
Uzun bir aradan sonra ben geldimmmmmmmmmm. Nasılsınız İnşallah iyisinizdir.
Her şey boğazımda düğümlenmişti. O soğuk bakışlarıyla üzerime yüklenen Azat’a bakarken, içimdeki tüm hislerin birer birer yok olduğunu hissettim. Sanki dünyadaki her acının ve her hatanın suçlusu bendim. Onun karşısında ne söylesem yetersiz kalıyordu.
"Bitirdin mi?" dedi o alaycı sesiyle. Gözlerimi ondan kaçırmak istedim ama yapamadım. Bakışları bir zincir gibi beni yerine mıhlıyordu.
"Bahane üretmekte ustasın, Cemre."
Bahane mi? İçimde bir şeyler koptu o an. Yaşadıklarım, hissettiklerim, verdiğim mücadeleler... Hepsi onun için bir bahaneden mi ibaretti? Boğazımdaki düğümü zorla yutkunarak çözdüm ve kendimi toparlamaya çalıştım.
"Bahane mi?" diye tekrar ettim kısık bir sesle. Sanki kendi sesim bile beni duymuyordu. "Azat, ben sana yaşadıklarımı anlatıyorum. Korkularımı, acılarımı... Bunların hepsi senin için bir bahane mi gerçekten?"
Onun umursamaz bakışları içimi bir kez daha titretmişti. Kollarını göğsünde birleştirip hafifçe geriye yaslandı. Ne öfkesi vardı, ne şefkati. Sadece o donuk ve sert ifade...
"Hep kendini merkeze koyuyorsun," dedi sakin bir sesle. "Burada mesele sen değilsin, Cemre. Eğer baştan doğruyu söyleseydin, bunların hiçbiri olmazdı. Ama sen, her zamanki gibi sorunları çözmek yerine büyütmeyi seçtin."
Bir an ona doğru bir adım attım. Gözlerim dolmuştu ama ağlamayacaktım. Ağlamak istemiyordum.
"Ben mi büyüttüm? Azat, seninle konuşmaya bile cesaret edemedim çünkü beni dinlemeyeceğini biliyordum. Hatta dinlesen bile suçlayacağını biliyordum! O yüzden sustum. Korktum! Korkmaktan başka bir şey bilmiyordum."
O an onun bana ne söyleyeceğini umursamadan devam ettim. İçimde biriken her şey dışarı dökülüyordu.
"Sen... Sen Azat Karahan! Her şeyin merkezine kendini koyan sensin. İnsanları dinlemek, anlamak zorunda değilsin, değil mi? Çünkü sen bir ağasın! İnsanların duyguları, senin için bir hiç!"
Bana doğru bir adım atmasıyla geri çekilmek zorunda kaldım. Yüzüme eğildi, sesi sakin ama ürkütücüydü.
"Hayatta herkes bir seçim yapar, Cemre," dedi soğuk bir şekilde. "Sen de yaptın. Ve o seçimin sonuçlarına katlanmayı öğren. Bu dünyada duygularıyla hareket edenler kaybeder. Sen kaybetmek istiyorsan devam et. Ama unutma, ben kaybedenlerle ilgilenmem."
Sanki yere çakılmış gibi hissettim. O cümleler kalbime bir hançer gibi saplanmıştı. Ayakta durmakta zorlanıyordum. O bana acımasızca bakarken, ben nefes alamıyordum.
Odayı terk etmek zorunda kaldım. Koşar adımlarla kapıya yöneldim ve sertçe çarptım. Artık bu adamla konuşmak istemiyordum. Çünkü o, duygularını kilitli bir sandığa gömmüştü ve bu sandığın anahtarı yoktu.
Koridorda durup bir an nefes aldım. Dizlerim titriyordu. Göğsümde bir boşluk, bir acı vardı. Onun soğuk bakışları hala üzerimdeydi. "Neden mücadele ediyorum?" diye sordum kendime. "Bu kadar duygusuz bir adam için neden hala bir umut arıyorum?"
Ama içimdeki ses beni durdurdu. O duvarları yıkmak zorundaydım. Ya onun bu donuk dünyasında bir ışık olacaktım ya da bu savaşta kendimi kaybedecektim. Ama ne olursa olsun pes etmeyecektim.
Kapıyı çarptıktan sonra mutfağa gittim. Sanki her şeyin ağırlığı beni boğuyordu. Azat’ın söyledikleri, onun soğukluğu, o duygusuz tavrı… İçimde biriken her şey beni yutacak gibiydi. Ama yine de bu savaştan kaçamayacağımı biliyordum. Ona ne kadar kızsam da ne kadar kırgın olsam da bu mesele sadece benimle bitmeyecekti.
Bardağı musluğun altına koyup su doldurdum. Titreyen ellerimle içmeye çalıştım ama her yudum boğazımdan taş gibi geçiyordu. Bu evde nefes almak bile zordu artık. Azat’la aynı odada bulunmak… Bu, kendimi sürekli bir duvarın önüne çarpmış gibi hissettirmekten başka bir şey değildi.
Azat’la konuşmaktan kaçıyordum ama bu her şeyi daha kötü hale getiriyordu. O zaten beni anlamaya çalışmıyordu. Şimdi de duygularımı görmezden gelerek beni suçluyordu. Ama artık sessiz kalmamayı öğrenmeliydim.
Azat’ın sert bakışları ve donuk sözleri zihnimde yankılanırken alt kattaki salondan bir ses duydum. Adımlarını tanımıştım. Azat geliyordu.
Mutfağın kapısına yaklaştığını hissettiğimde derin bir nefes aldım. Arkama bakmadan onun orada olduğunu biliyordum. Beni izliyordu.
"Yine kaçıyor musun, Cemre?" dedi. Sesi her zamanki gibi sakin ama bir o kadar da baskındı.
Kaçmıyordum. Ama ona bunu söylemek yerine bardağı lavaboya bıraktım ve ona dönmeden, "Kaçmak mı? Kaçmıyorum. Sadece seninle konuşmanın bir faydası olmadığını düşünüyorum," dedim. Sesimdeki titremeyi gizleyemedim.
"Kaçıyorsun," dedi. Daha da yaklaştığını hissettim. "Sürekli konuşmaktan kaçıyorsun. Çünkü söyleyecek bir şeyin olmadığını biliyorsun."
İçimde bir şeyler koptu. Hızla ona döndüm. Gözlerimin dolduğunu görmesini istemiyordum ama artık umurunda değildi.
"Hayır, Azat. Söyleyecek çok şeyim var ama hiçbirini anlamayacak birine söylemek istemiyorum!"
Sözlerimle onu biraz olsun şaşırttığımı sandım. Ama yüzünde hiçbir ifade yoktu. Hiçbir şey hissetmiyormuş gibi bana bakıyordu.
"Anlamayacağımı mı düşünüyorsun?" dedi. Sesi hala sakin ama içinde bir meydan okuma vardı.
Ona doğru bir adım attım. Bu sefer kaçmayacaktım.
"Evet, anlamayacağını düşünüyorum. Çünkü senin dünyanda duygulara yer yok. Her şey kuralına uygun olmalı, değil mi? İnsanların hissettikleri önemli değil, önemli olan senin istediğin gibi davranmaları."
Beni bir süre sessizce izledi. Gözlerinde bir şeyler vardı ama çözemedim. Sanki bir duvarın ardında bir şeyler saklıydı ama bana göstermeyecekti.
"Ne yapmamı bekliyorsun, Cemre?" diye sordu sonunda.
Bu soru beni şaşırtmıştı. Neden bunu sorduğunu anlayamadım. Ama yine de cevap verdim.
"Hiçbir şey," dedim. "Sadece beni suçlamaktan vazgeçmeni bekliyorum. Seni hayal kırıklığına uğrattım, evet. Ama bu sadece benim hatam değil. İkimizin de hataları var, Azat. Bunu anlamanı bekliyorum."
Onun gözlerindeki donukluğun biraz kırıldığını fark ettim. Ama hala duygularını saklıyordu. Hiçbir şey söylemeden geri adım attı ve kapıya doğru yöneldi.
"Sen nasıl istersen, Cemre," dedi soğuk bir şekilde. "Ama şunu unutma, duyguların insanı güçsüz yapar. Güçsüzlük de bu dünyada bir yer kazandırmaz."
Kapıyı arkasından çekip çıktı. Ve ben, onun arkasından bakarken bu savaşın henüz bitmediğini anladım. Azat duygularını birer birer kilitli bir sandığa saklıyordu. Ama o sandığı açmadan, bu savaşın kazananı olmayacaktı.
Ben vazgeçmeyecektim. Onun duvarlarını yıkmaya kararlıydım. Ama bu savaşta ne kadar daha yaralanacağımı bilmiyordum.
Söylediği sözler beynimde yankılanıyordu: “Duygular insanı güçsüz yapar.” Gerçekten böyle mi düşünüyordu? İnsanlık, hissetmekten mi ibaret değil miydi? Onun bu sözleri içimde büyük bir öfke ve hayal kırıklığı oluşturdu.
Oturup kendimi sakinleştirmek istedim. Ama içimdeki karmaşa gittikçe büyüyordu. Ellerim titrerken mutfağa geçip bir fincan kahve hazırlamaya başladım. Su kaynarken camdan dışarı baktım. Bahçedeki rüzgarla savrulan yapraklar içimdeki dağınıklığı yansıtıyordu.
Azat beni anlamıyordu, bu doğru. Ama onu suçlamadan edemiyordum. Hayatında ne yaşadıysa, bu hale gelmesine neden olmuştu. O duvarları nasıl bu kadar sağlam ördüğünü bilmiyordum. Ancak ona ulaşmak için bir yol bulmam gerekiyordu. Üzerime düşeni yapmalıydım. Onun duvarlarını yıkamazsam, bu evliliğin hiçbir anlamı kalmayacaktı.
Gece yarısına doğru Azat hâlâ odaya dönmemişti. Merakla pencereye yöneldim. Bahçedeki banka oturmuş, başını ellerinin arasına almıştı. Gökyüzüne boş boş bakıyordu. Onu daha önce hiç böyle görmemiştim. İçindeki o sert ve duygusuz görüntünün ardında derin bir yara olduğunu hissedebiliyordum. Cesaretimi toplayıp yanına gitmeye karar verdim.
Sessizce bahçeye çıktım. Ayak seslerimi duyması için çakıl taşlarına özellikle basarak yürüdüm. Başını kaldırıp bana baktı. Gözlerindeki soğukluk azalmış gibiydi.
“Burada yalnız oturuyorsun,” dedim, sesimin titrememesine özen göstererek. “Uyumayacak mısın?”
“Uyuyamam,” diye mırıldandı. Gözlerini tekrar yere indirdi. “Kafamın içi hiç susmuyor.”
Yanına oturdum, aramızda mesafe bırakarak. Ona biraz alan tanımak istiyordum. Ama sessiz kalmanın da işe yaramayacağını biliyordum.
“Azat,” dedim, derin bir nefes alarak. “Duygular insanı güçsüz yapmaz. Tam tersine, duygular insanı ayakta tutar. Eğer hissetmiyorsak, yaşıyor muyuz ki?”
Gözlerini kısmış, söylediklerimi sindiriyor gibi görünüyordu. “Bu kadar basit değil,” dedi sonunda. “Duygular, seni başkalarına açık hale getirir. Zayıf noktalarını ortaya çıkarır. İnsanlar bu zayıflıkları kullanır.”
“Bu bir seçim meselesi,” diye karşılık verdim. “Kimlere kendimizi açacağımızı seçebiliriz. Ama herkesi dışarıda bırakmak, insanı yalnız yapar. Ve yalnızlık, güçsüzlüğün ta kendisidir.”
Bana dönüp uzun uzun baktı. İlk defa, gözlerinde bir şeylerin değiştiğini hissettim. Ama bu değişimin ne olduğunu anlamak için zamana ihtiyacım vardı.
“Cemre,” dedi sonunda, sesinde alışılmadık bir yumuşaklıkla. “Belki haklısın. Ama bunu söylemek kolay. Ben bunu yapmayı bilmiyorum.”
Sözleri beni hem şaşırtmış hem de içimde bir umut uyandırmıştı. İlk defa duvarlarında bir çatlak gördüğümü hissediyordum.
Ayağa kalkıp ona elimi uzattım. “Bana izin ver,” dedim. “Birlikte öğrenebiliriz.”
Elimi tutup tutmayacağını bilmiyordum. Ama o an, her şeye rağmen mücadele etmeye karar verdim. Onun sert görünüşünün ardında bir insan olduğunu biliyordum ve bu insanı ortaya çıkarmaki çin ne gerekiyorsa yapacaktım.
Sizce nasıl olmuş yani yazabilmişim mi bana göre uzun zaman oldu hani ?
Sİz beğendiniz mi?
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |