
Selamlar, selamlarr🩷
Geç geldim ama uzun bölümle geldim.
Biraz roller coaster gibi bir bölüm bizi bekliyor uyarımı geçeyim.
Yorumlarda görüşelimmm. Siz bölüm beklerken ben de yorumlarınızı bekliyorum haberiniz olsun 😙
İyi okumalarr🩷
Şubatın son günlerine aldırış etmeden odanın içine vuran gün ışığıyla, ferah, ahşap eşyalarla dizayn edilmiş bir odada altımda inanılmaz rahat bir koltukta oturuyordum. Mesleki deformasyon olarak girdiğim binaların sadece içini değil odalarını da incelerdim ve şu sıralar evimiz için eşya bakma sürecine başladığımdan gözüm dışarıya karşı daha da açıktı.
Tabi burası bunun ne yeri ne de zamanıydı.
“Sizi bugün buraya getiren şey nedir peki?”
Psikoloğumun az önce sorduğu sorudan kaçış yöntemi olarak odayı bir tur daha incelemeyi tercih etmiştim. Bugün ilk seansımızı gerçekleştirecektik. Leyla’nın kliniğinde çalışan bir psikologdu. Ortaklarından değildi. Ama Leyla’yla konuştuğumuzda çokça övmüştü. 24-25 yaşlarında bir kadındı. Benden küçük olması ne yalan söyleyeyim pek hoşuma gitmemişti. İçimde ‘bana nasıl yardım edebilir ki?’ duygusu oluşmuştu ama yine de bugün buradaydım.
Aziz’le yamaç paraşütünden sonra şubat ayına rağmen Ölüdeniz’in tadını çıkardık. Hafta sonu arabayla geze geze tekrar İstanbul’a geldik ve benim gelir gelmez yapmak istediğim ilk şey annemle babamı görmekti. Onlardan uzak geçirdiğim zamanda onların tarafından da bakmıştım. Kendi kendime ettiğim kavgalar, sonunda içimdeki fırtınayı dindirmişti ve ben anne babamın dizinin dibine geri dönmüştüm. Biraz duygusal bir buluşmaydı. Annem beni karşısında görünce ağlamaya başlamıştı. Ben onu ağlarken görünce ben de ağlamıştım. Babam ‘ne ağlıyorsunuz ya?’ derken sesinin titrediğinden habersizdi. Gözleri dolmasına rağmen gülen tek kişi pis damat Aziz’di.
Psikoloğa gitme kararımı onlara da anlattım. Ellerinden ne gelirse yapacaklarını söylediler. Hatta hatırlamadığım zamanları hatırlamama yardımcı olur diye güzel anılardan bile bahsettiler. Benden gizledikleri için özür dilediler, ben de onlardan evlatlarının yasını tutma fırsatını aldığım için özür diledim. Bunu dedim diye babam az kalsın beni dövecekti ama böyle hissediyordum. Diğer bir çocuklarının acı çekmemesi için kendi içlerindeki acıyı en derine gömmüşlerdi. Bir gün birlikte mezarına gitmek istediğimi de söyledim. Kabul ettiler. O günün ne zaman olacağından emin değildim ama bir gün olacaktı. Çünkü artık onun varlığından haberdardım.
O gece Aziz’i uğurlarken babamla annemin Aziz’den de özür dilediklerini duydum. Kaybettiğimiz seneleri bir şekilde yıllarca sakladıkları bu sırrın ruhumdaki derin yarasına bağlıyorlardı. Haksız da sayılmazlardı ama suçlayacak birilerini bulmak hiçbir şeyin çözümü değildi. Özür dilemek de sadece hata yapanın içini rahatlatıyordu.
Aziz’se belli ki bunu düşünmüyordu bile çünkü ‘Çok üzgünsen kızını benimle gönderebilirsin şu an mesela.’ diyerek babamın ayarlarıyla oynamıştı. Babamın bu zamana kadar bu ‘rahat’ yaşantımıza sessiz kalması bile kendini suçlu hissettiğindendi. Ondandı geçen 1.5 ayda bize karışmaması. Ama o günden sonra o rahatlığı maalesef ki tekrar bulamadık. Belli ki babam düğüne kadar bizi ayrı çatılar altında tutmaya gayretliydi. Bu durum Aziz’i çıldırtsa da her an yanımda bitmenin bir yolunu buluyordu. Hafta içi her akşam bize geliyordu. İnadına saatlerce kalkmıyordu. Babamın istediği kanalları izlemesine izin vermiyordu. Bu konuda ya annemle birlik oluyor ya da babamın onunla tartışması için babamın damarına basacak konular açıyordu. Muhtemelen babamın en sonunda patlayıp ‘al git kızı da gelme bir daha bu eve’ diyeceği anı bekliyordu ama çok beklerdi. Babam için şu an dünyadaki en kıymetli şey bendim ve Aziz ne yaparsa yapsın babam beni yanından ayırmayacaktı. Ki, itiraf etmese de ben onun Aziz’in her akşam bize gelmesinden oldukça memnun olduğunu biliyordum. Bir keresinde mesaiye kaldığı için eve tek dönmüştüm ve babam ‘Hani Aziz?’ diye sormuştu. Beni gördüğünde, hoş geldin bile demeden önce Aziz’i sormuştu. Seviyordu damadını. İnkar edemezdi.
“Birce Hanım?”
Tabi ya! Ben en son seanstaydım değil mi? Gözlerimin içine içine bakan güzel psikologum seansın ilk dakikalarında kendini tanıtmış ve bazı uzmanlıklarından kısaca bahsetmişti. Ben de kısaca kendimi tanıttıktan sonra terapiye ilk gelişim olup olmadığını sormuştu. İlk değildi. Geçmişimdeki bazı insanlar yüzünden de gittiğim olmuştu. Faydasız seanslardı diyemem ama ben ileri gitmeye izin vermemiştim. Bu sefer bundan kaçamazdım.
Derin bir nefes aldım. Sorusunu tekrar zihnimde çevirdim. “Ben 4 yaşındayken lösemi olan abimi kurtarmak için ailemin tek umuduymuşum, ben de buna inanıp kendimi kahraman ilan etmişim. Ama abim vefat edince ben de kahraman olmadığımı acı bir şekilde fark edince beynim bana acı veren bu süreç içerisinde bir abim olduğunu ve onunla ilgili bu anıları galiba beni korumak adına silmiş. Öyle daha mutlu olduğumu gören ailem de bu duruma müdahale etmemişler ama bu durum bende çevremdeki insanların hastalıklarına takıntılı derecede ilgili olma durumunu ortaya çıkardı ve hayatımdan ben fark etmeden çok şey götürdü. Ben de bunun için geldim.”
Tek nefeste olmasa da oldukça sıradan bir olaydan bahseder gibi hızla anlattığım bu gerçeklik belli ki psikoloğumu çok da çarpmamıştı. Kaşları hafifçe yukarı kalktı. Ben gülümseyerek ona bakıyordum. Onun da yüzünde küçük bir tebessüm vardı. Masanın üzerindeki kağıt kalemi kendinden biraz daha uzaklaştırdır. Harika, istifa ediyordu galiba şu anda.
“Bu soruyu soracağınızı biliyordum. Birkaç gündür bu cevap için hazırlanıyorum. Hepsini toptan söyleyip kurtulursam daha rahat olurum diye düşünmüştüm.”
Gergince yerimde kıpırdandığımda onun yüzündeki tebessüm hala olduğu yerde duruyordu.
“İstediğiniz şeyleri, istediğiniz şekilde anlatabilirsiniz. Ben size eşlik etmek için buradayım. Lütfen ağzınızdan çıkan kelimelerin nasıl çıktığıyla ilgili kendinizi yormayın. Böyle çıkması gerektiği için böyle çıkmıştır. İçinizi dolduran şeyler doğru yolu bulmazsa patlama yaratır. O patlamaları bu oda içinde istediğiniz şekilde yaşayabilirsiniz. Biz zaten onları akıtacak doğru yolu birlikte bulacağız.”
Harika, belli ki işinde gerçekten iyiydi. Ya da ben iyi değildim çünkü yabancı bir insanın bile ‘birlikte yapacağız’ demesi gözlerimi dolduruyordu. Masanın üzerinde duran peçeteliği hafifçe benim tarafıma doğru ilerletti. İçinden bir tane aldım ama kullanmadım. Elimle sıkı sıkı tuttum. Şu an dayanağım buydu.
“Peki, buraya gelmeye nasıl karar verdiniz? Neydi sizi terapiye başlatan şey?”
“Nişanlım.” dedim gülerek. O da güldü. “Kendisinin bir kalp rahatsızlığı geçmişi var. Şu an iyi durumda ama biz bir aile kuracağız. Benim hem kendisiyle hem de her türlü hastalığa açık bir bebekle olması gerekenden daha fazla yıpranmam fikri onu çok korkutuyor… Ben de istemiyorum. Herkes kadar endişe etmek istiyorum… Ve de galiba unuttuğum bir şeyleri hatırlamak istiyorum çünkü eksikliğini çektiğimi hissediyorum.”
Anladığını belirtircesine başını salladı. “Normalde ilk seanslarımızda biraz daha karşılıklı birbirimizi tanırız ve ana problemin ne olduğuyla ilgili düşüncelerimizi paylaşırız. Siz bunu çok güzel anlattınız. Özellikle çok erken yaş grubundan olan olaylarda ve aile merkezli bir destek ihtiyacında yolumuzu en kolay anamnez ile çizeriz.”
Ne dediğini tam anlamadığım için gözlerimi hafifçe kıstım. Bunu anlamış gibi kendini açıkladı. “Her şeye en başından başlayacağız ve bazı sorularla bugüne kadar geleceğiz. Bu hem benim hem sizin hem de aramızdaki iletişim için çok önemli bir adım ama tamamlamamız birkaç haftamızı alabilir. Bu sizin için uygun mudur?
Soru cevap yapacaktık, belli ki çocukluğuma inecektik. “Uygundur.” dedim ben de onun gibi başımı sallayarak.
“İsminiz çok güzel. İsimlerin kaderleri olduğuna inanılır. Galiba ben de karaktere etkisi olduğuna inanıyorum. Sizin isminiz nasıl koyulmuş? Biliyor musunuz?”
Olduğum yerde kalakaldım. Gerçekten mi? Hemen mi? Nasıl yani?
“Gerçekten çok iyi bir psikolog olmalısınız çünkü size bahsetmediğim tek şeyi nokta atışı bulmanızın başka bir anlamı olamaz gibi.”
Ne demek istediğimi anlamadığını ben bakışlarından anlamıştım. “Teyzem, ismimi teyzem koymuş. Kendisini kaybettik. Uzun zaman oldu.”
En duygusuz bu şekilde anlatabilirdim galiba bu hikayeyi. İlk seanstan ağlayarak çıkmak istemiyordum.
“Başınız sağ olsun.” dedi anlayışlı bir ifadeyle. “Bu anamnez aşamasında soracağım soruların cevaplarını not etmek de istiyorum. O yüzden kalem kağıdım elimde olacak.” dedi bana bilgi verir gibi. “En eskiden başlayacağız, biliyorum hatırlamadığınız kısımlar var ama elimizden geldiğince o noktaları kurcalayalım. Zaten sonrasında ihtiyaç duyduğumuzu hissettiğimiz noktada EMDR’ye geçiş yapabiliriz.” Onu onayladığımda hala elimdeki peçeteyle uğraşıyordum. “Anne babanız nasıl tanışmış biliyor musunuz?”
Bir anda duymayı beklemediğim bir soruydu ama anlatmaktan da keyif aldığım bir hikayesi vardı. Onların aşk evliliği yapmış olması hep çok hoşuma gidiyordu. “Aynı mahalledenlermiş. Biraz olaylı bir mahalleymiş oralar. Bazı tipler mahallenin kızlarına rahatsızlık verince mahallenin oğlanları da toplanmışlar her kızın başına bir oğlan dikmişler. Nereye giderse peşinde olsun diye. Babam uzun yıllar tesadüf olduğunu iddia etti ama anneme de babam düşmüş o sırada. Tabi annem başından beri biliyormuş dağıtımı yapan kişinin babam olduğunu. O şekilde konuşmaya sohbet etmeye başlamışlar. Aşık olmuşlar. Babam pek iş konusunda dikiş tutturabilen bir adam değilmiş. Annemle evlenebilmek için polis olmuş. Sonra da evlenmişler.”
Beni dinlerken not aldığını görebiliyordum. İşin garip tarafı bunu gözlerini benden ayırmadan yapmasıydı. Ben konuşmayı bitirdiğimdeyse anında yazmayı bırakıp yeni sorusunu sordu. “Söylediklerinden anladım kadarıyla ikinci çocuksun değil mi?” Başımla onayladım. Çok garipti. Bu zamana kadar hep ilk çocuk olduğumu düşünmüştüm. “Annen nasıl bir hamilelik geçirmiş biliyor musun? Sence o dönemdeki ortam nasıldı?”
“Ben küçükken bunu anneme sorduğumda ‘hiç anlamadım bile hemencecik geçti hemencecik kucağıma aldım seni’ derdi gülerek.” Anlatırken ben de hafifçe tebessüm etmiştim. Psikoloğumun yüzüne bakmak yerine gözlerim odanın bir noktasında kitlenmişti. “Ama bazı gerçekleri öğrendikten sonra anlıyorum o zamanın nasıl o kadar hızlı geçtiğini.” Tekrar gözlerimi karşımdaki kadına çevirdim. “Annem bana abimin hastalık sürecinde hamile kalmış. Donör olmam için hamile kalmadığını söylüyor. Bilmiyorum, o sebepten olsa da kızamazdım zaten. Hatta bazen diyorum keşke o sebepten yapsalardı. En azından ne bileyim o dönemde oluyor muydu ama? Doğru parçaları birleştirip doğru bir bebek ortaya çıkarırdı doktorlar. Abisinin hayatını kurtarabilecek bir bebek olurdu yani. Böyle olunca… Böyle sanki… Boş yereym..”
Konuşmamın devamını getirmedim. Elimdeki peçete artık işlevi dahilinde kullanılıyordu. Benim kendimi toparlamam için bana biraz müsaade etti. Tekrar gözlerine baktığımda sanki günlerdir, belki de yıllardır içimde sıkışan o cümleyi dışarı vurdum. “Ben kimseyi kurtaramadım.”
Yaşlarım gözümden aşağı akarken sesimi kendimin bile duyduğundan emin değildim. Tekrar göz göze geldiğimizde beni anlıyormuş gibi bana bakıyordu. Bunu nasıl yapıyordu, gerçekten anlıyor muydu yoksa işinde çok mu iyiydi emin değildim ama bakışlarından rahatsız olmuyordum.
“Ama sen kimseyi kurtarmak zorunda değildin.” dedi sanki bir yabancının ağzından çıkacak olan bu kelimelere ne kadar ihtiyacım olduğunu anlamış gibi. “Senin rolün kahraman olmak değildi Birce. Senin rolün sadece çocuk olmaktı.”
...
İlk seansımızı kısa tutmuştuk. Ağlamayacağım demiştim ama ağlamıştım. Su Hanım’la vedalaşırken hem gözyaşlarımı siliyor hem de gülümsüyordum. Odadan çıkıp bekleme alanına geldiğimde Aziz’in gözleri anında beni bulmuştu. İlk seansımda yanımda olmak istediğini söylemişti. Beni ikna etmesi için bir bahane üretmesine gerek yoktu zaten ben de onu yanımda istiyordum.
Onu gördüğümde yere sağlam basan adımlarım yerini sürüdüğüm ayaklarıma bırakmıştı. Omuzlarım düştü ve mırıldanarak kendimi Aziz’in kollarına bıraktım. Kollarını bana doladığında anında başımın üstüne bir öpücük kondurdu. “Güzelim, kim ağlattı seni? Göster bana hemen sorayım hesabını.”
Oldukça ciddi duyulan cümlesine gülmeden edemedim. Ciddi olmadığını biliyordum. Başımı kaldırıp ona baktığımda dudaklarında bir gülümseme vardı. “Yok maalesef hesabını soramıyoruz. Bizim hesap vermemiz gerekiyor hatta. Çantamı verir misin?” dedim kalktığı kanepedeki çantamı göstererek. Çantayı aldı ve koluma taktı. Beni kapıya doğru yönlendirirken “Senin hesabını kimsede bırakmam.” deyip elini belime dolayıp geldiğimizde bize kapıyı açan hanımefendiye ‘kolay gelsin’ demeyi de unutmamıştı.
“Ya Aziz..” diye itiraz edecektim ki “Parayı baban gönderdi.” dedi. “Bir şey yapmak istiyorlar Birce izin ver yapsınlar..”
Dediği şeyle içimi derin bir hüzün kapladı. “Böyle de sanki her şeyin suçunu onlara atmışım gibi oldu.”
Yan yana yürürken kaşlarını çatıp bana çevirdi bakışlarını. “Kızlarının terapi masraflarını karşılama sebepleri yaptıkları bir şeyin kefaretini ödemek için değil Birce. Yanında olduklarını göstermek için.”
“Biliyorum zaten yanımdalar.” diye mırıldandım başımı eğerek. “Niye Birce diyorsun durduk yere.”
Daha da kısık çıkan sesimle kurduğum cümle ona kahkaha attırmıştı. Arabanın yanına gelinde arabanın kapısını açıp oturmamı bekledi. Kemerimi takarken önce sağ yanağıma bir öpücük kondurdu. “Birce’msin çünkü.” Ardından sola. “Biriciğimsin.” Sonra alnıma “Sevgilimsin” sonra burnuma “Nişanlımsın.” Dudakları yavaşça dudaklarıma doğru inerken nedense çok heyecanlanmıştım. Bulunduğum konumda kıpırdayabileceğim bir yer yoktu ve önümdeki Aziz’in dudakları tek çaremdi. Asla da şikayetçi değildim. Yapışmak istediğim dudaklar “Ama hala karım değilsin.” deyip çekilene kadar…
Kapımı kapatıp kendi tarafına bindiğinde şaşkınlıktan ağzım açık kalmıştı. Beni ortada bırakmıştı pislik. Bıyık altından gülüşünü görebiliyordum ama sanki hiçbir şey yapmamış gibi arabayı çalıştırdı. “Aziz!” dedim uyaran bir tonda.
“Yalan mı söyledim biriciğim? Dün gözlerinin içine baktım tarih alırken belki fikrini değiştirirsin diye ama yok. Tık yok. Acımasız insan. Güle güle 14 Haziran dedin memura. Keşke dilin sürtseydi de Mart deseydin.”
Tavrı o kadar komikti ki şu anda. İstediği olmayan bir çocuk gibiydi. “Ne oldu? Babam kızını evden çıkarmayınca zor mu geldi?”
“Zor geldi tabi! Senin de benim nişanlım gibi nişanlın olsa anlarsın ne kadar zor olduğunu.”
Tutamadım kendimi bir kahkaha attım. “Benim nişanlım gibisini zor bulursun sen.” diye karşılık verdim.
“Duydum duydum senin nişanlın da iyiymiş de benimki bir başka.” Gurular göğsünü kabartmışken gözlerini yoldan çekmemişti.
“Herkesin nişanlısı kendine tabi.” dedim onu onaylayarak. İkimiz de salak salak gülerken birbirimize baktık. “Leylaların çiçekleri hangi çiçekçiden alacaktık?” diye sorduğunda aklımdan çıkmış olan şeyle utanç içinde navigasyona adresi girdim.
“Ay inanmıyorum Aziz resmen nereye ne amaçla gittiğimizi unuttum.”
Bir elini bacağıma attığında navigasyon öyle gösterdiği için ileriden ‘u’ dönüşü yaptı. “Olur öyle şeyler güzelim. Ben İngiltere’deyken bir kere terapiden çıktıktan sonra Galata’ya giderim diye düşünmüştüm. Zihnin çok fazla şey düşünüyor.”
“Tamam da arkadaşlarım da benden bu kadar önemli bir şey istemiyor ki her gün.”
“Baktın mı zarfa?” diye sordu gözü kucağımdaki çantaya kayarken.
“Hayır çiçekçide bakacağım. Sakın ben baktım deme Aziz sana da sürpriz olacak!” Ben terapideyken çakallık yapıp bakmış olabilirdi.
“Bakmadım tabi ki! Ama niye sen öğreniyorsun da ben öğrenemiyorum?”
“Çünkü canım, cinsiyet partisi yapabilmeleri için bir kişinin bebişin cinsiyetini öğrenmesi gerekiyor. Akgün’de de ben öğrenmiştim gayet başarılı bir parti olmuştu. Şimdi de işin ehline verdiler bu görevi.”
“Sen cinsiyet partisi profesörü müsün?” dedi küçümser gibi. Elimin tersiyle omzuna bir tane geçirdim. Güldü salak. “Bizimkine de parti yapacak mıyız? Onda kim öğrenecek ilk?”
Gözlerimi yoldan yavaşça Aziz’in üzerine çevirdim. “Hamile misin?” dedim tüm duygusallığımı takınarak.
Gözlerini devirip ‘ha ha’ diye güldü. “Valla bilmiyorum etrafımda çok iyi sır saklayabilen insanlar var hangisine versek ki bu görevi? Annemle babama mı Mahir abime mi yoksa sana mı?”
Sanki hiç laf sokma gayem yokmuş gibi “Mahir abine.” diye yanıtladı beni. Bu gerçek bir soru değildi diye çığlık atmak istiyordum. “Mahir abin çok iyi seçenek ama işte ona da güvenemeyiz ki. Biz çocuğun cinsiyetini öğrenemeden adam göreve gider ortada kalırız öyle.” Güldüm bu dediğine çünkü yaşanma ihtimali çok yüksekti. “2 hafta oldu değil mi en son aramasının üstüne?”
“Oldu.” dedim derin bir iç çekerek. Onun görev süreleri beni bile zorluyordu Allah eşi olacak kadına sabır versindi. Tabi öyle bir kadın varsa.. “Bak bir de bu var. Mart’a seçseydik tarihi gelemezdi Mahir abim.”
“Sanki biz Haziran’a seçtik diye gelmesi kesinleşti mi?”
“Mahir abim gelmezse ben gelin gitmem.” dedim kollarımı göğsüme bağlayarak. Ciddi olup olmadığımı anlamak için gözünü yoldan ayırıp bana baktığında biraz olsun rahatladı. Gerçekten düğünümüz olmayacak diye korkuyordu salak çocuk. “Şaka şaka evlenirim senle.” dedim içini biraz olsun rahatlatmak için.
“Çok sağ ol gerçekten mutlu ettin beni.” diyerek yola geri çevirdi bakışlarını. Terapide sürüklendiğim okyanusta can simidi atmıştı bana Aziz. Hep böyle yapıyordu. Bir şekilde, sadece yanımda olduğunda bile ben kendimi batmayacağıma inandırıyordum.
Çiçekçinin önünde durduğumuzda ben arabadan indim ve Aziz’e beklemesini söyledim. Çiçekçinin içine girip doktorun Leylalara verdiği kartı açtığımda gülümsedim. Çiçekçiye kullanması gereken çiçek rengini söyledim ve birlikte çiçekleri seçtik. Kutulu bir çiçek buketi gibi olmuştu. Kutunun kapağını kapatıp bağladığında ödemeyi yapıp kutuyu alarak dışarı çıktım.
Arabaya bindiğimde Aziz sanki kutunun dışından içini görebiliyor gibi kutuya bakıyordu. “Şu an bebeğin cinsiyetini biliyorsun.” dedi kutuya bakmaya devam ederken. Mırıldanarak onayladım onu. Nedense ben de çok heyecanlanmıştım. “Bana da söylesene.” dedi çocuk gibi.
“Ya yürü Aziz ya!” deyip güldüğümde arabayı çalıştırdı. Gözleri arada bir kutuya kaysa da bir şey söylemedi. En sonunda dayanamayıp “Tahminin ne?” diye sordum. Leyla’nın kuzenlerinin böyle bir video çekeceğine emindim ama ben önden sormak istedim.
“Şu an bir şey tahmin edemiyorum.” dedi gerçekten de düşündüğünü belli eden bir tonda. “Leyla hamileyken fotoğraf attıklarında Akgün’ün erkek olduğunu tahmin etmiştim.” dedi gülümseyerek. O gülümsüyordu ama ben onun yalnız başına bizden kilometrelerce ötede bir telefon ekranından arkadaşlarının mutluluğunu öğrenmesini hazmedemiyordum. Bunu benim yüzümden yapmış olmasıysa beni paramparça ediyordu.
“Erdem kız istiyor.” dedi düşen yüzümü görmediği için. “Ama bence avucunu yalayacak.” Bir tahmin yaptığı için mimiklerimle düşüncesinin doğru mu yoksa yanlış mı olduğunu belli etmemem gerekiyordu. Buna odaklanarak geri kalan düşünceleri kafamdan attım.
“Nerden bu kanıya vardın peki?”
“Önce benim kızım olacak da ondan.” dedi kendinden emin bir halde.
“Bakıyorum da çok iddialısın.”
“Öyleyim. Bunun kız olmadığına emin gibiyim. Şu an ne kadar haklı olduğumu öğrenmeye gidiyoruz. E bunun doğumuydu emzirmesiydi derken Leyla en az bi iki yıl daha çocuk yapmaz. O zamana da benim kızım doğmuş olur.”
“Hem şu an Leyla’nın karnında olan bebeğin cinsiyetini belirledin. Hem onlara iki yıl çocuk yaptırmadın. O arada beni bir kız çocuğuna hamile mi bıraktın? Bu olasılıkların gerçekleşme ihtimali ne?”
Gülerek sorduğum bu soruya “Yüzde 90.” diye yanıt vermeseydi gülmeye devam edebilirdim. Devirdiğim gözlerimle ona döndüm. Kendinden oldukça emin görünüyordu. Boğazımı hafifçe temizleyerek söze girdim.
“Leyla ve Erdem’in bebeğinin erkek olma ihtimali yüzde elli. Yani 1/2. Erdem ve Leyla’nın en az iki yıl çocuk yapmayacak olması matematiksel bir veri değil ama hadi bunu yüzde yüz olarak kabul edelim. Senin bu iki yıl içinde evlenmen de bir soru işareti.” Bakışları yine evlilik konusunda gerginlikle bana dönmüştü. “Ama daha dün tarih aldık. Hadi ona da yüzde yüz diyelim.”
“Çok sağ ol.” dedi memnuniyetsiz bir tonda.
“Bizim evlendikten iki yıl sonra çocuk yapıp yapmayacağımız da meçhul.” Eli kravatına gittiğinde kendimi gülmemek için zor tutuyordum. Kravatını gevşetti ve yola devam etti. “Ama hadi diyelim bu da senin planlarına göre oldu. Bu da yüz de yüz. Bizim çocuğumuzun kız olma ihtimali de yüzde 50. Yani 1/2. İkisi bağımsız olay olduğundan 0.5 çarpı 0.5 eşittir kaç yapar aşkım? 0.25. Yani yüzde 25.”
“Bu matematik hesaplamasını kızım üzerinde yapmasaydın beni fena etkileyebilirdin.”
Hala daha kızım demesine sabır dilercesine güldüm. Resmen ben bitmiştim o başlamıştı. “Bu kadar kızım kızım diyorsun. Sen kesin isim de düşünmüşsündür.” Dudağının benim olduğum tarafının kıvrıldığını görüyordum. Kesinlikle düşünmüştü. “Ne düşündün söylesene.” dedim yersiz bir heyecanla. Sanki benim bebeğimin cinsiyet partisine gidiyorduk. Ortada bir bebek yoktu ama ben isminin ihtimaline heyecanlanıyordum.
Başını iki yana salladı hafifçe. “Söylemem.” dedi hevesimi yarım bırakarak. “O kadar da doğmamış bebeğe don biçmek istemiyorum. Ama söz kızımız olacağını öğrendiğimiz anda söyleyeceğim sana da.”
“Bilerek yapıyorsun.” dedim kısılmış gözlerimle. “Meraktan çatlayacağımı biliyorsun. Ama sırf merak ediyorum diye hamile kalmayacağım aşkım.”
Sesli bir şekilde güldü bu dediğime. İçinden ‘onu göreceğiz.’ diye geçirdiğine emindim.
Sonunda Leylaların evine geldiğimizde kalabalık bir güruh bizi karşılamıştı. Kuzenler, kardeşler, onların eşleri, aile büyükleriyle oldukça kalabalık bir toplaşmaydı. Leyla’nın kuzeni düşündüğüm gibi insanlara tahminlerini sorup video çekmeye başlamıştı bile. Akgün kucaktan kucağa geziyor, amcalarını es geçiyordu. Bu çocuğun baba tarafıyla gerçekten bir derdi olabilirdi.
“Lan Aziz!” diyen babam sanki dün akşam Aziz’i görmemiş gibi bir neşeyle bize doğru geliyordu. “Bizim Ali amcan var ya evin aşağısındaki. O da geçenlerde dava açmış komşusuna kazanmış ama belediye uygulamamış kararı. Beni görünce dedi ‘abi sen o yandaki evin çatısını nasıl yıktırdın?’ dedi. Ben de dedim ben ilgilenmedim o işlerle benim damat avukat o sağ olsun aradı belediye başkanını halletti dedim. Kudurdu bir tabi orası ayrı ama kendi de istiyor şimdi. Benim işi de çözebilir mi diyor? Ben de dedim çok yoğun çalışıyor ama bir sorarım dedim yarım ağız.”
“Siz de hoş geldiniz baba.” dedim doğrudan konuya girmesine gülmemeye çalışarak. Başıyla beni onaylayıp Aziz’e döndüğünde resmen ortamdaki fazlalık olmuştum.
“Yani Adem amca bu gidişle ben de belediyede çalışmaya başlayacağım galiba.”
“Yok yok sen zaten halletme bunun işini. Bir gün bize geldiğinde bunun dükkanına gidelim. Çok yoğunum falan de.”
“Sen de damadınla övüneceksin galiba baba?”
“Övünürsem övünürüm. Benim damadım değil mi?”
“Bir şey demedim.” deyip ellerimi teslim olurcasına kaldırdım.
“Sen yine de damadın sana hala amca derken insanların içinde çok övünme bence. Değil mi Aziz annem? Hoş geldiniz yavrum.” Annemin ortama girip Aziz’i karşılamasıyla yüzüne vurulan gerçekler babamın hoşuna gitmemişti.
“Hoş bulduk anne.”
Ah, işte babam için yıkıcı darbe tam olarak da burasıydı. Annem Aziz’le sarılmasını bitirip bana da sarıldığında babam hala Aziz’e ters ters bakmakla meşguldü. Ağzını açıp tek bir kelime söylemiyordu ama.
“Ay Birce getirdin mi?” diyerek odaya heyecanla dalan Leyla bana doğru geldi. “Getirdim getirdim.” diyerek Aziz’in elindeki kutuyu Leyla’ya verdim. Annesinin odaya girdiğini gören Akgün kimin kucağında olduğunu umursamayıp mızıldandığında annesinin kucağına gitmek için harekete geçti.
“Annecim şu an alamam seni kucağıma bak Birce teyzen gelmiş. Teyze anne yarısı hadi ona git.” Akgün’e söylüyorum Birce’cim sen anla temalı bu cümlenin ardından kollarını annesine uzatmış olan Akgün’ü kucağıma aldım. Gerçekten de anne yarısıydım galiba çünkü Akgün başını anında göğsüme yaslamış oldukça sakin bir şekilde durmaya başlamıştı.
“Sakın düğün günü Akgün’ü kucağına alayım deme.”
Kulağıma fısıldayan Aziz’le başımı ona doğru çevirdim. “Niye be?”
“Düğün günü hangi cinsiyette çocuk alırsan kucağına ilk çocuğun o cinsiyette olurmuş.”
Biz de bu çocuğu kültürlensin diye İngiltere’ye göndermiştik işte. Hukuk falan okumuştu. 10 yıl yurt dışında yaşamıştı… Dönüp dolaşıp geldiği nokta saçını çek tonunu kaşı olmuştu “Sen nerden biliyorsun acaba bunu?” dedim gülerek.
“Kültürlü bir insanım bilirim.” dedi kendinden emin bir tavırla. “Var mı sizin tarafta bir kız bebek, kız çocuk falan?” Belli ki şimdiden rezervasyon yaptıracaktı.
“Yani kız çocukları var ama onları alamam kucağıma. Hem çocuk olmaz zaten bu iş için bence bebek olmalı.” Ben de bu işin ehli bir insana benziyordum.
“Annene bir sorsana düğüne çağırmayı düşündüklerinden kız bebeği olan var mıymış?”
Oldukça ciddi olduğunu fark ettiğimde suratına gülmeden edememiştim. “Aziz gerçekten..” deyip kucağımdaki Akgün’e daha sıkı sarıldım.
“Ne var güzelim ya ben işimi garantiye alıyorum.”
“Evet bebeğin nesisiniz ve ne hissediyorsunuz?”
Leyla’nın kuzeni telefonunun kamerasını yüzümüze yüzümüze tuttuğunda sıranın ne ara bize geldiğini fark etmemiştim. Aziz sanki kırk yıldır kameralara röportaj veriyor gibi saçını düzeltip kameraya döndü. “Ben bebeğin dayısıyım.” Odanın diğer ucundaki Erdem’den gelen ‘lan!’ sesini umursamadı. “Önce benim kızım olacak. Erdem avucunu yalayacak. O yüzden oğlan hissediyorum.”
Aziz’in bu net tavrının ardından Leyla’nın kuzeni kamerayı bana çevirdi. “Bebeğin nesisiniz ve ne hissediyorsunuz?”
“Ben bebeğin teyzesiyim ve Leyla şuradan bana ışın çıkaran gözlerle baktığı için hayatı tehlikem olduğunu hissediyorum. Bebeğin cinsiyetini bildiğim için tahmin yapmıyorum.”
Leyla’nın bakışlarını görmesem bir an için ben de tahminde bulunacakmış gibi hissetmiştim. Bu kuzen beni gafil avlayabilirdi. İşte o zaman hoş şeyler yaşanmazdı.
“Bitti Leyla abla.” diyerek Leyla’nın yanına giden kuzenin peşine çantama tıkıştırdığım konfetileri çıkardım. Birini Aziz’in eline tutuşturdum diğerini odaya yeni giriş yapan Sarp’ın eline tutuşturdum. “Meryem nerede?” diye sormayı da ihmal etmedim ama birkaç saniye sonra odaya giren Meryem’le sorumun cevabını Sarp’tan almama gerek kalmadı. Nerede olduklarını müsait bir vakitte Meryem’i kenara sıkıştırdığımda sorardım. Kızarmış yanak Meryem’in bana doğru gelmesini bekledim sessizce.
“Tamam, hadi öğreniyoruz!” diyen Leyla elindeki kutuyu hazırlanan masanın üstüne koydu. “Erdem, Akgün” diyerek yanındaki kocasına da gerekli talimatı verdiğinde Erdem yanıma gelip Akgün’ü kucağına alıp geri karısının yanına gitti. Ben de Sarp ve Aziz’i masanın iki yanına görevlendirdim. Video kadrajında çıkmayacakları şekilde ellerinde konfetilerle duruyorlardı. Çantamdaki Suna’yı çıkardım. Cinsiyeti öğrendikten sonra Aziz’in ne tepki vereceğini merak ediyordum.
Tüm kalabalık masanın karşısına toplandığında Leyla küçük bir hoş geldiniz konuşması yaptı. Ardından kimin başlattığını anlamadığımız bir geri sayım başladı. Geri sayım esnasında Leyla ve Erdem kutunun üstündeki kurdeleyi çözüp elleri kutunun kapağında beklemeye başladılar.
Geri sayım sonra erdiğinde kutunun kapağını kaldırdıkları an Sarp ve Aziz de konfetileri patlatmıştı. Erdem ve Leyla kutunun içindeki mavi çiçeklerle göz göze gelmişken mavi konfetiler havada uçuşmaya başlamıştı.
Önce Erdem’le Leyla’nın tepkisini çekip anında Aziz’e döndüm. Ağzı kulaklarına varmıştı. Bir sonraki saniye ona baktığımdan habersiz dönüp bana baktı. Dudaklarını oynatarak ‘ben demiştim’ dedi. Birazdan dizlerinin üstünde kayıp gol sevinci yapabilirdi.
Konfeti sesinden ürken Akgün ağlamaya başladığında gözleri çiçeklerde kaldığı için Erdem’le aynı duyguları paylaşıyor gibi görünüyorlardı. Oğlunu bağrına basan Erdem “Ne hissettiğini çok iyi anlıyorum yavrum benim.” diye onu teselliye başlamıştı. Üzgün falan değildi tabi ki, bir çocuğu olacaktı ama o da biliyordu Leyla’nın bu son diyeceğini sırf o yüzden bir kızı olsun istemişti. Yoksa Akgün’den sonra cinsiyetin o kadar da bir olayı yoktu gözünde.
Leyla birbirine destek oluyormuş gibi görünen baba oğula bakıp kahkahayı patlattı. “Annecim bak mavi. Erkek kardeş geliyor.” diye oğluna destek olduğunda oğlu biraz daha sakinlemişti. Desteğe ihtiyacı olan Erdemdi…
“Ben demedim mi sana benim kızım olmadan sana kız yok diye?”
Cinsiyetin açıklanmasının ardından ortam anında bir altın gününe dönüşmüştü. Salonun belli başlı bölgelerindeki insanlar grup grup oturmuş, hem yemek yiyor hem sohbet ediyordu. Aziz’se Erdem’le uğraşıyordu.
“Oturup seni mi bekleyeceğim lan ben? Yap o zaman bir tane elini tutan mı var?”
“Adem amca o eli Aziz’in götüne sokabilir. Ben güvenmiyorum.”
“Seviyor kayınbabam beni.” Aziz’in gururla söylediği cümlenin ardından ağzına bir tatlı atmıştım.
“Sen yine de kızını düğünden önce hamile bırakma.” diyen Sarp, Leyla’nın babasıyla konuşurken kaşları çatılmış olan babamı gösterdi. Belli ki hararetli bir şey konuşuyorlardı. Sarp da babamın bu ciddi suratını Aziz’i korkutsun diye göstermişti ama Aziz’in bu zamana kadar gördüklerinden habersizdi tabi.
“Zaten şunun şurasında dört ay bile yok. Beklerim ben kızımı.”
“Anası şu sıralar pek öyle demiyor ama haberin olsun.” diye uyarı geçen Meryem’di.
“Doğru, senin baba olma işi muhtemelen bizden de sonraya kaldı abicim.”
Sarp’ın cümlesiyle hepimiz şok içinde onlara döndük. Sarp ne dediğini anlamamıştı ama sağ olsun ki Meryem daha zekiydi. “Öyle bir şey yok.” diyerek bize doğru bilgiyi verdi.
Sarp’a çatık kaşlarıyla bakan Aziz, “Sen önce bir git de kıza evlenme teklif et. Gelmiş burada benimle aşık atıyor.” dedi sinirle.
Konu ‘kızı’ olunca Aziz’i gerçekten de sinirli görebiliyorduk. Her ne kadar ortada fol da yumurta da olmasa da 25. kare gibi zihnimin içine bu düşünceyi empoze etmekten de geri durmuyordu.
🥀🥀🥀
“Bir bebeğin sorumluluğunu almak hele. Böyle bir haldeyken. Bilmiyorum… Çok istiyorum ama etrafımdakilere de zarar verirmişim gibi geliyor.”
“Kime zarar verdiniz bu güne kadar? Yani bu ilginiz kime zarar verdi?”
Yine Su Hanım’ın yanındaydım. Haftalar birbiri ardına geçerken ben bugünün gelmesinden memnundum. Çünkü hissediyordum. Zihnime, ruhuma iyi geldiğini hissediyordum.
“Yani doğrudan bir zarar vermedim tabi ki. Biri bir şekilde zarar gördüyse o ben oldum hatta ama Aziz’e verdim mesela. 10 yılını ondan aldım. Arkadaşlarını, şehrini… Benim yüzümden gitti. Bununla yüzleşmek çok zor.”
Bir süre sessiz kaldı. Gözlerini ayırmadan bana baktı. Gözlerinde yargının ufacık bir kırıntısı bile yoktu. Sakince sordu.
“Peki, 10 yılını vermek Aziz’in kendi seçimi değil miydi?”
Öyle olduğunu biliyordum ama sustum. Cevap vermek istedim ama kafamda dönüp dolaşan düşüncelerin hangisini yakalacağımı bilemedim.
“Bazen sevilmenin sorumluluğunu taşımak çok ağır geliyor, değil mi?” dedi. “Hele ki biri seni severek kendinden vazgeçtiyse…”
İçimden evet diye çığlık atmak istiyordum. Aziz’in sevgisinin bana hep bir beden büyük olduğunu düşünmüştüm… O sevgiyi hak etmediğimi… Onu hak etmediğimi düşündüğüm her an, lise zamanlarında bile Aziz’in bana yönelmiş bakışlarından kaçtım. Gerçeği görmemek için. Çünkü ben sevilmek değil, işe yaramak zorundaydım.
“Su…” dedim fısıltıyla. “Bazen diyorum ki… ya ben gerçekten sadece yük olduysam? Anneme, babama, akrabalarıma, Aziz’e… Ya beni sevmek bile yorucu bir şeyse?”
Su, benim gibi zorlanmadı. Başını eğmeden, gözlerini kaçırmadan cevap verdi.
“Birce, bazı insanlar sevildiklerini ispatlamaya çalışır. Bazıları da hak etmediklerini düşünür. Sen ikisini de yapmışsın. Biri seni yormadan sevdiğinde, Aziz’de olduğu gibi, o sevgiyi anlayamamış ve ondan kaçmışsın. Çünkü sevgiyi hep hak etmen gereken bir şey olarak görmüşsün. Birine bir yarar sağlamıyorsan sevilmenin de bir anlamı yokmuş gibi.”
Sözleri yavaş yavaş içime işliyordu. Bana değil de içimdeki o küçük kıza sesleniyordu sanki. Abisini kurtaramayan, ailesinin kahramanı olmaya çalışan minik Birce’ye…
“Zor olacak değil mi?” dedim. “Yani… onarmak. Hem beni, hem bu sevgimi.”
Su bir süre bana baktı. Sonra dosyamı kapattı ama seansın bitmesine daha olmalıydı. Koltukta biraz dikleşti. Alışık olduğum tonunun yanı sıra bu kez daha netti.
“Birce, zihnin çok güçlü. Onu bir kale gibi kullanmışsın. Ama artık kapalı kapılara değil, açık pencerelere ihtiyacın var.” Ne geleceğini hissediyordum ama duymaktan korkuyordum. “Hazırsan bu hafta EMDR’a başlayabiliriz.”
Bir anda nefesimi tuttum. Masanın üzerindeki sudan bir yudum aldım. “Gerçekten hazır mıyım bilmiyorum.” dedim çatallaşmış sesimle.
Sadece gülümsedi. “Hazır olmaktan çok, artık kaçamayacak noktaya gelmek gerekir. Sen oradasın.”
Sonra açıklamaya başladı, her zamanki gibi. Göz hareketleriyle ilgili kısmı, travmatik anıyı yeniden ziyaret edeceğimizi ama o anki çaresizlikle değil, şimdiki benliğimle yapacağımı… Ama aklımda kalan tek şey, onun şu cümlesi oldu
“O günü hatırlamamız gerekiyor Birce. Çünkü sen hâlâ oradasın.”
Gözlerim Su’nun parmaklarını izlerken, birdenbire kendimi bembeyaz duvarları olan o hastanede buldum. Koridorda yürüyen insanların ayak sesleri. Elimde pelerinli süper kahraman barbiem.
“Abisini kurtarsın diye mi yapmışlar çocuğu?”
Görüntü silindi. Başka bir anıya atladı zihnim.
Mahir abim..
Ateşi çok yüksekti.
Evdeki herkes uyuyordu.
Dolaptan sirke çıkardım.
Islak bir bezi alnına bastırdım.
Çok çabaladığımı hatırlıyorum.
“Kurtardım.” dedim fısıltıyla. “Kurtardım onu.”
Su’nun sesini duydum uzaktan.
“O an ne hissettin?”
“Sanki… abimi kurtardım.” Gözlerim kapalı olmasına rağmen dolduklarını hissettim ve yanağımdan akan yaşa engel olamadım. “Her şey düzeldi sandım. O gün, o gün abimi unuttum. Çünkü onu hatırlamak bana başarısız olduğumu hatırlatıyordu. Onu yarı yolda bıraktığımı…”
Uzandığım yerde de olsa dizlerimdeki gücün azaldığını hissedebiliyordum. Ağlamadım. Gözümden akan tek damla yaşın ardından ağlamadım. İçimde bir düğüm çözüldü. Çünkü küçük Birce’nin hissettiklerini hissedebiliyordum. Kimse onu suçlamamıştı. Kendisinden başka…
“Bugün onu hatırlamakla başladın. Bir gün… herkesi affedebileceksin. Ama önce kendini affetmen gerekiyor, Birce.”
🌹🌹🌹
“Nerdesiniz kızım?”
“Şimdi geldik baba.” deyip Aziz’in köşeyi dönmesini bekledim. Evin önünde durduğumuzda annemle babam bahçeden çıkıp arabaya bindi. Bugün Aziz’le İstanbul’daki evimizin temelleri atılmıştı. Biz de annemle babamı onu göstermeye götürüyorduk. Henüz evin arazisini görmemişlerdi ama biraz uzak olduğunu biliyorlardı.
İstanbul’un merkezinden uzak ama çok daha sakin ve doğası olan bir yerdi. Müstakil bir ev yaptıracağımız ve büyük bir bahçe istediğimiz için şehirden uzaklaşmak durumunda kalmıştık ama bu benim için hiç sorun değildi. İstanbul’da doğup İstanbul’da büyümüş biri olarak şehrin keşmekeşliğinden uzaklaşmak bana da iyi gelecekti. Ama çok uzaklaşamazdım. Özlerdim. Bu da İstanbul’un büyüsüydü işte.
Evimize geldiğimizde henüz ortada evimiz denecek bir şey yoktu ama elimdeki çizimi çıkarıp annemle babama neyin nerede olacağını anlatmaya başladım. İşim konusunda her zaman ciddi bir insan olmuştum ve onlar da beni ciddiyetle dinlediler.
Babamın “Bu yandaki arsa boş mu?” sorusunu duyana kadar iyi bile dayandığını düşündüm.
“Satılık mı bilmiyorum? Niye hayırdır alacak mısın?” dedim omzumla omzuna vurarak.
“Oğlan İngiltere’den geldi kızı götürmeyecek diye sevindik. Yine götürebileceği en uzak yere götürmüş vicdansız. Damat bozuntusu.”
Aziz o sırada annemi kanadı altına almış bahçedeki ağacın hangi meyve ağacı olduğunu anlatıyordu. Kendisinden bahsedildiğini duyduğunda anında bize döndü.
“Adem amca sen de işine geldiğinde oğlum işine geldiğinde ‘damat bozuntusu’. Ayıp oluyor ama.
“Sen de anca AMCA!”
Babamın tepkisine annemle kıkır kıkır gülerken Aziz sanki hiçbir şey olmamış gibi davranıyordu.
“E amcam değil misin Adem amca? Başka bir şey mi demem gerekiyor?” Babama söyletmeden bu işin peşini bırakmayacaktı. Biz bu oğlanı damat olarak almakla gerçekten kendi başımızı yakmıştık.
“BABA ULAN BABA! Baba diyeceksin. Şunun şurasında kalmış neredeyse iki ay hala amca da amca!”
“Birce de benim babama amca diyor ama.”
Suçu benim üzerime atınca gülüşüm dondu. Pislik beni bile satmıştı.
“Bana ne babandan! Babanla ben bir miyiz? Birce görüyor babanı kırk yılda bir. Arada bir de telefonda konuşuyor. Sen her akşam evimdesin be! Amcanın evine her akşam gidilir mi gidilmez! Babanın evine gidilir her akşam!”
“Haklısın doğru.”
Aziz’in kabullenişiyle babam birazcık sakinleşti ama gözleri hala Aziz’in üzerindeydi. Madem haklıydı o zaman söylesin diye bekliyordu. Aziz de inat gibi susmuş kalmıştı.
Benim omzumdaki elini indirip Aziz’e “Lan Aziz!” diye yürümeye başladığında Aziz gülmeye başlamıştı ama annemin arkasına saklanmayı da akıl etmişti.
“Annem, babam beni dövmeye geliyor yardım et!” diye yalandan korkuyla bağırdığında babam olduğu yerde durdu. “Gel lan buraya.” dedi annemin arkasında boyundan dolayı asla da saklanmış gibi görünmeyen Aziz’e.
Aziz yavaş yavaş yaklaştığında babam bir elini ensesine atıp kendine çekti. Diğer elini sırtına vurduğunda bir çeşit duygusal olmamaya çalışan erkek sarılması yapıyordu. “Aferin adam ol.” deyip sırtındaki elini çektiğinde gülen Aziz’e bakıp o da güldü. “Bir daha de bakayım.”
Aziz önce sesli bir kahkaha attı. Sonra yüzüne bir tebessüm yerleştirerek “Baba.” dedi sakince.
Babamın ne kadar memnun olduğu yüzünden anlaşılıyordu. “Meltem, nasıl güzel baba diyor gördün mü? Ben Birce baba dediğinde bu kadar mutlu olmamıştım.”
Benimle uğraştığını biliyordum ama neyse ki annem yalandan da olsa buna izin vermemişti. “Hıı Aziz için de bir koç kes o zaman da ne kadar mutlu olduğunu görelim.”
Bu hikayeyi biliyordum. Babam ilk kelimem baba olursa koç keseceğine dair adak adamıştı. Bu hikayeyi ilk duyduğum zaman buna neden bu kadar takıldığını anlamamıştım ama yakın bir zamanda abimin 7 aylıkken konuşmaya başladığını ama 1.5 yaşına kadar baba demediğini öğrenmiştim. Neyse ki bu seferki babam için 1.5 yıl sürmemişti.
🥀🥀🥀
“Abin sana ne diyordu sence?”
Yine beyaz hastanenin içerisindeydim. Bu sefer abimi görebiliyordum. Onu görebildiğim nadir anlardandı. Hatta son anlardan.
Ağlamaya başladım hissettiklerimle. Görüntü gözümün önünde oldukça netti. Onu görebiliyordum. Gözlerini hatırlıyordum. Fotoğrafta gördüğüm için değildi bu. Sesini bile hatırlıyordum.
“‘Sana güveniyorum..’ diyor gibi bakıyor.” O an zihnime dolan sesiyse başka bir şey söylüyordu.
“Sen kocamaan bir kız olacaksın.”
“Peki sen abi. Sen de kocamaan olacak mısın?”
“Olmayacağım.” diyor başını iki yana sallayarak. “Sen benden daha büyük olacaksın.” Sanki abimden büyük olmak beni üzüyor gibi hissediyorum. Sanki yanlış bir şey yapmışım gibi. Sanki onun hakkını yemişim gibi.
“Ama bu senin suçun değil.”
Duyduğum şeyle omuzlarımın titremeye başladığını hissettim. Gülünce kısılan gözleriyle benim suçum olmadığını söylüyordu. Boğazımdaki yumru çözülüyordu sanki. Dünya üzerindeki her insan toplansaydı ve yaşananların benim suçum olmadığına beni ikna etmeye çalışsalardı hiçbir etkisi olmazdı ama küçük abimin ağzından o beş kelime yüreğime çöreklenen o duyguları, yıllardır yuva belledikleri yerden kovdu.
Gülen gözleri yavaşça soldu zihnimde ama bu kez unutmadım, gömmedim de. Ona özel açtığım yerde, zihnimin bir köşesinde, hep benimle.
Beni tanımlayan biri değil, sevdiğim biri. Beni seven biri, bana gülen gözleriyle bakıp yüreğimdeki yorgunluğu atan biri.
Gözlerimi açtığımda Su elinde bir bardakla karşımdaydı. Elindeki suya uzandım ama içemedim.
“Nasılsın?” dedi nazikçe.
“Yorgun…” dedim. “Ama sanki zihnim, sessiz gibi.”
Anlayışla başını salladı. “Çünkü o sesi artık bastırmıyorsun. Onu ilk kez duydun. Ve o ses seni suçlamıyordu. Seni seviyordu.”
🌹🌹🌹
“İyi misin güzelim?”
Aziz’in evinin balkonunda oturmuş gece manzarasına bakarken omuzlarımda hissettiğim şalla üşüdüğümü fark ettim. Aslında artık havalar o kadar da soğuk değildi ama gece vakti yine de pek sıcak sayılmazdı.
Bakışlarımı Aziz’e çevirmedim ama o yanıma oturup elimi tuttu bile.
“Geçen seansta...” dedim. “Anlatmamıştım ya hani sana..” Hatırladığını belli eder gibi başını salladı. “Onunla konuştum… Abimle.”
Aziz sessizce bana bakmaya devam etti. Konuşmam için zaman tanıdı.
“İlk kez sesini duydum ama duyduğum an zaten tanıdığımı fark ettim biliyor musun? Kızmadı da bana. Sadece… gitti. Ben onu kurtaramadığım için kendimi affetmedim. Kimse de affetmemiş gibi hissetmiştim. Oğullarının ölümüyle yıkılan anne babamın suçlusu benmişim gibi hissetmiştim. Ama o affetmiş Aziz. Hatta hiç suçlamamış ki.” Gözlerimi ikimizin birleşmiş ellerinden çekip gözlerine baktım. “Sen de affettin mi beni?”
“Ben seni ne yaparsan yap affederim Biriciğim.” dedi geceye karışan mırıltılı sesiyle. “Ama senin kendini affetmeni bekledim. Çünkü ben seni hiç suçlamadım zaten. Hiçbir şey için. Gittim evet ama ben o küçük kızın elini hiç bırakmadım. Büyümesini bekledim sadece. Artık geldin ama bana, gerçekten geldin. Geçmişi geride bırakarak, pişmanlık duymadan, o kıvrımlarına hasta olduğum beyninde hiçbir soru işareti olmadan geldin. Değil mi?”
Son cümlesine gülsem de dolan gözlerimi omzuna yasladım. Üzerinde yine benim ördüğüm kazak vardı. Baharın ortasındaydık ama giyebildiği son güne kadar giyecek gibi görünüyordu.
“Kahraman olmasam da beni sever misin?” dedim artık travmalarımızı şakaya vurma zamanımın geldiğine inanarak. Başımı Aziz’in omzunda yavaşça çevirdim. Artık gözlerim değil şakağım yaslıydı omzuna. Başımı da hafifçe kaldırıp yüzüne baktım. O da başını bana doğru indirince burun buruna gelmiştik.
“Kahraman olman gerekmiyor.” dedi burunlarımızı birbirine sürterken. “Ama karım olman gerekiyor.”
“Az kaldı.” dedim ona moral vermek ister gibi.
“Biliyorum. Onu düşünerek akıl sağlığımı koruyorum.”
Başımı yasladığım yerden kaldırdım. “Hadi o zaman koç! Beni eve bırakıver. Babam bu kadar izin verdi.”
Siniri bozulmuştu. Gülüşünden belliydi. Babam düğün vaktine kadar görüş günlerimizde kısıtlamaya gitmişti. Aziz’in ‘ama babacım’ demesi bile etki etmemişti. Amacı bizi ayırmak falan değildi sadece evden gideceğimi kabullenmek onun için çok zordu. Üniversite için bile evden ayrılmamışken şimdi ayrılacaktım. Her ne kadar aynı şehrin içinde olsak da farklı koşturmacaların içinde eskisi gibi olmayacaktı. Benim her eve gelişimde birlikte vakit geçirmek için çırpınışından anlayabiliyordum kalan tüm zamanı dolu dolu geçirmeye çalıştığını. O yüzden tek kelime etmiyordum. Aziz’se bu durumdan hiç memnun değildi.
İstemese de ayaklanırken hala ortamda olmayan babama gözdağı verdiğini duyabiliyordum.
“Seni bir karım yapayım da bugünlerin intikamını da yerim ben. Soğuk soğuk.”
🥀🥀🥀
"Soğuktu, çok soğuktu. Onu yalnız bıraktım ben. Küs olduğum için. Ama o beni hiç yalnız bırakmamıştı. O hastane koridorunda tek başıma beklerken beni bulup kucaklayıp sarmıştı."
Su, sessizce beni dinledi. Sonra yavaş yavaş konuşmaya başladı.
"Teyzenin yalnız ölmesi… senin zihninde onu yalnız bırakmanla birleşmiş.
Ama yalnız ölen her insan terk edilmiş değildir, Birce. Bazen hayat, maalesef vedasız da kapanır.
Ama bu… seni terk eden biri yapmaz. Onun yanında olduğun gerçeğini değiştirmez."
Artık alıştığım gözyaşlarım bu sefer benimle değildi. Onun yerine minik bir öfke kıvılcımı vardı içimde.
“Ama ben hep son anlarında yoktum. Abim. Teyzem. Sonra Aziz… Ay Allah korusun ama.. Onun vedasını hissetmiştim aslında ama hiçbir şey yapamadım. Ellerimden kayıp gitmesine izin verdim. Sanki beni seven herkesin sonunu hazırlayan kişi gibi hissediyorum.”
“Yine kurtaramadığını sanıyorsun.
Ama birini sevmek, onu kurtarmak demek değildir Birce. Sevdiğin insanı yaşatman gerekir, zihninde yaşatman, hikayesini hatırlaman. Acını toprak altına gömüp unutmaya çalışmak değil. Sana hissettirdiği her şeyle onları yaşamak."
Bir süre bu sözleri sindirmem için bana zaman tanıdı. Suyumu içmemi, nefes almamı bekledi.
“Birce… Hazırsan… Bu sefer kapıyı birlikte açacağız. Ama bu kez içeri girdiğimizde, sen kendini suçlamayacaksın. Sadece ona… son bir kez bakacaksın.”
🌹🌹🌹
"Bak bak! Benim yazdıklarıma bak da örnek al biraz!"
"Ya bir dişçinin el yazısı nasıl bu kadar güzel olabilir!"
"Güzelim biz bence bu iş için Meryem'i aramıza katmakla yanlış yaptık."
Kulağıma fısıldayan Aziz'le gülmeden edememiştim.
Aziz'in evinde mutfak masasının üstünde bir yığın davetiyeyle oturuyorduk. Davetiyelerin üstüne isim yazma olayını kim çıkarmıştı bilmiyorum ama ikimizin ailesinin de bu konuda ortak hassasiyetleri olduğunu hiç düşünmemiştim. Hayır yani bizim eski mahalleden Figen abla üzerinde adı yazmayan davetiye geldiğinde düğüne katılmıyor muydu? Neyeydi bu çaba? Hadi Aziz'in tarafında büyükelçilere, diplomatlara, başhekimlere gidecek davetiyeler isimli olmalıydı ANLADIK! Aziz dede sağ olsun 40 dakikalık bir telefon görüşmesinde bunu iyice anlamamızı sağlamıştı.
Biz de bunu yapıyorduk. Kandıralı Ferdi'yle Sir Arthur McMiller'a aynı anda düğün davetiyesi hazırlıyorduk.
"Dişçi mi? Yazıkları olsun balım. Yıllardır sana bir şey öğretemedim mi?"
"Sus be!" deyip işine odaklanan Meryem'i Aziz'e gösterdim. "Ama bak çok hevesli çalışıyor. Parlak bir çocuk bu. Gelecek vaadediyor."
Söylediğim şeye gülerken önüme yeni davetiye yığının koydu. Gülen yüzümü soldurmuştu yeminle.
"Lan Aziz! Şu klimayı kıs be! Sen kazak giyeceksin diye mayıs ayında donduk anasını satayım." Erdem tişörtünü çekiştirerek kendini ısıtmaya çalışıyordu. "Sonra yazılarım tırtıklı oldu diye sinirleniyorsun titremekten yazamıyorum ki!"
"Odanın havası çok iyi Aziz bayıldım." deyip dondurma yiyen Leyla'nın dokunulmazlığı vardı. Kendi isterse davetiye yazıyor geri kalan zamanlarda ağzına bir şeyler tıkıyordu. Oldukça hamileydi o yüzden ona kimsenin dokunmaya cesareti yoktu.
"Doğru söylüyorsun karıcım. Bence de çok iyi. Ben üzerime bir hırka alayım Akgün'e de bakarım hem." Ayaklanıp üst tarafa çıkan Erdem'in ortamdan kaçmak için Akgün'ü 6. kez kullanışıydı.
"Yuh! Bu James Middleton tahmin ettiğim James Middleton mı? Hani Kate'in kardeşi olan? Aziz davetliler konusunu birazcık abartmış olabilir misiniz?"
Hiç istifini bozmadan önündeki davetiyeye isim yazmaya devam etti Aziz. "Arkadaşım. Çağırmasam ayıp olur. İstanbul'a gelebileceğini sanmıyorum ama hem haberi olmuş olur hem de tebrik eder."
"Aşkım gelmesin zaten ben bizimkiler roman havası oynarken Prenses'in kardeşi ne yapıyor diye düşünmek istemiyorum."
"Ona da farklılık olurdu. Az iki gülen insan yüzü görürdü." Leyla'nın olaya baktığı taraftan bakamıyordum ne yazık ki. Ben şimdiden aydınlık tarafla karanlık taraf gibi ayrılan gelin damat tarafının düğünde nasıl bir 'uyum' yaratacağını düşünüyordum. Aziz dedenin gerdan kırdığı rüyalarım çok korkunçtu mesela. Ya da dolandırıcı amcamın düğüne gelip Japonya büyükelçisini dolandırması... Kabuslarım artık bu yöndeydi.
"Yeminle kolum koptu."
"Ne mızıldandınız ya! Stajyerler halletti zaten yüzde yetmişini. şurdaki otuzluk kısmı yapamadınız."
"Yuh burası otuzluk kısmı mı?"
"Sen stajyerlerine düğün davetiyesi mi yazdırıyorsun?"
Sarpla Meryem'in peş peşe sorduğu sorular gecenin sonunda Aziz'i çileden çıkarmıştı.
"Eliniz çalışsın, eliniz."
Müstakbel kocamı topraklamak adına davetiyelerden birini elime aldım. "Mahir abim görevden dönmüş. Ona da gönderebiliriz. Onunkini de yazsana." deyip önüne koydum. Diğerlerine gösterdiğinden çok daha büyük bir özenle yazdı davetiyeye ismini. Davetiyeyi tekrar elime aldığımda açtım ve tarihi gösterdim parmak ucumla.
"1 aydan biraz fazla kaldı."
"Tam 41 gün." dedi anında.
"Şafak mı sayıyorsun?" dedim dalga geçerek. Attığını düşünmüştüm ama galiba doğruyu söylüyordu.
Bana yandan bir bakış attı. Davetiyelerden birinin üstüne bir şey yazdı. "Karım olacağın günü sabırsızlıkla bekliyorum Birce Leventoğlu."
Davetiyeyi bana uzattığında üzerindeki 'Leventoğlu Ailesi' yazısına gülerek baktım. Kısa bir zaman sonra bu biz olacaktık. Ve ben bunun için çok heyecanlıydım..
Bu bölüm biraz bipolar olmuş olabiliriz ama hayat da zaten böyle değil mi? Biz kötü bir süreçten geçerken durmuyor. İyi ki de durmuyor. Birce'nin tüm iyileşme sürecini tabi ki de veremezdim ama komple es geçip hoş iyileşti de demek istemedim. Ki emdr seansları normal haftalık gidip konuşulan terapiler gibi değildir hatırlanması gereken bir şey hatırlandıktan sonra sürekli sürekli yapılan bir şey değildir. Birce de hatırlaması gereken şeyleri hatırladı ama bu hoppidi 3 ayda her şey yoluna girdi demek değil tabi ki. Böyle bir açıklama yapmak istedim. İlerleyen süreçte de devam edecek bu terapi Birce için ama biz bunu görmeyeceğiz çünkü çok daha keyifli bölümler yazacağım çünkü düğünümüz var 💃🏻💃🏻💃🏻
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 131.88k Okunma |
10.06k Oy |
0 Takip |
60 Bölümlü Kitap |