
‘’Nasıl bir his biliyor musun?
Oda çok geniş ama sığamıyorsun.
Bak kapı orda ama çıkamıyorsun.
Pencere açık ama nefes alamıyorsun.‘’
(CEMAL SÜRAYA)
‘’ Benim gönlüm sarhoştur, yıldızların altında.
Sevişmek ah ne hoştur yıldızların altında. ‘’
Kendi kendime mırıldanmayı sevdiğim yegâne şarkılardandır kendileri. Özellikle şu an olduğu gibi hazırlanırken mırıldanmanın keyfi bir başka. Tam yarım saattir -şakasız yarım saattir- kalçama kadar uzun oldukları için lanetler yağdırdığım saçlarımı taramakla meşgulüm. Babamla yaptığımız elli sekizinci kavgayı da mağlup bitirerek bu eziyete sonsuza kadar katlanacağıma emin olmuştum. ‘’Yasa hükmün gereğince bu infaz gayrı-meşru müdafaa ve hattı hümayundur’’ desem de karar bir ömür bu saçlara hükümlüsün olarak verilmiştir. Saygılarımla…
‘’Yanmam gönlüm yansa da ecel beni alsa da
Gözlerim kapansa da yıldızların altında. ‘’
Salondan burnuma kadar gelen çamaşır suyu kokusuyla birlikte saç taramam da, en sevdiğim şarkıda sona erdi. Bu Tülin Hanım ya beni öldürmek istiyor ya da çamaşır suyu bağımlısı olmalıydı. İkincisini tercih ettiğim için utanıyor olduğum nadir konulardan biri. Elimde ki tarağı temizleyerek yerine bıraktım. Yüzümde ki saftirik gülümseme devam ederken koca kurdele tokamı saçımın arkasından tutturmuştum. Zira bu tokalarla kendimi prenses gibi hissediyordum. Odamın her yanına yayılan kıllara aldırmadan, arkama bile bakmadan çıktım odadan. Tülin sultan sadık dostları süpürge, yer kovası, toz bezleri ve baş düşmanım olan çamaşır suyuyla yine illegal işler içindeydi. Ben miydim çocuğu yoksa bu zamazingolar mı bilemiyordum bazen. İnsan annesini pembe, orta boy bir kovadan kıskanır mıydı? Kıskanıyordu işte. Bazen kırası bile geliyordu da popoya yiyeceği darbelerden korkuyordu.
‘’ Ooo Bade hanımcım nereye böyle? Saçlar yapılmış elbiseler giyilmiş. Hayırdır? ‘’ Diyerek yaklaşan annemin anne kokan sesiyle kıskanç bakışlarım dağılmıştı. Pembe kovadan çektiğim bakışları yumuşatarak anneme yöneldim. Her zaman ki gibi gülümsüyordu bana.
‘’Melisayla buluşacağız anneciğim.’’ Ellerinde ki bütün malzemeleri bırakıp yanıma yaklaştı iyice. Aynı benimkiler gibi kömür karası saçları vardı. Upuzun. Belki kalçasında değildi ama belini geçiyordu. Bizde bağımlılıktı sanırım uzun saç. Bir türlü kurtulamıyorduk.Yine kömür karası olan gözleriyle baştan aşağı süzdü beni. Belli ardından bir şey geliyordu bu bakışların. Gözleri en son gözlerimde durdu. Bir elini beline koydu. Tam bir anne edasıyla
‘’ Sen yine o zibidiye mi gidiyorsun yoksa? ‘’ diye sordu kınayıcı bakışlarıyla. Zibidi dediği de inşaat mühendisliği okuyan canım sevgilim Selim. Yani bir hafta öncesine kadar canım sevgilimdi. Ta ki babam sopayla üç sokak kadar kovalayana kadar. Evet babam tam üç sokak aşağıya kadar elinde ki beysbol sopasıyla kovaladı. Neymiş efendim sokağın ortasına benzin bulamadığı için beş kilo kolonyayla ‘’BADE’M’’ yazmış. güzeller güzeli bir kızı olduğunu idrak edemiyordu babam. Birde üstüne hayvan gibi bağırınca beşinci kata doğru ‘’PRENSESİM UZAT KÖMÜR KARASI SAÇLARINI,’’ diye Babamın sinir uçlarının koptuğu nokta olmuştu. Kapının dibinde ne işi olduğunu anlamadığım sopayı kaptığı gibi Selim’i sokak sokak kovalamıştı.
‘’ Sana diyorum Rapunzel nereye daldın yine?’’ Canım annem hiçbir fırsatı kaçırmıyor zaten. Rapunzel değildim belki ama benim de ufak tefek sorunlarım vardı. Yeri seyreden gözlerimi tatlı olmak suretiyle çevirdim anneme. ‘’ Anne çocuk Muğla’yı terk etti. Engellemiş beni her yerden. Ne Selimi Allah aşkına.‘’ Yüzünü buruşturdu hemen gül kokulum. Sinirli olmaya çalışsa da beceremiyordu. Yine de Pek inancı yoktu artık bana. ‘’Baban bu kez o sopayı.’’ der demez sözünü böldüm. Zira münasip bir yerleriyle bütünleşmesine yardımcı olur diyeceğini hiç sanmıyordum.
‘’Tamam merak etme. Melisayla iskele de buluşacağız. Oradanda eve gelirim. Hem akşama az kaldı. Sizin bugün orta yaş sendromlu kadınlar toplantınız yok mu Bırak artık elindekileri’’
Son sözü söylememem gerektiğini koluma yediğim şaplakla anca idrak edebilmiştim. Karşımda ki çıtırda orta yaşlıydı ama orta yaşlı olmadığını iddia eden bir orta yaşlı. Daha fazla burada durup canımı tehlikeye atmak istemiyordum. Hem çamaşır suyundan genzim yanmaya başlamıştı bile. Yediğim şaplağın acısını unutarak kocaman sarıldım annemin narin gerdanına. Kocaman öptüm mis kokulu boynundan. Çamaşır suyu bile bu beden de muntazam bir kokuya dönüşüyordu sanki. Bağımlısı olduğum anne kokusu. Hep şuna inanıyorum, benim üç kalbim var şu hayatta. Biri gül kokan bu gerdan da gizli, diğeri her akşam uzandığım, saçlarımın her telini narince seven dizde gizli. Ve üçüncüsü de şimdilik göğüs kafesimin altında. Az sonra sokağa çıkınca üçüncüsüne sahip çıkamayabilirim. Ama diğer ikisi de saçlarım gibi sonsuza kadar benimle biliyorum. Bir kez daha kokusunu içime çekerek öptüm. O da saçlarımı sevdi, aynı şekilde sıkı sıkı sarılırken. ‘’ Çok geç kalmam merak etme anneciğim.’’ Gülümsedi ufaktan.
‘’Hele bir geç kal bak bakalım neler oluyor. ‘’
neler olacağı hakkında bir fikrim yoktu ama en fazla bir şaplak daha yerdim koluma. Daha ötesini kendisi bile düşünmezdi biliyordum. Tamam anlamında salladım başımı. Ve daha fazla bu kokuya tahammül edemeyerek fırladım dışarı doğru. Annemin arkamdan koca bir sevgiyle baktığından emindim. Ellerini göğsünde birleştirmiş, başını kapının kenarına yaslamış, arkamdan Allah’a emanet ediyordu kesin beni. Hep böyle yapıyordu. Şikayetçi değildim. Günlük olarak hatırlatıyorlardı hep böyle olacağını. Eminim çünkü annem de babam da söz verdiler defalarca kez.
‘’Biz seni çok bekledik bir an bile yalnız bırakmayız yavrumuzsun sen bizim.’’
Anahtar bile vermediler bana. Annem hepkendisi açmak istiyormuş bana kapıyı. Dışarda akşam yemeği yiyemem mesela ben. Yasak. Annem kendi hazırladığı yemeklerle beslemek istiyormuş yavrusunu. Bazen anlam veremiyorum. Evet geç gelmiş bir velet olabilirdim ama bu kadar üzerime titrenmesi bazen korkutuyordu beni. Ya da şımarıklık yapıyorum. Belki de başka kimse de görmediğim bu evlat sevgisini yadırgıyorum. Herkesin evladı özeldir ama bizimkiler biraz şov yapıyorherhalde. Memnun muyum? Ziyadesiyle. Alt kata inmiştim ki annemin şarkı gibi güzel sesi doldu kulaklarıma. ‘’ Allaha emanet ol. Dikkat et yavrum.’’
Şaşırdık mı? Asla. Saçlarımı geriye savurarak döndüm anneme. Demir parmaklıkların ucuna kadar gelmiş bana bakıyordu.
‘’Merak etme annem, kocaya kaçmazsam başka bir şey olmaz.’’
Dedim cilveyle. Kocaya kaçma ihtimalimin başıma bir şey gelme ihtimalinden yüksek olduğunu belirttim tatlı tatlı. ‘’Senden adam olmaz’’ bakışımıydı yoksa ‘’Başına bir şey gelmesinde kocaya kaçsan da olur’’ bakışı mıydı anlayamadığım şekilde bakıyordu yüzüme. Avuç içiyle alnını ovuşturdu dertli dertli. ‘’ Bu koca sevdandan babana da bahsedelim akşama. Haberi olsun adamcağızın.’’Ağzım açık kalmıştı. ‘’Bizim töremize göre senin ölüm hakkın gelmiş’’ demiş gibi bir korku kaplamasına sebep olmuştu sözleri. Ağzımın açıklığı, gözlerimde ki korku sürerken annem kikirdemeye başlamıştı. ‘’ Hadi git. Şakaydı.’’ Şaka lan şaka, Gül diye etkisi yaratmıştı bende. Sağ ol annecim. Bir şaka yaptın hayatım düzene girdi resmen. Bu kadar mı fark eder.
Daha fazla şakaya maruz kalmamak adına hızla indim merdivenlerden. Başımın bir diğer belası da bu asansör olmayan bina ve merdivenlerin fazlalığıydı. Gerçekten büyük belaydı. Bacak kaslarım belirginleşmişti sayelerinde. Nihayet sokağa çıkabilmiştim. En sevdiğim zamanlarıydı Muğlanın. Yazın başları. Her yer cıvıl cıvıl. 15 Haziran’dı bugün. Yaz insanıydım ben. Renkleri, sesleri, ışıkları severim. Her yerin kalabalık olmasını,. Kalabalıklarda kaybolmayı. Her kayboluşun sonunda yine kendimi bulmayı. o kalabalıklarda bile içimde ki en derin köşelere çekilmeyi severdim. Her köşe de bir anı bırakmayı, her anı da biraz daha küçülmek isterdim. Kendimce tüm dünyayı içime sığdırıp, ben ufacık bir yere razı olmayı yeğliyordum. Salına salına yürüyordum. On dakikalık mesafe vardı buluşma noktasına ama ben uzattıkça uzattım yolu. Yürümeyi seviyordum en sevdiğim sokaklarda. Kendimi bildim bileli başka hiçbir memlekette burada olduğum kadar güvende hissetmedim kendimi. Sığınak olarak seçtiğim tek yer burasıydı. Benim sığınağım. Benim evim, yuvam, oyun bahçem, arkadaşım hepsi burası. Bakıyorum da insanın memleketi gerçekten huzurdan kalbinin patladığı yermiş. Hani uzak kalınca bir yerden kalbinizin ortasın da bir huzursuzluk hissedersiniz ya tıpkı öyle oluyorum uzaklaşınca. Sanki geri de bıraktığım, görsem sevgimden görmesem hasretinden öleceğim, tanımlayamadığım bir varlık varmış gibi. Gülümseyerek yürümeye devam ediyordum. Neredeyse varmıştım iskeleye. Melisa’yla buluşup biraz sohbet edecektik. Ne hakkında mı? Tabi ki nesli tükenmekte olan Siyah Ayaklı Dağ Gelincilikleri hakkında değil. Aslında ben de bilmiyorum. Birden aradı agresif marul kafa ‘’ Acele buluşmamız lazım.’’ Diye. Bende hemen yola koyuldum. Çünkü arkadaşlık bunu gerektirirdi. Sonunda görüş alanıma girmişti. Tam olarak iskelenin en ucuna oturmuş, bacaklarını aşağı sarkıtmıştı. Bu kadar da vurdum duymaz olmazdı ki insan. Ben korkuyorum yüksekten dedikçe on beş metre yüksekte oturmayı reva görüyordu bana. Bu korkusuz cengâver göklerde ki kartal misali salınıyor, ben ise büzülerek korkuyla oturuyordum her seferin de. Üzerine doğru yürümeye başladım. Sessizce yaklaştım arkasından. Hiç fark etmedi beni. Belli ki düşündüğü bir şeyler vardı yine. Gözlerinin uzakta ki deniz fenerine dalışından anladım. Bir insanın sıçtığı bokun lacivert oluşunu dahi bilmesi hiç etik olmasa da umurumda değildi. Bu kız tam bana göre. Yani erkek olsam düşünmez koşardım kollarına. Muhtemelen koşar koşmaz da karşıdan gelen uçan tekmeyle de ben göklerde kartallara eşlik ederdim. Erkek düşmanı olması onun suçu değil. Erkolara güven olmaz ilkesini bu genç yaşta benimsemesi artı birdurumdu. Bense bu
‘’Çapkınmışım, güzelmişim böyle söylerler. Hem cilveli hem sevimli hercai derler. ‘’
hallerim yüzünden zavallıların kanına girmeye devam etmekte ısrarcıyım. Ne de olsa “çapkın kız, çapkın kız. Benim adım çapkın kız. Aşk yalan inanmam benim adım çapkın kız…” Dibine kadar girmiştim artık. Neler geçiyorsa aklından mırıldandığım ezgileri duymadı bile. ‘’Çok dalgınsın dikkat ette boğulma.’’ Derken arsız arsız gülümsedim suratına. O da kayıtsız kalamadı bu sevimli halime, hemen tebessümle karşılık verdi. Kıvırcık saçlarını ensesinde toplarken güneşten kapadığı tek gözüyle döndü bana doğru.
‘’Ne düşünüyorsun böyle?Erzurum da deniz olsa gemileriniz battı sanacaktım.’’
Hala düşünceyle bakıyordu yüzüme. Ben ise aynı tebessümle. Yine denize döndü. Derince bir nefes verdi. Korkarakta olsa aynışekilde oturdum yanına. Hatta dibine sokulup kolunu sarmaladım. Düşersem arkadaşsız kalmayayım diye. Daha fazla beklemeden girdi söze. ‘’Benimle Erzurum’a gelmen lazım. ‘’ Ne dediğini anlamamıştım. Kaşlarımı çatarak bakıyordum yüzüne. ‘’ Ne dediği mi duydun. Benimle Erzurum’a gel. ‘’
hala devam ediyordu anlamsızca kurduğunu düşündüğüm cümlesine.
‘’Ne diyorsun be? Sen iyice delirdin ha. Ne işimiz var Erzurum da? ‘’
hay yaşa der gibi baktı suratıma.
‘’Ben de aynı şeyi söylüyorum ama dinleyen kim? Neymiş efendim gidip bir aydan fazla kalacakmışız bu sefer. ‘’
Nihayet anlamıştım sorunun ne olduğunu. Demek ki Sadık Bey Amca’nın yine hele dadaş hoş musan? dolu musan boş musan? Perileri gelmişti. Tüm bedeni mi Melisa’ya döndürüp bağdaş kurarak oturdum. Tüm benliğimle Erzurum’a gitmek istemeyişine destek vermekti amacım.
‘’ Yine mi ya? Ne bu böyle hep en güzel zamanlarında gidiyorsunuz. Bu şehri terk etmek oluyor mu yazın ortasında? ‘’
boş boş yüzüme baktı.
‘’ Gelip bunları babama da söylesene. Bakalım fikri değişir mi?’’
biraz ciddi geldi bu bakışı bana. Mümkünatı yok adama kalkıp
‘’Sadık amca sen memleketine gitmeyiver, bu yazda hep birlikte olalım yılın geri kalanında ayrıymışız gibi. ‘’ diyemezdim.
‘’Ana ana’’ diye dağı taşı inletir cinsten bir bağlılığı vardı hem anasına hem de Doğu’nun Paris’ine. Üzgün üzgün bana baktı yine.
‘’ Kızım bir ay ne demek ya? Tamam bende çok seviyorum ama o kadar da kalamam yani.’’
Haklıydı. Burada bu kadar heykel gibi keten pantolon ve gömlekli gök taşları bırakılıp gidilir miydi?
‘’ Sen gitmesen olmaz mı? Ders çalışmam lazım falan de.’’
Son kozları oynuyordum umutsuzca. Yine bakışları dalgalardan bana döndü. ‘’ Sence böyle bir şeye inanır mı? Yani ben olsam inanmam.’’ Yine haklı bende inanmam.
Benim de içim deki son umut kırılmıştı. Çünkü Melisa’sız da buraların tadı olmuyordu. Yine her sene en fazla on beş gün kalıyorlardı. Bu kez süre uzamıştı. Ee ben kiminle ‘’ Bu gece Muğla sokakları benden sorulur’’ diye her gece her gece kendimi oradan oraya savuracaktım. Bu hiç iyi olmamıştı. Sahiden nerden geliyor bu Kırmızı Periler Diyarı aşkı? ‘’
memleket sevdası diyebilir miyiz? Benim içinde kötü olmuştu bu durum. Şimdi nasıl keten gömleklilerle haşır neşir olacağım? ‘’ dedim gayri ihtiyari. Başını hiddetle bana çevirdiğinde söylediğim şeyden pişman olmuş halde önüme bakıyordum. Koyun can derdin de kasap keten gömlek derdindeydi. ‘’
Senin ruhsuz ruhaniyetini sikiyim Bade.’’
Sanatsal küfür deyince de sen ben kızım. Go girl. Dişlerimi dudağıma geçirdim. Utançtan değil, çözüm bulamayışın vermiş olduğu sıkıntıdan. Melisa hala alık alık denizi setretmeye devam ediyordu. Ben ise gözümü uzaklarda ki ışığı belli belirsiz gözüken deniz fenerini kesiyordum. Asılmadığım bir kız kulesi birde dertli başı, dalgalı taşı olan deniz feneri kalmıştı. Derince bir of çektim.
‘’Gelemem diyorum Erzurum. Sen gel diyorsun.’’
Yine ses çıkmadı Melisadan ama umursamadım. Kendi kendime iğrenç espriler yapıp yine kendi kendime gülmek enbüyük zevklerim arasındaydı çünkü. Yanımda ki kadayıf dolması saçlı arkadaşım bir iç daha çekince canıma tak demişti artık. Dünyanın sonu değildi. Eninde sonunda gelecekti geriye. Ne çok abartmıştık.
‘’Of be kızım ne abarttın. Tamam gidilecekse gideceksin sonra yine kürkçü dükkanına dönüş. Ne var bu kadar büyütecek? ‘’
Yani ne var ki? En fazla turistik yerden turizm mevsiminde ayrılıp, sezon sonunda geri geleceksin. Biraz abartmıyor musun? Birde bayıl istersen Feriha?
‘’ Ya kes. Sana gel diyende kabahat. Ne diye çağırdıysam seni.’’
Hemen çirkefleşmeye başladı. İstediği olmuyor diye. Cağ kebap Artvin’in demişim gibi muamele görüyordum. Yazıktı bana gerçekten.
‘’Çağırmasaydın. Hem beni bırakıp gidiyorsun hem de bana bağırıyorsun. Salak.’’
Yetmişti artık. Benim de bir canım vardı. Sol yanımdan bu kadar da kurşun yiyemezdim ki. Yine saçlarından dolayı iki kat büyük görünen kafasını bana çevirmişti. Ürküyordum çünkü kolumdan tutup derin sulara fırlatacak vizyonda ki tek kişiydi.
‘’ Şimdi gelmiyor musun sen benimle?”
melül melül baktı yüzüme.Ama gidemezdim. Bir gün gitmeye söz vermiştim. Ama o gün bugün değildi.
‘’Kemal Paşam kongreye çağırmadığı müddetçe yaz günü Erzurum’a gelmem imkânsız.’’
Dedim üzgün bir ifadeyle. İğrenç bir yaratıkmışım gibi baktı yüzüme. Yüzünü ekşitti.
‘’ Allah seni bildiği gibi yapsın. Arsız köpek.’’
Ve bacağıma okkalı bir sille yerleştirdi. Şükretmeliydim. Çuvala koyup salla salla vur duvara gibi bir şeylerde yaşayabilirdik. Bir süre sessiz kaldık ikimizde. Güneş neredeyse batmak üzereydi. O denizi ben kızıla dönen göğü izliyordum. En sevdiğim vakitlerden biriydi, Alacakaranlık vakti. Bir tek yıldızların ışıltısını bu vakitlerde görebiliyordum çünkü. Şehirde yıldız görmek zordu. Tek sevmediğim yönü buydu bu sığınağın. Ben hep kutup yıldızını seyretmek istiyordum oysa. Teresa çıkıp saatlerce, boynuma kramp girene kadar izlemek istiyordum. Nedendir bilmem, kutup yıldızı benim gizli bir arkadaşımmış gibi gelir küçüklükten beri. Sanki bir tek ben görüyormuşum gibi. Bir tek bana bu kadar parlıyormuş gibi. Tüm yıldızlar bir bir kayarmışta, o yerinden milim oynamazmış gibi. Hepsi gidermişte, o hep kalırmış gibi. Gözlerimi kapayıp derin bir nefes çektim içime.
‘’ Sen niye keyifsizsin?’’
diye sordu Melisa. Dalgın yıldız arayışlarım bölünmüştü. Keyifsiz değildim ama huzursuzdum. İçimi kemiren bir şeyler vardı. Ne olduğunu bilmiyorum. Ama ruhumu sıkıp sıkıştıran bir şeydi. Anlam veremiyorum. Nadiren böyle olurdum. Bakışlarımı tebessümle çevirdim Melisa’ya.
‘’ Bilmiyorum ki. Bir huzursuzluk kapladı yüreğimi.’’
Söylemedim ama iki gündür böyleydim. Zamansız overthink günlerimde olduğum doğrudur. Belki Selim’le de alakası olabilir. Zira bir haftadır konuşmamıştık. Eksikliğini hissediyordum. Çünkü güzel seviliyordum.
‘’ Selimi mi özledin yoksa?’’
dedi kahkaha patlatırken. Kimseyi özleyebileceğime inanmıyor gibi bir hali vardı. Aksini iddia edecek halim de yoktu. Kimseyi özleyecek kadar almıyordum yüreğime. Herkes gelip geçici gibi geliyor bana. Bir tek aile kalıyor. Anne, baba, kardeş ve tabi ki arkadaş. Gerçek ve bir o kadar da samimi arkadaşlıklar. İşte bu yüzden sadece ikimiz vardık bu iskele de. Melisa ve ben. Yerimden doğrulurken omzuna ufak bir darbe indirdim.
‘’ Ben kimseyi özlemem. Hala anlamadın mı? Özlenirim.’’
Göz kırparak şımarık bir edayla başımı sağa eğdim. Doğrulmaya çalışan Melisa’nın da elinden tutarak kalkmasına yardım ettim. Yan yana yürümeye başladık. Yosun kokusunu, rüzgârın getirdiği menekşe kokusunu çektim en derinime. Dar ama rengarenk sokaklardan geçtik. Saçlarımız rüzgarla ahenk içinde dalgalandı. Güzel memleketti vesselam. İnsanın olmak isteyeceği nadir şehirlerin başındaydı benim için. Her şey yerli yerindeydi. Kestaneci Âdem amca, çiçekçi seher, hediyelik eşya dükkânı olan ve Melisa’nın da babası canım Sadık amca. Bakkal Mehmet amca, Sahra ablamın babası.Hepsine selam verdik tek tek. Her birinin de kızıydım ben. Anlamsızca her yaştan insanın sevgi besleyebildiği, saygı duyduğu bir varlıktım. Memnundum ziyadesiyle. Belki babamın saygınlığıyla alakalı da olabilir. Emekli polis memuruydu babam. İyi bir devlet adamıydı. Ama geçirdiği bir kaza sonucu emekli olmak zorunda kalmıştı. Ufak bir hata meslek hayatına mal olmuştu. Olmaması gereken bir yerdeymiş. Kolundan yediği arsız kurşun sebebiyle sol kolunu kaybetme noktasına geldi. Kolu yerindeydi ama kolunda ki can yitip gitmişti. En azından bana anlatılan bu kadardı. O günleri hatırlamak bile istemiyorum. Hayatım da daha fazla korktuğum bir dönem var mıdır? Sanmam. Babam, canım, gözümün feri. Benim gözlerim böyle parıl parılsa babam sayesindedir. Arkam da olduğunu bildiğimdendir. Annem, yüreğimin sesi, kalbimin baş köşesi. Zannımca dünyanın en iyi anne babasına sahip olmak böyle bir şeydi. Ben onlar gibi değilim. Deliyim, hoyratım, şımarığım, el üstün de tutulmak gibi bir gayem var. Çünkü gördüğüm muamele hep buydu. Tam on yıl, on yıl hasret duyulan bir evlat olarak gelmişim dünyaya. 25 Ocak 2000 tarihi annem ve babamın yeniden doğduk dedikleri tarih. Benim doğduğum tarih. İsmimi bile bu sebeplerden mütevellit almışım. Babam
‘’Gelişinle sarhoş oldum, Şarab-ı Kevser içtim seni kucağıma alınca.’’
Der hep. Bu yüzden Bade demiş adıma. Annem
‘’On yıllık hasretimin sonun da vuslata erdim. ‘’
dediği için Vuslat demiş yanına. Bugün 17 yaşının ortasında olan, güzeller güzeli, -burada da kendime prim veriyorum- Bade Vuslat Sağlam oldum. Babasının sarhoşluğu, annesinin kavuştuğu BADE.
Ben Bade. Her yaşın da bir öncekinden daha da küçülen, çocuk kalmayı kendine ilke edinen, ciddi ortamlarda bir saniye bile kalamayan, şarkı söyleyen, dünya da ki tek amacı eğlence ve makara olan, sevgi dolu Bade. Ben Bade, yükü ağır gelen karıncaya ağlayan, düşen arkadaşına katılarak gülen, nergis çiçeğine aşık, saçlarıyla başı dertte olan, kardeşi olmasa da kardeşten yana şanslı olan Bade. Hayatın hep iyi yüzünü görmüş, bu yaşına kadar bir kez gerçek bir sebepten ötürü ağlamamış olan Bade. Yüksekten korkan, çiçekli elbiseleri seven, en sevdiği renk mavi olan Bade. Gökyüzüne bakınca derdini tasasını unutan, aşk denen safsataya inanmayan, sevginin sadece sadakat üzere oluğunu savunan, sevdikleri hariç kimseyi gönül kapısına yaklaştırmayan Bade. Çapkın, birazda ilgi manyağı Bade.
İşte benim hayatımı bir bir gözümün önünden geçirdiğim uzunca yürüyüşün sonuna gelmiştik. Bizim sokağımızdaydık. Bu hayatta ki sayısız şanslarımdan biri de en yakın arkadaşımla aynı bina da oturmaktı. Biz en üst katta, Melisa ve ailesi hemen altımızda, Sahra abla ve ailesi, üçüncü katta. Giriş kat ve ikinci kat şimdilik boş. Bizim karşı daire de boş. Melisaya ısrar ediyorum birlikte orada oturalım diyorum ama ısrarla reddediyor. Neymiş efendim, ben temizlik yapmazmışım, yemek bilmezmişim, benim dağınıklığımla uğraşamazmış. Salak evde sadece oturup yatacağız, yemekler yine müesseseden olacak diyorum anlamıyor. Neyse şimdilik askıya alınan bir düşünce belki ilerde olur, pek sanmıyorum ama.
‘’ Kendi kendine ne düşündün de ne konuştun arkadaş, hadi hızlan biraz.’’
Dedi aksi aksi Melisa. Kolumdan çekiştirerek binanın içine soktu ite kaka. Hava kararmıştı tamamen. Herkes bizdeydi. Dedim ya orta yaşlı kadınlar matinesi online’ydi. Muhtemelen ev yanık kilotlu çorap kokmaya başlamıştır. Kısırların biri bitmeden diğeri doluyordur. Melisa’nın annesi Aygül teyze yine su böreği yapmıştır. Sahra ablanın müstakbel kaynana adayı Nimet teyze Dudu Peri misali sürdüğü fuşya ojeli elleriyle modernizm hakkın da sohbet ediyordur.Annesi Münevver teyze ise sessizce kim ne derse onaylıyordur. Annem misafirlerin çaylarını tazelerken bir yandan da bana kızıyordur geciktiğim için. Birazdan kıyamet kopabilirdi bu yüzden. Binanın önüne gelince elimi belime atıp dertlendim yine. Buranın sevmediğim, nefret ettiğim, hatta ve hatta lanetler yağdırdığım tek sorunu binamız da asansör olmayışıydı. Şimdi işin yoksa beş kat çık. Canımızın kıymeti yokmuş gibi geliyor. Egzersiz oluyormuş ama bilmiyorlardı benim eksilen tek şey basenlerimde ki yağ oranı değil, nefes sayım. Başka çare yok diyerek tırmanmaya başladık. Yanım da dertli dertli yürüyen Melisa’nın yüzüne baktım. Gerçekten gitmek istemiyordu. Bu kez fazla kalacakları düşüncesi onu sarsmıştı. Geleneksel bir ailesi vardı. Söz dinlemezlerdi. Melisa ise dik kafalı, agresif ve umarsızdı. Pek anlaşamazlardı bu yüzden. Adımlarını hızlandırıp önüme geçti. Artık sadece yan profilden görebiliyordum yüzünü.
‘’Üzülme o kadar. Bak bende üzülüyorum.’’
Dedim içli içli. İfadesizce baktı suratıma. Adımları durdu.
‘’ çocuk değilim artık ve bana sorulmadan adıma karar alınması sinirlendiriyor beni.’’
Diye sitem ediyordu. Derdi gitmek değilmiş dertli kekimin, sırf fikri sorulmadan emrivaki yapılmasıymış. Yüzümü buruşturdum.
‘’ Senin derdin gidip gitmemek değil, kendi dediğini yaptıramamak. İki saattir boş yere üzülmüşüm. Dangalak.’’
Hızlı adımlarla bu kez de ben onun önüne geçtim. Sahte bir sinirle baktım yüzüne. Aynı ekşimiş surat ifademle ilerlemeye devam ettim.
‘’ Evet inkâr mı edeceğim. Ben bir bireyim fikrimin sorulmasını istemek en doğal hakkım. ‘’
Hala kendini savunmaya devam ediyordu. Arkamdan yüksek sesle bağırması hoş değildi. Kendini merdivenlerden yuvarlamak istiyormuş gibi bir hali vardı.
‘’Palandöken dağları seni bekler, benim için de kay.’’
Hobi olarak mı cahilsin yoksa ek gelir mi elde ediyorsun der gibi baktı bu kez yüzüme.
‘’ bu mevsimde kayak mı yapılır geri zekalı.’’
Tebessüm ettim bu çıkışına. Dalga geçiyordum.
‘’Dokuz ay kış değil mi ya orda?’’ dedim.
Sesli gülmemek için dudaklarımı ısırıyordum. O ise nefes alışverişi dışardan duyulacak kadar sinirlenmişti.
‘’ dalga geçmeyi kes şu korkuluklardan aşağı doğru bağlarım saçlarından.’’
Farklı fantezilerle şiddet uygulamayı sevdiğini biliyordum. Her türlü şiddete karşıydık ama düşünmekten de alıkoyamıyorduk bazı zamanlar kendimizi. Bu didişmeler sürerken ben çoktan kapının önüne gelmiş ayakkabılarımı çıkarıyordum. Her nefesim de asansör olmayışına lanetler yağdırmaya devam ediyordum tabi ki. Artık bu konunun enine boyuna konuşulma zamanı gelmişti. Bu binaya asansör yaptırılacak benim narin ayaklarım bu eziyetten kurtulacaktı. Zile basmış kapının açılmasını bekliyorduk. İçerden yükselen kadın kahkahalarıyla yüzünü bir kez daha ekşitti Melisa.
‘’ buraya gelmek zorunda mıydık şu an da?’’
seni bilmem ama ben gelmeseydim annem beni Erzurum’dan ileri Kars’a kadar kovalardı canımın içi. Yaklaşan ayak sesleriyle vereceğim cevabı yuttum. Neşeli bir kahkaha ayaklanmış yanımıza yaklaşıyordu adeta. Kapıyı açan Melisa’nın ablası Özlem Ablaydı.
‘’ Nerde kaldınız kızlar?’’ dardayız Özlem abla. Fenalardayız.
‘’Geldik işte abla. Çok önemli bir toplantı varmış gibi soruyorsun nerde kaldınız diye.’’
Bu kızın öfkeyle alakalı problemleri vardı gerçekten. İçeri bir adım atarken Özlem ablanın ne oldu buna bakışları beni buldu.
‘’ öfkeyle alakalı problemi olan günlerden birinde takılma sen.’’
dedim tatlı tatlı. Hemen aynı aksilikle araya girdi marul kafa.
’’ Öfkeyle alakalı bir problemim yok. Gayet kolay öfkelenebiliyorum.’’
Hay ağzı kırılasıca eli maşalı kertenkele seni. Kertenkele kardeşler sizinle kişisel bir problemim yok yanlış anlaşılmasın lütfen.
‘’Seni elime almayalı çok oldu herhalde ondan bu yakarışların.’’
Diyerek kendisinin Dinç ailesi mensubu olduğunu belli etmişti bile Özlem abla. Uzun boylu, incecik, sarışın, güzel bir kadındı. 21 yaşındaydı. Ve hala hayatının aşkını otobüste giderken ani birşekilde bulacağına inanıyordu. Kafası yaslandığı camdan tir tir titrerken aşık olacak ve mutlu bir yuva kuracaktı. Yani kendi hayalleri bu yöndeydi.
‘’ Abla bizimkiler kararlı mı hala gitme konusun da?’’
Diye girdi söze Melisa. Aklı hala oralardaydı. Özlem ablanın koluna girmiş fısıldamıştı. Sanki içerde ki kahkaha seslerinden sesi duyulacakmış gibi önlem almıştı. Özlem abla yüzüne oturan zevkle dört köşe olmuştu. Çünkü Melisa’nın aksine o gitmek istiyor gibiydi.
‘’ Haftaya gidiyoruz. Eşyalarını topla. Biraz büyük bavul yap belki de eylüle kadar gelmezmişiz.’’
Diyerek pimini çekmişti bombanın. Melisa’nın gözlerinden alev çıkıyor, o ise karşısın da kikirdeyerek dikiliyordu. Ben korkunun ecele faydası yok diyerek Melisa’nın kolundan tutup geri çektim.
‘’ Şaka yapıyor şaka. Sakin ol.’’
‘’Yok şaka değil, anneme sor istersen.’’
Melisa öfkeyle salona doğru ilerledi. Bizde arkasından. Tam kadro salonun her bir köşesine yayılmıştı kadınlar. Annem, Aygül teyze, Nimet teyze, Münevver teyze, kızı Sahra abla ve küçük kardeşi benim de başımın tatlı belası Tunahan. Melisa salonun ortasına kadar gelip ateş saçan gözleriyle süzdü herkesi. En son annesin de takıldı bakışları.
‘’ Anne doğru mu? Biz Eylül’e kadar mı kalacağız Erzurum da?’’
ben de dahil herkes şaşkınlıkla Melisa’nın bu küçük isyan girişimini seyrediyorduk. Aygül teyze gözlerini fal taşı gibi açtı önce sonra ise
‘’ Ne? ne Eylül’ü?’’ diye haberi dahi olmayan bir konuyla neye uğradığını şaşırmıştı.
‘’ Ablam öyle söylüyor. Eylül de döneceğiz diyor.’’
Aygül teyze gözlerini Özlem ablaya doğru devirdi. Arkamızda kalmıştı ve hala kikirdeme sesleri geliyordu. Melisa hiddetle döndü Özlem Abla’ya.
‘’Yalan söyledin değil mi? Abla değil adisin bunu bil.’’
Bütün kadınlardan aynı anda aylama sesleri gelince beni de bir gülme tutmuştu. Yurttan sesler korosu kadın kolları tarafından kınanmıştı Melisa. Yeşil gözlerinin etrafı kıpkırmızı olmuştu. Siniri gözlerinden fışkırmış vaziyette etraftakileri tarıyordu. Annemin yanına ilişmiştim. Melisa gözlerini kapayıp derin bir nefes verirken Nimet teyze
‘’Aygül yine mi gidiyorsunuz?’’
diye sormuştu. Aygül teyze elinde ki boş bardağı sehpaya bırakırken döndü Nimet teyzeye.
‘’ Evet hafta sonu çıkacağız inşallah yola.’’ Herkes sessizleşmişti. Melisa da boş bulduğu bir yere oturdu. ‘’ Kız zilli sen gitmek itemiyor musun?’’
diye sordu bu kez.
‘’ Nimet teyze sence gitmek ister gibi bir halim mi var? Hep aynı şeyi yapıyorlar. Şehrin en güzel zamanlarında kalkıp gidiyoruz.’’
Derken annesine çevirdi bakışlarını.
‘’Hayır yaz şehrinden yazın, kış şehrinden kışın kalınır. Ama yok bizimkiler her yıl tam tersini yapıyor.’’
İsyanında haklıydı bence. Kışın gidip kayak yapmak varken yazın gidip kel tepeleri seyretmek adil değildi. Aygül teyze de nefeslendi. Bence o da hak vermişti kızına.
‘’ Tamam da yavrum baban öyle istiyor. Ne diyelim biz gelmiyoruz sen tek git mi diyelim?’’
Nimet teyze daha fazla dayanamadı.
‘’Diyiver Aygül. Hep Sadık Bey istediğin de gidilecek diye bir kanun mu var? Kışın gidin daha iyi. Sömestrda falan. ‘’
Muhtemelen ben hâkim olmaya kalksam ilk dava da ihraç edilirim meslekten. Kimi dinlesem onu haklı bulmam normal değil.
‘’Sadıkla konuşurum. Tamam sende sinirlenme. Özlem sen de bir daha böyle mesnetsiz şeyler söyleme.‘’
kızlarının ikisini de süzdü sırayla. Tek cümlesiyle meseleyi tatlıya bağlamıştı. Sanırım bu özellik sadece annelerde vardı. İkisi de mum kesilmişlerdi. Melisa’nın iki dakika önce ki siniri bıçak gibi kesilmişti. Umutlu bir bakış vardı gözlerin de. Aygül Teyze’nin sadece kızları üzerin de değil Sadık Amca üzerinde de büyük etkisi vardı. Herkes yeniden sağdan soldan sohbet etmeye başlamıştı. Annem usulca sokuldu kulağımın dibine
‘’ Sen ne kokuyorsun böyle?’’ ne kokuyordum? En sevmediğim, bu hayatta en nefret ettiğim şeylerden 86.’sı kötü kokuydu. Tahammülümyoktu. Kare yakalı elbisemi çekiştirdim burnuma doğru. Birkaç noktasını kokladım iyice.Vallahi misler gibi kokuyordum.
‘’ Ne kokuyorum. Almadım ben.’’
Derken endişeliydim.Almadığım bir kokuyu alma ihtimali yüksekti.
‘’ Hoş bir şey kokuyorsun. İlk defa duydum bu kokuyu. Çiçek gibi ama anlamadım.’’
Ha şöyle söylesene be annem. Yüreğim ağzıma geldi. ‘’ Dün düğün için elbise alırken bir parfüm almıştım onu sıktım. Alt notaların da nergis özü var. Beğendiysen sana da alalım.’’ Bir kez daha kokladı boynuma yakın bir noktayı.
‘’ Kesin alalım. Baban da beğenir.’’ Bakışlarını beğenmemiştim. ‘’Bu baban da beğenir.’’ Cümlesi bana biraz erotik gibi gelmişti. Kaşlarımı çattım hemen. ‘’ hayırdır ben yetmiyorum galiba.’’ Bu kez de o çattı kaşlarını. Bu şakayı ilk yapışım olmadığından anlamıştı ne demek istediğimi. Bel oyuğumu çimdiklerken, ‘’ Senin çenen fazla mı düştü bana mı öyle geldi?’’ canımın acımasıyla ‘’ ahh.’’ Diye inlemiştim. Bu kez de herkesin bakışları bizi bulmuştu. ‘’ Kızın böğrünü deldi.’’ Diye endişeyle bağırdı Münevver teyze. Teyzoş orası böğrüm değildi ama olsun ziyanı yok. ‘’ Bir şey olmaz ona. Merak etmeyin ne domuzdur o.’’ Beni savunması gerekirken daha da üzerime basmıştı melisa. Domuz değildim ama bana söz söylemekte günahtı. ‘’ Sus Melisa. Yeterince dinledim seni bugün kulağımı tırmalamaya başladı sesin.’’ Özlem abla kahkahayla karşılık vermişti bu sözlerime. Melisa ise bana burun kıvırıyordu göz devirirken. Bende dilimi uzatıp karşılık verdim bu haline. Bütün kadınlar gülüşüyordu. Çocuk değildik ama çocuk gibi didişmeyi hep çok severdik. Neşelendirmişti bu halimiz onları. Annem bir bana bir melisaya baktı. ‘’ Bir gün görmeseniz birbirinizi deli oluyorsunuz. Yan yana gelince de didişmeden edemiyorsunuz. Anlamıyorum vallahi sizi.’’ Bıyık altı gülmüştük ikimiz de. Bakışlarımız birbirini bulduğun da gözlerimiz sıkıca sarıldı birbirine. Bizi anca biz anlayabilirdik. Başka kimsenin anlaması mümkün değildi. Şöyle bir maziye daldı gözlerim. Daha beş-altı yaşlarındayım. Dışarda oradan oraya koşturuyorum arkadaşlarımla. Binamızın önüne bir kamyon yanaştı. Sarı dorsesi olan büyük bir kamyon. İçinden birkaç bıyıklı adam indi. Bir binaya bir de kamyon da yüklü eşyalara baktılar. Arkalarından yanaşan küçük bir arabayla kesişti gözlerim. İçinden iki küçük kız çocuğu indi. Biri sarışın, omuzlarında saçları olan, bir kızdı. Gülümseyerek bakıyordu etrafına. Diğeri açık kahve kıvırcık saçlı, yeşil gözlü somurtkan bir kız çocuğu. O da bakıyor etrafına ama çekingen. Ön kapı açılınca anneleri olduğunu anladığım bir kadın indi. Yarım şekilde kapalı başı. Çenesinin altından bağlı. O da çekingen bakıyor ama umutta var gözlerinde. Son olarak iri yarı, hafif sarışın, yeşil gözlü birazda göbekli bir adam. Sadık Amca. Emin adımlarla karısının yanına geldi. Hep birlikte binayı süzdüler baştan aşağı. Kızlar annelerinin dizlerinin dibine sinmiş, babaları ise derince bir öpücük bırakıyor kadının şakağına. ‘’ Endişelenme. Her şey çok güzel olacak.’’ Diyerek teskin ediyor. Öylece girdiler içeri. Eşya taşıma işleri nerdeyse geceye kadar sürdü. Asansör olmayışına ilk kez o gün takılmıştım. Adamlar kan ter için de kalmışlardı. Mahalleli de el attı bir kısmına. Hep birlikte taşındı eşyalar. İki gün sonra gördüm kıvırcık saçlı kızı. Yine yakar top oynuyoruz çocuklarla. Bu kız da duvar dibin de bizi seyrediyor. Gülümsüyor hatta. Ona bakmaktan popoma yediğim darbeyle yere yapıştım. Ama gurur her şeyden önemli, asla ağlayamam herkesin için de. Ayağa kalkmak için bir hamle yaptım. Dizimi sert vurmuş olmalıydım ki imkânsız bir iş gibi gelmişti o an doğrulmak. Yanımda ki yarım akıllı arkadaşlarımın hiçbiri gelip yardım etmiyor. Bir de üstüne hunharca gülüyorlardı. Benim dudaklarım titremeye başlamıştı utançtan ve acıdan. Kuyruğu dik tutamayacak hale gelmiştim nerdeyse. Bir el uzandı önüme. Nihayet biri bana yardım edecek diye kafamı çevirdiğim de gördüğüm ama tanımadığım bir çehre bakıyordu bana tebessümle. Uzatılan eli tuttum hemen. Yerden ayağa kalkarken de gülen herkesi tek tek izledim. Ağzımı açacaktım ki elimi tutan kız bana bırakmadı. MELİSANIN TA KENDİSİ.‘’ Arkadaşınız düştükaldırsanızya mal kafalar. ‘’ hay senin o kalın dudaklı ağzını öpeyim kız. Herkesin gülüşü söndü bir an da. Çocuklardan biri Melisa’nın üzerine yürüdü. Erkek çocuk hazmedemedi bir kızın kendisinden akıllı ve cesaretli oluşunu tabi. ‘’ Ağzını kırarım marul kafa.’’ Diye hiddetlendi. Elimi hızla fırlattı marul kafa. ‘’ Gel kır bakalım kim kimin ağzını kırıyor’’ hepsi şaşırmıştı, ben de tabi. Kimseden korkmuyor birde üstüne çocuğun üstüne üstüne yürüyüp horoz gibi dikleniyordu. Bakışalar bana dönündü. ‘’ Hadi Bade, gidelim ilerde oynayalım. ‘’ dedi bir diğer kız çocuğu. Ben ise yapılan iyiliği unutmamam gerektiğini babamdan öğrenmiştim. ‘’ O da bizimle oynasın.’’ Dedim. Kimse istemiyor olmalıydı ki hepsi bir ağızdan ‘’ Hayır’’ diye haykırdılar. ‘’ Sizin topunuza mı kaldım. İstemem zaten sizi.’’ Diyerek arkasını döndü marul kafa. Ben ise onun için çok üzülmüştüm. Ne vardı yani oynasaydı. Kararlıydım. Top benimdi. İstediğimi oynatırdım. ‘’ O oynamıyorsa ben de oynamıyorum. Bırakın topumu gidin. ‘’ derken adımları hızlandırıp ellerin de ki topumu aldım hemen. Binamıza doğru yürüdük birlikte. Arkamızdan bağırdı kucağından topu aldığım kız. ‘’ Bade bir daha seninle oynamayız.’’ Bu dünya da ki en son tehdit edilecek biri varsa o da bendim. Şimdi de 12 yıl önce de. ‘’ Defolun. Oynamazsanız oynamayın.’’ Hiç kulak asmadan söylediklerine devam ettim yoluma. Arkamdan kıvırcık saçlı kız da gelmeye devam ediyordu. Binanın önünde ki üç basamaklı merdivenin orta basamağına oturdum. Kız ise bir üst basamağa. Hiç konuşmadık bir süre. Sessizliği bozan kıvırcık oldu. ‘’ Adın ne senin?’’ elimde ki topu o tarafa bu tarafa çevirirken cevapladım. ‘’ Bade, ya senin ki ne?’’ kikirdeme sesi gelmişti. Hatta kahkaha. ‘’ ne komikmiş, badem gibi mi?’’ tatlıydı ama kuruyemişe benzetilmek hoşuma gitmemişti. ‘’Hayır. Badem değil. Bade. Bade Vuslat benim adım.’’ Saçlarıma dokundu nazikçe. ‘’ ne güzel saçların var keşke benimkilerde böyle düp düz olsa.’’ Hoşuma gitmişti bu. Kıçımı yerinden oynatarak bende yanına bir üst basamağa çıkmıştım. ‘’ Seninkilerde güzel. Bak lüleli lüleli.’’ Elim de ki topu uzattım ona doğru. ‘’ İstersen oynayabilirsin.’’ Gülümsedi yine. ‘’Yok. Sen git arkadaşlarınla oyna. Onlar sana küsmesin.’’ Düşünceli bebeğim benim. O yaşta bile ne güzel şeyler düşünüyormuş meğer. ‘’ Ben oynamıycam artık onlarla. Güldüler bana. ‘’ ‘’ ben gülmedim demi.’’ Diye sordu gururla. Gülümsedim. ‘’ Gülmedin.’’ Elimde ki topu aldı birden. ‘’ Bundan sonra ikimiz arkadaş olalım. Kimseyi de oynatmayalım. Ben de babama söyliycem bana da top alsın. Bundan sonra hep birlikte oynarız olur mu?’’ heveslenmiştim. İlk kez gördüğüm, yeni bir arkadaşım oluyordu. ‘’ Tamam ama küsme bana sende onlar gibi.’’ Gitme demek istemiştim aslında. İki dakika da satılmak hoş olmamıştı çünkü. ‘’ Küsmem ama sende benden başka kimseyle arkadaş olma.’’ Şartlarımız vardı arkadaşlıkla alakalı. Ama söz vermiştim. Kimseyle arkadaş olmayacaktım o da beni bırakmayacaktı. Biz o günden sonra hiç ayrılmamıştık. Her sabah ondan akşam sekize kadar dışarda, akşam sekizden gece yarılarına kadar da evde birlikte oynardık hep. Diğer çocuklar geldiler defalarca, almadık aramıza. Bade ve Melisa olduk. Komşuların korkulu rüyaları. Zillerin düşmanı, Çocuklarının dayak yiyip ağlayarak eve gitme sebepleri, anne ve babalarının günde on kez pençelerden, balkonlardan ‘’ Dur kızım, yapma kızım, ‘’ diye bağırışları olmuştuk. İkimizde sözümüzü tuttuk. Ben ondan başkasıyla oynamadım hiç, o yokken bile. O benden gitmedi hiç, ben küsüp gittiğim de bile. Melisa da ben de birbirimize bakarken aynı şeyi düşünmüştük istisnasız. Bu anılar birbirimizin hayatıydı. Eski dosttu ama eskimiyordu. 17 yaşındaydık artık. Çocuk değildik. Büyüdükçe anlaşmazlıklara düşsekte aramızda ki bağ kopmadı. Kopmak şöyle dursun her geçen gün daha da güçlendi düğüm düğüm oldu adeta. Tekrar gülümsedik birbirimize.Etraftan uğultulu sohbet sesleri gelmeye devam ederken biz onunla gözlerimizle konuşup gülüştük. O gece herkes gülüştü, kahkahaları hava da uçuştu. Çaylar, pastalar, börekler yenilip içildi. Dedikodu kazanı kaynadı. Sonra evin babaları geldi. Onlarda terasa çıkıp alicengiz sofrası kurdular. Gece yarısını geçmişti saatler ama biz hala oturuyorduk. Sadık amca Erzurum fıkraları anlattı. Babam sıkıntılı eline rağmen sazını çaldı her zaman ki gibi. ben ise eşlik ederek türküler söyledim. Babam ve ben bir takımdık. O çalardı sihirli elleriyle ben ise annemden aldığım ve minnettar olduğum sesimle şarkılar türküler söylerdim. Herkes müthiş bir konserdeymiş gibi dinledi bizi. Babam gözlerime bakarak çaldı ben ise onun zarif ruhunu hissederek söyledim. Birbirimizin gözlerinde kaybolduk sanki. O bana gururla baktı ben ona hayranlıkla. Hayran olunmayacak gibi değildi benim babam. Yaşına rağmen simsiyah olan saçları, keskin bakan kahve gözleri, uzun kirpikleri, heybetli vücuduyla benim için eşsiz bir adamdı. Annem şanslıydı. Tıpkı babamın şanslı olduğu gibi. Daha sonra maç sohbetleri yapıldı. Kadın tayfası yedikleri şeylerin tariflerini sordular, birbirlerine iltifatlar edip durdular. Ne zaman gittiler ne zaman yatağın içine girip uyudum hatırlamıyorum bile. Gözlerimi kapar kapamaz uykuya dalmışım. Normalde elli üç saat tavanı falan seyretmem gerekiyordu oysa. Nasıl yorulduysam artık. Gerçi tek yorulan ben değildim. Mutfaktan tıkırtı sesleri geliyordu. Saat on bir olmuştu çoktan. Annem dün gecenin enkazını topluyor olmalıydı. Asla mutfağı toplamadan yatmazdı ama tabak kaldıracak hali bile kalmamıştı. Keşke hamarat bir kızı olsaydı da yardım etseydi. Ben kızıydım ama hamarat falan değildim. Patates kızart deseler, patatesle soğanı karıştıracak kadar salaktım işte. Tırnaklarımın ojesi bozulamazdı zinhar. Hele bir de tırnağımın ucu kırılsa iş yaparken ortalığı yıkardım. Ama bu benim suçum değildi. Böyle büyümekte benim suçum değildi, tek çocuk olmak biraz zordu. Belki bir kardeşim olsaydı daha fazla sorumluluk sahibi olurdum. Olmamış ama. Benden sonra defalarca denenmiş ama onaylanmamış. Olmayınca olmuyor demiş annem en son. Bırakmış yakasını. Babama kalsa denemeye bugün bile devam eder ama annem son derece uzak oralardan artık. Gençken olmayan bu yaştan sonra mı olacak hem. Yok daha neler. Doğruldum yatağımdan usulca. Bacaklarımı sarkıtıp salladım öne arkaya. Saçım başım birbirine girmiş, uyku mahmuru baktım etrafa. Dün ki saç tellerinden dağınık makyaj masasından eser yoktu. Toplanmıştı. Utanmıştım ilk kez dağınıklığımdan. Artık karar almıştım bu manzaraya karşı. En azından odamı kendim toplayacaktım bundan sonra. Bir yerden başlamak lazımsa bu kendi odam olmalıydı. Üzerimde ki pijamaları çıkarıp kot bir şort giydim. Üzerine kalın askılı mavi bir atlet. Saçlarımı dağınık bir topuz yaparak çıplak ayaklarımla yürüdüm salona doğru. Babam oturuyordu salonun baş köşesinde. Elinde ki bağlamayı usulca kenara bıraktı beni görünce . Muhtemelen akordu bozulmuştu. Ya da can sıkıntısından bozup tekrar yapıyordu. Koşar adımlarla zıpladım koltuğa. Hemen dizlerine koydum başımı. Gözlerimi kapayıp kaldım öylece. Elleri hemen saçlarımı buldu. Hiç şaşmazdı, yine şaşmadı. Saçlarım yumuşak karnıydı sanki. Teli kopsa sinirleniyordu. ‘’Günaydın yavrum.’’ Dedi tok sesiyle. ‘’ Günaydın.’’ Sesim hala uykulu çıkıyordu. Eğilip alnıma minik bir öpücük bıraktı. ‘’ Uykunu alamadın mı?’’ hayır anlamında ses çıkarmakla yetindim. ‘’ Uyusaydın biraz daha prensesim.’’ İşte böyle böyle şımarttılar beni. Ne prensesi baba. Çıplak ayaklı prenses mi olur Allah aşkına. ‘’ Prensesin miyim gerçekten?’’ diyesordum cilveyle. Küçük bir kahkaha kaçtı dudaklarından. ‘’ Elbette prensesimsin. ‘’ dediği an mutfağa doğru bağırdım. ‘’ Anne babamın prensesi benim haberin olsun.’’ İkimiz de gülmeye başlamıştık. ‘’ prensesler nasıl olur baba?’’ diye sordum. Ben bir prensestim ama yine de babamdan dinlemek en büyük zevkimdi. ‘’ Aynaya bakınca anlamıyor musun nasıl olduğunu?’’ diye sordu o da bana. Bu adam iltifat konusun da arş-ı Ala’daydı. Ellerini saçlarımda gezdirmeye devam etti. ‘’ Prenseslerin saçları tıpkı seninkiler gibi uzun olur, gözleri gece gibi karanlık. Sesleri sesin gibi, bülbül gibi şakır. Mis gibi kokarlar. Bak hepsi sen değil mi?’’’ Birisi bana bu iltifatları ederse hemen nikah masasına otururum. Babam bile durduramaz. Çok ciddiyim. ‘’ Annem prenses değil mi?’’ diye sordum. ‘’ annen kraliçe. Prenses doğuran kraliçe olur. Size bunları okulda öğretmiyorlar mı?’’ hiç beklemeden vermişti bu cevabı da. Doğruldum yerimden yüzüne baktım tatlı tatlı. ‘’ Bunları sırf kral olduğunu kast etmek için söyledin değil mi?’’ her anlam da kraldı zaten bir tek tacı eksikti. ‘’ Senden de hiçbir şey kaçmıyor.’’ Yine gülüşmüştük. Salona doğru gelen annemin ayak sesleri bastırdı kahkahalarımızı. Elin de ki mutfak beziyle hayret için de bizi izliyordu. ‘’ Pes vallahi size. Ben mutfakta boğuşuyorum siz burada goygoy yapıyorsunuz.’’ Babamla bir kez daha kesişti bakışlarımız. Utançla dişledim dudaklarımı. Haklıydı. ‘’ Gel kraliçe, gel de prensesimize bak. Biz nasıl yaptık bunu. Hala inanmıyorum.’’ Umarım nasıl yaptıklarını anlatmaya başlamazlar diye dua etmeye başlamıştım içimden. Annemin sesi son derece nahif çıkmıştı. ‘’ Ben de bilmiyorum. Ama iyi ki yapmışız değil mi? ‘’ babam beklemedi cevap için. ‘’ İyi ki. İyi ki yapmışız. Bundan bir tane daha olsaydı fena olmazdı ama.’’ Annem bıkkınlıkla devirdi bakışlarını. ‘’ Serdar hala oradasın ya. Bırak artık. Hem benim kızım bize yeterde artar bile. Değil mi prensesim.’’ Gülümseyerek baktım ikisinin de suratına. Tatlı tatlı atıştılar dakikalarca. İkisi de deli gibi aşıklardı birbirlerine. İlk gün ki gibi. Benim annem yetimhane de büyümüş. Ailesini hiç görmemiş. Anne babasını tanımamış. Yetimhanede ki müdüre baba, onunla ilgilenen kadınlara anne demiş. Bu hikâyeyi ilk duyduğum da bağrıma öyle bir hançer saplanmıştı ki acısının tarifi yoktu. Hiç annesi olmamıştı ama kendisi dünyanın en iyi annesi olmuştu. El bebek gül bebek büyütmüştü kendi kızını. Bir arabanın kaputuna bırakılmış halde bulmuşlar annemi daha altı aylıkken. İçin de bir mektup. Muhtemelen annesi tarafından yazılmış. Azeri şivesiyle yazılı bir mektup. O yüzdendir ki annemin Azeri asıllı olduğunu biliyoruz sadece. İsmi Tülin değildir muhtemelen. Ama ona verilen isim buymuş. Kocaman kız olmuş. Yetimhanede ki herkesin en iyi arkadaşı olmuş. Sevecen tatlı bir kadınmış. Üniversiteye başladığı yıl ayrılmış yetimhaneden. İzmir de okumuş. Okul öncesi öğretmenliği yapmış beş yıl boyunca. Sevmiş hep çocukları. Belki de kendisine verilmeyen anne sevgisini bu şekilde bastırmış. Bir gün bir çiçekçiye girmiş. Ortancalar en sevdiği çiçeklerdir. Bir demet ortanca almış. Çiçekçinin kapısından çıkarken babamla karşılaşmışlar. Babamın en mutlu günüymüş o gün. Kansere yakalanan annesi, yani babaannem o gün son kemoterapisini almış. Hastaneye giderken de çiçek almak için uğramış çiçekçiye. Annemle göz göze gelince sevinçten kucaklayıvermiş annemi oracıkta. Başları dönene kadar döndürmüş. Sonra yaptığının farkına varabilmiş. Annemi büyük bir utançla yere indirmiş. Annem de tokatı suratının ortasına yerleştirmiş tabi. Babam yediği darbeyle sendelerken annem söylene söylene çıkıp gitmiş kapıdan. Babam kalmış oracıkta. Kötü bir niyeti yokmuş aslında. Sırf mutluluğunu paylaşmak için düşüncesizce attı bir adımdan başka bir şey değilmiş. Fakat babamın aklından çıkmamış hiç kömür karası, oldukça kızgın bakan gözler, yine aynı kömür karası up uzun çiçek kokan saçlar. Defalarca gitmiş aynı çiçekçiye. Bir türlü görememiş annemi. Bir süre sonra dayanamayıp çiçekçiye sormuş. ‘’Nerde bu kadın demiş, tanıyor musunuz? Çiçekçi kadın da ‘’ayda bir gelip ortanca alır. Kendisi falanca okul da öğretmen.’’ Deyince babam mavi’ ye çalan ortancalardan bir demet alıp koşmuş tarif edilen okulun bahçesine. Beklemiş dakikalarca. Okul bitmiş herkes çıkmış, annem yok. Gelmemiş o gün. Ertesi gün bir daha gitmiş, ertesi gün bir daha. Okuldan çıkan birkaç kişiye sormuş. Anlatış şekli de şu ‘’ Kara gözlü bir öğretmen var bu okulda. Biraz sinirli. Nasıl ulaşabilirim kendisine? ‘’ İnsanlar şok tabi. Daha isminden haberi yok gözleri mıh gibi aklında diye şaşırmışlar. Delidir ne yapsa yeridir demişler. Fazla umursamamışlar. Sonunda görmüş annemi. Okuldan çıkmış salına salına yürüyor. Babamı görmüş ama çıkaramamış. Sanırım annem de benim gibi erkoların diğerini görünce öncekini unutuyor. Babam dikilmiş karşısına. Hiç uzatmamış lafı. ‘’ O gün sizi kucakladığım için özür dilerim. Bu çiçekler sizin için. Günlerdir buradayım. Bir türlü göremedim. Özür dilemek istiyordum. ‘’ diyerek uzatmış elinde ki çiçekleri. ‘’ Sen beni nerden buldun? sapık mısın? ‘’ Demiş annem endişeyle. Doğal olarak korkmuş kadın. Bana pek geçmemişti o hikâye, o zamanlar ne saçma demiştim. Gerçi hala o düşüncedeyim. Bir kez gördün, ee kalkıp peşine düşmek ne oluyor baba? Mecnun musun? Tahir mi? Kerem mi demeliyim yoksa? Neyse ki onların tanışması kaynaşması böyle olmuş. Deli gibi âşık olmuşlar birbirlerine. İddialar bu yönde yani. Bir sene boyunca istisnasız her gün görüşmüşler. Evlenelim demiş babam birdenbire. ‘’Ben artık sensiz uyumak bile istemiyorum’’ demiş. Annem aşık tabi hemen kabul etmiş. Ama sonrasın da işler karışmış. Dedem Ekrem Sağlam, istememiş annemi. Soyu sopu belli değil, ailemize yakışmaz’’ demiş. Ketum söylemler, tehditler, mirastan redderim demeler. Kavga, gürültü eksilmemiş günlerce. Babam polis olurken bile bu kadar büyük bir kavga yaşanmamış meğer. Dedem oldukça varlıklı olduğu için tek evladı onunla birlikte çalışsın günü gelince de işleri devralsın istemiş hep. Fakat babam içinde ki polis olmak, insanlara faydalı olmak arzusunu bastıramamış Babaannem ise hiç karışmamış. ‘’Oğlum mutlu olsun da kimle olursa olsun’’ demiş.. Velhasıl babam annem için bütün ailesini silmiş, tüm mirası reddetmiş. Annemle evlenmiş. Dedemle on yıl konuşmamışlar. Ta ki ben doğana kadar. Doğumumla barışmışlar. Dedem annemi kabul etmiş. Basmış bağrına. Küs kaldıkları her gün için pişmanlık ağır bir yük olmuş kalbin de. Annemi tanıdıkça baba-kız olmuşlar. Babamı bile unuturmuş dedem annemi gördüğü zamanlar. Ben doğduktan iki gün sonra habersiz gelmiş dedem. Babaannem yanın da. İçeri girdiklerin de kundaktaki beni görmüşler. Beyaz tenli, kara gözlü, ufacık bir kız. Kendi kanlarından, canlarından bir can. O günden sonra da mutlu bir aile olmuşlar hep. Dedem İstanbul da bulunan üç fabrikasından birini babama, diğerini anneme vermiş. Son kalan ise bana verilmek için vasiyet edilmiş. Hepsi trikotaj fabrikasıymış. Evet ben bir fabrikatörüm. İlerde bir gün fabrikamdan içeri girerken mantomu asistanıma uzatıp topuklu ayakkabılarımla tıngır mıngır yürürüm artık. Şaka bir yana her şeyin başlangıcı olduğu gibi bir sonu da oluyor işte. Annem ve babamın masalı mutlu sonla bitmiş. Herkes bu kadar varlıklısınız neden buradasınız İstanbul da neden yaşamıyorsunuz diyor bize. Ama anlamadıkları bir şey var. Biz para değil, huzur istiyoruz. ‘’En azından hayatımızın büyük bölümünün de debelenerek, saatlerce çalışarak geçirmek istemiyoruz. Karımla kızımla en verimli hayatı yaşamak istiyorum.’’ demiş babam o zamanlar dedeme. Kendimizi bildik bileli buradayız. Nasıl gideriz başka bir yere. En azından ben gitmem. Annem ve babam gidebilirler. Ama ben yuvamı, mahallemi, çocukluğumu, anılarımı bırakıp bir yere gidemem. Belki çok ilerde. Elli, altmış yaşında falan. Şimdilik öyle bir isteğimiz de yok. Hemİstanbul, Muğla’dan nasıl güzel olabilir ki? Annem de istememiş gitmek. Küçük yuvasın da her şey yolundaymış. Birbirlerine bir söz vermişler. Dedem vefat edene kadar işlerin başın da duracak, gelmeleri için ısrarcı olmayacakmış. Annemle babam ise emri hak vuku bulunca, yani dedem den sonra gidip işlerin başına geçeceklermiş. Aralarında resmi olmayan bir anlaşma gibiymiş bu. Şimdilik her şey konuşulduğu gibi ilerliyor. Babaannem hariç. Ben beş yaşındayken vefat etti babaannem. Büyük bir hüzne boğdu bizi. Benim hayatım başları olduğu için çok hatırlayamıyorum bile. Unuttum yüzünü. Ama ailemin üzüntüsü dün gibi aklım da hala. Ölürken hepimiz oradaydık. Birbirimize emanet etti bizi. Dedemi ise emektar çalışanları olan Şükran teyzeye. Çok zaman geçti üzerinden. Herkesin acısı, pişmanlıkları tozlu sandıkların arasın da kaldı. Eskiyi düşünmek kimseye fayda getirmeyecekti. Her şey yerli yerindeydi artık. Hepimiz hayatımızdan memnunduk. Tek eksiğimiz yüzünü unuttuğum ama sıcaklığını kalbimde hissettiğim babaannemdi. Hatıralarla boğulurken ben, kahvaltı yapmış kendimi yine sokağa atmıştım bile. Üzerimde yine babamın en sevdiği yeşil, üzeri pembe çiçekli elbisem vardı. Saçım açık, arkasın da elbisemle aynı ton da kurdele bir toka. En sevdiğim kombinle en sevdiğim insanın yanına gidiyordum. Melisa’nın yanına. Gidip gitmeyeceklerini merak ediyordum. Aygül teyze Sadık amcayı ikna edebildi mi acaba? Umuyorum ki etmiştir. Yoksa ben Erzurum’a gidecektim kesin. Karşıdan görünmüştü silueti. Yüzünden düşen bin bir parçayla bana doğru yaklaştığına göre ikna çabaları olumsuz sonuçlanmıştı. Yüzüme bakmadan merdivenin basamaklarına oturdu. Ben en üst basamakta o ise en orta basamaktaydı. Konuşmadı bir süre. Sessizliği bozan ben olmuştum. ‘’ Niye yüzün asık? Ne oldu?’’ boka bakar gibi bir bakış attı. ‘’ Bok oldu Bade. Ne olacak işte pazar günü elveda derken anlarsın ne olduğunu.’’ Yüzüm asılmıştı. Üzülmüştüm. Hele ki üç gün kalmış olması daha da üzmüştü beni. Birde ağustosta dönerlerdi. Yani yapayalnız kalmıştım. ‘’ Yapacak bir şey yok. Gideceğiz artık. Asma sende yüzünü.’’ dedi dertli sesiyle. Üzüldüğümü anlamıştı. Elimi omzuna attım. ‘’Amannn sen de boşuna üzülüyorsun bu kadar belki de bir şey olur gidemezsin. Belli mi olur?’’ Ne olacaktı ki? Acaba Gülen gözlerde ki Fikret gibi kendini asma numarası mı yapsa? Ya da dolaba girip evden kaçtım imajımı verse? Peki Sadık amca Yaşar usta gibi mi yapardı? Yoksa bizi üç il kadar kovalar mıydı? Burada da ilk seçeneğin olması için dua etmek lazımdı. En mantıklı karara varmıştım kendimce. ‘’Bende geliyorum. Annemlerle konuşurum akşam izin verirler zaten. Hep birlikte gideriz. Olmaz mı?’’ Dedim daha fazla beklemeden. Gözlerinde ki hare yine yerine gelmişti. Daha cümlemi bitirmeden ayağa fırlayıp boynuma atladı. Boylu boyunca binanın içine doğru uzattı beni. Ben altta o üstte tepiniyorduk. Kendisinin altın da şort olmasının rahatlığı vardı ama benim takım taklavat gözükmek üzereydi. ‘’ Biraz daha tepinirsen benim emanetleri bütün memleket görecek.’’ Dedim bir elimle eteğimi çekiştirirken. Gözleri açıldı hemen. Üzerimden göğüslerimi eze eze kalktı. ‘’ Bok var elbise giyecek.’’ Dedi aksi aksi. Elbise bir kültürdür bebeğim. Sen giyersin giymezsin orası beni ilgilendirmez. Ben elbise kadınıyım bakışımı attıktan sonra doğruldum. Yine aynı şekilde oturduk basamaklara. ‘’ Yarın gelirim birlikte bavul yaparız.’’ Dedi ben ben bavul toplayamıyor muyum? Pardon? Kaşlarımı çattım ‘’ O niyeymiş? Ben kendim toplarım bavullarımı. ‘’ bu kez de o kaşlarını çattı. ‘’ Heyecanlandık işte ne bozuyorsun?’’ Çok heyecan yapma kız alt tarafı imkansızı başarıp yaz günü seninle Erzurum’a geleceğim. ‘’ Yarın biz yokuz zaten. Düğün var Ula’ da oraya gideceğiz.’’ Tip bir bakış attı. Sen düğün sevmezsin ki bakışıydı bu. ‘’ Sen düğünlere gider miydin ya?’’ Vallahi gitmem dediğim her yere gidiyorumbaksana. ‘’ Düğün sevmem ama yakışıklı babamı yalnız bırakmak istemiyorum.’’ Dedim göz kırparken. Gözleriyle süzdü tüm vücudumu. ‘’ Senin başka bir amacın var bence. Yanlış mıyım? ‘’ gerçekten korkutmuştu beni bu iç okuma meselesi. Herşeyimiz meydandaydı. Gizli saklı kalmamıştı. Tip bir bakış attım. ‘’ Ne alaka ya, sadece bir iki yakışıklı görürürm belki. ‘’ ‘’ İşte biliyorum ben. Bir çıkarın olmasa düğüne falan gitmezsin sen. ‘’ diyerek kınım kınım kınadı beni. ‘’ Öyle deme kız tarafı urfadanmış belki aşiret paket..’’ derken sözümü böldü. ‘’sen bizi en sonunda rezil edeceksin elin Urfalılarına. Kendine gel. Akıllı uslu ol.’’ Tıpkı 70 yaşında nasihat veren teyzeler gibi konuşmuştu. ‘’ Bade hem Selimden ayrılalı ne kadar oldu ki? Hemen unuttun mu yani? Sonuçta iki yıl. Yanlış anlama sadece merak ettiğimden soruyorum.’’ Selimin konusu yüzümü düşürmüş, ciddileştirmişti. Sevgi mi yoksa alışkanlık mıydı benim için bilmiyorum ama yeri sahiden belliydi. Ağzı laf yapan erkek tanımı diye bir şey olmasaydı Selim için bu cümle kurulabilirdi. Bir kadın nasıl mutlu edilir biliyordu. Belki yaşımızın küçük oluşundan dolayı etkilenmek bu kadar kolaydı ama gerçekten ettiği iltifatlar her kadını göklere çıkaracak cinstendi. Bir haftadır ise sesini bile duymamıştım. Eksiktim galiba ve bu beni incitiyordu. Fakat kalbimde değildi boşluğu. Anlattıkları şey olmuyordu bana. Ya onlar yalancıydı ya da ben kalpsizdim. Kalbim ağrımıyordu. Nefesim kesilmiyordu. Ellerim titremiyordu. Yüzüm asık değil aksine her zaman ki gibi neşeliydim. Bu normal miydi bilmiyorum. Ama bu kadar hissiz olmak hoş değildi dile kolay kos koca iki yıl geçirmiştik birlikte. Hani derler ya bir yanım eksik diye ben eksik değildim. Kulaklarımda çınlayan iltifat dolu cümleler eksikti. Gördüğüm ilgi, bana bakarken gülen gözler eksikti. Sorusuna cevap bekleyen melisaya çevirdim dalgın bakışlarımı. ‘’ Unutmadım ama yokluğu içimde fırtına koparmadı. Dediğin gibi iki yıl geçti. Bu kadar zamana rağmen içimde yaprak kıpırdamıyorsa gidişiyle, bu kadar aşık olduğunu iddia eden, bu kadar aşk üzerine şiir yazanların hepsi yalan söylüyor demektir. Bu da benim değil aşk denilen şeye inananların zafiyeti.‘’ yüzü ifadesizleşti. Saçmaladığımı düşündüğüne yemin edebilirdim ama hissetmediğim şeyler hakkında yalan söyleyecek değildim. Bizim sohbetler devam ederken Arkadan tanıdık bir ses yükselmişti. ‘’ Açılın, açılın. Üzerinize basmak istemem.’’ Diyordu tarifsiz bir neşeyle. Bu Sahra ablaydı. Elinde ki şekerpare olan tabağı göğsüne gizlemiş malum yere doğru yol almıştı muhtemelen. İkimizde popolarımızı yana kaydırdık. Aramızdan süzülüp geçti. ‘’Nereye böyle?’’ Diye sordu Melisa. Yüzünde ki ifadeye bakılırsa cennetten arsa almış ziyarete gidiyordu. ‘’ Şey.’’ dedi utanarak. ‘’ ‘’ Tatlı yapmıştım da Nimet ablaya götürüyordum. Tadına baksın diye.’’ Aynen ablacım aynen. Tatlı Nimet teyzeye diye yola çıkıyor ama ne hikmetse son yolculuğu Altay abinin mide de bitiyor. ‘’ Kesin. Kesin Nimet Teyze’yedir. ‘’ dedim imayla. Gözlerini devirdi. ‘’ Ne olacak başka Nimet teyze.’’ Derken böldüm sözünü ‘’ Altay abi az önce geldi eve haberin olsun.’’ Yine imayla göz süzdüm. Tamam, işte aşıksın neyi saklıyorsun. Hiç aldırış etmeden arkasını dönüp yürümeye başladı. Hakikaten aşk bir yalaktır, içine düşen salaktır. Bunu bu kızda daha net görüyorum. On beş yaşından beri Altay Abi’nin aşkından divane olmuş. Son iki yıldır da her hafta en az iki kere hamur işi yapılır o eve gidilir. Güya Nimet teyze tadına bakar. Külliyen yalan. Yapılan unlu mamuller Altay abinindir. Kesin bilgi. Çünkü en ufak detayı gelip anneme anlatır Sahra abla. Ben de dinliyordum onu umutsuzca. Bu karıdan bir halt olmaz diyordum. Sebebi vardı böyle düşünmemin. Altay Abi’nin ta kendisi. Zerre kadar ilgisi yoktu Sahra ablaya. Üniversiteden bir ay önce mezun oldu Sahra abla. Tarih öğretmeni oldu. Bu kadar uğraşlarına karşın bir kez sorma gafletine kapıldım. ‘’Hiç arıyor mu seni? Yani yılın çoğu Trabzon’dasın, hiç soruyor mu nasıl olduğunu? Ne zaman geleceğini falan? Okulu? ‘’ Soruma karşın biraz yüzü asılmıştı.‘’Aramıyor ama arayınca hemen açıyor. Hiç beklemiyor. ‘’ demişti hevesle. Titanik batıyordu ama o hala umutla keman çalmaya devam ediyordu. Sevmiyordu Altay, onun için getirdiği tatlılar dışında bir önemi yoktu. Seven insan arardı, sorardı, belli ederdi yani. Bana göre hiçbir erkek sevmezdi hepsinin ki hevesleri geçene kadardı ama olsun o mutluysa bu halinden bana söz düşmezdi. Bir daha da sormadım. Duyduklarım, gördüklerimi silecek cinste olmayacaktı çünkü, biliyordum. Altay abi, çapkın bir erkekti. Her hafta başka bir kadınla geçiyordu mahalleden. Ya arabayla ya yürüyerek. Bunların çoğuna şahit olmuştu Sahra abla. Ama hepsinin arkadaşı olduğuna sonsuz bir inancı vardı. Altay abi de müzik öğretmeniydi. O üç sene olmuştu atanalı. Hiçbirinin okuldan arkadaşı olduğunu sanmıyordum. Çapkın olan sadece ben değildim bu sokakta. Sokağın başında ki evde her an patlamaya hazır bir bomba vardı. Ben daha torpildim onun yanında. Şimdi yine gidiyor elinde ki tatlıyla birlikte. Göz göre göre yapıyor bunu. Sonunu bildiği şeyin onu ele geçirmesine izin veriyor. İnsan bazı şeylere bu kadar kör olmamalı. Körler ülkesin de ayna satmamalı. Sağır olana şarkı söylenmemeli. Aşkı en olmayacak insanlarda aramamalı. Biliyorum ki sonu hüsran olacak. Yıkımı büyük olacak. Can yakacak, can yanacak. Sahra elinde ki tabakla birlikte yürümeye devam etti. Yüzün deki sersem gülümsemenin ardında ki büyük aşkın arkasına sakladı utancını. Birkaç bina öte de olan eve doğru ilerledi. Her adım onu daha da heyecanlandırsa da etrafa belli etmiyordu. En azından öyle sanıyordu. Binadan içeri girdi. İlk kattaydı hedefi. Kapının önüne gelince koyu kahve saçlarını düzeltti. Kıyafetlerini çekiştirdi. badem gözlerin de ki heyecanı, tombul yanaklarında ki kızarıklığı silmek istedi. Derin bir nefes verdi. Kimse bilmiyordu ama bugünün başka bir anlamı vardı onun için. Bunca hazırlık bu sebeptendi. Bugün bu büyük aşkı diğer tarafta öğrenecekti. Her şeyi bir bir anlatacaktı Altay’a. ‘’ Seni seviyorum. Bu tatlılar o yüzden. Sen beni fark etmiyorsun ama ben yavaş yavaş eriyorum gözlerinin önünde.’’ Diyecekti. Kendisi de biliyordu fark edilmediğini. Ne kadar aksini söylese de Bade’nin her iması doğruydu. Bir kez olsun bakmamıştı gözlerinin içine. İşte bugün bu değişecekti. Arayınca hemen açışları boşuna değildi ona göre. Hem sosyal medyadan da ilk ekleyen Altaydı. Bunların bir anlamı olmalıydı. Sosyal mecralarda ki bin kadından biri olması onu sevmediği anlamına gelmiyordu. Bir kez daha doldurdu ciğerlerini. Zile bastı. Kalbi ağzında atıyor, ayakları titriyordu. İçerden yaklaşan adım sesleriyle daha da şiddetlendi atışları. Nimet hanım yoktu evde biliyordu. Akraba ziyaretine gitmişti eşiyle. İki gün boyunca tekti Altay evde. Gelen adımlar onundu. Kapı yavaşça açıldı. Karşısına dikiliverdi tüm yakışıklılığıyla Altay. Yüreğini yoran, başka bir şey düşündürmeyen, her an yanın da olmak istediği maviler ona bakıyordu. Kumral saçları dağınık, alt tarafın da ki siyah şorttan başka bir şey yoktu bedeninde. Üst tarafının çıplaklığı akıldan eder cinsten. Baştan aşağı süzdü Sahrayı. Sahra ise utancına utanç katarak gözlerini kaçırmaya çalışıyordu. Sessiz bakışları Altay böldü. ‘’ En sevdiğim an gelmiş’’ Dedi Sahranın elin deki tabağa bakarak. Bu manzarayla Sahra okulda olmadığı zamanlar hafta da iki kez karşılaşıyordu ama bugün tabakta değil Sahra da bir değişiklik vardı. Her zamankinden daha farklıydı, anlamsızdı ama güzeldi. ‘’Bu kız bu kadar güzel miydi? Ya da ben daha önce kör müydüm?’’ Diye geçirdi içinden. Sahra gülümsedi. ‘’ Bu kez annem yaptı, bende seversin diye sana da getireyim istedim.’’ Elin deki tabağı usulca uzattı Altay’a. Altay tabağı almadı.Hiç beklenmedik bir cümle kurmuştu. ‘’ Gel sende çay var. Birlikte yeriz.’’ Sahra ne diyeceğini bilemedi önce. Şaşırmıştı. Beklemiyordu. Daha önce hiç olmamıştı. Aklı başından iyice gidiyordu. Yüreği ise artık sığmıyordu göğüs kafesine. Konuşmak istedikleri geldi aklına. Daha uygun bir an olamaz diyerek ikiletmedi hiç. ‘’ Rahatsız etmeyeceksem gelirim.’’ Dedi. Altay memnun bir ifadeyle ekledi. ‘’ Sen rahatsız etmezsin beni. ‘’ Bu kez memnun olan Sahraydı. Beklediği yeşil ışık yanmış gibi görünüyordu. Şimdi yürümenin tam zamanıydı. Hatta koşmanın. Altay sağa çekti bedenini. Sahra bir adım attı içeri. Sahra önde Altay arkada bir iki adım atınca duraksadı aniden. Döndü arkasında ki adama. Bakışlarını birbirini bulmuştu hemen. Üstelik olması gerekenden daha yakındılar birbirlerine. Tansiyonu bine çıkmıştı Sahranın. Hissedilen oydu. ‘’ Ben de seninle önemli bir şey konuşacaktım iyi oldu.’’ Dedi hevesle. Altay çattı kaşlarını merakla. ‘’ Konu neydi?’’ Sahra gülümsedi kocaman. ‘’ Konuşuruz sorma şimdi.’’ Tekrar arkasını dönüp uzun holde ilerledi. Mutfakta oturacaklarını düşünerek geçti mutfağa. Ocağın üzerin de kaynamaya devam eden çaydanlığa baktı. Bu sıcakta anca Altay çay içebilirdi. Karadenizli olmak bunu gerektirirdi. Her yerde çay içilir, her türlü balık afiyetle yenirdi. Elinde ki tabağı tezgâha bıraktı. ‘’ Ben çay doldurayım.’’ Diyerek dolaplardan birinin kapağını açtı. Bu ilk yalnız kalışlarıydı. Mutluluğu tarifsizdi. İçinde ki kıpırtılar hissedilmeyecek gibi değildi. Bu delilikti. Peki nasıl konuşup haykıracaktı aşkını? Bilmiyordu. Tek bildiği, yıllardır arttıkça artan, artık yüreğine sığmayan sevgisiydi. Yapmalıydı. Yapacaktı. İki bardak aldı dolaptan. Tebessümle doldurdu demi. O koyu içerdi. Sahra açık. Tek şeker atardı Altay. Sahra şekersiz içerdi. Onunla ilgili her şeyi bilirdi sahra. Altay ise elinin lezzeti ve adının Sahra olduğu dışın da fikir sahibi değildi karşısında ki kadın hakkında. Çayları aldı Sahra masaya bıraktı birini, diğerini almak için tekrar yöneldi tezgâha. O sıra da Altay yine beklenmeyen bir cümle kurdu. ‘’ Sana zahmet bir bardak daha doldur misafirim var. ‘’ sahra uzattığı elini donmuş gibi hissetti. Ne demek istediğini kavrayamadı önce. Sonra yine Altay yardımcı oldu. ‘’ İnci gel mutfaktayız.’’ Sahra anlamıştı artık. Bildiği ama inkâr ettiği şey yüzüne tokat gibi çarpmıştı. Yarım kaldırdığı bardağı geri bıraktı. Elleri titriyordu çünkü. Kalakaldı öylece. Gittikçe yaklaşan adım seslerini duyuyordu. Ve sonun da kulaklarını tırmalayan bir ses duymuştu yakınından. ‘’ Ben de sizinkiler geldi sandım hayatım. Gizlendim senin odaya. ‘’ yavaşça sağa çevirdi kafasını. Kızıl saçlı, üzerin de sadece bir erkek gömleği olan genç bir o kadar da güzel bir kadındı. Asıl can yakan üzerin deki koyu mavi gömlek Sahra’nın tam iki sene önce aldığı doğum günü hediyesiydi. ‘’Gözleri gibi’’ diyerek aldığını dün gibi hatırlıyordu. Oysa bir kez görmemişti Altay’ın üzerinde. Kadın merakla Sahraya baktı. ‘’ Merhaba.’’ Dedi. ‘’Kardeşin mi hayatım.’’ Diye sordu Altay’a. Henüz kardeşi olup olmadığını bile bilmiyordu kadın. O evine, hatta yatağına girmişti belki de. Sahra ise kimsenin görmediği, bilmediği şeyleri bilirdi hakkın da. Ona rağmen gözüne bakarken bile utanırdı. Adil değildi. ‘’ Benim kardeşim yok. Bu hanımefendi de komşumuzun kızı. Tatlı getirmiş bana. Birlikte yeriz dedim.’’ Bu kadar mıydı hayatında ki yeri. Komşunun kızı olmak ve sadece tatlı getirmek. Onun için tek vasfı bu muydu? Canı ilk kez bu kadar fazla yanmıştı Sahra’nın. Meğer daha öncekiler ufak sıyrıklarmış, asıl yarayı şimdi almış. Tüm bedenini döndürdü tezgâhtan. Yan yana duran Altay ve kızıl saçlı kadına baktı. Gözlerin deki umut haresi yerini hüzne bırakmıştı. Ama kimse anlamamıştı. ‘’ Hadi bakalım nasılmış senin şu şekerpareler.’’ Dedi Altay gülümseyerek. Kadın masaya yöneldi. Altay ise Sahranın önünden geçerek diğer tarafa yerleşti. Ayakta kalan Sahra’yı kimse umursamıyordu. Bir çatal aldı Altay. ‘’ Yine harika olmuş sağ ol. Sen de olmasan böyle lezzetli tatlılar yiyemezdim herhalde.’’ Dedi Sahraya gülümseyerek. ‘’ Abartma canım alt tarafı bir tatlı.’’ diye ekledikadın. Oysa alt tarafı tatlı değildi. Sahra’nın en güzel bahanesiydi. Sevdiği adamı görmek onunla konuşabilmek için en güzel bahaneydi o. ‘’ Hadisene. Gel otur valla kalmaz sana.’’ Altay hala olan bitenin farkın da değildi. ‘’Canım bana da bir çay doldur sana zahmet.’’ Dedi kadın. Sahra canının acısıyla bağırıp çağırmak, hatta masayı kafalarına geçirmek istiyordu. Yapamadı. Olduğu yerden kıpırdayamadı bile. ‘’ Kız niye dondun hadisene.’’ Dedi bu kez Altay. Sahra daha fazla dayanamadı. Ne ummuştu ama ne bulmuştu. Yaslandığı tezgâhtan ayırdı bedenini. Hiç arkasına bakmadan kapıya yöneldi. ‘’ Size afiyet olsun.’’ Dedi titreyen sesiyle. Kapıya doğru koşar adımlarla ilerledi. Altay da arkasından geliyordu. Titreyen elleriyle açtı kapıyı. Terliklerinin tekini giydi diğerini giyecek gücü bile bulamıyordu kendinde. Arkasından koşan Altay kapının kenarına yasladığı eline dokundu Sahra’nın. ‘’ Ne oldu Sahra? Neden gidiyorsun. Çay içecektik.’’ Sonun da bir şeyler anlamıştı olmalıydı ki sesi mahcuptu. Sahra eline değen tenden iğrendi o an. Hızla çekti elini. ‘’ Dedim ya size afiyet olsun. İyi günler.’’ Arkasını döndü bir iki adım atınca seslendi Altay. ‘’ Bir şey konuşacaktın benimle. ‘’ Sahra konuşacağı, konuşmayı düşlediği şeyleri geçirdi aklından. Sonsuza kadar susacaktı artık. Arkasına bakmadan cevapladı.’’ Önemi yok. Unuttum ne konuşacağımı.’’ Artık neredeyse ağlayacak hale gelmişti. Sesi de dudakları da titriyordu. ‘’ Önemli demiştin.’’ Sahra hafifçe çevirdi bakışlarını. Baştan aşağı süzdü Altay’ı. Gözlerin de durdu gözleri. Dolu gözleriyle yalandan bir tebessüm etti. ‘’ Artık değil.’’ Diyerek daha fazla beklemeden çıktı apartmandan. Altay kalbine değen anlayamadığı bir hisle çattı kaşlarını. Kırmıştı kalbini. Ama ne yaptığını bilmiyordu. Kapıyı kapayıp içeri girdi. Mutfağa gelip oturdu yerine. İnci önün deki tatlıdan bir çatal daha aldı. ‘’ Vedalaşamadın.’’ Dedi imayla. Altay önünde ki tabağa bakmaya devam etti. Üzülmüştü. Ama nedendi? Neydi şimdi bu? Neye kırılmıştı? Anlamadı, anladıysa da anlamamazlıktan geldi. Sahraydı bu. Bugün kızar yarın yine elinde tabakla gelirdi. Hep öyle olmuştu. Hem artık mezun da olmuştu, daha çok gelirdi. Daha fazla görürdü. Kırmızı yanaklarını, pembe dudaklarını, dalgalandıkça kabaran saçlarını, yanından geçerken burnuna dolan yabani çiçek kokusunu daha fazla duyardı. Bunları düşünürken kendine bir soru sordu. ‘’ Ben bunları nereden biliyorum? Hafızama ne ara kazınmış?’’ Bilmedikleri, bildiklerinden daha derinmiş. Meğer bilmiyorum derken ne çok şey biliyormuş. Sadece fark etmesi gerekiyormuş. O an kızdı kendine. Bilmediği tek şey bağlılıktı ve öğrenmeye niyeti yoktu. Olmamalıydı. Karşısın da ki yarı çıplak kadına baktı. Dudakları kıvrıldı ama kalbin deki aniden boşluğa düşmüş hissini gizlemek hiçte kolay olmayacaktı. Sahra hızlı adımlarla eve doğru ilerledi. Artık gözlerinde sıra bekleyen yaşları tutmadı. Bıraktı. Onlar da daha da şiddetlenerek akıp gitti. Umutla geldiği bu yolu ağlayarak dönüyordu. Böyle hayal etmemişti. Biliyordu ama bildiklerinin karşına dikilişi canını yakmıştı. Şimdiyse bir daha gitmeyeceği, ama yarım saat önce koşturduğu evden yüreğinde ki ağırlığı ikiye katlayarak dönüyordu. Kalbini çıkarmış üzerinde tepinmişti Altay adeta. Kolay olmayacaktı. Görmek için saniyeleri sayarken bir daha görmemek için pencereye bile çıkmamak kolay olmayacaktı. Ama nasıl ki bunca yıllık aşkın da iradesinin gölgesine sığındıysa şimdi de aynı güce sığınacaktı.
Hala aynı yerde oturuyorduk Melisayla. Saçma sapan muhabbetler almış başını gidiyordu. En çok gülen Melisa’ydı. Mutluydu çünkü kara kara düşündüğü sorununa çözümü tek bircümleyle bulmuştum. Derman olmuştum. Lokman hekim miydim? Gözüm Melisa’nın kıvırcık saçları arasından gördüğüm manzaraya daldı. Az önce sersem sersem gülerek giden Sahra abla ağlıyordu. Hatta ağlamıyor boğuluyordu sanki. Giderek yaklaştı. Hıçkırıkları duyuluyordu. Melisa da dönüp yaklaşan Sahraya baktı. Bu kez bize bakmadan koşar adım girdi apartmana. İkimiz de şaşırmıştık. Ne olmuştu bu aşk yumağına. Bir son bekliyordum ama bu kadar yakın olacağını tahmin edememiştim. Ayrıca o Altay herifi bu kızı üzdüyse onun sarı kafasını merdivenlere sürterdim orası ayrı. Bu kız kör kütük âşık olabilir, sen bu kadar çapkın olmak zorunda mısın? Kim bilir ne dedi kızcağıza. ‘’ Ne olmuş buna.’’ Diye sordu Melisa. ‘’ Bilmiyorum. İnşallah Altay’la dişi bir varlığı yatakta basmamıştır.’’ Melisa tokatı patlattı dizime. ‘’ Mal mal konuşma ya.’’ Benim gerçekleri söylüyor olmam ne zamandır mallık oldu? Sizler gibi her şeye duyguyla mı bakmak zorundayım. Ya ben de bir problem var ya da bu insanların hepsi yengeç veya balık burcu başka bir açıklaması olamaz. ‘’ Size gittiğine o kadar eminim ki kalk gidelim.’’ diyerek ayaklandı melisa. Bende arkasından. Bize gittiğinden bende emindim. Anneme her şeyi anlatıp ağlayıp, zırlayıp öyle giderdi eve. Koşar adımlarla eve doğru ilerledik. Kapıya vurmadım. Kapının yanın da ki saksı da yedek anahtarımız vardı. Usulca açtım kapıyı. Sessizce girdik içeri. Salondan sesler geliyordu. Benim odama geçtik küçük adımlarla. Kapıyı yarıya kadar açık bırakıp dinlemeye başladık. Ağlaması kesilmemişti daha. Ben altta Melisa üstte kafamızı tam karşı da kalan solana uzatıp gözetliyorduk. ‘’Hala ağlıyor.’’ Melisa’ya kaldırdım bakışlarımı. ‘’ Duyuyorum. Susta anlayalım ne olduğunu.’’ ‘’Sakin ol Sahra. Ne oldu.’’ Diyordu annem çaresizce. Sesi endişeliydi. Hıçkırıklar yavaş yavaş kesiliyordu. ‘’ Bak ne olduğunu anlat ki sana yardımcı olabileyim.’’ Dedi bu kez. Bıçak gibi kesildi ağlama sesi. Biz hala merakla dinliyorduk. ‘’ Bence Altay götürdüğü tatlıyı beğenmedi’’ diye bir fikir attım ortaya. Tepeme inen şamarla afalladım. ‘’ Lütfen biraz insan ol. Baksana nasıl ağlıyor kız. Hiç mi üzülmedin?’’ bana sürekli şiddet uygulanıyordu ve bundan rahatsız değildim. Bu mantıksızdı. ‘’ Ya ne olduğunu anlamadan üzülmem imkânsız. Hatırlarsan bir kez de aldığı gömleği giymiyor diye saatlerce ağlamıştı. Böyle saçma bir şeyse hiç üzülemem.’’ Melisa tip bir bakış attı.’’ Hayatım da senin kadar duygusuz bir insan görmedim.’’ Gözlerimi devirdim. Tekrar salona dönüp kulak kesildik. ‘’ BEN’’ dedi Sahra. Yine kesildi sesi. ‘’ Evet sen? Bak iyice merak etmeye başladım. Yavrum söylesene.’’ Annemin annelik damarları kabarmıştı. ‘’ Ben Altay’a açılmaya gittim az önce.’’ Melisayla birbirimize döndük aynı anda. Melisa elini ağzına götürdü. Şaşırmıştık. Devam etti konuşmaya. ‘’ Tatlı yaptım yine. İçeri davet etti beni. İkiletmeden girdim.’’ Sesi titreyerek anlatmaya devam ediyordu. Ben ise gözlerim gerilmiş vaziyette melisaya baktım yine. ‘’ Bizim libido reis ahlaksız teklifte bulundu kesin.’’ Melisa sessizdi bu kez. Bu olası ihtimal onun da kafasına yatmış olmalıydı. ‘’ Çay koyuyordum ikimize. Sonra içerden bir kadın çıkıp geldi. Çıplaktı kadın.’’ ‘’ NEEE’’ diye feryat ettim fısıltıyla. ‘’ Müneccim boku yemiş olabilir misin’’ dedi melisa. Olabilir miyim sahiden. ‘’ nasıl çıplaktı. Çırıl çıplak mı*’’ diye sordu annem. Yarı çıplak olsa ne fark edecekti acaba çok merak ediyorum. Sessiz kaldılar bir süre. ‘’ Şimdi üzülebilirim işte.’’ Dedim gözlerimi melisaya çevirerek. O ise son derece dikkatli dinliyordu içeriyi. ‘’ Benim aldığım gömlek vardı üzerinde. İnana biliyor musun benim doğum günün de Altaya aldığım gömlek çıplak bedenine sarılıydı. ‘’ dur bir saniye ikinci bir şok geliyor. ‘’ Vay adi, vay şeref yoksunu, vay or..’’ derken böldüm melisayı. ‘’ bu kadarını ben bile tahmin edemezdim.’’ Kusura bakma Nimet teyze ama hakikaten bir or evladı çıkarmışsın içinden. ‘’ Birde kıza beni komşunun kızı diye tanıttı. İsmimi bile söylemedi.’’ Dedi bu kez Sahra. Gerçekten bu kadarı fazlaydı. İnsan insana bunu yapmamalıya. Ama ne bilsin adam bu kız bana yıllardır aşık diye. Peki bunca zaman nasıl anlamadı ki? Anlamak istemedi belki de. ‘’ Serdar Amca’nın Selimi kovaladığı beysbol sopası nerede şu an.?’’ Ne yapacaksın anlamın da baktım Melisanın yüzüne. ‘’ Bakma öyle. Yarılacak bir kafa var. Ona lazım’’ saçmalama temalı bakışımı atıp tekrar salona döndürdüm bakışlarımı. ‘’ Sahra, bak beni yanlış anlama ama kızım sen biliyordun Altay’ın nasıl bir adam olduğunu. Yanlış mı’’ Hay alnından öpeyim seni Tülin Sultan. Daha haklı bir cümle duymadım bugün içinde. Sonun da benimle aynı düşünce de biri. Allah’ım Bismillah. ‘’ biliyordum ama canımın bu kadar yanacağını tahmin edemedim Tülin abla.’’ Sesi o kadar çaresizdi ki yüreğim o an sızlamıştı. ‘’ Kapının dibinde.’’ Dedim melisaya doğru. ‘’ ne?’’ ‘’ Sopayı sormadın mı? Kapının dibinde.’’ Bakışları hemen dış kapıyı buldu. Koşacak diye korktum ama onu durduran bir cümle olmuştu. ‘’ Ben hayal ettiğim şeye başkalarının bu kadar kolay ulaşmasının canımı yakacağını bilmiyordum. Tam on sene. On senedir başımı bile çevirmedim ondan başka bir tarafa. En çok ne acıttı canımı biliyor musun Tülin abla, ben o yok diye koca şehre sığamadım. o herkesin memleketi olmuş.’’ İçimin acıması daha da arttı. Ama benim nezdim de oturmayan başka şeyler vardı. Daha fazla dayanamadım. Doğrulup aralık kapıdan çıktım. Melisa arkamdan çekiştiriyordu. ‘’Bırak canıma tak etti. ‘’ diyerek hızla salona daldım. ‘’ Koca şehre nasıl sığmıyormuşsun Sahra abla o nasıl oluyor bana biraz anlatsana.’’ Bir kadının karakter fakiri biri için bu kadar kendini paralaması benim için dünyanın en acınası şeyiydi. Annem de sahra da şaşkınlıkla baktılar bana. ‘’ siz nerden çıktınız’’ dedi annem. Elimle bir dakika der gibi işaret ettim anneme. ‘’ Anlatsana Sahra abla. Bu hale nasıl geldin? Nasıl bu kadar aciz olabilirsin. Annem doğru söyledi. Sen onun şeref yoksunu olduğunu biliyordun. Bile bile kendini bağladın o adam.’’ Kanları donmuş gibi bakıyorlardı bana. Ben de üzülmüştüm ama oturup ona daha fazla kötülük edemezdim. Ona saçma sapan teselliler verip avutamazdım. Artık birinin acı gerçekleri yüzüne söylemesi gerekiyordu. ‘’ Başka adam mı yok sence? Bu kadar göz yaşı döktüğün de değse bari gam değil. Bu kadın ilk değil. Son da olmayacak. Her hafta en az iki farklı kadınla geliyor eve. Ha sen diyorsan ki ben bu adama layığım, gurursuzum. Orası kendi bileceğin iş. ‘’ titreyen dudaklarıyla baktı bana. Gözlerinden sessizce düştü damlalar. Canını yakmıştım ama belki bırakırdı bu amansız aşkın peşini. Melisa yanıma yaklaşıp koluma bir çimdik attı. ‘’ Yapma şunu.’’ Diye öfkeyle baktım Melisaya. ‘’Sen de yapma anne. Siz ona iyilik mi yaptığınızı sanıyorsunuz? En büyük kötülüğü siz yapıyorsunuz farkın da değilsiniz. Teselli edeceğinize gerçekleri söyleyin. Kendisinin de bildiği gerçekleri. O kendini kandırıyor ama siz onu kandırmayın.’’ Annem sinirle bakıyordu gözlerime. Melisa ise ani çıkışımla küfürler yağdırıyordu. Umurumda değildi. Bir inleme daha geldi Sahradan. ‘’ Seni sevmiyor. Sen onun için sadece tatlı yapıp midesini şenlendiren komşunun kızısın. Ha sanma ki yanındakileri seviyor. Onları da sevmiyor. Sen midesini onlar yatağını şenlendiriyor. Birazcık kendini düşünüyorsan kendine bu kötülüğü yapmaktan vazgeçersin. Bu kadar aciz olma karşısında. Bırak layığıyla mutlu olsun. Sen her zaman daha iyilerine layıktın hala öylesin. Bırak artık abla…’’ sözümün bitmesiyle oturduğu yerden fırladı Sahra abla. Nasıl kalktı, nasıl kapıya koştu anlamamıştık bile. Kapının şiddetle kapanışını duyduk en son. Annem ve melisa katil bakışlarını atmaya devam ediyorlardı. ‘’ Ne var? Niye öyle bakıyorsunuz? Yalan mı söyledim?’’ diye çıkıştım. sinirim hala devam ediyordu. Annem oturduğu yerden kalktı. Mutfağa gidip bir bardak suyla geri döndü. Bana uzattı. ‘’ İç şunu.’’ Kaşlarım çatık baktım bardağa. Beni zehirleyecek olabilirdi. Anne kıyma evladına. Ben senin kızınım. Tamam ağır konuşmuş olabilirim ama haklıyım. Melisa koltuğa geçip oturdu. Ben ise elime aldığım bardakla az evvel sahranın oturduğu yere oturmuştum. Annem ayaktadikilmeye devam diyordu. Verdiği sudan bir yudum alıp kuruyan boğazımı ıslattım. ‘’ Sence biz senin söylediğin şeylerin farkında değil miyiz? Ya da görmüyor muyuz hiç birini?’’ dedi annem yumuşak sesiyle. ‘’ Ağzına sıçtın kızın. Pardon Tülin teyze.’’ Diye ekledi melisa. Gözlerimi devirdim ikisine de. ‘’ biliyorsanız biliyormuş gibi davranın o zaman. Teselli verip durmayın. ‘’ annemin dudağı kıvrıldı. Baştan aşağı süzdü beni. ‘’ Bade, aşk nasıl bir şey bilmiyorsun değil mi?’’ bilmiyordum evet. Aşk diye bir şey varsa ben bilmiyordum. ‘’Nasıl olduğunu bilmiyorum ama bunun aşk olmadığını da biliyorum anne. Sahra ablanın ki hastalık olmuş artık.’’ Melisa dan mırıltı sesleri geliyordu. Belli ki küfür etmeye devam ediyordu. Annem gelip yanıma kuruldu. Gözlerime baktı. Elini uzattı bana doğru. Patlatacak sandım önce. Ama eliyle elimi kavradı. ‘’ Kızım aşk öyle bir şey değil. Aşık olunca insan aklını kullanamaz artık. Beyni devre dışı kalır. Kalbi yönetir bütün vücudunu. Senin yok dediğin şey dünya kurulduğundan beri var. Senin tanışmadığın bir duyguya bu kadar ön yargılı olman beni korktuyor. ‘’ Onun kalbi mi var Allah aşkına Tülin teyze. ‘’ diye zorbalığa devam etti Melisa. ‘’ En azından sizler gibi yanlış olduğunu bildiğim şeye at gözlükleriyle bakmıyorum.’’ Melisa daha da öfkeyle baktı bana. ‘’ inşallah biri gelir de iki günde evlenecek kadar aşık olursun. Beyinsiz. Salak karı.’’ Minik bir kahkaha attım. ‘’ He canım he. İstersen şimdiden başlayalım gelinlik bakmaya. ‘’ ben hariç kimse gülmüyordu. Melisa da oturduğu yerden doğruldu. ‘’ Ben de gidiyim artık yoksa birimiz mezara birimiz mahpusa düşeceğiz.’’ Annem gülümsemeyle baktı. ‘’ tövbe de kız.’’ İkisi de kalktılar. Melisa gitti. Annem geri geldi yanıma. Oturdu yine aynı şekilde. ‘’ Sahrayı çok üzdün. Özür dilemek ister misin?’’ beni anlamıyorlardı. Ben üzmek değil gözünü açmak istiyordum yaşım on yedi olabilir ama Herşeyi elli yedi yaşındaymış gibi düşünmek benim suçum değil. Ben o bir kez üzülsün ki en sağlamından bir daha bu insan fotokopisi yüzünden üzülmesin istiyordum. ‘’Anne ben özür dilerim hiç problem değil. Ama o böyle devam ederse kendinden özür dileyemeyecek. Haberiniz olsun. Şimdi bana kızıyorsun ama mantıklısının bu olduğunu biliyorsun. ‘’ Annem yine aynı tebessümle baktı. Boynunu sağa yatırdı. ‘’ İlerde bana âşık olduğun adamı anlatırken sana aynı tepkiyi vermemi ister miydin?’’ valla bir balık çölde yaşar, bir kuş su da yüzerse bu dediğin olur gibi anne. Çok uzak değil yani. ‘’ Benim âşık olduğum adam böyle bir şey yaparsa eviyle birlikte içinde yakarım onu da sen merak etme.’’ Dedim yine kahkaha atarken. Annem tebessümünü yitirdi. ‘’ Bu kadar büyük konuşmalar umarım benim başıma patlamaz.’’ Dedi iç çekerek. ‘’ Merak etme banyoya girip duş alırken ağlarım. Sesimi duymazsın.’’ Dedim yeni bir kahkaha daha atarken. Sen iflah olmazsın adlı bakışını atıp kalktı yanımdan. Mutfağa doğru ilerlerken arkasından bağırdım ‘’ ben selim için bile ağlamadım farkındaysan. Acaba beni yaparken duygularımdan çalmış olabilir misiniz?’’ cevap vermedi annem. Oysa içinden mırıldanmıştır kesin. ‘’sen Selime aşık değildin ki. Selimin sana âşık olmasına aşıktın’’ diye. Sevilmek sevmekten daha kolay geliyordu bana demek ki. Kalbim 1.913.639 TL ederken kimseye ücretsiz verecek değilim. Saygılarımla.
Koltuğun üzerinde uyuyup kalmıştım. İçerden Şen kahkahalarla birlikte mis gibi yemek kokuları geliyor. Babam dışardan gelmiş, annemle birlikte sofra hazırlıyorlar. Aldırış etmeden soluma dönüp üzerimde ki battaniyeye daha çok sarıldım. Bu kadar üşengeç, bu kadar hayırsız olur muydu evlat. Oluyordu. O aranan evlat bendim işte. Sofra hazırlanırken uyuyup sofra toplanırken tuvalete giden yılan yengeler gibi hissediyordum bazen kendimi. Dünya da yenge diye bir kavram olmasaydı yine de bana yenge derlerdi herhalde. Yengeniz size kurban olsun ballı lokumlarım benim. Hepinizi çok seviyorum. Kapıya yaklaşan ayaksesleri ve fısıldaşmalar doldurdu kulağımı. ‘’ Bence uyumuyor.’’ dedi annem. ‘’ Melek gibi uyuyor.’’ Diye ekledi babam. ‘’ Bazen düşünüyorum diyorum ki bu kız bize verilen en güzel şey diye. Sana da oluyor mu arada.’’ Dedi bu kez babam. ‘’ Bazen değil hep öyle olduğunu düşünüyorum.’’ Hoşuma giden konuşmalar yapılıyordu. Dedikodunun böylesi makbuldü. Yüzüme çöken tebessümle dinlemeye devam ettim. ‘’ Hakikaten biz bunu nasıl yaptık ya?’’ dedi yine babam. İnşallah uyuyorum diye nasıl yaptıkları konusun da detay vermezler. Zira anne ve babamı o halde zuhur etmek istemiyorum. ‘’ On yıllık emek tabi Serdar Bey. Kolay olmadı.’’ Diyerek kikirdedi annem. Daha fazla beklemedi babam. Yanıma yaklaşıp alnıma sıcacık bir öpücük bıraktı. Saçlarımı sevdi. Üzerimde ki battaniyeyi usulca çekip yanıma ilişti. Daha çok sevdi saçlarımı. Bir kez daha öptü. Her teline değdi parmakları. Gülümsememi zorla zabt ediyordum. Usulca seslendi babam. ‘’ bahar kokulu kızım, uyan. Yemek hazır. Acıkmadın mı? ‘’ bahar kokuyordum babam için. Bahara kavuşmak gibiymiş bana kavuşmak. Ben bahar olmaktan hiç vazgeçmedim, onlar ise benimle birlikte hiç kış yaşamadılar. Hemen araladım gözlerimi. Uykuluymuş gibi mırıldandım. ‘’ Hadi yavrum. Kalk ‘’ diye tekrarladı. Doğrulttum kendimi. Saçlarım birbirine girmiş, elbisem kırış kırış olmuştu. ‘’ Bakmayın bana bu halimi görmeyin’’ dedim nazlı nazlı. ‘’ ne varmış halinde prenses gibisin işte.’’ Babamın beni her halimle beğenmesi onur vericiydi ama hiç prenses gibi değildim. Üstelik kalbim de manasız bir sıkıntı vardı. Birkaç gündür devam ediyordu ama sabahtan beri ilk kez hissetmiştim. Elimi kalbime götürdüm. Sahra ablayı kırmanın vicdan azabıydı bu besbelli. Özür dilemek şart olmuştu. ‘’ Ne oldu, niye kalbini tuttun?’’ dedi babam endişeyle. Gülümsedim. ‘’ Sözleriniz beni kalbimden vurdu. ‘’ babam da annem de benimle birlikte gülümsedi. Annem ‘’ Bade sana bir haberimiz var.’’ Dedi sesin deki coşkuyla. Gözlerimi daha çok açtım. ‘’ neymiş anneciğim?’’ sakın bana kötü bir haber vermeyin bayılırım şuraya. Gerçi sesi gayet iyi ama belli olmazdı işleri. Meraklı gözlerle baktım ikisine de. Onlarda gülümseyerek birbirlerine bakıyorlardı. ‘’ Deden aradı bugün beni.’’ Dedi babam. Kesinlikle İstanbul’a gidiyoruz diyecekler. Kalbime hançer saplamayın ne olur ya. Gidemeyiz gerçekten. Bakışlarım fino köpeklerini andırıyordu. Başımı önüme eğdim. ‘’ İstanbul’a mı gidiyoruz? Dedim. Bir kez daha birbirlerine baktılar. ‘’ YOK DEDEN GELİYOR.’’ Der demez içimde çocukça bir heyecan oluşmuştu. Beş yaşında ki Bade olmuştum saniye de. Dedem geliyordu. Ve ben tek torundum. Bütün sevgisi benimdi. Benim sevgimde onun. ‘’ Neden geliyormuş, yani pek gelemez ya ondan soruyorum.’’ İkisi de tebessümle birbirlerine baktılar. ‘’ Sana bir hediyesi varmış. Hafta sonu geliyor. Birlikte almak istemiş.’’ Dedi yine aynı neşeyle. Burada bir durmak gerekiyor ben hafta sonu Erzurum yolcusuydum güya. Nasıl olacak bu iş?’’ Melisa beni gebertmez m? Beni sürüm sürüm süründürmez mi? Ama dedemi yılda sadece bir kez görüyorum. Gidemem ki. Melisayla sürekli birlikteyiz. Şimdi gidersem çok ayıp olacak. Ben hangi suya düşmeliyim şu an. İki tarafı boklu sopanın ne tarafından tutmalıyım? İnşallah hediye Melisa’dan yiyeceğim zılgıta değer yoksa işim bitti. Ne olursa ben kabulüm isterse yoldan çiçek koparsın ama buraya kadar geldiğine göre önemli bir şey olmalı. ‘’ Ne hediyesiymiş bu?’’ dedim aynı meraklı bakışlarımı atarken. ‘’ Bilmem ki söylesem mi’’ dedi babam. Yapma bir tanem öldürme beni. Bilirsin merakla yaşayamam. ‘’Ya baba, hadi ölürüm meraktan. Ölmemi ister misiniz?’’ dedim babamla annemin yüzü birden düştü. Babam beni kendine çekip göğsüne sıkıştırdı. Bu kadar büyük tepkiler vermeyin kurban olayım. Şakaydı gülün diye. ‘’ Bir daha ağzından böyle bir şey duymayayım Bade.’’ Dedi babam ciddiyetle. Daha fazla sıkıştırdı göğsünde. Annem de gelip yanımıza oturdu. ‘’ Abartma Serdar, kız şaka yaptı. ‘’ dedi gülerek. Anneciğim sen bugün ne kadarmantıklı cümleler kuruyorsun böyle. Harikasın. Babamın göğsünden ayrılıp baktım yüzüne. Manasızca sıkıntılıydı. Bir şaka bu kadar büyütülmez ki canım benim. Hem siz şu hediyeyi söyleseniz iyi olur artık. ‘’ EE hediyem ne benim?’’ dedim yine pervasız ve umarsızca. İkisi yine birbirini izliyordu. ‘’Araba’’ dedi annem. Ne arabası anne hediyeyi söyle diyorum. ‘’ ne arabası anne, hediyem ne diyorum bana araba diyorsun.’’ Dediğim an birbirlerine attıkları bakışla gerizekalı bir insan olduğumu anlamam uzun sürmedi. Hediye araba mıydı? ‘’ Hediye araba mı?’’ dedim ayağa fırlayıp çığlık atarken. ‘’ Evet, birlikte bakıp alın istemiş deden. Ne istersen onu alacakmış.’’ Zıplıyordum yerimde. Böyle bir hediye isteyecektim ama bir sene sonra falan. Canım dedem sen ne mübarek insansın. Melisa kusura bakma ama seni bir arabaya satmak durumundayım. İkimizi için. Şimdi arabamız olunca istediğimiz yere gideceğiz. Sen de kazanacaksın, ben de kazanacağım. Kendi kendime zıplayıp durdum dakikalarca. On sekiz yaşıma daha altı aydan fazla vardı ama şimdiden alınmasında hiçbir sıkıntı yoktu. Söz vermişti dedem. İlk arabamı o alacaktı. Ne istersem, hiç ikiletmeden alınıp gelinecekti. Sözünü tutacağını biliyordum ama bu kadar erken olacağını tahmin edememiştim. Ben saf saf etrafa bakındım dakikalarca. Sevinmem gerekiyordu ama aksine içim de biriken sıkıntı huzursuz olmama sebep oluyordu. Biraz sevinç biraz endişeyle yemeğe oturduk. Ben sofrada telefonumdan araba modelleri bakmaya başladım. Aklımda bir renk vardı. Gece mavisi, koyu lacivertte denebilir. Büyük bir araba olmalıydı. Tank mı demeliydim yoksa. Küçük oyuncak gibi araba yakışmazdı Ekrem beyin şanına. Tek bir torunu vardı en iyisi olmalıydı. Babam masanın baş köşesin de annem yanında. Ben iste karşılarında yemeklerim buz olmuş vaziyette. Tabakta ki pilav ve karnı yarığa bakıyordum. ‘’ Hiç iyi bir şey yapmadık galiba. Haline baksana’’ dedi annem usulca. ‘’ hevesini alınca bırakır peşini merak etme. Ben de ilk arabam da böyleydim. ‘’ diye ekledi babam. Yemek bitmiş annem tabakları kaldırmaya başlamıştı. Babam ise hayran hayran bana bakıyordu hala. Benim gözüm telefondaydı ama hissediyordum bakışlarını. ‘’ Yarın düğünden aç döneriz belki diye fazla yapmıştım yemeği. Gelince ısıtır yeriz. ‘’ diye yaklaştı annem tekrar masaya. İkisi de çaylarını almış yan yana oturmuş beni seyrediyorlardı. Hafifçe bakışlarımı kaldırdım ‘’ niye öyle bakıyorsunuz? Heyecanlandım işte.’’ Babam yine en yumuşak sesiyle ‘’ heyecanını paylaşıyorum. Bugünün geleceğini bildiğim için senenin başından beri çalıştırıyorum seni.’’ Gülümsedim. Aylardır bana araba kullanmayı öğretmeye çalışıyor. Pekte fena sayılmam. İçimden gelen şeyleri yaparken çok başarılı olduğum kesin. ‘’ iyi bir öğrenciyim sen ne dersin baba?’’ elinde ki bardağı yavaşça bırakıp dirseklerini masaya yerleştirdi. ‘’ iyi bir öğrencisin, iyi bir evlatsın.’’ Derken yüzümü okşadı uzattığı eliyle. Yine bakışlarında gurur vardı. Ben ise gurur duyulan evlat olmanın hazzını yaşıyordum. ‘’ her heyecanında, sevincin de, hüznünde yanında olmayı nasip eder allahım inşallah.’’ Diye duygusal bir örgünün içine girmiştik. ‘’ Merak etme her zaman dizimizin dibinde olacak. Bir yere gidemez.’’ Derken babamın koluna girip omzuna yasladı başını annem. Telefonu kapatıp hayranlıkla yüzlerine, bu mutlu hallerine baktım. ‘’ Dünya da bir sevgi varsa o da sizlerden gördüğümdür. Ve ben daha iyisini görene kadar yanınızdan hiç ayrılmayacağım. Göremeyeceğimden adım kadar da eminim. Merak etmeyin yani başınızın tatlı belası burada olmaya devam edecek.’’ Diyerek kikirdedim. ‘’ belki de seneye üniversite için farklı bir şehre gidersin, nasıl ayrılırım bilmiyorum.’’ Diye dert yandı bu kez babam. ‘’ koca Muğla’da okul kalmadı mı babacığı. Senin kızın okul birincisi. İstediği yerde okur. Sen merak etme. ‘’ dolu gözleriyle baktı gözlerime. ‘’ akıllı kızım benim. Okumaktan sakın vazgeçme, istediğin mesleği yap. Sakın kendini mecbur hissetme en iyi bölümlerde okuyacağım diye. Kalbin nerde isterse orda oku.Biz her daim yanındayız. ‘’ hızla kalkıp arkalarından sarıldım ikisininde. Başımı omuzlarının arasına yerleştirip bir babamı bir annemi öptüm. ‘’ benim kalbimin olmak istediği tek yer dizlerinizin dibi. Gerisi umurumda değil. Siz benim nefesimsiniz.’’ Duygusallık almış başını gitmişti. İçimde ki huzursuzlukta her geçen saniye iyice deli etmeye başlamıştı beni. Bu duygudan kurtulmalıydık yoksa birazdan ağlayacaktık ma aile. ‘’ hadi salona geçip dünyanın en güzel mavi arabasına bakalım olur mu? Yoksa ben seçenekler içinde boğulacağım.’’ Heyecandan nasıl davranacağımı şaşırmıştım. Saatlerce araştırdık, babamla birlikte, kendi başıma saatlerce. Görgüsüzdüm sanırım. Daha ehliyetim yoktu ama arabam olacaktı. Dereyi görmeden mayomu giymiştim bile. Geri dönüş yoktu buradan. Kıyamet kopsa alınacaktı o araba. Mahşer yerine fiyakalı bir giriş yapılacaktı. Yeni araba almış Yaprak Dökümü Ferhunde gibi olmazsak niye alınsın ki araba. ‘’ Açılın yoldan Bade geliyor.’’ Diye böğürmedikten sonra ne anlamı vardı. Saatler saatleri kovalamıştı.
Yatağa girdiğim dakikalar da bile araba modelleriyle bakışıyordum. Yani son hatırladığım buydu. Gün doğmuş, yıldızların ışıltısı güneş bastırmıştı çoktan. Düğün için yola koyulmuştuk. Uyandığım da içimde ki sıkıntıdan eser yoktu. Sadece yorgundum ve uyumak istiyordum. Zira arabanın içinde uyuklamak üzereyim. Sabah yedi de uyumuş öğleden sonra üçte zar zor uyanabilmiştim. Behlül’le Nihal’in düğününe hazırlanan Bihter gibiydim. O hazırlanamadı belki ben zor da olsa kırmızı rujumu sürmüştüm. Siyah kalem elbisemi giymiştim. Kırmızı olana elbiseme izin çıkmamıştı. Göğüs dekoltesi tahrik edici olabilirdi ama üzmüştü beni bu karar. Aslında Umurumda değildi. Şu an tek isteğim bir an önce eve dönüp hayvani bir sıçrayışla yatağıma ulaşmaktı. Gitmeden dönmeyi düşünmekte benim ayıbım olsundu. Saat tam altı da evden çıkmıştık. Şu an altı on sekizdi. Muhtemelen on beş dakika sonra ulaşacaktık gideceğimiz yere. Annem ve babam son derece sessizlerdi. Ben arkadaydım. Onlar önde müziğin verdiği ruhsuzlukla seyrediyorlardı yolu. Arka fon da Babam türkü dinlemeyi severdi. Annem onun dinlerken aldığı zevki izlemeyi. Ben ise dinledikleri türkülerle afakanlara karışırdım. O anlardan birindeydik yine. Neyse ki Artık bir araba sahibiydim ve remiksli şarkılarla Muğla sokaklarını inletecektim. ‘’ Bir daha ki araba yolculuğun da benim play list’i dinleyelim mümkünse.’’ Dedim bilmiş bilmiş. Annem tebessümle baktı yüzüme. ‘’ Kendi araban da dinlersin artık.’’ Dedi imayla. ‘’ o zaman bir sonra ki yolculuk benim arabam da olsun. Hem arka da oturmaktan sıkılmıştım.’’ İkisi de aynı an da bağırdı. ‘’ Ehliyet almadan olmaz.’’ Kalbimden ok yemiştim. Ben nasıl dayanırım altı ay? Bunlar ne büyük acılar Tanrım. ‘’ Tamam yükselmeyin.’’ Nasıl olsa babamın öğrettiği bir iki numarayla kaçırırım ben o arabayı. Siz sıkmayın canınızı canım ailem. Melisa da yardımcı olur. Gerçi dönünce yapacağım açıklamalar onu nasıl etkiler bilemiyorum ama olsun. Birlikte uyuturuz hepsini. Arabayı aldığımız gibi kaçıp gideriz kıvırcık marulumla buralardan.. Gerçi bizim yaptığımız ilk kafirlik olmazdı bu. Daha evvel sekiz evi aynı an da karıştırmışlığımız var bizim. Acaba Ebu Cehil kuduruyor mudur ‘’ bu kafirlikler nasıl benim aklıma gelmedi.’’ Diye. Kudur köpek. Annem babamın vitesteki elini tutuyordu. Gözlerim kararıyordu bu eşsiz manzara karşısın da. Bari araba kullanırken temas etmeyin birbirinize yeter artık. İnsanları aşka inandırmayı bırakın. Yoksa başta ben kaçacağım evden sizin için iyi olmayacak. Mesela birazdan bir takım elbiseli erkoya vurulup kelebek kovalayan velet gibi peşinden halaya dahil olabilirim. Ya da damadın sağdıcıyla kuytu köşelerde önemli meseleler hakkın da istişareye durabilirim. Arabayı dolduran sesle yine toz pembe hayallerim kara bulutlar kapladı. Gerçekten hayal düşmanı olmalı bu türküler.
‘’Gayrı dayanamam ben bu hasrete. Ya beni de götür ya sen de gitme.
Ateşin aşkına yakma çıramı ya beni de götür ya sen de gitme.’’
Sözler can yakıcı, melodi daha beterdi. Canım babam her ne kadar İstanbul beyefendisi olsa da tam bir bozlak aşığıydı. Dış görünüşü ve müzik zevki birbirinden kilometrelerce uzaktı. Annem ise daha çok Azeri türküleri severdi. Bir nebze de olsa bu şekilde aslına olan özlemini bastırırdı. Ben ise her türlüsünden dinlerdim. Fakat neşeli zamanlarda efkar dolu türküler gına getirirdi. Velhasıl insan dert sahibi olur böyle şeyler dinlerse. Dayanan arkadaşlara başarılar diliyorum ve ben daha fazla dayanamayarak uzanıyorum. Susturdum hemen çıkan bu sesi. ‘’ Ben size söylerim şarkı ne olur beni dinleyin. İçim şişti.’’ İkisi de ellerini ayırmadan bana döndüler. ‘’ Söyle hadi’’ dedi annem. Yeni bir Azeri türküsü öğrenmiştim. Anneme ithaf etmek istiyordum. ‘’ Bu şarkıyı sevgili babam Serdar Sağlamdan Annem Tülin Sağlama ithaf ediyorum. ‘’ diyerek elime aldığım su şişesini mikrofon gibi yaklaştırdım ağzıma. ‘’ S, A. Evet efendim uzun uğraşlar sonucu ezberleyebildiğim bu şarkıyı, anneciğim senin için ‘’ diyerek annemin elini tuttum. ‘’ evet canım annem ve babam. Bu bir Azeri parça. Biraz zor döndürebiliyorum kelimeleri. Gülmeyin ve kulak verin bu aciz kula. ‘’ o kadar mutluydum ki. Sanki şu saniyeler en mutlu olduğum saniyelerdi ömrümde. Assolist edasıyla boğazımı temizleyip girdim şarkıya. Onlar ise pür dikkat beni dinliyorlardı. Ağızları kulaklarında, gözlerinde gurur. Daha fazla beklemeden girdim söze.
‘’Dağlarda kar severler Ağaçda bar severler
Özüne çok güvenme Üstüne yar severler
Men gülem, gül üzüm Bele heç zaman solmaz
Senin kimi gözeli Bele sevmemek olmaz’’
Anneme yaklaşabildiğim kadar yaklaşıp boynuna koca bir öpücük bıraktım.
“Men gülem, gül üzüm Bele heç zaman solmaz
Senin kimi gözeli Bele sevmemek olmaz’’
Annem gözündeki yaşla döndü bana. Yüzün de gurur, sevgi ve minnet vardı. Kendi annesini görmemişti ama bir gün olsun yalnız bırakmamıştı beni. Yüzün de ki ifade tarifsizdi. Ben evladıydım o ise ayağının altın da cenneti taşıyandı. Bu dünya da cenneti yaşatırken kendi cehennemini bir gün fark ettirmeyendi. Babama döndü bakışlarım. O da annemi izliyordu. İlk kez bu kadar derin baktı. Sanki ilk kez gözüne değil de içine baktı annemin. Ya da ben ilk kez fark ettim böyle baktığını. Sevgisinden her şeyi silmeyi göze alan adama baktı annem. Sanki babama değil de Hiçbir kuvvetin kavuşmalarına engel olamadığı aşkına baktı. Ben ise geri yaslanıp onların bu saadetine baktım. Annem ‘’Yuva bir çatı, dört kalın duvardan ibaret değildir kızım, eğer zemheri de bile kendini sıcacık hissediyorsan işte yuvan orasıdır’’ der hep. İşte ben de sanki onlara değil de dünya da inandığım tek şeye baktım. Bir insanın bir insana nasıl yuva olabildiğine
Sonra bir şey oldu. Ne olduğunu anlamama izin vermeyen bir gürültü koptu. Kulaklarım patladı o an. Saniyeler sürdü bu kopan gürültü. Gözlerimi açamadım. Ne olduğuna bakamadım. Bedenimin her yanını kaplayan ağrılar, göğüs kafesime batan kemikler hissettim. Fazla geçmemişti ki Sağır olmaya yaklaşan kulağımı Uğultular doldurdu. Çığlıklar. Direnemedim göz kapaklarıma daha fazla. Direnmek elimde de değildi. Ne kadar kapalı kaldılar bilmiyorum bile. Yavaşça araladım gözlerimi. Daha doğrusu bir kabusa uyanmıştım. Arabanın içindeydim. Ön koltukların arasın da sıkışmıştım. Annem ve babam hurdaya dönen araba da değillerdi. Kalabalıklar arasında kalmıştım. Herkes bağırıyordu. Çığlık atıyorlardı. Gözlerim iki çift gözü aradı. Biri kömür karası, öbürü koyu kahve iki çift göz. Sonra bir ses bastırdı çığlıkları. Siren sesi. Ambulans yana döne geliyor olmalıydı. Ben ise uyuyakaldığım için kabus görüyordum muhtemelen. Sonra kabustan daha beter bir manzaraya daldı gözlerim. Sedyeden uzanan up uzun siyah saçlar. Kana bulanmış. Üzeri mavi bir örtüyle kapatılmış.Yüzü bile kapalıydı. Dışarıya sarkan narin bir el. Bağırıyor başka biri. ‘’ 50 yaşların da erkek. O da eks.’’ Eks ne demekti bilemedim hiç. Ben eksiyi bilirdim eksi değil. O gün öğrendim. Meğer eks bir daha ölsen dahi görememekmiş. Ölmeden ölmekmiş yaşayan için. Gözlerimi sıkıca yumup yalvardım allaha. Hemen uyanmak, bir daha böyle kabuslar görmemek için yalvardım dakikalarca. Yine araladım gözlerimi. Bir umut yine etrafıma baktım. Birkaç kişi kapıyı açmak için zorluyorlardı. Ben ise parmaklarımı bile hareket ettiremiyordum. O an Yanım da bir süliet belirdi. Tanımadığım bir siluet. Elimi tuttu sürekli. ‘’ Korkma’’ dedi. ‘’Sakın korkma ben yanındayım hep.’’ Hiç görmediğim bir yüzdü. Bembeyaz teni, kirli sakalları, upuzun kirpikleri ve simsiyah gözleriyle bana bakıyordu. Elimi tutan genç adama baktım , zar zor da olsa bir iki kelime edebilmiştim. ‘’ Ben uçurumdan düştüm değil mi? ‘’ acıyla bir tebessüm de bulundu. ‘’ Sen ne zaman düşsen ben hep tutarım. Merak etme şimdi uyu.’’ Sözleri güven verse de etrafta ki manzara korkunçtu.. Gözlerim gözlerinden ayrılmadı. Elimi öptü, saçlarıma dokundu tekrar. Ve sonra Kapım kırılarak açıldı. Yanım da ki siluet kayboldu birdenbire. Sanki hiç orda olmamış, korkma dememiş gibiydi. Kafayı yemek böyle olmalıydı. Daha az evvel dudaklarını tenimde hissetmiştim şimdi ise onun da kabusum da ki insanlardan biri olduğunu idrak etmemi istiyordu. Yaklaşan kadın sağlıkçı ‘’ Beni duyabiliyor musun? ‘’ diye sordu. Duyuyordum ama konuşamıyordum. Karabasan kalkmıyordu üzerimden uyanamıyordum. Eliyle işaret verdi. Kırılan kapıya bir sedye daha yanaştı. ‘’ 17-18 Yaşların da kadın hasta, iç kanama olabilir.’’ Dedi uyarıcı ve endişeli sesiyle. Sonra arkadan bir ses doldu kulağıma. Yardıma gelen, yoldan geçen kadınlardan biri olmalıydı. ‘’ Annesiyle babası öldü. Kız kurtuldu ama burası çok fena Hüseyin.’’ İşte o an şimdiye kadar tatmadığım bir his tattım.
Günlerdir yüreğimi sıkıştıran his yerini büyük bir acıya bırakmıştı. Ben ölümü tanımıyordum. Annesi ve babası öldü demek bir insana söylenen en acı cümleydi. Ve bu acı benim bütün hücrelerimi ele geçirmişti bile. Ben çocuk kalmayı ilke edinmiş olan ben o cümleden sonra bin yaş almıştım. Çocukluğumu bir ambulansa bindirmiş, üzerini kapatmışlardı. Şimdi geri dönüşün mümkün olmadığı bir yereydi yolculuk.
Gerçeğe.
Babam olduğunu düşündüğüm bir beden yatıyordu ilerde. Onun da üzeri tamamen kapalıydı. Görünmüyordu bana bakarken parlayan gözleri. Gözümden zor da olsa bir yaş süzülmüştü. Beni de almışlardı sedyeye. Boynuma bir boyunluk takılıyordu. O an arabadan belli belirsiz sesler çıkmaya başladı. Az evvel büyük bir şey yaparmış gibi kapadığım türkü devam etti, teybin bozuk sesiyle.
‘’Yar bağrıma vurdu kızgın dağları, Viran koydu mor sümbüllü bağları.
Sevdiğim geçiyor gençlik çağları. Ya beni de götür ya sende gitme.’’
Bilmiyordum gitmenin bu dünyanın kaderin de olduğunu. Sevdiğini uğurlamak zordur demişti babam babaannemin cenazesin de. Kendisinin de erkenden gideceğini söylememişti. Ben dışarı çıkınca bile özlerdim onları, seslerini, gülüşlerini, kokularını. Ben sandım ki sonsuzluk çok uzun. Gözümden akan yaşla gökyüzüne baktım. Gök bile kızıl kana bulanmıştı sanki. İçimden öyle bağırmak geliyordu ki sesim çıkmadı. Sadece kendi içimden mırıldandım. Şimdi bir sorum vardı. Cevabından korktuğum, ama sormak zorun da olduğum tek bir sorum vardı.
‘’Allahım, ben şimdi ne yapacağım?’’
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |