4. Bölüm

4

Meriela Praha
merielapraha

Dışarıda yağan yağmuru görünce üzerime bir mont geçirdim. Okula gidiyordum. Dışarıdan bakan biri bunu görebilirdi ama ben ölüme bile isteye gidiyordum. Botlarımı giydim, şemsiyemi açtım ve kulaklıklarımı taktım. Bugün babam olacak şahsiyet ile annem evde yoktu.

 

bir günde gelen soğuğun şaşkınlığını yaşarken sınıfa girdim. İlk iki ders matematikle beyin patlatacaktık. İnciden ricada bulunup duvar kenarına geçtim ve atkımın uçlarını boynumdan çıkartmadan sıraya koydum. Yüzümü duvar kenarına çevirip gözlerimi kapattım. Dudaklarım aralanmış tatlı uykuma tam dalacakken sınıf kapısının açılıp kapanaması yere vuran tok ayakkabı sesleri ile sınıfta şaşkınlıktan ağızdan kaçan nidalardan karnıma kramp girdi. O beden öğretmeniydi, matematik dersimize giremezdi. Bizim yaşlı kadın matematikçimiz neredeydi? Şokla ve yavaş yavaş başımı kaldırdım. Ne görmeyi bekliyordum ki? Çenem kucağıma düşecekti. Bu, beni taşıyan adamdı. Yutkunmak zorunda kaldım. İnci ayağa kalkmam için kolumu dürterken gözlerimi ovuşturup tekrar bana bakan yeni öğretmenimize baktım. Birisi çok büyük beddua etmişti. Adının Alp olduğunu öğrendiğim Deniz yeşili gözlere sahip olan bedenciydi. Bu şuanlık ismi belirsiz matematik ise diğerleri... hepsi kesin benim derslerime girecekti. Çok pis üzmüştüm birisini, hayat beni sınıyordu.

 

İşaret vermesiyle otururken sınıfta fısıldaşmalar, gülüşmeler başlamıştı.

 

Birisi "hocam siz yeni misiniz?" Diye attı ortaya bir soru.

 

"Bundan sonra siz mi bize gireceksiniz?"

 

Kara gözler ucu zehirli bir ok misal benim deniz yeşillerimi buldu.

 

"Herkes sessiz, sırayla alacağım sorularınızı." Dedi kara gözlü dudağının kenarını yukarıya havalandırıp bende dahil sınıfa görsel şölen sunarak. İncinin yüzü kırışmaya başlamıştı yani. Bu şekilde gülümsemeye devam ederse durumu vahimdi. Bilahare yüzünü normal tutsa bile iki gün izi kalacak türden bir gülümsemeydi.

 

"Adım kerem, öğretmenliğe yeni atandım. Bu günden tibaren matematik derslerinize ben gireceğim."

 

İki saat boyunca Kerem hoca normal şekilde ders anlatmıştı. Yaşananlar yaşanmamış gibi. Ne demişti deniz yeşili: ne sen, ne biz seni gördük demişti. Demek bundan sonra öyle olacaktı. Beni almamışlar gibi.

 

"Oğlum ne oluyor, lan?" İnci bana döndüğünde duvara yaslanmış uykulu gözlerle ona bakmaktaydım. Yeni matematik hocasından bahsediyordu. Benim onun gibi bu konuda heveslenmediğimi anlamış olacak "sen hayırdır?" Deyip göz kırptı. Ağzıma, kantinden aldığım tutku'yu attım. Ağır ağır çiğnerken hafifçe başımı iki yana sallamıştım.

 

"Fazla abartıyorsunuz." Dedim lokmam bitince. Sayısal olmamıza rağmen dinlenmeyen matematiğe çare Kerem hoca olmuştu ha? Histerik bir gülüş kaçtı dudaklarımın arasından. O sırada İnci ise kendi kendine mırıldanıp aldığı tosttan ısırıp arkasına yaslandı.

 

Kasıklarım ağrımaya başlamıştı.

 

Elimi silkeleyip suyumdan birkaç yudum aldım. İnciye "bir lavaboya gideyim." Diyerek yanından uzaklaşırken elim istemsizce karnımı buldu. Bu sabah tamı tamına altı kere lavaboya çıkmıştım. Normal zamanlarda bir günde en fazla üç kere tuvalete çıkan bana göre anormal bir durumdu. Son saatin gelmesini iple çekiyordum çünkü uzanmaya ihtiyacım hele uyumaya ekstra bir ihtiyacım vardı.

 

Lavaboda işimi gördükten sonra elimi yıkayıp sallana salana kalabalığı yararak sınıfa girmeye çalıştım ve şok. Ne göreyim?! Gel birde bununla uğraş. İncinin yanına koşup sıranın üzerinden yerime atladığımda başımızda iki kız dikiliyordu. Adı İlay olan kız " yan sınıfta yeni gelen hocalarla bir çocuk tartışmış Demesiyle kulak kabarmam bir oldu. Şu, okulun alt katlarından birinde odası olan öğretmenlerden yani bedenci Alp, matematikçi Keremden bahsediyor olmalıydılar.

 

"Çocuk yumruk atmaya çalışmışta, öğretmen engelleyeyim derken bileğini burkmuş çocuğun." Dedi İlay.

 

"O hocanın gözleri çok güzel yaa." Diyen ise kirazdı. Deniz yeşilinden mi bahsediyorlardı? Kıpırdandım yerimde. Huzursuz hissetmemin sebebi neydi?

 

"Bence Kerem hoca en iyisi." Diyerek bambaşka bir yere daldı İnci. Ben ise kasıklarımın yangısıyla üçüncü ağrı kesicimi içmiştim.

...

Çantamı toparlayıp montumu üzerime geçirdim. Kapüşonumu kapatıp kulaklıklarımı taktıktan sonra çantamı taktım omzuma. Yavaş yavaş İnci ile beraber sınıftan çıkarken "felsefeci uyumandan hoşnut değil, Deniz. Sana söylememi istedi." Daha açmamış olduğum şarkıyla elim ses açma tuşundan uzaklaştı montumun cebinden.

 

"İşsiz o karı ya, işi gücü yok sayısalcılara mal gibi ders anlatıyor. Üstüne ödevde veriyor. Biz hangi birini yetiştirelim." İncinin duyabileceği yükseklikte fısıldadığım şeylere başını sallayarak cevap verdi. Meyve suyunu bitirdikten sonra "kimya hocası değişecekmiş." Dedi ileriyi göstererek. Okul bahçesinin ortasında işaret ettiği yere bakışlarımı çevirdiğimde şaşırmamıştım pek. O muhteşem dörtlü karşımızdaydı. Bahçenin köşesinde ne şaşırtıcı bize, kısaca bana bakıyorlardı. Kerem hocanın bana bakması zaten sınıfın şu anlık gündemiydi. Artık ölmeyeyimde ne olacaksa olsun kafasındaydım. Kendini Suvarın deniz yeşiline atmak isteyen Denize ne olduğu hakkında bir fikrim yoktu. Ama emin olduğum tek şey vardı artık: ölmek istemiyordum.

 

İnci'nin çalan telefonuyla "Babam geldi" öğrenci kalmayan okulun bahçesindeki sessizlik uzuvlarıma yayıldı. Kulağımdaki çınlama, bulutların sessiz hareketi, rüzgardan ayağımın yanından geçen poşete odaklandım. İnci bana el sallayıp babası kornaya bastığında hareketsizdim. Odaklanmam gereken başka şeyler olmalıydı. Karnımın kasılması o an için bana verilen nimetti.

 

Okuldan çıktım. Sedyeye yatırılmış hastanın halsizlik vardı üzerimde. Sadece bir sedye eksikti işte. Şu kaldırımın kenarına otursam yığılabilecek durumdaydım. Oraya oturup soluklanmak istesem bile hızlıca eve gitmek isteyen tarafım aralıksız uyuyacağımı hatırlıyatıyordu. Durmadan yürümeye devam ettim, kulaklarımda şarkı son ses çalıyordu ve ben buradan saniyelik bile olsa kopmak istiyordum. Diken üstündeydim. Olanlar normal değildi ne yapacağım şüpheliydi ne olacağı gibi. Arkamdan birinin bıçakla soluk boruma dayanacağı her nefes alışımda aklımdaydı. Sokağı döndüğümde şarkıyı değiştirmek için listeme girdim. Aşağılara doğru kaydırmak bana ağır geldiği için yeni keşfettiğim şarkıcının şarkılarından birini açtım. Telefonu cebime koyup başımı kaldırdığımda gözlerime çarpan far ışıklarıyla gözlerim kısıldı, adımlarım durdu. Önümde duran arabanın bana kasıtlı olarak farlarını kapatmasıyla bir adım gerildim. İçeride çırpınmaya başlayan kalbim uyarırcasına çarpıyordu. Arkamı dönüp koşmayı planlarken kulaklığımdan duymadığım, aramızda on adım olan arabayla bakıştım. Şoför kapısı açıldı, siyah camdan içeriyi göremiyordum. Siyah ayakkabılar girdi önce görüş alanıma. Sonra siyah pantolon, ceket, siyah gözlükler. Ama ben tanımıştım onu ellerinden. Büyük elleri yer edinmişti aklımın ucra köşelerinde. Sağ elini kaldırıp gözlüğünü çıkarttı; deniz yeşili gözler yeşil sis dumanıyla bulanıklaştırdı etrafı.

Şarkıyı durdurdum.

 

"Dağra, hallettin mi?" Şaşkınlıkla dudaklarım aralanırken arkamı döndüm. Sözde Matematikçi Kerem hoca dibimdeydi. Kısık kirpiklerinin arkasında yatan hüzün şelalesi vardı. Sadece benim duyacağım şekilde "Özür dilerim." Dedi ve arkasındaki elini ağzıma kapattı. Ellerim bileklerini bulduğunda başını kaldırıp arkama baktı. Ne kadar cebelleşsemde elinden kurtulmak imkansızdı. Beni bayıltıyordu, bez vardı.

 

"Konuşmalıydık, Doğu."

 

"Çok geç."

 

Artık isimlerini biliyordum.

 

...

 

Düşünmek istemediğim ama istemsizce düşünmeye devam ettiğim zamanlar başım aşırı rahatsız verecek türden ağrıyordu. Yarı uyanık yarı değildim, dudaklarım yara olmuş olacak yanıyordu. Sessizliğin sesini dinliyordum. En son ne olduğunu hatırlıyordum ama huzurluydum. Siktir. Gözlerimi üç saat önce açmıştım, gelgitli uykularım ve kabuslarım bana huzur veriyordu. Annem ve babam bugün geç gelecekti belki gelmeyeceklerdi bile, bu yüzden nerede olduğumu bundan sonra ne olacağını umusamıyordum. Üzerinde olduğum yatak normal yataktı ama gökyüzünde yaz gecesi püfür püfür esen rüzgar eşliğinde bulutlara uzanmıştım sanki. Dudaklarım niye yanıyordu bu kadar? Ailemin eve gelme ihtimalini göz önünde bulundurup olacakları düşünüp ona göre hareket etmem lazımdı ama benden beklenmeyecek şekilde rahattım. Fazlasıyla. Normal değildi.

 

Tekrar uyuyamadım. Gözlerimi açıp büyük camdan bahçeyi izledim.

 

Doğu... Deniz yeşili gözlere sahip adam. Bana Suvar'ı andırıyordu kahverengi saçlarıyla.

 

Dağra... kara kaşlı kara gözlü çocuk. İlk andan beri bana yardımı dokunan adam.

 

Hava kararmıştı. Telefonum sessizdi ki telefonumun yanımda olduğunu sanmıyordum. Kaçırılmıştım ve beni kaçıranların yalnız bir odada beni telefonla bırakacağını düşünmüyordum. Herhangi bir ses seda olsaydı bile herhalde yanıma gelirlerdi. Hakikaten benim uyandığımı anlamamışlar mıydı? Kamera olabilirdi, benimle oyun oynama ihtimalleri yüksekti. Doğu ve Dağra.

 

Doğrulmaya çalışırken yüzümü buruşturdum. Uzun bir süre hareketsiz kaldığım bu yaşta acıyan kemiklerimden belli oluyordu haylice. Oturduğum yatakta ayaklarımı, koyduğum yere ihtiyatla bakarak yere koydum. Ellerim iki yanımda odayı inceledim. Tamamen beyaz eşyadan oluşması rahatsız ediciydi. Duvara dayanan yatağın sol tarafı, bahçeye açılan sürgülü camla kaplıydı. Bahçeye açılıyordu. Tente açıktı ve altında duran koltuk takımını koruyordu. Sağa çevirdim başımı. Boydan boya aynalı dolap yer alıyordu; camın olduğu yerden bir adım uzaklıkta sona ermişti, şıktı. Bedenimi biraz çevirip arkaya baktım. Beyaz çalışma masası beyaz koltuk. Yatağın başlarında beyaz komidin beyaz lambalar... deli hastanesini andırması tüylerimi diken diken etti. Ayağa kalktım. Ayakkabılarım yoktu. Kalbim delicesine çırpınıyordu. O gün üst sokağa çıkmak yerine atsaydım kendimi alnımdan soğuk terler dökmüyor olacaktım. Ya da gitseydim okula.

 

Bacaklarım kollarım titriyordu, yanlış hareketimde kurulu olan silahlar beynimde patlayacak gibiydi. Kapının önüne geldim.

 

Beyaz kapının beyaz kulpunu tuttum, aşağı indirdim ve bir ümit kendime çektim. Kilitli olmamasını nasıl algılayabilirdim? Ay ışığının aydınlattığı odaya aralık kapıdan giren şiddetli beyaz ışıkla birinin fısıldaması bir oldu. Başımı uzattım, fısıldamalar çoğaldı. Belki beynimin bana oynadığı oyundu. İnanamak istemiyordum; kalbim derimi yırtıp kaçacaktı, bu korkunçtu. Bu...kötüydü.

 

Onlar: dördü. En az bizim okulun sahip olduğu bahçe büyüklüğündeki odanın ortasına yerleştirilmiş salon takımının koltuklarında oturuyorlardı. Beyaz eşyalar hüküm sürmüştü. Kan kırmızısının bu odanın önünden bile geçemeyeceğini kanıtlamak istercesine, kanım dondu. Yanıltma mıydı bunlar? Kasıklarıma ağrı girdi. Başımı eğdim. Amacım karnıma bakmaktı ama duyduğum "uyanmış." Sesiyle geriye çekildim. Dengemin kaybolması, ağrıyan kasıklarımla yere düşmem bağırmama sebep oldu. Adım sesleri çok yaklaştı. Avuçlarımı beyaz mermere yaslayıp kalktığım gibi cama koştum. Kolu tuttuysam hareket etmedim. Yanaklarım hızlıca ıslanıyordu.

 

"Çaban boşa, kilitli orası." Camın yansımasından kapıda duran dört silüeti görebiliyordum, arkamı dönsem miydim? Beni öldürecekler miydi? Her şey buraya kadar mıydı? On yedi senelik ömrümde sisler mi yaşamıştım? Ne yapacaktım?

 

Titremelerimden arkamda konuşulanları duymuyor, omzuma değen eli hissetmesem bana yaklaştıklarını anlamıyordum. Aniden siper ola geçmeye çalıştım ama... Dağra buna engel oldu. Kara gözleri ay ışığında çok fazla parlamıyor muydu?

Dudaklarını ıslatıp önümden çekildi. Başıyla yatağı işaret ederek "geç, otur. Konuşalım biraz." Dedi ve omzumdan elini çekip kapıya doğru yöneldi. Gidecek miydi? Burada en son gitmesini istediğim oydu! Gitmemeliydi. Kapının pervazına yaslandı. Nefes alabilidiğimi hissettim. O kadar aptal ve çaresizdim ki şuan, beni sebebi belirsiz karnım ağrıdığında taşıyan ama müdürüm öldürülürken başında öylece duran adamdan yardım bekliyordum. Öylece ayakta durmaya devam ettiğinde gözleriyle yatağı işaret etti. Ben yavaş yavaş adımlamaya başladığımda ibo: masaya ait beyaz tekerlekli sandalyeyi yatağın uç hizasına getirdi. Ters çevirdi; bacaklarını ikiye ayırıp beni izleyerek oturdu. Doğu beni izliyordu.

 

"Ben İbrahim." Adını hatırlamadığım diğer şahısa bakarken karşımda oturandan çıkan sesle burnumu çekip odaklanmaya çalıştım. Şimdi ölüm fermanım hakkında az sohbet edecektik sanırım.

 

"Kısaca, ibo derler." Diyerek devam etti.

 

"Seninle konuşacağız, Deniz. Hemde çok konuşacağız." Çok kelimesini gözlerimin içine bakarak uzatmıştı. Sol gözümden art arda iki yaş geldi.

 

"Önce korkma, sana zarar vermeyeceğiz." Odada şiddetlenen hıçıkırıklarımla birbirlerine baktılar.

 

"Ne oldu?" Diye öne eğildi ibo.

 

"Neden buradayım o zaman?" Tek tük kelimeleri seçebilmiş yan yana getirebilmiştim. Ben, ölmek istemiyordum.

 

"Seninle bir sorunumuz yok, benim İnci ile bir problemim var!" Cümleleri bir kulağımdan girmiş bir kulağımdan çıkacakken kanca takmış hatta bilerek yankılanmışlardı. Duyduklarımın etkisiyle gözlerim bölermiş dudaklarım aralanmıştı. Kulaklarıma inanmakta güçlük çekiyordum. O gün onları sıra arkadaşım İnci değil ben görmüştüm.

 

Ağzımdan "Ne?" Kelimesi kaçtı.

 

Azğından cık sesi çıkartıp başını iki yana salladığında bir elini öne uzatıp aşağı yukarı salladı.

 

"Aslında seninlede işimiz var," gözlerim yuvalarından her an fırlayabilirdi. Bir salladığı eline bir yüzüne bakmaya çalışıyordum.

 

"Şöyle ki... Sana dedi mi bilmiyorum ama benim eski kız arkadaşım." Beynimden vurulmuşa ise bunu duyduğum an döndüm. Müdürün ölmesinde İncinin bir payı olabilir miydi? Eski demişti. Bunlar okula İnci için mi gelmişti? İncinin eski kız arkadaşı olması beni ne kadar ilgilendiriyordu? Benimle bağlantısı neydi? Peki İnci bana bunu neden söylememişti? Arada sırada içimizi birbirimize döktüğümüzü sandığım kız ne kadar iyi rol yapıyordu. Dağrayı, doğuyu gördüğünde aslında biliyor muydu her şeyi? Söylememişti bana. İçimde yeşeren saf kin duygusu gözyaşlarımı duraksattı. İbrahim kapıdakilere bakıp yutkundu. Belkide bu yanıltmaydı, kandırmacaydı. Amaçları neydi? Neye inanacağım şaşırmıştım.

 

"Sana dememiş anlaşılan." Dedi hızlıca.

 

"Biz senden, gördüğün şeyi ona söylemeni istemiyoruz." Diye ekledi. Boğazım kurudu.

 

Beni öldürecek gibi durmuyorlardı. Öyle bir şey olsaydı ben şuan toprak altında olurdum. O zaman odaklanmam gereken başka şeyler vardı. İncinin kahpeliği. Bana söyleyebilirdi, peki söylemese bile Doğu ve Dağrayı okulda ilk kez görmüş gibi ağzını beş karış açmamalıydı. Ne hedeflemişti bunu yaparak? aklım almıyordu.

İbrahimin benden istediği gerçek miydi? Benim onları polise vermem değildi problem, eskimiş kız arkadaşına söylememdi. Peki neden?

 

Kapı tarafından ses geldi. On dakikayı aşkın bir süredir ölüm sessizliği hakimdi üzerime. Ne tepki verebilirdim? Ne yapmalıydım? Ne demem bekleniyordu?

 

Ses tekrarlandı.

 

Adını hatırlamadığım kaşları çatık bana bakıyordu.

 

"Ee?" Bunu söyleyen Dağraydı. Yanıma gelip oturdu. O bana bakmaya devam ederken gözlerim Doğuya kaydı. En fazla iki saniye gözlerine bakabildim. İbrahime döndüm.

 

"Demeyince peşimi bırakacak mısınız?"

 

Adsız hızlıca önüme geçti, elleri ceplerinde üzerime eğildiğinde bütün hırsıyla "nereden inanalım sana?!" Diye patladı. Gözlerinde ki kırmızı damarlar normal değildi.

 

Altta kalacak değildim.

 

"Ben size nereden inanayım?!" Sesimi yükseltmiştim.

 

"Neden inanmayasın?"

 

"Rasgele duydu bir yerden, beni kesmeyeceğiniz ne malum?" Adsızla aramda nefesini hissedecek kadar mesafe kalmıştı.

 

"Orada senden başka kimse yoktu! Sen söylemediğin müddetçe sorun çıkmaz." Ses odada yankılandı.

 

"Sizin bana doğru söylediğinizi nereden bileyim? Ayrıca söylemesem bile peşimi bırakacağınız muamma." Benim sesim yankılandı bu sefer.

 

Adsız elini kaldırıp tam çenemi tutacakken Dağra buna engel oldu. Bu sefer biri hariç soluk alıp verişler kesildi. Herkesin gözü aynı kişiye yönelirken Doğu:

 

"Sen söylemeyeceksin, biz de sana güvenene kadar peşinde olacağız."

 

Hemen "gölge gibi-" cümlemi tamamlayacakken "Gölge gibi." Diye başını sallayarak beni onayladı ve odadan çıktı. Dudaklarım yarıda kesilmemin şokuyla aralıkken Adsız aşağılayıcı bakışlarını yollayarak Doğunun peşinden gitti. İbrahim bunu bekliyor olacak koşarak çıktı. Kalbimin çaresiz sesi ve Dağranın nefes alışverişleriyle kaldık.

 

Bana döndüğünü hissettiğimde ıslak gözlerle ona baktım. Dudaklarını birbirine bastırmış başını eğmişti. Sanki benim itiraz etme hakkım varmışta onu bekliyormuş gibi.

Bunu kullandım.

 

"Size inanmıyorum." Dedim tükürürcesine. O zaman bana "bir süre dayan." Dedi sessizce ve sustu. Kara gözleri fazla karaydı.

 

"Şimdi ne olacak? Evime gitmem lazım, geç oldu." Dedim. Artık ağlamıyordum. Onun yanında güvende hissediyordum. Aralarında, yanında güvende hissedeceğim kişi olarak Dağra seçilmişti ve yanıltmaları işe yaramıştı.

 

"Annen baban gitmeyecek bu gece eve," kaşlarım havalandığında "Burada kalacaksın." Dedi. Ayağa kalktı. Öbürlerinin peşinden gidecekken kapıda durdu. Bana döndüğünde "bir şey olursa, bana söyleyebilirsin." Günün son cümlesini kurup odadan çıktı, kapıyı üzerime kapattı. Günün son cümlesi sıcaktı.

 

...

 

Kasıklarımın kasılması beni uykumdan uyandırmaya yetmişti. Bu odada bir tuvalet yoktu. Beni ne sanmışlardı? Normal bir insan olarak işemek benimde ihtiyacımdı. Onların sorumsuzluğundan cesaret alarak kapı kolunu indirdim hızlıca. Kendime çekip odanın büyüklüğü tekrar suratıma çarpınca burada tuvaleti nereden bulacağımı düşündüm. Kapının önüne çıkıp sağa sola baktım. Kaldığım odanın yanlarında iki tane daha oda vardı. Onlar olabilirdi diye düşünmek tek dayanağımdı. Tek tek açmam lazımdı fakat ya birinin odasına denk gelirsem. Ve uyuyo olurlardı ve... Ya düzgün bir halde değilseler. Kasığmın ağrısı artıyordu. Sağ taraftaki kapıdan şansımı denek isterken benim kaldığım odanın çıplak gibi açıkta kaldığını fark ettim. Gideceğim kapının ve diğer kapıların önünde duvarlar vardı. Bu duvarlar koridoru oluşturuyordu.

 

Sağ tarafımdaki kapının kulpunu indirip indirmemek arasında kalmıştım. Ayakta duracak bir vaziyette değildim. Kulpu tutup tam indirecekken arkamdan gelen "şşt." Sesiyle inlemem bir oldu. Yakalanmamıştım, her şey onların suçuydu.

 

"Ne arıyorsun sen orada?" Karanlıkta koyu yeşile dönen deniz yeşili gözlere sahip kişi Doğuydu. Müdüre bizzat bıçağı saplayan şahıs.

 

"Tuvaletim var, sıkıştım. Odada yoktu." Cümleleri kurmakta zorluk çekmem ağrım değil alttan alttan beni dürten korkuydu. Bir insana göre fazla ifadesizdi. Ondan korkmamak mümkün değildi.

 

Yüzüme bakıp Sağ tarafı gösterdi, düz gidilince direk karşıda olan kapı tuvalet miydi? Başımı hızlıca sallayıp yürüdüm. Yürüyemiyordum. Yere eğilmek zorunda kaldım. Doğu bana bakıyordu.

 

" Ne oldu?" Diye sordu ilgisiz sesiyle. Göğüs kafesim daraldı. Ne olmamıştı ki? Gözümün önünden kısa çaplı hayatım geçer gibi oldu. Hıçkırığım yankılandı.

 

"Neyin var, Deniz?" Omzumda elini hissedince kopmuştum sanki. Daha fazla ağlamaya başladım. Her şey birikmişti, ve on yedi senelik ömrümde küçücük gördüğüm ilgiye -onun açısından aptal bir kız çocuğunun susması içindi- tutundum.

 

"Canım yanıyor." Diyebildim ve oturduğum yerde daha fazla süzüldüm. Kollarım karnımın etrafında sarılmıştı, önüme eğildiğinden gözleri sardığım yeri buldu. Azıcık bile olsa çekindiğini hissettim.

 

"Şey misin?" Dedi.

 

"Hayır." Dedim anında. Derin bir nefes verdiğini işittim.

 

"Ne olduğunu söylersen sana yardımcı olabilirim." Dedi merhametin karıştığını hissettiğim sesinde. Bana nasıl yardımcı olabilirdi? Ben onun yüzünden burada değil miydim? Beni buraya kapatarak bana nasıl yardımcı olabilirdi.

 

Her zaman yaptığımı yapıp sustum.

 

"Kasıklarım çok ağrıyor." Öne eğildiğimde başım göğsüne çarptı.

 

"Lavaboya gidecektin," bileklerimi tuttu ve beni kaldırmaya çalıştı. "Sıkışmış olabilirsin." Üç gündür Sıkışmış mıydım?

 

Hareket etmediğimi görünce beni kucağına aldı. Kollarının arasında iki büklüm küçücük kaldım. Vücudundan fazla sıcaklık yayılıyordu, canım yanmasa utanmadan burada uyumayı isteyebilirdim katilin kollarında.

 

Kapıyı açıp beni ayaklarımın üzerinde dikkatle yere koydu. Vücudumun duruşuna bakıp "kapının önündeyim, haber ver." Dedi. Deniz yeşilleri parıldamaya başlamıştı. Işıktan dolayı mıydı? Banyonun şıklığını fazla inceleyemeden ağrım devam etti.

 

Doğu çıkmıştı.

 

Önce bir etrafımda döndüm. Klozeti buldum ve ağrımın geçmesi dileğiyle işimi halletmeye çalıştım.

 

Lavaboya gireli on dakika geçmişti, ben halının üzerinde bacaklarımı kendime çekmiş uzanıyordum. Benim aile evindeki salonun halısından temiz olduğuna çok emindim. Zaten bizim evin toplamından büyüktü ve her yer bembeyazdı. Beyaz halı konforluydu.

 

Öncekine nazaran ağrım azalmıştı fakat bitmemişti. Yüzümü yasladığım yer gözyaşından sırılsıklamdı. Kapı tıkladıldı.

 

Boğuk bir şekilde duyduğum Doğunun sesi "Deniz, iyi misin?" Oldu. Cevap vermedim. Gözlerim kapanıyordu.

 

"Müsait misin?" Gözlerimi iki dakikadır açmıyordum.

 

Dört kere daha tıklatıldı kapı. Hızlıca açıldı. "Deniz!" Kocaman bacaklarıyla iki adımda yanıma gelmiş önüme eğilmişti. Tek istediğim sıcak bir yatakta derin uykuydu.

 

Başımı kaldırıp dizine koyduğunda Gözlerimi araladım. Kaşları çatık elini yüzümde gözümde gezdiriyordu. Şükür durduğunda "Ateşin var senin." Dedi. Yine kucakladı. Şikayetim yoktu, uyumam on saniyemi alırdı. Gözlerimi kapatacakken kaldığım oda değilde farklı bir yere dönünce şaşkın çıkan sesimi ayarlayamadan "Nereye?" Diye sordum. Yavaşlarken. "Bir doktora görünmen lazım." Dedi. Dedim ya üzerimde bir durgunluk, umursamazlık vardı. Bunu duymama rağmen çıt çıkarmadım, uykuya daldım kucağında temiz kokusuyla.

 

...

 

Sonbaharda esen rüzgara direnip ağacından ayrılmamak için direnen solmuş yaprağın ağırlığı vardı üzerimde. En sonunda kopmuş ve ölmüş. Ben neye tutunuyordum? Ne zaman kopup esen rüzgarda sallanarak ölecektim?

 

Doğu, beni kucağında uykuya daldığımda kaldığım ve bundan sonrada anladığım kadarıyla daha ne kadar süre kalacağımı bilmediğim odaya yatırmıştı. Yatak güzeldi, rahattı. Aileme ne olmuştu? Eve gitmiş olabilirler miydi? Beni aramışlar mıydı? Telefonum kimdeydi, neredeydi? Artık bana vermeliydiler!

 

Kapının öbür tarafından sesler geliyordu boğuk boğuk. Kulak kesildim.

 

"Mehru, saçmalama!" Diye bağırıyordu biri.

 

"Ne demek saçmalama ya?! Görmüyor musun adamı? iki yokuz nasıl fırsat bilmiş yokluğumu. Onu boşver Emin geldi yanıma diyorum tepki vermiyor paşam." Bir kız boğazının sonra ne olcağını düşünmeden bağırıp çağırıyordu. Ne olduğu hakkında bir fikrim yoktu, aralarında sap gibi durmayı tercih ederdim ama benim telefonuma ulaşmam üstüne buradan çıkmam lazımdı. Ailemin gelmeyeceğini söylemiş olmalarına rağmen tanıyordum onları. Eve gelmeseler bile okul çıkışı eve gittğime dair onları çaldırmadığım için beni aramış olmaları lazımdı. Kesin aramışlardı, ben dönmemiştim. Dağraya nasıl güvenebilirdim, bunu nasıl gece düşünememiştim. Üzerimde ki yorganı fırlatıp ayaklandığım gibi kapıya koştum. Orada ne olduğu beni ilgilendirmiyordu, beni çıkartsınlar, yeterdi. Kapıyı hızlıca açmamın eseriyle omzuma değen saçlarım uçuştu. Biraz değil biraz biraz uzağımda ki gözler bana döndü. Yeni yüzler vardı...

 

"Kızı uyandırdın." Dedi Dağra platin sarısı saçları beline dökülen kıza. Kız botokslu dudakları aralık bana bakıyordu. En azından dolgunun kıvamını tutturup balık gibi şişirmemişti. Yakışmıştı, güzeldi. Yanında kızıl saçlı bir kız varlığımı fark etmemişe benziyordu. Herkes ayaktaydı.

 

Platin sarısı uzun sessizliğinden sonra ağzından hıh diye ses çıkartıp Doğuya döndü. Giydiği kazağın bileklerini dirseklerine kadar sıvamış, bitsede gitsek havasındaydı, Doğu. Göz kapakları yarı kapalı karşında ki göğsünden iki tık aşağıda olan kıza bakıyordu.

 

Ortama gerilim hakimdi. Dağranın yanına mı gitseydim? Aralarında, dağılmazlazlarsa oluşmaya devam eden gerilim bana da bulaşacaktı. Bulaşmıştı.

 

Odaklar Doğu'ya yönelmişti.

 

"Susuyorsun." En sonunda sarı kız titrek sesiyle çıplak koluna dokundu. Küçücük bir alanda bütün camlar kapatılmıştı sanki. Doğu, kolunda ki kızın eline baktı önce. Sonra gözlerine. Koyulaşmıştı gözleri. Ve eminim, benimde koyulaşmıştı... kızın belini hızlı bir şekilde kavrayıp uzakaştılar görüş alanımdan.

 

Bakakaldım öylece.

 

Baktım.

 

Öylece.

 

Kapıyı vurup yatağa geri dönebilir miydim? Açmıştım ama. Nereden bilebilirdim boğulduğumu. Dağranın yanına gitmeliydim o halde. Bana bakıyordu zaten. Alttan alttan karşılık verdim. Anlamıştı beni. Kapıyı çekip yürümeye başladım. Olduğu yere ulaşmak için iki basamak indim hızlıca. Yanına vardığımda gülümseyip "günaydın." Dedi. Şaşırabilirdim ama sadece buna değil: kolunu omzuma atışı ve arkadaşlarının pöetlek gözlerle bakması... Bana yaklaşımını aralarında konuştukları plan olarak yorumluyordum. Bu kadar gerçekci bakış olmazdı, belki bu da yalandı. İnanacağım hiçbir şey yoktu etrafımda.

 

"Kahvaltı ettirelim sana, gel." Ben onları adam keserken görmüştüm. Bana tutumu bu olamazdı, olmamalıydı. Normal değildi. Söyledikleri şeylerin gerçekliği şüpheliydi.

 

"Ben çıkayım." Dememe rağmen duymazlıktan gelip adımlarıma yön verdi. Basamakları tekrardan çıkıp uzun şık masanın başlarına yürüttü, oturttu. Masa hazırdı. Kuş sütü eksikti diyebileceğim türdendi. Doğu ve o kız harici herkes oturdu. Toplam beş kişiydik zaten. Kızıl karşıma, Dağra yanıma, ibo kızılın yanına. Dilimi yutmuş olabilirdim çünkü bunlara şimdiye kadar bir tepki verememem normal değildi. Suvarda bu kadar büyük bir ev var mıydı? Biz suvarda mıydık? Paşanın oğlunun sahip olduğu ev.

 

Yemeğe başladılar, Dağra önümdeki boş tabağa bir şeyler dolduruyordu. Ona bakmak için başımı azıcık çevirmem yeterliydi. Keskin çene hatları gözler önümdeydi. Ona baktığımı fark etmişti, tepkisizdi. Kızıl saçlı bize bakıyordu, yemeyi kesmişti. Hatta herkes. Salon tarafında ki hareketliliğe gözüm kaydı: Doğu ile soluksuz göz göze gelmeyi beklemiyordum. Bakışları bir aslan kadar keskin ve tehlikeliydi. Gözlerinin önünde öyle bir kalkan oluşturmuştu ki duygularını görmek imkansızdı. Yeşillerine beyaz ton eklenmişti. Uysal bir sakinlikle bakışlarının donukluğuna tezat yavaşca bize doğru gelmeye başladı. Platin sarısı kız yürümeye başlayınca geniş omuzlarının arkasında belirdi. İkisi bize doğru geliyordu.

 

Arkamdan geçip baş sandalyeyi çekip oturdu. Kız başımda durunca arkama yaslandım. Dağra sağındaki boş sandalyeyi çekti ve "Geç, Mehru." Dedi sıkıntıyla. Burnundan verdiği derin nefes bir sorunun habercesiydi. Ortadaydı zaten. Ama beni buraya oturtan oydu.

 

Başımda dikilmeye devam edince, Doğu:

 

"Hadi, Mehru." Dedi. adını net bir şekilde öğrenmiş oldum.

 

"Kalksana be, artık." Bana ses yükseltiliyordu. Daha başımı kaldırmaya tenezzül etmeden Kızıl saçlıyla göz teması kuruyordum. Sanırım gururuna yediremedi çakma sarışın. Çenemi tutup yüzüne bakmamı istemişti galiba? Kimse bana, hele gücümün yeteceği birisi bana yanlış yapamazdı. Karşısında ben varken iki kere düşünmeliydi nasıl hareket edeceğini. Çenemi tutan elinin bileğini hızlıca kavradım, çevirdim. Sandalyeyi ittirip ayağa kalktım. Hareketimle beraber uyarı niteliğinde çıkardığım "şşt!" Sesi benden bağımsızdı. Kızılda ayaklanmıştı.

 

"Ne yapıyorsun, be?!" Cılız sesi iğrençti.

 

"Sen ne haddine bana dokunabiliyorsun?" Umarım o dörtlü katil grup durumu bozmazdı. Fazlasıyla bana temas etmiş, hatta evlerinin olduğunu düşündüğüm yere getirmişlerdi. Direk bu cümleyi kurmam yanlıştı sanırım. Bakışlarımdan ödün vermedim.

 

Kızın ağzı açık kaldı. İttirilmeye çalıştım, karşılık verdim: Dağra'nın üzerine itmiş oldum. Kızıl ayağa kalkarak "bir dursana sen! Nereden bulabiliyorsun bu yüzü?" Yanımıza gelecekti, ibo tuttu. Doğu yüzünü buruşturmuştu, öfkeli ağzına zeytin atmış çayını yudumluyordu. Rahatlığı kasılmama neden oldu. Kaşlarım çatılırken çakma sarı "birine yamamıştır hemen. Tabii ne beklersin sokak-"

 

"Ne diyorsun lan, sen?!" Üzerine atlamak üzere harekete geçtim ama faydasızdı. Doğunun ellerini önce sol kolumda sonra belimde hissettim. Çakma sarının gözleri belime düşerken "orospuya gel sen." Her şey bundan sonra oldu. Tutan falan dinlemeden elimden gelenin fazlasıyla atıldım. Sarı saçlarını elime doladığım gibi çektim. Yarısının elimde kalacağını düşünmemiştim. Umursamadım. Sağ elimi yüzüne geçirdim. İzi kalacaktı kesin, bunu istiyordum herhalde. Boynuna uzanıyordum fakat ayaklarım yerden kesildi nefesimin kesildiği gibi. Doğu beni köşeye çektiğinde üzerime kapandı. Pozisyonun rahatsızlığını düşünecekken kulağımın dibinde acının getirdiği inlemeyi duydum. Kasılan bedenim gevşedi. Arkadan iki çığlık koptu, birileri küfür savurdu. Cam kırıldı. Doğunun nefes alışverişi hızlanmıştı. Dişlerini birbirine bastırmaktan gıcırdadıklarını duydum.

 

"Doğu..." Bugün duyduğum ikinci yeni ses kızıla aitti. Biraz titrek sesine pişmalıkta bulaşmıştı. Karnımın üzerinde olan eli kazağımın uç kısmıyla oynamaya başladı. Dudaklarının aralandığını ağzından alıp verdiği nefeslerden fark ettim. Bir şey olmuştu. Kötü bir şey. Göğsü hızlıca inip kalkıyordu. Normal değildi.

 

"Şeker." Öyle bir ton kullanmıştı ki zar zor duyabilmiştim. Şeker neydi? Ne alakaydı?

 

Doğunun titrediğini hissettim.

 

"Siktir git, Alya!" İbonun öfkeli sesiyle ağlayan kız sesi aynı anda doldu kulaklarıma. Doğunun elini tutmak için elimi kaldırdım. Eli titriyordu. Benimde titriyordu. Eli buz gibiydi, istemsizce ısıtmak amacıyla elimi yavaş yavaş aşağı yukarı sürttüm.

 

Doğu birden uzaklaşınca aynı hızda arkamı döndüm. Dağra çekmişti. Doğu donmuştu adeta, yere bakıyordu öylece. İbonun bana bakıp başını iki yana salladığını gördüm. Mahrum ve sanırım Alya ağlıyordu. Burada ne oluyordu?

 

Mehru: Doğuya yaklaştığında Doğu başını kaldırabilmişti. Kalbimin teklemesiyle nefesim kesildi. Boğazım sıkıldı, kıpkırmızı olup yere düşebilirdim. Destek aldım duvardan.

 

Dolu doluydu yeşiller.

 

Yerdeki şimdi paramparça olan bardakta az önce çay vardı. Kaynar çay. Alya bana atacakken Doğu, beni korumuştu. Sırtına gelmişti ama daha ters bir şeyler vardı. Kazağının Boynundan beline daha koyuydu. Dağra yanağına vuruyordu. Bayılmış bir insanı ayıltmak adına bir hareketti bu. Ona bir şey olmuştu. Çaydan dolayı mıydı? Sanmıyordum.

 

Bir adım atacakken yeşiller bana döndü. En fazla bir saniye bakmış gözlerime, ellerime indirmişti bakışlarını. Ona dokunduğum elime baktı. Gözlerime çıktı şimdi. Sol gözünden bir damla yaşın hızlıca akıp yere düşüşü... ağırdı. Çevresine toplanmış insanları ittirdi, gözlerini çekti ve uzaklaştı. Onun gidişiyle herkes sessizleşti. Nefes alışverişler bile ağırlaştı. Bakışlarım kırılan bardakta, etrafa yayılan sıvıdaydı. Biri önüme geldi. O kızlardan biri olmalıydı. Bu Mehruydu... Göz teması kuracakken yanağıma inen tokatla neye uğradığımı şaşırdım. Kalbim çok hızlı atıyordu. Karşılık veremezdim artık. Benim yüzümden olmuştu galiba. Hak mı etmiştim? Etmemiştim tabii. Haksız olan oydu. Gözlerim öfkeyle parlarken Mehru:

 

"Senin yüzünden travması tetiklendi!" Omzumdan ittirdi. "Senin yüzünden günlerce odasına kapanacak," bir daha ittirdi. "Senin yüzünden artık benide istemiyor," sırtım duvarla buluştu. Yüzüme saf nefretle bakıyordu.

 

"Bütün huzurumuzu bozdun saatler içerisinde." Kendi isteğimle gelmemiştim ya! Benim suçum yoktu.

 

"Tebrik ederim," Ellerini birbirine çarptı, "hayatımın; hayatımızın içine sıçtın." Tükürükler saçılıyordu. Ben sustum. Dağrada bir şey demiyordu. İbo sırtını bize dönmüştü, Yağız tepkisizce bizi izliyordu. Alya...karşımda bağıran kızdan farkı yoktu.

 

Benim suçum yoktu, bunlardan daralmaya benim hakkım yoktu. Gülmeyecek miydim ben?

 

Gülmeyecektin, Deniz...

 

Yüzünü buruşturdu, ayaklarımın dibine tükürdü. Benim, önüme... Ben kimdim ki? Ben, ben. Kalbim isyan ediyordu. Ben suçsuzdum gerçekten. Ben, benim kurtulmam lazımdı. Boğazıma bir çift el dolanmış acımasızca sıkıyordu. Susamazdım. Neden susuyordum zaten? Neden bir şey demiyorlardı? Dağra dilini mi yutmuş. Yoksa sorun olursa bana gel diyen adam, görüyordu. Ne- ne yapacaktım. Biri bana- terler boşalıyordu vücudumdan. Ama ben tepki veremezdim. Vermeli miydim? Ben ne yapacaktım. Ben suçsuzdum.

 

Arkalarını dönüp gittiler.

 

Bu kadar olamazdı.

 

Diğerlerine döndüm. Bakıyorlardı. Bu kadar basit miydi?!

 

Beni göndermeyeceklerdi, bana işkence edeceklerdi. Dağra yalancının tekiydi. Pisti. Kötüydü. İnci... ondan dolayı mı ben buradaydım. Midem bulanıyordu. Dağra bana bir adım attığında, bana verdikleri odaya koştum çaresizce. Kapıyı kapatmak üzereyken öfkeli ses "en azından nereye gideceğini biliyor." Diye bağırdı. Elin duraksadı. Onunla göz göze geldik. Kapıyı kapattım. Dibine çöktüm ve kendime ağladım. Hiç gülmeyen bana.

 

Burada tıkılı kalmıştım.

 

 

 

NOTNOTNNOOTT!!!!

Uzun zamandır bölüm gelmiyor bunun adına öncelikle şimdiden özür dileyelim. Hani böyle bir insan emeğinin karşılığını aldığı zaman daha bir hevesli mutlu olur ya benim buna ihtiyacım varr. Okuduğunuzda yazarken daha motive olabilmem için arkadaşlarınızla vs. Paylaşıp beni takip edebilir misiniz?

 

Şimdi kurguya gelelim

bu kısımlar aslıyla duygu yoğunluğunun fazla olduğu kısımlar sıkmamaya çalışarak arada yansıttığımı düşünüyorum. Erkek ana karakterimizinde yavaş yavaş belli olduğunu düşünüyorum😉 karakterler ve kurgu hakkında yorumları çok merak ediyorum...

 

olabildiğince aktif olmaya çalışacağım sizi öpüyorummm

 

Bölüm : 09.01.2025 21:41 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
İçindekiler
Meriela Praha / Yeşil Fırça / 4
Meriela Praha
Yeşil Fırça

21 Okunma

15 Oy

0 Takip
5
Bölümlü Kitap
Hikayeyi Paylaş
Loading...