişti. Sonrasında izin verecekti tabi ki ama Birce için babası bunu söyledikten sonra sonrası olmadı. Âdem dil dökse de Birce’yi onu bırakıp partiye gitmeye ikna edemedi. Birce, partisine gelmediği için gururu kırılan okulun popüler çocuğu ‘intikamını’ almak için etrafındaki herkesi Birce’ye karşı kışkırtmaya başlamıştı. Birce popüler değildi ama sevilmeyen bir kız değildi. Bu o günden sonra tamamen değişmişti. Akran zorbalığıyla ilk kez karşılaştığı yıllardı. Etrafında tek kalan insanlar Leyla ve Erdem’di.
Üniversitede, Kürşat’la aylar öncesinden yaptıkları planı Emre’nin hastanede olduğunu öğrenmesiyle bir kere daha düşünmeden iptal edip hastaneye koşmuştu. Kürşat’ın Emre’den nefret etme nedenlerinin başında gelen o günde olan tek şey Emre’nin buzda düşüp ayak serçe parmağını kırmasıydı.
Bir keresinde Meryem’e bakabilmek için İtalya’dan gelen müşteriyle görüşmeye katılamamıştı. Görüşmeye katılan mimarın iki ay sonra İtalya’da çalışmaya başladığını tabi ki kimseyle paylaşmadı.
Bir keresinde sadece ona not verdiği için iletişimleri olan bir kızın derse gelmediğini fark edip hasta olduğunu öğrenince gecenin bir körü ev adresini bulup çorba ve ilaç götürmek için kızın mahallesine gittiğinde oranın tekinsiz bir mahalle olduğunu anlamasına fırsat kalmadan çantası çalınmıştı. Çantasını refleksle bırakamadığı için de kısa bir an da olsa yerde sürüklenmişti ve çorba götürmek istediği kızdan daha kötü bir duruma düşmüştü.
Aziz’den pek hazzetmediği ilk zamanlarda bile basket oynarken kendine zarar veren Aziz’in peşinden revire giden de, dersleri kaçıran da, hocalarından azar yiyen de o oluyordu ama önemli değildi. Aziz’in yanına hastaneye gitmek için girmediği sınavın not ortalamasına etki edip istediği üniversiteyi kazanamamasına sebep olması ise arkadaşları demediği sürece aklının ucundan bile geçmemişti.
Bu olaylar Birce’nin ömrü boyunca sürdü. Birini iyileştirmekten kendini sorumlu hissetmeye hep devam etti. Bu uğurda kendine verdiği zararın gözünde bir değeri olmuyordu. Çünkü insanların hasta olduğunu bilmek onu huzursuz ederken iyileştiklerini gördüğünde içinde anlamlandıramadığı bir huzur oluyordu.
Nedenini hiçbir zaman öğrenmedi, hiçbir zaman merak etmedi de. Bunun karakterinin bir parçası olduğunu düşünerek hayatına devam etti. Zihninin derinliklerinde gömülü anılar orada dururken o dönemki hisleri birinin hasta olduğunu öğrendiğinde gün yüzüne çıkıyor ve vücudu çoktan kendini savaş moduna alıyordu bile.
🐞🐞🐞
Burnumun ucundaki tarçınlı kurabiye kokusunu ciğerlerimin en derinine çekerken başımın altındaki kalp atışının huzurlu sesiyle kollarımın arasındaki bedene daha sıkı sarıldım. Benim sarılmamla birlikte vücudumun etrafındaki kolların beni daha sıkı sarması bir oldu. Saçlarımın üstünde hissettiğim öpücükler oradan alnıma, şakağıma doğru ilerledi. Yanağıma doğru yaklaştığında burnumun ucundaki boynu uzaklaştığı için mızmızlanmam Aziz’den gelen kıkırtıyla bertaraf edilmişti. Yataktan doğrulup üstüme doğru eğildiğinde yüzümün her yerine öpücüklerini bırakmaya devam ediyordu. Boynuma indi ve hem koklayıp hem öpmeye devam etti. Öpücüklerinin sayısı arttıkça sesleri de artıyordu. Artık gözlerimde uykuya dair herhangi bir istek kalmamıştı. Yavaşça gözlerimi açtığımda dudaklarımdaki gülümsemeyi gören nişanlımın da gözleri parlamıştı.
“Oh be güzelim! Yarım saattir uyandırmayayım diye saçlarını minik minik öpmekten B vitamini eksikliğinden ölüp gidecektim yemin ediyorum!”
“Sen de uyandığımı anlayınca fırsat bu fırsat deyip beni sömürmeye mi karar verdin?” dedim halimden oldukça memnun bir halde.
“Vitamin eksikliği şakaya gelmez.” Oldukça ciddi bir tavırla söylediği cümleye gülmeden edememiştim. Onun da gözleri dudaklarıma düştüğünde inat eder gibi gülüşüm genişledi.
“Biraz da D vitamini.” deyip dudaklarıma yapıştığında gülmekle öpüşüne karşılık vermek arasında kalmıştım. İkisini de tam yapamadan Aziz’in dudakları dudaklarımdan ayrıldı. Üstümden doğrulurken bir koluyla belime sarılıp benim de sırtımı yataktan kaldırdı. “Hadi bakalım kahvaltı vakti. Önce bir ayıl sonra da elini yüzünü yıka da aşağıya gel.” deyip yataktan kalktı.
Yerdeki eşofmanını alıp altına geçirdi. Üstünü ise göz zevkim için çıplak bırakmıştı. Banyoya girip çıktığında ıslanmış yüzünden yüzünü yıkadığını fark ettim. Bana göz kırpıp merdivenlere doğru yöneldi. Merdivenlerden inip görüş açımdan kaybolana kadar nişanlımı kesmekle meşguldüm. O aşağı indiğindeyse yorganı üstümden atıp yataktan kalktım. Aziz’in üstünün çıplak olma sebebi olan üzerimdeki tişörtünü biraz aşağıya çekiştirdim ve banyoya geçip elimi yüzümü yıkadım. Aynadan kendime baktığımda boynumda gördüğüm izlerin devamının göğüslerime doğru indiğine emindim. Benimki de iz bırakmayı seviyordu işte.
Dün gecenin anılarıyla gözlerim parlarken aynanın karşısında kendi kendime sırıtmaya devam etmemek için banyodan çıktım. Komidinin üzerine savurduğum çiçeklerimi elime alıp ben de merdivenlerden aşağı indim.
Aziz çoktan tavaya yumurtayı koymuş tabaklarımıza kahvaltılıkları diziyordu. Ben normalde onun kadar sağlıklı beslenen bir insan değildim ama onun bu özenli tabakları benim de hevesimi arttırıyordu. Birlikte olduğumuz günlerde hafta içleri çoğunlukla ben hazırlamak istiyordum ama hafta sonları ona bırakıyordum. Birkaç haftadır böyle bir düzenimiz vardı. Her ne kadar ben de çok şaşırsam da babama nişandan sonra bir rehavet çökmüştü.
Aziz’le balkondaki konuşmalarının ardından Aziz yanımıza gelmiş dışarı çıkmak için hazırlanmamızı söylemişti. Gözümün kenarıyla babamı kontrol ettiğimde bana sadece gülümseyerek ‘iyi eğlenceler’ dilemişti. Zaten gerçekten bir sorun çıkaracağını düşünmüyordum ama fazla durgun görünüyordu. Muhtemelen balkonda Aziz’le duygusal bir baba oğul konuşması yapmışlardı. ‘Kızım sana emanet’ gibi klişe lafların dolaştığı bir konuşmanın gerçekleştiğini düşünüyordum. E bir de artık nereye kadar olay çıkarabilirdi ki? ‘Kızı vermişti!’
Ama beni asıl şaşırtan şey yeni yılın ilk günlerinde gerçekleşmişti. Babam ben Aziz’in yanındayken eskisi gibi aramamaya başlamıştı. İşten sonra eve gelmem için ısrar etmiyor, hafta sonları gözü üzerimde olmuyor, gece eve gelmediğimde nereden olduğumu tahmin edebildiğinden beni sorguya çekmiyordu.
Aziz’de kalacağım zamanlar bunu anneme söylüyordum. O da babama söylüyordu ve babam buna ne engel oluyor ne de lafını yapıyordu. O rahatladıkça biz de daha fazla rahatlamıştık. Haftada bir günden hafta sonlarına, hafta sonundan hafta içiyle hafta sonunu birleştirmeli misafirliklerim artmıştı.
Babamın tüm derdinin nişan olması beni de şaşırtmıştı. Ben düğüne kadar bir şekilde yine bizi bir şekilde sıkıştırır diye düşünmüştüm. Şu anki durumdan oldukça memnundum ama sadece bunun fırtına öncesi bir sessizlik olmamasını umuyordum. Durup durup patlayıp düğüne kadar görüşmek yok demezdi umarım. Gerçi dese de şu saatten sonra onu pek dinleyeceğimizi düşünmüyordum.
“Güzelim bekleme hadi gel.” diyen Aziz’le bir süredir onu izlediğimi fark ettim. Çoktan tabaklarımızı hazırlamıştı. “Annemleri evlerden alacağız daha. Kahvaltıyı yapalım bir an önce çıkalım.”
Adımlarım üzerinde zıplayarak Aziz’e doğru ilerleyip kollarına atlayıp kollarımı da boynuna doladım. Bunu beklemiyor olacak ki ellerinin belimi bulması biraz zaman almıştı.
“Bakıyorum da sabah sabah çok sevgi dolusun.” dedi parmak uçları belimi okşarken.
“Nişanlıma sarılırken günün hangi vaktinde olduğumu pek önemsemiyorum.” diye yanıt verdim ben de burnumu boynuna sürterken
“Öyle mi?” Hafifçe boynunu geri çektiğinde huylandığını anlamıştım. “Bunu sana hatırlatacağım.”
Ses tonunda hoşuma gitmeyen bir tını olduğu için başımı boynundan kaldırdım ve gözlerine baktım. “Sarılmak dedim sadece sen ne düşünüyorsun ki hemen?”
“Dün de öyle diyordun bir tanem.” dedi yanağımdan makas alırken. Kollarını belimden çekti. Tezgahtaki tabakları alıp masaya koydu. Ben yaptığı imaya kısık, sinirli gözlerle bakarken pek de korkmuş görünmüyordu. Tek eliyle çenemi tutup yanaklarımı sıkıştırırken öne çıkan dudaklarıma bir öpücük kondurdu. “Yalan mı?”
“Her doğru her yerde söylenmez!” dedim hala sıkışıp kalmış dudaklarımı oynatabildiğim kadarıyla.
Aziz’in dudaklarını kaplayan yan gülüşünü izlerken “A bak dün hiç böyle söylemiyordun bir tanem.” demesiyle gözlerim kocaman açıldı.
“Onlar özel yerde söylediğim şeylerdi.” dedim çatılan kaşlarımla. Eminim şu an beni hiç ciddiye alamıyordu ama sinirimi göstermek için elimden gelen her şeyi yapıyordum.
“Özel yerlerde söylediğin şeyler miydi?” dedi sanki küçük bir çocukla konuşur gibi. “Neresiymiş o özel yerler? Kimleymişsin o özel yerlerde?” her cümlesinden sonra dudaklarıma kondurduğu öpücük sinirimi yumuşatıyor ses tonuyla sinirlerimi bozmaya devam ediyordu. Beni bipolar etmişti gerçekten.
“Nişanlımla.” dedim hala büzüşük duran dudaklarımla. Gözleri öne çıkmış dudaklarımdayken onun dudaklarında büyük bir gülüş vardı.
“Bir daha söyle bakayım?”
“Aşkım, bir aydır her gün söylüyorum ya.”
Yanaklarımdaki parmakları saçlarıma doğru ilerlediğinde diğer eli tekrar belimi buldu. “Çok uzun süre söylemeyeceksin zaten. O yüzden tadını çıkarıyorum.”
Ne dediğini başta anlayamadığım için bir şey söylemeden gözlerine baktım. Ama gözlerindeki parlaklık ne demek istediğini gayet iyi anlatıyordu. “Eğer çok istiyorsan daha uzun bir süre de söyleyebilirim?”
Gülen gözlerinin ışıltısı birden kayboldu. Dudakları düzleşti. Bir seçenek insanı bu kadar mutsuz edemezdi.
“Hiç gerek yok güzelim. Birkaç ay duyunca güzel gelen bir kelime sadece. Sonra daha güzeli var. Onu duymak için bekliyorum.”
“Neymiş ki daha güzeli?” dedim hiç anlamamış gibi.
O da oyunumu görmüştü ama belli ki bana söylettirmek için elinden geleni yapacaktı. “K ile başlıyor.” dedi sanki çok gizli bir sır verir gibi.
Bir süre sanki düşünüyormuşum gibi yaparak bir elimi yüzüne çıkardım. Yanağını yavaş yavaş okşarken gözlerim dudakları ve gözleri arasında gitti geldi. ‘K’ harfini biraz mırıldandım. “K-kazma olabilir mi?”
Gözlerini devirerek belimdeki elini daha da sıkıştırdı. “Yok, olamaz.”
Biraz daha düşünürmüş gibi mırıldandım. “K- kuzum olabilir mi?”
Gülse de kafasını iki yana sallamıştı. “Kelebeğim olabilir mi peki? Kelebeğim? Uğur böceğinin kelebeği?”
Akgün’e okuduğumuz masala yaptığım göndermeyle gülüşü büyüdü ama istediğine ulaşamadığı için başını yine iki yana salladı. “Başka bilmiyorum maalesef.” dedim omuzlarımı yukarı kaldırırken. “Kelime dağarcığım şimdilik bu kadar aşkım.”
Belimden tutup beni masanın üstüne oturttuğunda karnımda hissettiğim kelebekler içimi gıdıklıyordu. “Sen merak etme güzelim benim. Ben senin kelime dağarcığını genişleteceğim. Hem ne demişler dil dile değmeden dil öğrenilmezmiş. Getir bakayım o dilini.” Dudaklarımın üstüne doğru konuşması beni her ne kadar tahrik etse de şu an odaklandığım nokta başka bir yerdi.
“Öyle mi? Sen o yüzden mi bu kadar iyi öğrendin İngilizceyi ha? Söyle bakayım? Dillere değen dile çok mu hakimsin?” her cümlemin ardından sağ tarafına minik şamarlar yiyordu ama şamar yemek belli ki çok hoşuna gidiyordu. Kıkırdayışı bunun bir kanıtıydı.
“Hâkim olmak istediğim tek dil seninki.”
Dudaklarımın üzerine kapandığında dilime hâkim olmak istediğini çok güzel anlamıştım. Konumuz neydi, ne ara buraya gelmiştik hatırlamıyordum. Tek yaptığım Aziz’in dudaklarıma sataşan dudaklarına ayak uydurmaktı. Öpücüğünün tadını çıkarırken tezgâh üzerinden gelen titreşimle dikkatim dağıldı. Gözlerimi açıp bakışlarımı tezgâha doğru çevirsem de Aziz’i dudaklarımdan ayırmam pek mümkün olmamıştı. “Annem.” demeye çalıştım ne kadar anlaşılıp anlaşılmadığını bilmeden. Durmayınca ellerimi yanaklarına çıkarıp başını kendimden uzaklaştırdım. Bu sefer daha net bir şekilde “annem” dedim. Ne dediğim anlaşılınca Aziz arkasındaki tezgâha uzanıp çalan telefonunu aldı.
“Efendim Meltem annecim.”
Ah, evet bir de bu vardı. Nişan gününden sonra annemin Aziz’e ‘ne o öyle teyze teyze?’ demesinin ardından Aziz anneme anne demeye başlamıştı. O benim anneme anne dediği için ben de onun annesine anne demek durumunda kalmıştım. Başlarda garip gelse de bir süre sonra alışmıştım. Alışamayan tek kişi babamdı. Ondan herhangi bir talep gelmediği için Aziz ona amca demeye devam ediyordu. Babam söylemese de buna gıcık olduğuna emindim. Ama Aziz’e gidip de ‘bana baba de’ demeyi de belli ki kız babası gururuna yediremiyordu. Ara sıra bana gelip Aziz’in babasına baba deyip demediğimi soruyordu. Benim de baba demiyor olmam onu biraz da olsa rahatlatıyordu ama asla memnun değildi.
“Şimdi kahvaltı yapıyorduk biz de. Birce çok güzel bir kahvaltı hazırlamış, onu yiyordum.”
İmasıyla kocaman açılan gözlerimi gördüğünde dişlerini göstererek gülümsedi. Dudaklarıma ses çıkarmayan minicik bir öpücük bıraktı. “Evet evet, biz bir yarım saate çıkarız. Annemi alır size geçeriz. Sizin oradan daha yakın. Tamam, tamamdır görüşürüz.”
Telefonu kapatıp masaya koyduğunda ben de masadan indim. “Ne zaman gelirsiniz diye aramış ona göre hazırlanacakmış.” diye açıklamasını yaptığında çatalla bardakları masaya koyup dolaptaki portakal suyuna yöneldi.
“Yeşil çay içersin diye düşünmüştüm. Keşke portakal suyunu önceden çıkarsaydın dolaptan. Çok soğuk olur şimdi. Hemen içme.” dedim anlık bir endişeyle.
“Evin içi sıcak. Bir şey olmaz.” diyerek saçlarıma bir öpücük kondurup beni sandalyeye oturttu.
“Her şey o bir şey olmazlardan başlıyor zaten. Görüyoruz bir şey oluyor. Neden durduk yere hasta olasın ki? Hem senin daha çok dikkat etmen gerekiyor.”
Son cümlemle bakışlarını tabağının üstünden bana çevirdi. Bir kaşı havaya kalktı. “Nedenmiş o? Kalp ameliyatı oldum diye mi?” Bu konunun üzerine gidip endişelenmemden nefret ediyordu ama hiçbir şey olmamış gibi davranmak sadece rol kesmek demekti. Soğuk portakal suyu içmesiyle kalbi arasında bir bağ kuramasam da içmesindi işte! Ne gerek vardı ki?
“Ne alakası var canım?” dedim onu rahatsız etmemek için. “Hasta olursan evinde kalmam. O yüzden daha fazla dikkat etmen gerekiyor.”
Söylediklerime asla inanmasa da gerçek düşüncelerimi söylememiş olmam dudağının kıvrılmasına neden olmuştu. Ya da belki de sadece yalan söyleme çabam hoşuna gitmişti emin değildim.
“Ha, hastalansam benimle kalmıyorsun yani?” dedi inanmaz bir tavırla.
“Çorbanı yapar giderim. Ben de hasta olamam evimizi yetiştirmeye çalışıyorum.”
“Neye yetiştirmeye çalışıyorsun?” dedi gerçekten anlamayarak.
“Düğünden sonra evimize yerleşiriz diye düşünmüştüm.”
“O dediğin imkansız değil mi güzelim. Çizimler bugün bitse iki aya nasıl ev yapılsın?”
“İki ay?!” Şaşkınlıkla sesim yükselmişti. “Pardon iki ay derken? Düğün tarihine karar verdiğimizi hatırlamıyorum.”
“Ben verdim. Sana söylemedim mi?” dedi sanki gerçekten unutmuş gibi. Büyük bir yalancıydı.
“Unut sen iki ayı falan deli midir nedir? İki aya nasıl evlenebiliriz acaba?”
“Sen istesen iki güne de evleniriz. Hatta çok istersen birkaç saate de evlenebiliriz. Evlenmek bu kadar karmaşık bir şey değil.”
“Aziz, dedenlerin ne dediğini sen de biliyorsun değil mi? Büyük bir düğün, aile dostları, cemiyet, büyük bir düğün, siyasiler, büyükelçiler, büyük bir düğün.” Abartılı mimiklerimle dedesinin söylediklerinin özetini yaparken o anları hatırladığını umut ediyordum.
“Önce evlenip düğünü sonra da yapabiliriz.”
“Niye öyle bir şey yapalım?” Ağzıma bir dilim salatalık atarken bu konuyu konuşmamızın bile saçma olduğunu hissediyordum. “Nisan’la Haziran arasında ne fark var ki?”
“Seven kalpler için çok fark var Birce Hanım ama siz anlamazsınız tabi. Bu ilişkinin daha çok seven tarafı olduğum bir sır değil zaten.” Her ne kadar şaka yollu söylediyse de son cümlesi içime oturmuştu. Onun aşkının büyüklüğünün farkındaydım ama ben bile kendime kızıp kendi sevgimi zaman zaman küçük görsem de onun böyle düşünmesini istemiyordum.
Yüzümün düştüğünü gördüğünde onun da gülüşü silindi. “Daha çok sevdiğini kanıtlamak için benimle hemen evlenebilirsin mesela?” diyerek konuyu dalgaya vurarak bana sırnaştığında ortamı bozmamak adına biraz da olsa gülümsemiştim.
“Bunca yıl benden ayrı olmaya dayandın birkaç aycık da dayanabilirsin bence. Hem ayrı bile sayılmayız. Sürekli sendeyim babam yüzümü unuttu.”
“Abartma.” dedi ağzıma bir tane zeytin atarken. “Bir ayda toplasan 15 gün ya kaldın ya kalmadın.”
“Sen iyice şükürsüz olmaya başladın farkında mısın? Daha düne kadar babam biz yan yanayken bile aramızda bitiyordu. Şimdi seninle kalıyorum kaldığım gün sayısı beğenilmiyor.”
“Parmağını yüzüme doğru çevirdi. “Öncelikle şükürsüz değilim. Yüzünü gördüğüm her an ne kadar şükrettiğimi bilemezsin. Ama doyumsuz olduğum bir gerçek. O konuda da elimden gelen bir şey yok top sende.”
“Ha ben mi doyuracağım yani seni?”
Bilmem der gibi omuzlarını kaldırıp başını sağa doğru eğdi. “Doymam pek mümkün değil ama istersen deneyebilirsin tabi ki.” dedi.
Tabağımın kenarındaki ekmeği alıp ağzının içine tıktım. “Al doy biraz.” Devrilen bakışlarının hedefi bendim. Belimden tutup beni sırtına attığında elimde ekmeğin devamıyla yemek masasına tersten bakarken kalakalmıştım. “Belli ki sen doymuşsun ki nimetle oynamaya başlamışsın. Hazırlanma vaktin gelmiş senin.”
“Nimet derken ekmekten mi bahsediyoruz yoksa senden mi ikinizle de oynadım da çünk…”
Kalçama yediğim şamarla kelimem ağzıma tıkılmıştı. Beni yukarı çıkardığında önce ayaklarımı yere bastırdı ardından elimdeki bir parça ekmeği alıp komidinin üstüne koydu sonra da kolumdan çekip banyoya soktu. Belli ki nimetle oynamanın cezası olarak birazcık çarpılacaktım.
Annelerimizi evlerden aldıktan sonra hep birlikte alışverişe çıktık. Hem Aziz’in anneme daha öncesinden verilmiş bir alışveriş söz vardı hem de Birgül anne Aziz ona ‘kızın babası kızı vermeyebilir’ dediği için yapamadığı nişan alışverişini yapmak istiyordu. Kısacası hepimiz alışveriş yapmak istiyorduk ama bahanemiz bu nişan ve düğün işleri olmuştu.
Aziz alışveriş boyu hayırlı işlerin uzatılmamasıyla ilgili fetva vermeye çalışırken annemler ona sadece gülüyorlar ve her şeyin dört dörtlük olması için zamana ihtiyacımız olduğunu söylüyorlardı.
Annemin zoruyla girdiğimiz bir kıyafet mağazasında dolaşırken bir anlığına Aziz’i kaybetmiştim ve onu bebek reyonlarında bulduğumda minik elbiselere bakıyor olduğunu gördüm. O an daha önce düşünmediğim bir şey geldi aklıma. Acaba bunun için mi erkenden evlenmek istiyordu. Çocuk istediğini biliyordum. Ben de istiyordum. İkimiz de bir süre için birbirimize evliliğe, iki kişilik bir hayata alışma süresi vermenin mantıklı olduğunu kabul etmiştik. Daha erken evlenip bu süreyi bir an önce geçirmek mi istiyordu.
Arkasından sessizce yaklaşıp çenemi omzuna yasladığımda saniyelik irkildi. “Çok güzelmiş.” dedim elindeki elbiseye bakarken. Gerçekten de inanılmaz tatlıydı. Bebek reyonunda insanın kendini kaybetmemesi imkansızdı.
“Erdemle Leyla’nın bebeğine bakıyordum.” dedi elbiseyi geri yerine koyarken. Ya gerçekten onu kötü bir anında yakalamıştım ya da yalan söylediğini anlamamı istiyordu çünkü Aziz yalanlarını çok daha profesyonel söylerdi.
“Onların bebeğinin cinsiyeti belli değil ki.” dedim daha da sıkıştırmak için.
“Ben kız hissediyorum.”
“Hmm hislerin güçlü galiba.” diyerek kolumu beline doladım. İkimiz de önümüzdeki kıyafetlere bakıyorken başımı da omzuna yasladım. “Bizimkiyle ilgili ne düşünüyorsun.” Yaslandığım omzun gerildiğini hissettim. “Yani ilk çocuğumuzun cinsiyeti ne olur sence?”
“Bunu düşünmek için henüz erken değil mi? Malum daha benimle evlenmeyi bile kabul etmiyorsun?”
“Seninle evlenmeyi çoktan kabul etmedim mi sevgilim? Parmağımızdaki yüzükler de bunun kanıtıydı sanki?” Bana cevap vermediğinde onu biraz daha zorlamaya karar verdim. “Hem çocuğu şimdi yaparız düğün zamanına hazır olur ne dersin?”
Böyle bir niyetim yoktu. Çocuk sahibi olmayı çok istiyordum hatta belki Aziz’le anlaştığımız süreden çok öncesinde çocuk sahibi olmak için bazı geceler onu ayartmayı bile düşünüyordum ama şu an uğraşmamız gereken şeyler varken tadınız çıkarmam gereken bir hamileliğin araya kaynamasını istemezdim. Ama düğünümüz olduktan sonra kendimi tutma konusunda pek de güven hissetmiyordum.
“Olmaz.” dedi ciddi bir tavırla. Onun ne kadar çok çocuk istediğini bilmesem gerçekten istemediğini düşünürdüm. O da sesinin sertliğini fark etmiş olacak ki “Çocuğumu aile kurumunun içinde yapmak istiyorum.” diyerek güldü.
Bebek kıyafetlerine bakarken derin bir iç çektim. Hormonlarımın da etkisi çok büyüktü ama şu an gerçekten de bir bebeğimin olmasını istiyordum.
“Bebek istiyorum.” dedim omzunun üzerinden kaldırıp başımı ona çevirirken. “Hemen istiyorum. Yani şimdi hemen değil ama evlenince hemen. Hemen hemen.”
Bakışlarındaki gerginliği görebilsem de dudaklarında hafif bir gülüş vardı. “Güzelim biraz sakin mi olsan? Ne dersin?”
“Niye sen istemiyor musun?”
“Bunu konuşmuştuk değil mi? Hemen olmasın demiştik. Fikrini ne değiştirdi?”
“Bebek istiyorum.” dedim mızmızlanarak. “Bunun için fikrimin neden değiştiğini mantık çerçevesi içinde sana anlatmam mı gerekiyor. Bebek istiyorum işte! Görevini yapsana!”
Gözlerini ne dediğimi duyan var mı diye etrafımızda tedirgince dolaştırıp tekrardan bana çevirdi. Muhtemelen şu anki halime bir anlam veremiyordu. “Güzelim, sadece doğru zamanı…”
“İyi sen doğru zamanda yaparsın o zaman!” deyip bir hışımla yanından ayrıldım. Eminim ki şu an neler olduğunu anlamlandırmaya çalışıyordu. Biraz histerik davrandığımın ben de farkındaydım ama bu gerekliydi.
Aziz bir an olsun yanımdan ayrılmazken ona doğum günü partisi hazırlamak o kadar zordu ki! Çizim yapacağım diyorum yanımda bitiyor. Bu akşam eve gideceğim diyorum ‘Damat misafirliği’ deyip eve damlıyor. Kızlarla görüşeceğim diyorum oğlanlar da gelsin deyip grup buluşmasına çeviriyordu.
Makul ve mantıklı bir tartışma konusu yaratmıştım. Ki aslında Aziz’e itiraf edemesem de böyle düşünüyordum. Bir bebek istiyordum ve hemen istiyordum. İlk seferimizden sonra hamile olmaktan çok korktuğumu düşünmüştüm ama aslında hamile kalmadığımı öğrenince içimde saçma bir gerginlik ve mutsuzluk oluşmuştu. O andan önce mantıklı düşünebiliyordum ama hiç var olmamış bir bebeğin ihtimalini bile kaybetmek canımı yakmıştı.
Bu yalancı kavganın bir taşla iki kuş vurmasını ümit ediyordum. Hem Aziz’in doğum günü partisini hazırlayabilecektim hem de işler benim umduğum gibi giderse Aziz’i bebek fikrine ikna edebilecektim. Zorlu ve tripli bir 6 gün beni bekliyordu.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 131.89k Okunma |
10.07k Oy |
0 Takip |
60 Bölümlü Kitap |