
Güzel olan her şey yarım kalır.
Filmler en güzel yerinde sonlanır.
Çok mutluyum dediğin yerde, hüzün kendini hatırlatır.
Çocukluk kısadır, gençlik azdır ve bebeklik sanki hiç yaşanmamıştır.
Vefa azdır, sadakat sınırlıdır.
Verilen sözlerin ömrü kısadır.
Çok seversin, çok çabuk gider.
Güzel rüyalar en güzel yerinde biter.
Güzel olan ne varsa, sevdiğin sarkı gibi hemen bitiverir,
Kısacıktır...
~Cahit Zarifoğlu
Karanlığın içinde gizlemiş şeytanlardan korkar mısınız? Ya gizlenmemiş olanlar. Gizlenme zahmetine bile girmemiş apaçık ortada duranlar?
Eğer etrafınız gündüz ve gece fark etmeksizin her daim görebildiğiniz şeytanlarla çevrili ile korkmazsınız.
Her tuttuğunuz yerden elinizde kalıyorsa hayat, bırak karanlığı, şeytanları, gündüzü veya geceyi, Azrail gelse bile korkutamaz sizi.
Şimdi ölümün kendisi korkutmazken beni, ölümünden korkacağım insanların olması da olsa olsa komik bir metafordan ibaret olurdu.
En son Yıldırım'la konuştuğumu ve elimde kadehle koltuğa geçtiğimi hatırlıyordum. Günlerdir doğru düzgün uyumadığım bölük pörçük uykularıma karşı koyamadan sızmış olmalıydım. Başımdaki ağrılar artık dayanılmaz boyuta ulaşmıştı. Ellerimi başıma bastırma isteğimi evden gelen seslerle durdurmuş anlamaya çalışıyordum. Sanırım nerede olduklarından bihaber olduğum ev sakinleri eve dönmüştü ve hararetli bir şekilde bir şeyler konuşuyorlardı ancak ne olduğu tam olarak anlaşılmıyordu, farklı bir odada olsalar gerekti. Biraz dinleme umutlarım suya düşmüşken uzandığım koltukta arkamı dönerek salona göz gezdirdim. Üzerime bir battaniye örtülmüştü, itiştirerek ayaklarımı zemine indirdim.
Başımı kaldırdığımda Aysu'nun çaprazımdaki koltukta oturduğunu gördüm. Küçük bir gülümseme vardı dudaklarında, beni gördüğüne memnun olmuş gibi değil de daha çok buram buram alay kokuyordu.
''Gerçekten burada ne işin var?'' Köşede duran tekli koltuğa sırtı yaslıyken yine topukluları geçirilmiş ayakları ile bacak bacak üzerine atmıştı. Yüzündeki çilleri yaptığı makyajla kaybolmuş, saçları özenli bir şekilde toplanmıştı. Kendini saldığı tek anı var mıydı acaba merak ediyordum. Sorduğu soru zihnimde yankılansana anlamlandıramadım. ''Anlamadım?''
''Bence gayet basit bir soru sordum. Burada ne işin var?''
''Kim ne hakla soruyor bu soruyu bana peki?'' Onu inceleyen bakışlarım ciddiyetle kısılmıştı şimdi.
''Senin olmadığın her şey olma hakkıyla soruyorum.''
Ağzımdan çıkan küçük 'hah' nidasından sonra konuşmayacağımı anlamış olmalı ki kendisi devam etti.
''Şansına küs aralarında seni tercih edebilecek birisi yok bu evde. Takip ettiğin kişiye mecbursun.'' Yıldırım’ı takip ettiğim için benimle alelade alay ediyordu.
''Peki sen kimin tercihisin, onlar odada konuşurken sen burada tek başına oturuyorsun, anlaşılan varlığınla yokluğun bir bu evde.''
''Haddini bil.'' Tüm tek başıma güçlüyüm davranışlarına rağmen yok sayıldığını söylediğimde sinirlenmişti.
Omzumu silkerek daha fazla muhatap olmak istemediğimi gösterdim. Kimseye durup dururken sert yapacak birisi olmasam da bu cevabı duymayı kendisi istemişti.
Onunla ne kadar ilgilenmesem de salonda dikkatimi çeken başka bir şey daha vardı. Aysu'yu, bütün konuşmalarımızı hatta şuan yaptığım her şeyi unutturacak bir şey.
Aysu'nun oturduğu berjerin hemen arkasında duruyordu. Salonun kasvetli havası akşamın karanlığıyla bütünleşmeye yüz tutmuş ve odadaki tek tük ışık kaynakları yeterli aydınlığı sağlayamazken o, orada öylece duruyordu.
Gözlerimi kaçırmadan ve hiç kıpırdamadan bir noktaya bakıyor olmam Aysu'nun da dikkatini çekmiş olmalı ki neye baktığımı anlamaya çalışırcasına arkasına döndü sonra tekrar önüne dönerek bana baktı. ''Neye bakıyorsun sen?” Cevap vermedim, acaba hala uyuyor olabilir miydim? Böyle gerçekçi bir rüya hiç görmemiştim. Cevap vermediğimi fark ettiğinde ve gözlerim hala aynı noktaya kilitlenmişken Aysu elini kaldırarak gözlerimin önünde salladı. Söylediklerini duyuyordum, hareketlerini görüyordum ama bakışlarımı karşımdaki şeyden kaçıramıyordum.
Ayağa kalktım, az önce üzerime kimin örttüğünü bilmediğim ve biraz itiştirdiğim battaniye benim ani hareketimle ayaklarımın dibine yere düştü, şimdi üstten bakıyordum ama hiçbir değişiklik yoktu. Hala orada duruyordu. Aysu benim hareketlerime anlam yüklemeyi bırakmış içeriye seslenerek Yıldırım’ı çağırmıştı.
Salona önden giriş yapan Yıldırım'ı Damon ve Güneş takip ederken ekip tamamlanmıştı. Arka planda hayat devam etse de baktığım noktada zaman donmuş gibiydi. Sanki gözlerimi kırparsam kaybolacakmış gibi geliyordu.
Ellerini yavaşça bana uzattığında bir adım geriye gittim. Korkmam gerekiyor mu? Bilmiyorum, lanet olsun ki hiçbir şey bilmiyorum ben. Ellerini aynı yavaşlıkta uzatmaya devam ederken görüş açıma Yıldırım girdi. O da ellerini uzatarak yüzüme dokundu. Sıcak avuç içleri yanaklarıma kapandığında benimle göz teması kurmaya çalışıyordu ama nafile bir çabaydı.
Artık elleri havadayken bana daha fazla yaklaşmaya başladı. Onu görmüyorlar mıydı, Yıldırım’ın tam arkasında duruyordu. Ben de ellerimi kaldırarak Yıldırım’ın ellerinin üzerine kapattım, ancak onun yaptığının aksine şefkatten çok uzak sert bir şekilde. Ellerini iterek yüzümden uzaklaştırdım ve hızlıca ilerleyerek mutfaktan elime bir bıçak geçirdim. Olduğu yerde bana bakmaya devam ediyordu.
Kendimi savunmak için beceriksizce elimde tuttuğum bıçağa evdekiler şok olmuş bir biçimde bakıyorlardı. Ellerim titrerken bana doğru hareket etmeye başladı, tam karşıma geldiğinde durdu. Fısıltıdan farksız sesimle ''Onu görmüyor musunuz?'' dedim. Sanki sesim biraz yüksek çıksa bana bir şey yapacaktı. Dehşete kapılmıştım.
''Neyi?'' şaşkınlığın her yanına bulaştığını tonundan anladığım soruyla gözlerimi ilk defa ondan ayırarak evdekilere hızlıca göz gezdirdim. Yüzlerinden neler olup bittiğini anlamadıkları açık bir şekilde okunuyordu. İşin kötüsü bu şeyi ben görüyor olsam da ben de neler olup bittiğini anlamıyordum.
Geçen akşam gördüğüm aynı korkutucu surat ifadesiyle yüzüme bakıyordu. Az sonra uzun parmaklarından birini koltuğun arkasına uzattığında işaret ettiği yere baktım. Aynı bebek...
''Bebek, bebeği al, koltuğun arkasında; bebeği al!''
Yıldırım hızlıca koltuğun arkasına baktı ve tekrar bakışlarını yüzüme kaldırdı. Yüzünden şaşkınlığının okunabildiği en net anıydı. Bakışlarını bilinmezlik kaplamıştı.
''Lanet olsun, BEBEĞİ AL!''
Orayı işaret etmeye devam ederken bir anda elini indirdi, yüzünde bir gülümseme oluşmaya başladı. Neredeyse kulaklarına kadar ayrılan dudaklarıyla korkutucu gülümsemesiyle yüzüme bakarken aklımı kaçırmama bir an kalmıştı. Bir kaç adım geriye çekildim. Bir süre yüzündeki o gülümsemeyle bana baktıktan sonra uzun ellerini suratımın iki yanına bir anda koyarak çığlık atmaya başladı. Az önce Yıldırım'ın yumuşak ellerinin bulunduğu yerde şimdi onun ruhsuz elleri vardı ve kafamın sıkıştığını hissediyordum.
Sıkı sıkı tuttuğum bıçak ellerimin arasından sert zemine düştüğünde tok bir ses çıkardı. Başımın iki yanındaki ellerinin üzerine ben de elimi kapattığımda çığlık atmayı keserek bir anda kayboldu ve ben ellerimi başımın iki yanında tutarken kendimi yere fırlatır gibi bıraktım. Evin zemine dağılan saçlarım, kulaklarımda uğultusu duran çığlıkları ve evdekilerin şok olmuş bakışlarını üzerimdeyken yerde cenin pozisyonunda sıkı sıkı tuttuğum başımla yatmaya devam ettim.
Yıldırım’ın bacakları az sonra görüş açıma girdi. İlk yaptığı şey yerden bıçağı almak oldu. Neler olduğunu anlamadığı için kendime veya birine bir şey yapma ihtimalimi sıfıra indirmeye çalışıyor olmalıydı. Artık her an birinin boğazına bıçak saplama ihtimalimin şakadan fazlası olduğunu da düşünüyor olmalıydı.
Daha sonra temkinli bir şekilde yanıma dizlerinin üzerine oturdu ve omuzlarımdan tutarak beni kaldırdı. Başımın iki yanında duran ve sıkarak yumruk haline getirdiğim ellerimi yavaşça çözerek saçlarımı avuçlarımdan kurtardı. Gözlerime geçti dermiş gibi bakıyordu ya da ben öyle anlamak istiyordum. Her şeyin geçeceğine inanmak istiyordum. Hiçbir şey söylemedi uzunca bir süre gözlerimiz karşılıklı birbirini izlemeye devam etti. Ben sustukça o da seninle susuyorum demek için sustu.
Beni yerden kaldırdığında diğerleri de etrafımızda bizi izliyordu. Yıldırım ayaklarımın üstünde tekrar durmamı sağladığında gözlerim nemlendi. Az önceki olay beni sadece korkutsa da birinin benim yanımda sorgusuz sualsiz durması, ne olduğunu bilmediğim korkularımı bile sarması kalbimi kırmıştı.
Avuçları ile sıkıca tuttuğu elimle beni ardından sürükleyerek koridorda bulunan banyoya soktu. Orada bulunan ve daha önce dikkatimi bile çekmeyen ahşap tabureyi alarak aynanın önüne hizaladı ve oturmamı sağladı. Yansımamı izlerken bir şey düşünmüyordum, sadece kendime bakıyordum. Kendime ve aciz halime. Az önce tuttuğu elimden geçirerek bileğimdeki tokamı çıkardı ve nazikçe parmakları ile düzelterek saçlarımı topladı.
Kendi avuçlarımla sıkmaktan saçlarım kopmuştu ve yerlere dökülüyordu. Daha sonra musluğu açarak yüzüme çarptığı soğuk sularla kendime gelmeye çalışıyordum. Yüzümü kuruladığında ben de onun suratını izliyordum. Gözümden tek damla yaş süzülürken başparmağı ile sildi ve yüzündeki güzel gülümsemeye takılı kaldım. Anlıma kondurduğu minik bir öpücükle gözlerim kapandı. Şuan kendime gelmiştim. Dudaklarından yayılan sıcak şefkat beni kendime getirmişti. Dudakları da huzurluydu. Sanırım Yıldırım’ı tek bir kelime ile tanımlamam gerekse huzur derdim. Olanların hepsi silinmişti ve ben şimdi huzurluydum.
Bu adam bu kadar yabancıyken bu kadar tanıdık olup her yanından huzur fışkıramazdı. Dudakları hala hafif bir dokunuşla anlımdayken benim duyabileceğim şekilde mırıldanarak konuştu.
''Gözden öpmek ayrılık getirirmiş.'' söylediği ile benim de dudaklarımda hafif bir gülümseme oluştu.
''Daha iyi misin?'' Geriye çekildi şimdi gözlerime bakıyordu.
''Şimdi iyiyim.''
Ona bakarak söylediklerimden sonra başını sallayarak onayladı beni ve az önce dökülen saçlarımı eğilerek yerlerden topladı. Avuçlarında tuttuğu saç tellerimi çöpe atarak tekrar yüzüme baktı.
''Anlatmak ister misin?''
Aramızdaki az ama öz konuşmayı bozarsam bu kısacık büyünün kaybolmasından endişelenerek ben de onu sessizce onayladım. Benim bu sessiz onaylamama o da aynı şekilde karşılık verdi.
Biraz sonra salondaki koltuklarda oturuyorduk. Herkes benden bir açıklama beklese de daha konuşmaya başlamamıştım ve kimse de sormaya cesaret edememişti. Sözlerimi toplamaya çalışıyor nereden başlayacağımı kestiremeye çalışıyordum. Biraz daha öylece durduktan sonra daha fazla uzatmamaya karar verdim.
''Bir kadın, yani sanırım.''
''Kadın mı?'' ilk tepki Aysu'dan gelmişti.
''Kadın. Boyu çok da uzun değil. Uzun, çok uzun parmakları var ve solgun, çok solgun bir cildi. Bilmiyorum işte insan gibi ama değil gibi de. Ölü gibi, sanki ölmüş ve mezardan çıkmış. Tek yaptığı çığlık atmak. Karşıma geçiyor ellerini uzatıyor ve çığlık atıyor iki seferdir de böyle. Başka hiçbir şey söylemiyor.''
''Gördün mü daha önce ona benzer bir şey, biliyor musun yani?'' bu sefer ki soru Damon'dan gelmişti.
''Hayır, ilk gördüğümde o yüzden buraya geldim işte. Bir umut ben de sizin bildiğinizi düşündüm.''
Hiçbiri bilmiyordu sessizliklerinden anlaşılıyordu.
''Bir de bebek var. Koşarak buraya geldiğim gün çöp torbasına dönüşen bebek.” Alaylı bir nefes döküldü dudaklarımdan. Ne gülümsemeydi ne de derin bir nefes.
''Kim?'' Güneş'in de sorduğu soruyla hepsinin kafasının soru işareti dolu olduğunu anladım.
Şakaklarımı ovalarken Güneş’i yanıtsız bırakmadım. Ne olduğunu bilmesem de onların da merak ettiğini biliyordum bu yüzden tüm sorularını yanıtlamaya çalışıyordum. ''Bilmiyorum, bir bebek. Çok güzel bir bebek, beyaz güpürlü bir elbise var üzerinde; Koltuğun arkasını işaret ediyordu, orada o bebeği gördüm yeniden ama tanımıyorum. O bebeği hayatım boyunca hiç görmedim.''
Bebek muhabbetti Yıldırım'ı geriyordu. Bunu oturuşunu düzeltmesinden anlıyordum. Belki de bu konulara bir bebeğin dahil olma fikri canını yakıyordu ya bilmediğim başka bir hikaye vardı.
Güneş, ''Sadece senin görebiliyor olman garip değil mi? Yani bunun bir anlamı olmalı, o bebek her kimse onun da bir anlamı olmalı ve gördüğün şey tehlikeli olabilir, o sana zarar vermese bile sen kendine zarar verebilirdin. Ne olduğunu, neden olduğunu öğrenmemiz gerek.''
Yıldırım hala sessizliğini korurken Damon'da düşünceli bir hale bürünmüştü. Aysu, Güneş'ten sözü devraldı. ''Bir görünmez yaratıklarımız eksikti.''
Onun bu her şeye göz deviren tavrı ile ilgilenmek istemiyordum. Kimse de cevap verme zahmetinde bulunmadı. Yıldırım sonunda sessizliğini bozdu. ''Güneş haklı, ne olduğunu bilmediğimiz ve göremediğimiz bir şey ile ilgilenemeyiz. Araştırmalıyız.''
Damon Yıldırım’ın söylediklerini görev alan bir asker edasıyla dinlemiş ve hemen harekete geçerek birkaç telefon görüşmesi yapmak için odasına ilerlemişti. Güneş de onun peşinden gitmişti. Koridorda kaybolana kadar arkasından bakmış ve bir süre ikisinin en ufak bir olayda bile birbirinden ayrılamamasına imrenerek bakmıştım. Ruh eşi oldukları ve birbirlerinin gözbebeklerinde yansımalarının olduğunu onları ilk saniyeden gören birisi bile anlardı.
''Bunu, her ne ise Aysu'nun bile görememiş olması çok garip. Göremese bile hissetmesi gerekirdi o doğaüstü olan bizim göremediğimiz çoğu şeyi görüp hissedebilir.'' Yıldırım gerçekten düşünceli görünüyordu.
''Bunun büyü ile alakası olduğunu sanmıyorum. Bambaşka bir varlık olmalı. Bizim zamanımızda bulunan her varlığı hissedebilirim ama bunu bir anlığına bile hissetmedim, çok garip. Belki de Mahi’nin dediği gibi ölüdür. Bu zamandan bile değildir.” Yıldırım’ı cevaplayan Aysu’ydu.
''Arkanda duruyordu.'' Onun tam arkasında duruyordu, demek ki her varlığı hissedemiyormuş, bu kadar kendini beğenmiş olmasına gerek var mı gerçekten. Gözlerimi devirmemek için zor dururken Yıldırım konuşmaya devam etti.
''Araştırmanı istiyorum. Bir şeyler öğrenmeye çalış, biz de bizim kütüphaneyi tarayalım.'' Aralarında sıkı bir ilişki olsa da Yıldırım gruptakilerden herhangi birine bir şey söylüyorsa yapıyorlardı.
''Şaka yapıyorsun değil mi? Onu oraya sokacak mısın gerçekten, nasıl güvenebilirsin?'' Yapıyorlardı ama Aysu Yıldırım’a kararlarını sorgulayacak kadar yakındı.
''Abartma lütfen.''
''Eğer orada tek bir kitabın başına bir şey gelirse yıllarca verdiğin emekler çöp olur.'' Aysu esas düşündüklerinin kütüphanede her ne varsa onlar olduğunu açıkça belirtiyordu.
''Dikkat edeceğim.''
Dikkat etmeleri gereken ne vardı en ufak bir fikrim bile yoktu.
''Sana güveniyorum'' dedikten sonra saçma topukluları ve süslü kıyafetleri ile yanımızdan geçti ve evden çıkmadan önce ailesinin evine gittiğini araştıracağını söyledi. Yıldırım onu onayladıktan sonra hiç koltuklara tekrar oturma zahmetine girmedi ve beni de peşinden sürükleyerek koridordan geçerek benim odamın önüne geldik.
Odaya gireceğimizi düşünen masum ben az sonra dumura uğrayacağımın farkında değildim. Yıldırım odanın girişinin solunda duran duvara yaslanmış tavana kadar uzun olan abartılı varaklarla süslü aynanın önünde duruyordu. Peşimden gelmediğini fark ettiğimde ben de odadan çıktım ve Yıldırım'ın arkasına az önce durduğum yere geçtim. Arkasını dönerek yüzüme baktığında dudaklarında bir sırıtış vardı.
Sol elini aynanın sol tarafına yasladığında aynadan çıkan kırmızı tarama cihazıyla gözlerim yuvalarından çıkmıştı. ''Hassiktir o ne be!'' derken bir adım geriye gitmiş ve siper alır gibi kollarımdan birini yukarı kaldırmıştım. Benim bu hareketim Yıldırım’ın gülümsemesinin büyümesine sebep olurken biraz sonra avucunu indirdiğinde hiçbir şey olmadı. Hala ayna yerli yerinde duruyordu. Ben aynaya bakarken Yıldırım konuştu. ''Beni takip et.'' dediği an aynaya doğru hareket etmesi de bir oldu ve bir anda içinden geçti.
''Yok artık ya, daha neler. Ev değil uzay üssü...”
Yıldırım burada olmasa da sesi gelmeye devam ediyordu. ''Şaşırmaya sonra devam edersin kapı kapanmadan gir içeriye.''
Yavaşça ayağımın tekini tekme atar gibi aynaya uzattım ve bir anda içine girdi. ''Ayy!'' Korkarak geriye çektim.
''Mahi gir içeriye, abartma, görüntü hologram, kapı açık görüyorum seni.''
Bir kaç adım geriye çekildim, saçlarımı kulaklarımın arkasına sıkıştırdım, derin bir nefes verdim ve koşarak ve bir anda içeriye atladım.
İçeriye abartılı bir şekilde atlamamla dengemi sağlayamayarak yere çökmem bir oldu. Dudaklarımdan bir inleme dökülürken söylenmeyi de ihmal etmedim. ''Hayır yani kapı koyup kilitleseniz olmuyor dimi, gereksiz gereksiz işler. Kim ne yapsın senin kütüphaneni ya, kim ne yapsın ha?''
Bakışlarımı yerden kaldırarak şöyle bir etrafı süzdüm. Evin salonundan bile büyük olabilirdi. Dört tarafı raflarla çevrili ve kitapların sığmayıp artık yerlerde kule haline geldiği başka kasvetli bir odaydı.
Ahşap rafların arasında bulunan merdiven dikkatimi çektiğinde bakışlarımı yukarı kaldırdım, raflar tahminimden daha yüksekti. Ortada bulunan masaya yaslanmış ve kollarını göğsünde bağlamış Yıldırım benim bu şaşkın halimi gülümsemeyle izliyordu. ''İndir o havadaki kıçını, ben her boka şaşırmıyorum, siz çok garipsiniz.''
Söylediklerimle başını salladı, dudaklarında hala bir sırıtma vardı ve kollarını çözerek benim için bir sandalye çekti.
''Başlasak iyi olacak sanırım, gördüğün gibi çok kitap var.''
''Gösterişçi puşt.''
''Duyuyorum.''
''Duy diye söylüyorum.'' onun suratındaki gülümsemeyi taklit eden sahte gülümsememle söyledikten benim için çektiği sandalyeye oturmadım ve etrafta bulunan eşyaları incelemeye başladım.
Raflarda bulunan kitaplar dokunsan toz olacakmış kadar eski duruyordu ve camsız odada havada süzülen tozlar gözle gözükecek seviyedeydi. Tavana kadar uzanan kitap yığınları ise daha yeniydi ve rastgele üst üste konulduğu bir düzeni olmadığı çok belliydi.
Kitapların aralarında bulunan heykeller ve özel bölmelerde bulunan çeşitli resimlere gerçekten ne gerek vardı. Çoğu şey biçimsiz ne işe yaradığı belli olmayan eşyalardı. Elime raflardan birinden geçirdiğim çubuğu kaldırarak ne işe yaradığını Yıldırım'a sorma niyetindeydim. Havaya kaldırdığımda arka tarafa bakan ucundan çıkan ışık hüzmesi ile kitapların havaya uçuşması bir oldu ve hepsi bir anda etrafa saçıldı. Hızla öne doğru eğildim.
Elimde tutmaya devam ettiğim çubukla az önce ondan çıkan tahribata arkamı dönerek baktım. Yıldırım hızlıca yanıma gelerek elimde tuttuğum artık herhangi bir çubuk olmadığına emin olduğum şeyi elimden aldı ve bir dolaba koyarak kapattı.
''Senin geçidi nasıl kullandığını ve gördüğün şeyin ne olduğunu, yani senin ne olduğunu çözene kadar bir şeye dokunma, lütfen.''
Kafamı sallayarak onu onayladım ve dağılan yere baktım.
''Pardon.''
''Önemli değil, toplayalım, sen başka bir şeye dokunma yeter.''
''Tamam yemedim.''
Dağılmış kitaplara yönelecektim ki kolumdan tuttu beni. ''Mahi, anlamıyorsun. Onu kullanmış olman bile başka bir gizem, o çok eski bir asa ve bunu nasıl yaptın bilmiyorum. Ben ya da bir başkası da kullanamaz. Kendine bir zarar vermeni istemiyorum. Seni üzmek için söylemiyorum ama evlatlık olduğunu kendin söyledin ve bu tür şeyleri nasıl kullanabildiğini çözmemiz lazım ve bu da başka bir gizem. Çözmemiz gerekenlerin sayısı gittikçe fazlalaşıyor, sırayla gidelim istiyorum.''
''Tamam, anlıyorum. Özür dilerim”
''Kızma bana seni kırmak için herhangi bir şey söylemiyorum.''
''Farkındayım, sadece bu gizem olayları falan çok büyümeye başladı; kardeşimi alıp bir an önce bu saçmalıkların içinden defolup gitmek istiyorum.''
''Anlaştığımıza sevindim. Şimdi şuraları toplayalım ve kitaplara bakalım gördüğüne benzer bir şey görürsen hemen göster, ben de söylediğin şeyin olabileceği kitapları masaya koyacağım ve sana yardım edeceğim.''
Kafamı sallayarak onu onayladıktan sonra hızlıca dağılmış kitapları üst üste dizdik ve ben masaya oturmuş kitapları hızlıca tararken o da daha fazla kitabı önüme yığmaya devam ediyordu.
Bana afakanlar basmış ve kitaplarda hiçbir şey bulamamaktan sıkıldığım anlardayken kafamı masaya yan bir şekilde bırakarak açık bir kitabın üzerine yattım. O sırada köşede yığın halinde duran kitapların arasında duran müzik çalar dikkatimi çekti. ''İşte bu dikkate değer bir şey.''
Yerimden kalkarak çok da büyük olmayan müzik çalara doğru ilerledim. Biraz sonra Yıldırım arka taraftaki rafların arasından çıkarak yanıma geldiğinde ben de müzıik çaları ortaya çıkarmıştım. Uzun süredir kullanılmadığını kanıtlamak istercesine toz tabakasının altında kalmıştı. Oradan alarak rastgele üstümdeki tişört ile temizledikten yanımda dikilen Yıldırım’a bakarak kırmızı oynatma tuşuna bastım. Şarkının sesinin kütüphaneyi doldurmasını sağladım.
Çıkardığı birkaç cızırtıdan sonra odayı dolduran müzik sesi tanıdıktı. Nilüfer'in 1976'da çıkardığı Son Arzum isimli şarkısıydı. Bugün yaşadığım tüm kabus gibi anlara inat, öğrendiğim her yeni bilgiye inat, şaşırdığım her dakikaya inat şarkının notaları ruhumu okşuyordu.
Ruhu dinlendiren her anın gözler kapalıyken yaşandığını söylerler. Öyle ki bir sevgilinin dudakları da olabilir bu bir annenin çocuğunu öperken ki şefkati de. Yağmurda yürüdüğünde toprak kokusunu solurken de kapanır o gözler, yeni bitirdiğin bir kitabı göğsüne bastırırken de... hepsi aynı hissettirmez mi? Dünyanın bir anda dönüşünün yavaşlaması ve hissettiğin o birkaç saniyelik tarifsiz hisler; işte bana kalırsa o tarifi mümkünsüz hisler insanın ruhunun okşandığı anlar.
Şarkının sözlerinin başladığı anlarda, arkasından yükselen cızırtılarda bana şuan öyle hissettirmişti. Andan sıyrılmış, uzun zaman sonra gerçekten gülümseyebildiğimi hissetmiştim.
Karşımda duran Yıldırım'ın varlığını umursamadan gözlerimi kapattığımda dudaklarımda engelleyemediğim minicik bir gülümseme oluştu. Hafifçe yerimde sallanmaya başladığımda elimde bir dokunuş hissettim.
"Son arzum nedir diye gelip de bana sorsalar,
Gözlerime bakıp da her şeyi anlasalar..."'
Gözlerimi açtığım an karşımda duran, Yıldırım’ın açık kahverengi gözleriydi. Sırtını biraz eğerek başlarımızı eşit konuma getirmişti. İlk dokunduğu elimi havaya kaldırarak ellerimizin tam anlamıyla birbirine dolanmasını sağladı. O sırada onun da suratında az önce benimkine eş bir gülümseme oluşmuştu, bu zamana kadar gördüklerimden daha farklı bir gülümseme. Sanki benimle birlikte bu andan sıyrılmak istediğini gösterir gibi bir gülümseme.
Şarkı arka fonda devam ederken o benim bir parça şaşırmış yüzüme aldırmadan diğer elini de belime yerleştirdiğinde üstümdeki kıyafetlere rağmen avuçlarının sıcaklığını hissetmiştim.
"Gelse bile son günüm, koluna alsa ölüm,
Gözlerimin önünde seninle geçen günüm,
Senden sonra kalbimi sevgilere kapadım,
Ben seninle o günü bin yıl gibi yaşadım..."
Çenesini yüzümün iki yanından dökülen saçlarımın üstüne yasladığında onun bedeninden yayılan huzur ikimizi de sarmalamıştı.
Biraz sonra öylece durmayı keserek hafifçe olduğu yerde sallanmaya başladığında ben onun tuttuğu elim haricinde dikilmeye devam ediyordum. Az sonra ben de elimi kaldırarak onun sırtına yasladığımda görmesem bile gülümsemenin dudaklarına konduğunu biliyordum.
Şarkı aynı tonda yavaşça ilerlerken ikimizde içinde bulunduğumuz anı sorgulamıyorduk ve ben berbat bir dansçıydım. Ayağına daha şimdiden iki kez basmış olmam ona bile fazla gelmiş olmalıydı ki sabit duran elini ilerleterek belime tamamen sarıldı ve beni sarıldığı kolu ile çok hafifmişim gibi kaldırarak ayaklarının üstüne basmamı sağladı. Bu hareketiyle başımı ondan uzaklaştırarak yüz yüze gelmemizi sağladım. Zorlandığını gösteren en ufacık bir iz bile yüzünde yoktu.
"Aşkıma hiç dokunma bırak öylece kalsın,
Gerçek sevgi neymiş bilmeyenler anlasın..."'
Şarkı sonlarına doğru yaklaşırken ve biz hiç konuşmadan bakışmamızı sürdürürken birbirine yaslanmış göğüs kafeslerimizden daha hızlı olan kimin ki anlaşılmıyordu. Etrafta soluk alıp verişlerimizden ve yayılan cızırtılı müzikten başka hiç ses yoktu ve o da sona yaklaşmaya başlamıştı.
Nakaratlar tekrar ederken Yıldırım elimin içinde duran elini çekerek onu da belime sardı ve beni havaya kaldırarak hızlı birkaç tur çevirdiğinde ben de ellerimi omuzuna ve boynuna sıkı sıkı sarmıştım. Şarkının son melodilerine karışan benim kahkaham ile şarkı son bulsa da ikimizin de yüzünden gülümseme silinmemişti.
Ruhu dinlemdiren her anın gözler kapalıyken yaşandığını söylerler. Öyle ki bir sevgilinin dudakları da olabilir bu bir annenin çocuğunu öperken ki şefkati de. Yağmurda yürüdüğünde toprak kokusunu solurken de kapanır o gözler, yeni bitirdiğin bir kitabı göğsüne bastırırken de yada huzuru bulduğun kolların arasında arsızca kahkahalar attığında da...

Mahi ve Yıldırım temsili diyebilir miyiz?
Diyelim ya aşk olsun, sevgi olsun.
Gidişat hakkında yorum yapmayı unutmayın. Herkes tarafını seçtiyse ufaktan saflarımızı belli edelim.
Tekrar söylüyorum, olayları gördükçe tarafınızı bırakamazsınız, oyun bozanlık yok.😈
Savaş kapıda.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |