
"İkimiz de geçmişi değiştiremeyiz. Olanları, kimi sevdiğimizi, yaptıklarımızı geri alamayız. Tıpkı şimdiki durumumuzu değiştiremediğimiz gibi. Bence hayat eski ve yeni anılardan oluşan komik bir şey. Bazen yan yana olan kareler birbirine uymuyor ama ortaya çıkan şeye bir bütün olarak bakıldığında bir şekilde hepsi birbirini tamamlıyor."
- Sarah JIO

Güneş'ten;
Bana aşk nedir diye sorsalar, cevabını bilmem derim. Aşkın cevabını bilmem ama sevginin ne olduğunu bilirim derim.
Bir çift kara gözde, bir çift elde, bir kavruk tende bile benim sevgimi görebilirsiniz derim. Bakmak değil görmek gerekir benim sevgimi derim.
Aşkın ne olduğunu bilmem ama şimdi göğsüme uzanmış saçlarını sevdiğim adamın kirpiğinin her teline bakışımda sevdamı görebilirsiniz.
Onu sevmek beni daha iyi bir insan yapıyor. Hiçbir şey yapmıyor ama öylece durması bile yetiyor, varlığı benim güç kaynağım. Kendime soruyorum bu adama bu kadar ne zaman kapıldın diye, bir cevabım yok. Ya ne zaman canından çok sever oldun? O her zaman benim canımın ta kendisiydi.
Benim sıradan bir hayatım hiç olmadı biz bu iş için eğitildik. Beni buldular ve aldılar, bu iş için eğitmeye karar vermişlerdi. Şimdi uzandığım, sevgilimle zamanımın çoğunu geçirdiğim yatak bile görevim için. Bir ajan olsam ne kadar havalı olurdu ama değildim. Biz kimsenin bilmediği savaşçılardık. Asker değildik, örgüt hiç değildik. Doğruyu yapmaya çalışan basit bir gruptuk.
Kendimizi, insanları aramızdaki savaştan korumaya çalışan tarafta konumlandırıyorduk sadece ya da öyle yapan birkaç kişiden biriydim.
Küçükken hiç istemezdim bu dünyanın içinde bulunmak. Güçlerim de yoktu ki benim. Ne benim ne Damon'un. Sadece bu dünyanın içine doğmuştuk, biz tercih etmemiştik.
Yıldırım, Mahi’ye anlatırken duyduğumda, çocukları ailelerinden koparmıyorlar dediğinde ne şaşırmıştım. Onu koparmamışlardı sanırım ama beni ailemden alırken hiç acımamışlardı.
Kendilerini iyi olduklarına ikna etmiş, insanlar için savaştığını sanan kişiler oturmuş çocukların geleceğine karar veriyordu. Ben ise hepsini dağıtmak istiyordum. Küçüklükten beri beni aralarında bulundurduklarından tahmin edebiliyordum ki taşları önce ele geçiren artık kötü taraf olacaktı. Bu yüzden hepsini yok etmek istiyordum.
Taşlara ulaşmanın en kolay yolu da Yıldırım'ın yanında bulunmaktı. Bu yüzden burada bulunmayı kabul etmemiş miydim yıllar önce? Şu ana kadar tek yaptığımız izlemekti. Ben bile neyi izlediğimizi çoğu zaman bilmezken izliyorduk onu. Sanırım doğru bir karar vermiştim çünkü Yıldırım, ona ulaştığı an taşlardan birinin iki parçasına ulaşmış olmamız bunu kanıtlıyordu. Ona, yani Mahi’ye...
Damon'da bu göreve benimle gelebilmek için çok uğraşmıştı. Bizi ailelerimizden ayırıp olası bir savaş için eğitmeye başladıkları yerde tanışmıştım onunla. Küçücük yaşımızda birbirimizi, onlar bizi dövüş eğitimlerinde ölesiye eğitirken koruyorduk. Hatırlıyorum da bir keresinde karşı karşıya gelmiştik de etrafımızdaki hocalar bizi saldırı için zorlarken Damon gelip yanağımı severek kıyamayacağını söylediği için iki gün aç bırakmışlardı. Ona yemekhaneden gizli gizli ekmek götürmeye çalıştığımı fark ettiklerinde de beni döverek odama kilitlemişlerdi. Kendi yaralarımın acısına değil de onun aç kalmasına ağlamıştım saatlerce.
İşte bu yüzden güvenmiyordum onlara. Bir çocuğa acımayanlar, Tanrı'nın dilek hakkını ele geçirince sanmıyordum ki herkesin iyiliği için kullansınlar.
Bu savaşta bir tarafta saf tutsak da, halının altına süpürülmüş o kadar çöp vardı ki sonunda kimin öleceği belli olmayan bir rus ruleti gibiydi ve herkes silahını sanki hiç kurşun kendisine denk gelmezmiş gibi bir cesaretle kafasına dayıyordu.
Lakin ben o kadar cesur değildim. En azından kendime karşı değildim. Bu yüzden cebimde kozlarımı bulundurmak zorundaydım. Bir gün Damon ile arkamıza bakmadan çekip gittiğimizde kendimize ait küçük yaşantımızda güvenle yaşayabilmek için, en çok da onun için cesurmuş gibi davranıyordum.
Bu birkaç yılın bana kazandırdığı iki dostum, Aysu ve Yıldırım'ı ne kadar sevsem de Damon'a olan sevgim ağır basıyordu. Çünkü onu bambaşka bir yerden seviyordum. Onu ruhum seviyordu. Böyle düşündüğümde bencillik etme, demekten kendimi alıkoyamıyordum ancak oturup düşündüğümde birini seç deseler cevabımın çok net olduğunu da biliyordum.
Bu yüzden ona aşık değilim ben, onu bir anlık sevmiyorum ki, aşk bir anda olur. Bir anda sevmeye başlamadım ben; Gözlerini görüp büyülenmedim, uzaktan görüp arzulamadım. Yanağımı seven, bana kıyamayan, geceleri korktuğumda başımda bekleyen küçük çocuk halinden bu günlere gelene kadar yavaş yavaş sevdim. Ben onu cılız küçük bir çocukken de seviyordum, şu an ki halimle de. Şayet ölüyor olsam son nefesimde de seveceğim. Bir anlık değil hep seveceğim.
Bunu her düşündüğümde yaptığım gibi yine kendi kendime mırıldanıyor, zihnime not etmeye çalışıyordum. Yeni sözler veriyordum kendime.
''Sakın unutma son nefesinde adı dudaklarında olacak.''
''Benim güzelim ne sözler veriyormuş yine kendi kendine?'' Beni benden bile daha iyi tanıyordu.
Göğsümdeki ağırlık kalkınca başını kaldırdığını anladım ve konuşmasıyla gözlerim kapalıyken dudaklarımda bir gülümseme peyda oldu. Boynuma kondurduğu öpücükle keyifli mırıltılar çıkartırken ellerimi saçlarının arasından boynuna sararak öpücüklerine kendimi teslim ettim.
Mahi’ den;
Saatler gece yarısını çoktan geçmişti ama biz Yıldırım ile bu kütüphaneden bir an olsun çıkmamıştık. Bana verdiği sözleri tutmak ve güvenimi kazanmak için çabaladığını görebiliyordum lakin diğer taraftan çok daha farklı gördüklerim de vardı. Mesela biliyordum ki bana yalan söylüyordu, birçok şeyi saklıyordu, bir soğuk bir sıcak davranıyor, derinlere inmeden her olayı yüzeysel bırakıyordu. Kendi başıma çözmem gereken çok fazla gizem birikiyordu ve bu gizemlerin sayısı onun yanında olduğum her an artıyordu. Onun yanında olsam da olmasam da.
Mesela bu kütüphaneyi bana göstermesi onun açısından ne kadar doğru bir karar tartışılır olsa da, benim açımdan şahaneydi. Sınırsız bilgi kaynağımı bulmuş ve bırakmaya hiç de niyetim yoktu.
Aramızdaki zamansız çekimin kıvılcımlarını iliklerimde hissettiğim ve onun da hissettiğine emin olduğum samimi dansımızdan sonra oturmuş sırtımızı yasladığımız duvarda sükûnet içinde dinlediğimiz birkaç şarkıdan sonra Yıldırım kalkarak uzun bir süre kitapların arasında kaybolmuş ve bulduklarını masaya üst üste dizerek başını bir daha kitaplardan kaldırmadan sanki ben burada yokmuşum gibi hiç konuşmayarak ciddiyetle kitapları incelemeye başlamıştı.
Bense bıraktığı yerde uzun bir süre oturduktan sonra uykumun gelmeye başladığı hissederek ayaklandığım zaman tek uykusu gelenin kendim olmadığını masaya kafasını yaslamış rahatsız bir biçimde uyuyan Yıldırım'dan anlamıştım. Kolunun teki masada dururken diğerini bacaklarının üzerine bırakmış, uykunun derinliklerinde gezinirken hareketsiz bir manken gibi duruyordu. Yüzünde hiçbir mimiğinin hareket etmese de ciddiyet hakimdi. Saçları başını yasladığı masadaki elinin üstüne doğru dökülürken, bazı zamanlarda serseri bir havayla dağılan saçlarının şu an nasıl bu kadar masum durduğunu bir süre düşündüm. Odanın girişine bıraktığı ceketini alarak hafifçe omuzlarına bırakarak odadan çıkmak için hareketlendim.
Az önce girdiğim yerden ileriye doğru elimi uzattığımda kapının açık olduğunu anladım ve gereksiz bir dikkatle bacaklarımı abartılı şekillerde hareket ettirerek aynanın içinden geçtim. Koridora çıktıktan sonra avucumu aynaya yapıştırdığımda orada kaldı. Hatta üzerinde el izim çıktı. Anlamıştım ki sınırsız bilgi kaynağım dediğim bu yere girebilmem de Yıldırım sayesinde olacaktı.
Evin içerisinden hiç ses gelmiyordu. Loş ışıklandırmalı koridordan ilerlerken odasının kapısı aralık olan ve birbirine sarılmış Damon ve Güneş; büyük ihtimalle kapısı kapalı olduğu için tahminle yetinebildiğim Aysu da uyuyordu.
Onları izlemeye bir son verip salonda bıraktığım kabanımın cebinden çıkardığım sigaramı elime alarak bana ayrılan odaya dönmek için koridora tekrar girdiğimde dikkatimi çeken şey Yıldırım’ ın odasının kapısının yanından sarkan bir ip oldu. Kapının önüne doğru ilerlediğimde ipin kaynağının tavan olduğunu fark ettim. Büyük ihtimalle çatıya çıkan merdivenlerin ipi sarkıyordu. Bu kadar korumanın bulunduğu bir evde çatıdan böylesine basit bir giriş olması ihtimali beni şaşırttığı için sarkan ipe elimi uzattım.
İnce halatı kendime çekmeye çalışırken biraz güç uygulamam gerekmişti ve avuç içlerimi acıtmıştı. Bir süre uğraştıktan sonra düşüncelerimi kanıtlar şekilde karşıma inen ahşap merdivenlerle bakışlarımı etrafta gezdirdiğimde aynı sessizlik devam ediyordu. Tırmanmak için iki yandan ellerimi sardım ve adımlarımı yukarıya doğru atmaya başladım.
Az sonra kapağı kaldırdığımda direk gökyüzünü gördüm ve soğuk havanın yüzümü yalayıp geçişini hissettim. Son adımımı da atarak çıktığım düz zeminde gözlerimi gezdirdim. Güneş gece arkasını dönmüş ay yerini almışken rüzgar şiddetini arttırmış saçlarım ve kıyafetlerim uçuşuyordu. Sokak lambalarının titrek ışıkları burayı da aydınlatırken şehre bu gece bakmak hoşuma gitti. Kenara yaklaşarak denizi gören tarafa soğuk havaya aldırmadan oturdum ve gözlerimi kapatarak bir süre rüzgarı vücudumda hissettim. Az sonra ellerimi siper ederek yaktığım sigaramı içime çekerken, bu gecede sigaram ve ben baş başa kalmıştık. Gece ise yalnızlığını benim yalnızlığımla yarıştırıyordu.
Gecelerin karanlığı her şeyin üstünü örterken belki de ayın bu kadar parlak olması yalnız kalmamak için inatlaşmasındandı. Güneşin varlığına ihtiyaç duyan ay ondan aldığı güçle bu kadar parlayıp ben buradayım deyip sesini çıkartıyordu. Peki ben kimden güç alıyordum?
Eminim ki şu an parlamanın ucundan bile geçmiyordum. Beni görünmez yapmayan şey ise beni ayakta tutmaya çalışan bacaklarımdı. Defne'yi gördüğümde kucaklamak için koşacağım günler için beni ayakta tutmaya çalışıyorlardı. Arkamda hiçbir zaman olmayan dağıma doğru yıkılacaktım yoksa. İnsanın kendine yaslanması safsatası dimdik durduğunda anlamlıydı. Düşerken kendimi tutamazdım, yıkılırken kendime yaslanamazdım, eğer ki bu dünyada bir yere yaslanamazsan tamamen görünmez olmaya mahkumdun. Öyle ya seni hatırlayan son kişi öldüğünde hiç doğmamış olmayacak mıydık?
Günlük koşturmacalar ve bu karşılaştığım çılgınlıklar içinde çırpınırken çoğu zaman hatırlamıyordum. Daha doğrusu hatırlamamaya çalışıyordum, Defne'yi; kardeşimin yanımda olmayışını. Öyle ya kimsenin umurunda da değildi açıkçası. Zihninin köşelerinden fırlayan ince düşünceler sadece senin içinde yankılanıyordu ve herkes kendi yankılarıyla uğraşıyordu. Sense bu yankıları ya devamlı duyup mahkum oluyordun ya da duymazdan gelip çözüm yolları arıyordun. Ben bu iki yolun arkasında sıkışmışken, yalan yok bu saçmalıkların içinde Defne'nin yokluğu zihnimde yankılanırken duymazdan geliyordum. Çünkü duyarsam dağılırdım, dağılmamaya çalışıyordum ki ayaklarımın dik durma sebepleri boşa gitmesin. Ona sarılmayı bekleyen kollarım hayal kırıklığına uğramasın.
Çoğunu rüzgarla paylaştığım sigaram bitti, köşedeki zeminde rastgele ezerek söndürdüğümde yanımda bir hareketlilik hissettim. Her zamankinden farklı görüntüsünün altında buraya doğru gelen bir Aysu vardı karşımda. Ayağı ile bütün olduğunu düşündüğüm topuklularının yerinde yeller esiyor. Saçları açık ve karışık şekilde makyajsız çilli suratına dökülüyordu. Yavaşça bana yaklaşarak o da hiç konuşmadan yanıma oturdu ve karşıya bakmaya başladı. Ayaklarımızı boşluğa uzatmış karşıyı izlerken ikimizde sorgulamadan sessizliğimizi koruyorduk. Gözlerini bana çevirdiğinde ben de ona doğru çevirdim. Yeşil gözleri geceden nasibini almış daha karanlık gözüküyordu. Söze girmeyeceğini anladığımda konuşmamızı ben başlattım.
''Benden nefret ettiğini sanıyordum.''
Yüzünde hafif alaycı bir gülüş oluştu ama bu diğerleri gibi buram buram sahte kokmuyordu, gerçek samimi bir gülüştü. İnce dudakları bir yana doğru kıvrıldığında elmacık kemiğinin hemen üstünde oluşan ince gamzeden anladım.
''Senden nefret etmiyorum Mahi.”
“Çok öyle davranmayınca başka bir şey düşünemedim.”
“Senden nefret etmiyorum, seni anlayamıyorum. Bu saçmalıkların içinden çıkmak için her şeyimi verirdim.'' dedikten sonra elini aşağıdaki sokağa doğru uzatarak zarifçe parmaklarını sallamasıyla yerden hareketlenerek kalkan birkaç yapraktan sonra elini kendine sardığında yapraklar yavaşça yere döküldü. ''Üstelik kendi varlığım bir saçmalıkken.''
''Senin de tüm bunlara saçmalık dediğini duymak rahatlattı. Kendimi size alttan alttan hakaret ediyor gibi hissediyordum.''
''Sanki açıktan yapmazmışsın gibi.'' dediğinde küçük gülüşüm gecede yankılanırken o da bana eşlik etti. Bir süre daha sessizce oturmaya devam ettikten sonra sözü devraldı.
''Senin yerinde olmak isterdim.'' Ona tek kaşımı kaldırarak baktığımda ''Ciddiyim'' diyerek devam etti.
''Hiç önemli değil bana ne olduğu, neler hissettiğim. Kardeşin yanında olmasa bile şükretmelisin tamamen sıradan bir aile olduğunuz için. Bunun için her şeyimi verirdim.'' Sesindeki ince arzu ile söylediklerine belki de şaşırmam gerektirdi ama bu gece irdelemedim. Diğer her şeye yaptığım gibi...
''Hayatımda neler olup bittiğini bilemezsin, yerimde olsan belki de çok pişman olurdun bunları söylediğine.''
''Belki olurdum, belki de hiç olmazdım. Bilemeyiz, ben asla bir sıradan olamam sen de asla bir büyücü; birbirimizin yerine geçmemiz imkansız.'' dedikten sonra arkasına yaslanarak yere uzandı. Sanırım soğuğun beni etkilemediği gibi onun da aklına üşüdüğü gelmeyecek kadar zihni düşüncelerle doluydu. Gerçekten gizemli bir karakterdi ve onu tam anlamıyla çözemeyeceğimi bu gece anlamıştım.
Sorgulamadan ben de onun gibi yere uzandığımda saçlarım zemine dağıldı. Onun aksine hiç zarif ve kontrollü değildim o ise uzanırken saçlarının her telini bile düzenlemiş kontrolü bir an olsun elinden bırakmıyordu.
Onunla yan yana uzanarak lakin birbirimizin varlığını görmezden gelerek bir süre bu koca şehrin aydınlatmalarının izin verdiği kadarıyla, gözlerimizin seçebildiği kadarıyla yıldızları izledik. Tamamen zıt olduğu her halinden belli olan karakterlerimiz yan yana yerde uzanmışken belki de yukarıdan çok komik bir görüntü sergiliyorduk. Hissediyordum ki bu üç beş cümleyi geçmeyen diyaloğumuz aramızda bir şeylerin başlangıcını oluşturacaktı.
Bir süre sonra sözsüz anlaşmamıza uyarak merdivenlerden inerek odalarımıza dağılmıştık. Bana verilen odaya girdiğimde yatağa uzanarak tavanı izlemeye başladım. Defne ile olan anılarımızdan birisi zihnimi doldururken gözlerimi yavaşça kapatarak kendimi anıların içerisine bıraktım.
Yürüken çıplak ayaklarıma bakıyordum. Yaşıma göre bakıldığında kemiklerimin sayılabileceği kadar cılız olan bedenimde kalan son gücü de ayaklarıma veriyordum ki batan cam ve taş parçalarına rağmen beni taşımayı sürdürebilsinler. Beni taşımayı sürdürebilsinler ki ben de kucağımda sıkı sıkı tuttuğum küçük bedeni taşımayı sürdürebileyim. Beni taşımayı sürdürebilsinler ki kendi geleceğime umutla bakmazken onun bir geleceği olacağını hayal edebileyim. Zaten arkamda bırakıp kaçtıklarımın hepsi de onun için değil miydi? O büyürken ben de onunla birlikte büyümeyecek miydim?
Aklıma gelen anı en gelmemesi gereken aynı zamanda en unutamadığım acı bir hatıraydı. Tozlu raflarda kalan günlerden biriydi. Geride kaldı, geride kaldı kalmasına ama bugünüm de çok neşeli değil, başka bir acının pençesinde.
Aklıma gelen bu anı ile gözyaşlarım yanaklarımdan süzülmeye başladı. Defne için ağladığım diğer geceler gibi.
Varlığını unuttuğum telefonum gece yarısı titremeye başlarken tek dileğim kötü bir haber olmamasıydı. Emre arıyordu. Telefonu kulağıma yaslayarak yanıtlamam ve telefonu kulağımdan uzaklaştırmam bir oldu; bağırması dışarıdan duyulabilecek kadar yüksekti.
''Kızımm, ner'desin sen! Gece bizi bırakıp kaçmışsın Tonton sultanımın evinden. Hayır neler olup bittiğini anlatmamana bir şey demedik diye tepemize çıktın ama bu kadar da hayatının dışında tutma be! Ayıp! AYIP!'' hızlı şekilde konuşmasından sonra sustuğunu anlayınca telefonu tekrar kulağıma yasladım. ''Bitti mi?'' sorum onu biraz daha sinirlendirmiş, ''Mahii!'' diyerek adımı çığırmıştı.
Onunla uğraşmayı seviyordum, çabuk sinirlenen yufka yüreğini bildiğim için her zaman sınırlarını zorluyor bana kıyamadığını hissedince mutlu oluyordum. Onun araması duygu durumumu hemen değiştirmiş yüzüme bir gülümseme kondurmuştu. Yanımda o olmasa tamamen yalnız kalırdım. Varlığı bir şekilde; ki bu telefondan kulak tırmalayıcı sesini duymak olsa bile, beni rahatlatıyordu.
''Beni çok kırdın, kalbim paramparça. Daha da toplayamazsın, 502 bile tutmaz ki.'' Söylediklerine attığım küçük kahkaha ile alınmış sesini daha da arttırmıştı.
''Tamam tamam ağlama neredesin sen?''
''Gece gece ne yapacaksın ki nerede olduğumu''
''Sen gece demeden aradın ya, ben de gece demeden yanına geleceğim.''
''Ay, gel hadi Tonton'umun evine gidiyorum. Orada buluşuruz öpüldünn.'' Çat diye yüzüme kapatmıştı.
Yüzüme kapanan telefona bir süre baktıktan sonra başımı iki yana sallayarak ben de evden çıktım. Neyse ki Tonton Hanım bizim bu hallerimize alışmıştı.
Nereye gideceğimi bilmediğim yollarda dolaşırken kucağımda Defne ağladıkça ben de onunla ağlamamak için kendimi zor tutuyordum. Bir süre daha ilerledikten sonra annemin mezarına gelmiştim. Kucağımdaki küçük beden ağlamaktan morarırken ne yapacağımı şaşırmış mezarlığın girişindeki kaldırıma oturmuştum. Kucağımda sallamak, elimde olan tek şey su dolu biberondu ve onu içirmeye çalışmak Defne'yi susturmamıştı. Belki de süt istiyordu ama tek suyum vardı, süt alacak param da yoktu başka herhangi bir şeyim de.
Camlardan bakan insanlarbeni sadece ayıplıyorlardı. Cıklama seslerini duyduğum kadınlar ve adamların içlerinde insanlığın bittiğini düşünüyordum. Vicdanlari yok olmuştu. Ayaklarımda ayakkabı olmaması ve sızan kanları, bir bebeğe süt yerine su içirmeye çalışmamı ve birlikte ağlayışımızı sorgulamadan yargılıyorlar, sadece kınıyorlardı.
O gün anlamıştım ki ne yaparsam yapayım insanların önyargılarını yıkamazdım, kalbi kararmışların kalbinde tekrar çiçek açtıramaz, susturulmuş vicdanın sesini ne yaparsam duyuramazdım.
Yağmur atıştırmaya başladığında beni soğuktan koruyan tek kat hırkamı da çıkartarak Defne'yi sarmaladığımda oradan uzaklaşmaya başlamıştık. Yeni doğum yapmasına rağmen acımasızca yediği dayaktan ölen annemin mezarını arkamda bırakıyordum, artık sadece anılarımda yaşayan annemin.
Hiç bilmediğim sokaklarda yürüdüğüm uzun saatlerin sonunda gelecekte evim diyeceğim yer olduğunu bilmediğim sokağa girdim. Yağmurdan ıslanmış saçlarım, kucağımda küçücük bir bebek ve çıplak ayaklarımla çıkıntılı arnavut kaldırımında ilerliyordum. Karşıan gelen kadın orta yaşına rağmen ağarmış saçları, eteğindeki toprak lekeleri ile dik tutmaya çalıştığı omuzlarıyla bana dpğru yürüyordu. Az sonra ortada karşılaştığımızda anne şefkati ile baktı bana. Karşımda durdu, dizlerinin üstüne eğildi.
Belki de karşıdan gprmüştü dışarıdan bile belli olan kimsesizliğimizi, belki de bebeğin ağlayışına dayanamamıştı ya da sadece iyi niyetliydi. Niyetinin ne olduğu önemsiz bu Tonton Hanım'dı, kalbi saf sevgi ile dolu olan Tonton Hanım. Bize anne sevgisini veren ama ona hanım demekten daha ileriye cesaret edip de gidemediğim kadın.
Kızını, damadını ve yeni doğmuş torununu aynı kazada kaybettikten sonra bize de aile olan kadın. Yıllarca yanımızda duran emeklerinin karşılığını ödeyemeyeceğim kadındı. O gün Defne'nin karnını doyurduğu sütün tek damlasının karşılığını bile ödeyemezdim. Hiçlikten sonra herkes oluşunun hakkını ödeyemezdim. Benim, Defne'nin ve tıpkı bizim gibi Emre'nin de...
Yollarda yavaş yavaş yürüyerek ulaştığım evime uzaktan baktığımda yüzümde beliren küçük gülümseyemeye engel olamadım. Elimden gelse Tonton Hanım'ı saraylarda yaşatırdım. Dışardan çok çirkin olan bu binanın içi sıcacıktı çünkü kalbimden bir parça şimdi camının önünde oturmuş gecenin bir yarısı olsa da gelmemizi dört gözle bekleyen kadına aitti. Beni fark edince önündeki demir korkuluklardan tekine elini sararak öne doğru uzandı ve içeriye doğru bir şeyler söyleyerek tekrar bana döndü ve güzel gülümsemesi ile el salladı.
Onu görünce gözüken otuz iki dişimle mutluluk dört bir yanımı sarmıştı. Ben ona bakarken ve o bana el sallarken o saniyelerde yanımda o belirdi. Emre evin kapısından çıkarken ve yanıma doğru ilerlerken ben başımı yanımda boyu benden kısa varlığa çevirdim. Göz göze geldiğimiz an Emre yanıma yaklaşmaya devam ederken Tonton Hanım'a beni şikayet ediyordu. O anları silik bir görüntü gibi yaşarken ve Tonton'um Emre'nin söylediklerine kahkahalarla gülerken, yanımdaki varlık kendini belli edercesine elini uzatarak Tonton Hanım'ı işaret etti. Emre de gülerek bana yaklaşırken ve benim sesim hiç çıkmazken garip olan bunca zaman çığlık atan yaratığın da çıkmıyordu ve sessizce ortadan kayboldu.
Emre bir adım daha yaklaştı, Tonton'um eli göğsünde şen kahkahalar atmaya devam etti; bir kahkahası yankılandı, ben bakışlarımı kaybolan o şeyden kaldırdım. Her şey aynı anda olurken çığlığının sessizliği kulaklarımı uğuldatırken patlama sesi kulaklarımı sağır etti. Emre öne doğru savrulurken, kahkaha sesleri bir anda kesildi, yerini patlamanın getirdiği seslere bıraktı. Ben olduğum yerde dikilirken ve Emre yerde uzanırken ve yıkılan evimizden toz bulutları gökyüzüne yükselirken hareketlerim donmuştu. Evimizin yokuşunun başında hareketlenen aracı gördüm, aracın arka camından bana bakan adamı gördüm, adamın dudaklarında yer edinmiş gülümsemeyi gördüm, camını kaldırarak ilerleyen aracı gördüm ve dizlerimin üstünde yere çöktüm. Dudaklarımdan firar eden acı bir çığlık gecede kayboldu. Dizlerimin üstündeyken karşımda bir başkası için yıkıntı halini alan beton parçaları benim yıkımımdı, yıkılışımdı.
Öyle garip bir dünya, ''Düşmem'' der düşersin; ''Şaşmam'' der şaşarsın, En garibi de budur ya ''Öldüm'' der, yine de ''yaşarsın''.
Fitil ateşlendi diyebilir miyiz? İlk hamleyi gördük, savaş başlasın, sahne sizin! 💣
Güneş ve Damon çok tatlı değiller mi ya? Büyülü bir aşkı kendileri fısıldıyolar sanki kulağıma. İçim çicekleniyo onları yazarken. Siz nasıl buldunuz bu çifti?
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |