
Şükür kavuşturana, merhaba :) İyi okumalarrr <3
Görsel: Sehanine
Eamon sonsuz ömrünün tükettiği yüzyılları boyunca daha ölümcül, daha affedilemez bir hata yapmamıştı.
Şatonun sınırlarından çıktıklarından beri Morrigan'ın yapmak istediği ilk şeyin abisini görmek, onun iyi olduğunu bizzat kontrol etmek olduğunu biliyordu. Buna ihtiyacı olduğunun farkındaydı ve ona bunu sağlamayı dilemişti.. Edric'in bilinçsizliğine tam güvenmese ve Morrigan'ı uyarsa da iki kardeşe birkaç saniye için alan tanımak istemiş, yanlarından yalnızca birkaç adım uzaklaşmıştı.
Sadece birkaç adım uzakta, ağaç kovuğunun hemen dışında bekliyordu. Kesinlikle temkinli ve tetikteydi, her hareketlerini izliyordu. Herhangi bir aksilik çıkmasına, Morrigan'ın zarar görmesine asla izin vermeyezdi.
Ancak her şey bir anda olmuştu. Öyle ki Eamon'ın hareket edecek, Morrigan'ın yanına koşacak birkaç saniyesi bile olmadı.
Diğerleriyle birlikte Morrigan'ı beklerken aniden Edric'ten hiddet ve katıksız bir güçle taşan o koyu, tekinsiz karanlık duvarı ikisini de görüş alanından çıkararak onlardan ayırmış ve Morrigan'ı hapsetmişti.
İhmalinin bedelinin ne olabileceğine dair tüm korkunç ihtimaller, onun karanlık tarafından yutulup sessiz bir kozaya gömülüşünü izlerken gözlerinin önünden akıp giderken korku ve panik bir sis perdesi gibi içinde yayılmaya başladı.
Onu koruyamamıştı.
Eamon içinde büyüyen o korku ve tedirginliği zar zor bir kenara iterek Morrigan'ı ondan ayıran o buz gibi karanlık duvarına dayandı ve umutsuzca içeriyi duymaya, neler olduğunu anlamaya çabaladı.
Tüm gücüyle duvarı yumruklarken tekrar tekrar "Morrigan! İyi misin? Beni duyuyor musun? Prenses!" diye seslendi. Tekrar tekrar, gitgide daha çok bağırarak...
Envy'nin bir ağacın arkasından -belli ki o ana kadar onları izliyor ve ayak altında durmamaya çalışıyordu- "O şey de nedir? Majesteleri nerede?" diye fısıldayarak sorduğu soruya kimse cevap vermedi.
Eamon'ın çağrısına yanıt olarak hiçbir şey yoktu. İçeriden hiçbir ses duyulmuyordu, belli ki kendi sesi de Morrigan'a ulaşmıyordu. Kalp atışları ve soluk alıp verişi hızlanırken duvarı daha sert yumruklamaya, tekmelemeye başladı.
Hiçbir şey olmuyordu. Yüzyıllardır bilediği ölümsüz bedeninin kaslarındaki her güç kırıntısını harcasa da bu kahrolası şeyi aşıp ona ulaşamıyordu.
Omzunda bir el hissettiğinde ne yapacağını bilemez bir halde hızla soluyarak döndü, harcadığı gücün kanıtı olan ter damlacıkları şakaklarından süzülerek yakasını ıslatmaya başlamıştı bile.
"Dur, oğlum. O, Malekith'in karanlık zindanlarının duvarlarıyla aynı büyüdendir. İstesen de yıkamazsın, hiçbirimiz yapamayız." Odhran çaresiz bir ifadeyle gözlerinin ta derinliklerine bakıp başını yavaşça iki yana salladı.
Envy'nin kırık fısıltısı bir kez daha kulaklarına çalındı, bu sefer korku dolu bir şekilde "Tanrım, sen onu koru..." diyordu. Tanrım, sen onu koru... Bu yakarış, elinin kolunun ne derece bağlı olduğunu ve artık Morrigan'a yardım edebilecek olanın yalnızca tanrılar olduğunu suratına bir tokat gibi çarpmıştı.
Eamon hışımla omzunu silkerek ustasının elinden kurtuldu. İçinde çağlayan kabullenemeyiş, korku ve pişmanlık birbirine karışıp bir kükreme halinde boğazını yırtarak bedeninden taşarken yakınlardaki kuşların kaçışmasına sebep oldu.
Hayır. Hayır, burada öylece durup bekleyemezdi. Morrigan'ın ona, yanında olmasına ihtiyacı vardı ve bunu hissedebiliyordu. Korkusunu ve çaresizliğini kalbinin derinliklerinde hissedebiliyordu...
Bir kez daha havaya kaldırdığı yumruğu bu sefer hiddetli alevlerin kuşatması altındaydı. Karanlık duvara tüm gücüyle bir darbe daha indirdiğinde turuncu kıvılcımlar kör edici bir parlamayla dört bir yana yayıldı.
Duyulabilen tek çatırtı duvardan değil, işaret ve orta parmaklarının eklemlerinden geldi. Sızlayan parmaklarını umursamadan yumruğunu tekrar indirse de hiçbir şey olmadı.
Uğursuz hisler gitgide yoğunlaşıp damarlarındaki kanın akmasını zorlaştırıyordu sanki. Morrigan'ın hisleri ve kendi hisleri içinde birbirine karışmış, kalbinin her atışıyla vücuduna bir elektrik akımı gibi yayılıyor ve ruhunu dövüyordu.
Eamon bir an için alnını o iğrenç duvara yaslayarak nefeslerini düzenlemeye çalıştı. Soğuk, taş gibi bir yapısı vardı ve teninin ona temas eden kısmı karıncalanıyordu. Özü bozuk, bu dünyada var olmaması gereken garip bir şeyden yapılmıştı ve tüm benliğine hücum eden bir tiksinti uyandırıyordu.
Zindanlarda Edric'in halini görmüştü. Yapabileceklerini ve gücünü çok iyi anlamıştı. O zincirlerden kurtulması işten bile değildi ve gözü kardeşini görecek bir durumda olmayacaktı.
Morrigan'ı bir şekilde oradan hemen çıkarmalıydı. Bir yolu olmak zorundaydı...
Birkaç adım gerisinde duran Riona "Bunun bir faydası yok, Eamon. Belki Fearghal..." diye söze başlamıştı ancak cümlesini tamamlamaya fırsatı olmadı. Bedenini sarmalayan parıltıyı gördüğünde sustu ve bir küfrederek geri çekildi.
Eamon büyünün kanını kaynatarak damarlarında dolaştığını ve kemiklerini kavurup kırarak yeniden şekillendirdiğini hissederken onu hayal meyal duymuştu.
Bilinçli bir değişim değildi bu geçirdiği, içgüdüleri kontrolü ele geçirmiş ve bu bedene sığamaz olmuşlardı. İri pençesiyle toprağı döverken dişlerini göstererek Riona'ya hırladı.
"İyi öyleyse, bildiğin gibi yap seni inatçı köpek." Kız kardeşi kollarını bağlayarak duvardan ve ondan uzaklaşmakla yetinmişti. Eamon, Odhran'a dönerek sertçe havladı.
Yardımını istiyordu ve onu yetiştiren komutanın sesindeki o çaresiz tonu yakalayacağından emindi. Acıyan, endişeli gri gözler kısa bir an kendi kurt gözlerine kenetlendiğinde ustasının onu gereğinden fazla iyi anladığını da biliyordu.
Odhran'ın amansız bıçakları birer birer çevresinde yükselirken komutan elinin tek bir hareketiyle onları duvara yönlendirdi. Büyük bir hızla uçuşan metaller duvara çarpıp metalik, çirkin bir cızırtı sesi çıkardı.
Güzel, ölümcül bıçakların her biri saplanamadan toprağın üzerine düşmüştü. Bu, daha önce hiç şahit olmadığı bir şeydi. Eamon o çeliğin kesemediği hiçbir şeyle karşılaşmamıştı. Hiddet omurgasından aşağı kayarak bedeninin umutsuzluğun ritmiyle titremesine neden oldu.
Eamon kadim komutanın bir küfür eşliğinde oflamasını neredeyse duyamayacaktı. Kalp atışları kulaklarında uğulduyor, düşünmesini imkânsız kılıyordu. Çaresizliğini bir haykırışla kusmak ve birinin bir şey yapması gerektiğini söylemek istiyordu. Başını geri atarak öfkeyle, endişeyle uludu.
Sesi geniş ormanda yankılanıp yaprak hışırtılarına karışarak yeniden kendi kulaklarına doldu.
Ağaçtan birkaç metre uzaklaştıktan sonra karşısındaki yılmaz, koyu renkli bir kristal gibi görünen duvara baktı. Ve sonra şimdiye kadarki tüm koşularından daha hızlı bir şekilde, adeta bir yıldırım gibi karanlık duvara koşarak iri bedeninin tüm cüssesiyle duvara vurdu.
Hiçbir değişiklik yoktu. Morrigan hala orada mahsurdu ve Eamon hiçbir şey yapamıyordu. Onu, eşini gerektiği şekilde koruyamadığı gibi kurtarabilecek kadar güçlü de değildi.
Panik içindeki zihninde beliren tüm seçenekleri denemiş, yine de başarılı olamamıştı. Elinden bir şey gelmiyordu ve kafasının içinde tekrar tekrar tek bir cümle yankılanıyordu: Morrigan'ı hayal kırıklığına uğratmıştı.
Düşünceleri kendisine işkence ederken bilinçsizce yeniden geriye doğru birkaç adım attı. Son bir kez daha deneyecekti, denemek zorundaydı.
Tam koşmaya başlamış ve hedefine yaklaşmıştı ki karnına saplanan keskin, korkunç bir acıyla tökezledi ve ani kan kaybının etkisiyle hissizleşmeye başlayan ayakları birbirine dolandı.
Ne olduğunu kendisi de dahil hiç kimsenin bilmediği o birkaç saniye geçtikten sonra Eamon nihayet anladı: Morrigan ciddi bir şekilde yaralanmıştı. Eş bağı ruhları gibi bedenlerini de geri dönülemez bir şekilde birbirine bağladığından kendisi de o yarayı ve acıyı taşıyordu.
Aldığı yaranın etkisiyle bedeni yeniden fey bedenine dönüşürken Eamon homurdanarak bilincini korumaya çabaladı. Dizlerinin üzerine düşüp yere yığılırken Riona'nın bağırışları ve Odhran'ın ismini tekrarlayan sesini sanki suyun altından dinliyor gibiydi.
Kararmaya başlayan gözleri, biraz ötedeki ulu ağacın gövdesini bulduğunda kalan son gücüyle titreyen parmaklarıyla ağaca doğru uzandı. Tıpkı parmakları gibi şimdi ufak bir kibritin alevi gibi içinde yanmaya çalışan büyüsü de titreşiyor, sönmemek için çabalıyordu.
Gözleri kararıp tamamen bilinçsizliğe teslim olmadan önce son gördüğü şey, alev almış yanmakta olan ulu ağaç ve onu yutmuş olan karanlığın gittikçe her yeri kaplayan görüntüsüydü.
Özür dilerim. İçinden geçirdiği ve sahibine ulaşmasını umduğu pişmanlık dolu son sözcüklerle birlikte dünya, tamamen karardı ve yok oldu.
---------------------------
Zifiri karanlığın içerisinde duvarlara çarpa çarpa ilerliyordu.
Hatırladığı son şey, onları çevreleyen karanlığın pençesinde Edric'in onu kötü bir biçimde bıçakladığıydı. Yaşamın özü, bedeninden boşalarak toprağı ıslatırken bilinci kayıp çok uzaklara gitmiş ve adeta kaybolmuştu.
Ölüm böyle bir şey miydi?
Hayır, olmamalıydı. Onun türü için ölüm, sevdiklerine kavuşulan huzurlu ve gölgesiz bir başlangıçtı. Sonsuz mutluluğa açılan bir kapı... Oysa Morrigan'ın şu an hissettiği tek şey, yalnızca korku ve soğuktu.
İnsan metinlerinde ölümden bahsedilirken sık sık Araf'ın lafı geçerdi. Lanetlenenlerin sıkışıp kaldığı ne cennet ne de cehennem olan bir hiçlik. O bir insan değildi ancak bu tanımın duruma ne kadar da uygun olduğunu düşündü. Hiçlik...
Ürkütücü ve yalnız.
Bu karanlığın içinde çok yalnızdı. Görünen ve görünmeyen hiçbir şey, duyulabilen ve hissedilen hiçbir varlık yoktu kendisinden başka. Yalnızlık çevresindeki havaya, oradan da bedenine işliyordu sanki. Eamon nerede, ne haldeydi acaba? Ya Edric ya da diğerleri?
Belki de bir şekilde buradan kurtulabilirdi, ancak görmeye ihtiyacı vardı. Ne var ki karanlığın hüküm sürdüğü bu yerde Morrigan görmek şöyle dursun, dengesini bile koruyamıyordu. Aniden zihninde beliren bir düşünceyle farkına varmıştı: Işık ve karanlığık da tıpkı iyi ve kötü gibi bir denge içinde var olması gerekiyordu. Ancak o zaman yaşamaya değer bir dünyanın var olduğunu görebilirdi.
Avuçlarını yüzünün hizasına kaldırdı ve içindeki o garip boşlukta büyüsünü aradı, karanlıktan bunalmıştı.
Arayışı boşaydı, tek bir kıvılcım bile yoktu. Belki de gerçekten ölmüştü ve tanrılar yaşarken olduğu gibi öldükten sonra da acı çekmesini istediklerinden onu konuşulagelmiş cehennem öykülerinin en merhametsiziyle cezalandırmışlardı. Sonsuz bir arafla... Delirtici bir düşünceydi bu.
Ah, şu tanrılar kendisinden gerçekten de nefret ediyor olmalıydılar.
Morrigan düşüncelerine gömülmüş, kaderine ve o kaderi kararlaştıran tanrıya lanet ederken birdenbire çok susadığını hissetti. Bu korkunç ve ıssız yerde susuzluğunu giderecek bir şey bulabilir miydi ki?
Aramaktan, ilerlemekten başka çaresi yoktu.
Birkaç adım attıktan sonra biraz ileride, yerde parlak bir şeyin belirdiğini fark etti. Göz alıcı ışığıyla karanlığı delip Morrigan'ın dikkatini cezbediyordu. Sanki var olan tek şey oymuşçasına büyük bir merakla yöne doğru koşmaya başladı.
Eğilip avcuna aldığı o şey ufak, saçtığı ışıkla çevresini aydınlatan bir kristaldi. Ay ışığıyla dolu gibiydi, çok güzel bir şeydi... Morrigan daha yakından bakmak isteyerek taşı büyük bir beğeniyle inceledi. Gece göğünün süslemesi olan yıldızlardan birini parmakları arasında saklıyordu sanki.
O hayranlıkla avucundaki kristale bakarken yıldızlarından birini çaldığını hayal ettiği gece göğünü süsleyip aydınlatan diğer yıldızları da bulmuşçasına onlarca parıltı ayaklarının dibinde belirdi. Her biri ufak, parlak kristallerden oluşan o parıltılar takip edebileceği bir yol çiziyordu şimdi.
Morrigan yeniden boğazını yakmaya başlayan acıyla hırıldayarak öksürdü. Her geçen dakika daha çok susuyordu ve takip edebileceği daha iyi bir rotası da yoktu. Sabırsızca ışıldayan yola adımını attı ve güzel kristalleri birer birer toplayıp gömleğinin önünde biriktirerek yürümeye başladı.
Kim bilir, bu ışıksız ve iç boğucu yerde belki bir şekilde onları kullanabilirdi...
Böylece ilerledi, ilerledi. Hiçbir şeyin olmadığı bu yerde elbette zaman da herhangi bir şekilde var olamıyordu. Ne kadar zaman parıltılı patikayı takip ederek onu götürdüğü yöne doğru ilerlediğine dair yürütebileceği tek tahmin, bacaklarının yorgunluktan titremeye başlamasından yola çıkabilirdi. Ancak çok sonra, Morrigan nefes nefese kalmış ve yolun ortasında otururken çok uzakta duran, o zamana kadar yalnız bir kez gördüğü bir şekilde parıldayan bir figürü fark etti.
Saatler sonra nihayet tanıdık bir şeyler görmüş olmanın heyecanıyla yeniden güç bularak ayağa kalkmıştı. Koşar adımlarla o ışıldayan figüre doğru ilerliyordu şimdi.
O havada süzülüp dalgalanan ışığı yalnızca bir kez, sonradan kabusa dönüşen o rüyada görmüştü. Gördüğü düş günler öncesinden mi, yoksa haftalar öncesinden mi hatırında yer etmişti anımsayamıyordu. Ama gecenin, aydınlık ve karanlığının tanrıçası Sehanine'in kuyruklu yıldızları anımsatan saçlarının salınışını çok iyi hatırlıyordu.
Morrigan koşmaya devam etmek için kendini zorlarken o aydınlık figüre oldukça yaklaşmıştı. Evet, yüzünde nefes kesen buruk bir gülümseme ve kederli gözlerle -kendisininkinin kopyası yeşil gözler- kendisini izleyen Tanrıça'nın ta kendisiydi. Koyu lacivert, yıldızlarla süslenmiş elbisesi görünmez bir rüzgarla dalgalanırken Tanrıça elini ona doğru uzatmıştı.
Bu kahrolası karanlığın içerisinde parıldayan ve onu çağıran Tanrıça'yı görmek, bir şekilde Morrigan'ın sevinmesine neden olmuştu. Belki de ölmemişti, yine sadece bir rüya görüyordu ve birazdan uyanacaktı.
Heyecanla o ele doğru bir adım attı.
Adımı, sanki göremediği ve algılayamadığı bir mekanizmayı harekete geçirmişti. Bu sonsuz gecede gedikler açan ve hızla akan onlarca görüntü, Tanrıçayla kendisinin arasında sağlı sollu sıralanmıştı şimdi. Onlarca mutlu, hüzünlü, korku dolu, coşkulu an...
Hepsinde de kendisi ve tanıdıkları, sevdikleri, dostları vardı. Şaşkınlıktan balık gibi açılan ağzını kapatmayı unutarak solundaki ilk görüntüye baktı.
Daha ilk bakışta evinin, Şato'nun geniş ve güzel avlusunu tanımıştı. Avludaki kameriyenin yanında, mermer direğe yaslanmış gülümseyen Edric'i gördüğünde kalbinde ince bir sızı duydu. Abisi tıpkı eskiden olduğu gibi sağlıklı, güçlü ve iyi görünüyordu.
Edric'in biraz ilerisinde oynayan üç küçük çocuk ve devasa, bal köpüğü renkli tüyleri olan bir köpek gözüne ilişti. İri köpek şapşal bir suratla oradan oraya koştururken çocuklar da onu yakalamaya çalışıyorlardı. Bu kim olduklarını bilmediği minik haylazlara bakmak nedense ağlamak istemesine sebep olmuştu.
Onları tanıyabilmek ve daha yakından görebilmek umuduyla için birkaç adım atarak görüntüyü daha yakından izlemeye başladı.
İlki kuzguni siyah lüleleri uçuşan ve iri, buz mavisi gözleri neşeyle kısılan nefes kesici güzellikte bir kız çocuğuydu. Altı, en fazla yedi yaşında olmalıydı. Kırmızı pileli elbisesiyle uyumlu olan saç kurdelesi koşarken buklelerinden kurtularak rüzgarla uçtuğunda küçük kızın ciyaklamasını duydu. Kurdele büyülü görüntüyü aşıp ayaklarının dibinde gerçeğe dönüşünce Morrigan nemlenen gözleriyle kurdeleye bakakaldı.
Ne çeşit bir büyüydü bu?
İkinci çocuk, kısa altın sarısı saçları gözlerinin önüne düşmüş bir halde koşmaya çabalayan bir oğlandı. Çocuk güneşin öpüp altın iplikler gibi parlattığı saçlarını gözlerinin önünden çekerken hafifçe kıkırdadı, kocaman yeşil gözlerinde saf bir neşe vardı. Az önceki kızdan belki bir iki yaş kadar küçük olabilirdi.
Sonuncu ufaklık ise kraliyet ailesinin tanıdık mirasına, gümüşi saçlara ve yemyeşil gözlere sahip bir oğlandı. Gri saçları onu izleyen Edric'inkinin birebir aynısı olan bir kesimle kesilmiş bir şekilde omuzlarına değiyordu. Görüntü akarken çocuk burnuyla onu dürtükleyen köpeğin başını okşadı. Karşılık olarak köpek iri diliyle tüm suratını yalayarak üzerine atlayınca kahkahalar eşliğinde arka üstü çimlere düştü.
Diğer oğlan onaylamaz bir tavırla kaşlarını çattı ve "Annen seni öldüyecek, Collin! Değil mi, Elamiy?" diye çığlık attı.
Çimlerin arasında, saçlarında yapraklar ve üzerindeki çamur lekelerine bakarak omuz silken Collin, kendisinden bir iki yaş büyük olan kıza bakarak "Evet, sanırım... Öyleyse suçu atacak birine ihtiyacım var." dedi ve kızı bileğinden tutarak nemli toprağın üzerine çekti. Yanına düşen ve yeniden ciyaklayan kızın bukleleri havada uçuşurken güneş tepelerinde ışıldamaya devam etti.
Edric kendisinin izlediğinden habersiz olan çocuklara bakıp kıkırdarken omzun hafif bir şekilde dokunan yumrukla o yöne döndü ve kimin geldiğine baktı.
Morrigan da onunla birlikte bakıyordu.
Bir yaka iğnesiyle süslediği ve kollarını kıvırdığı siyah gömleği, deri bir kemere yerleştirdiği kılıcı, kısaltıp dağınık bir şekilde geriye attığı siyah saçları ve tek omzuna atılı gümüşi işlemeli siyah peleriniyle ona sırıtan Eamon nefes kesici görünüyordu. Morrigan'ın gözlerini alamadığı prens, Edric'in yanında dikilip çocukları izlerken ikisinin de gözlerinde gurur ve sevgi ışıldıyordu.
"Tanrım, çok çabuk büyüyorlar. Zaman, yalnızca biz ölümsüzler için mi bu kadar hızlı akıyor sence?" Eamon'ın dudaklarından dökülen cümleler Morrigan'ın kulaklarında uğuldayıp her şeyin anlam kazanmasına neden oldu.
Edric gözlerini çocuklardan ayırmadan "Collin, halası ve eniştesi ona böyle kuzenler verdikleri için çok şanslı." diyerek sırıtıyordu şimdi.
Görüntü solup gitmeden önce Morrigan kendisini de gördü. Şato'nun kapısından çıkıp avluya doğru yürürken gümüşi bukleleri rüzgarla savruluyordu. Başında koyu renkli, metal bir taç; üzerinde lacivert, gümüş iplikler ve koyu renkli tülle süslenmiş bir elbise vardı. Şefkatli bakışlarla çocukları izlerken gözleri bir an Eamon'ı buldu ve şefkat, yerini sevgi ve arzunun en derin haline bıraktı. Genişleyen gülümsemesiyle prense doğru ilerlerken kollarını açmıştı.
Eamon güneş kadar parlak bir gülümsemeyle ona dönüp bir an bile tereddüt etmeden onu göğsüne bastırdı. Saçlarının arasına bir öpücük kondururken Morrigan önce kendi gülümsemesinin genişlemesini, sonra prensin başını eğip dudaklarına kondurduğu telaşsız öpücüğü izledi.
Bu görüntünün hissettirdikleriyle bacakları daha fazla onu taşımayı reddetti ve Morrigan, boş bir çuval gibi karanlıkta ışıldayan taşların arasına yığıldı. Parlak kırmızı kurdele tam önünde dururken görüntü de tekrar başa dönüyordu.
Gümüşi saçları ve yeşil gözleriyle Collin, kral olan Edric'in oğlu olmalıydı öyleyse. Elamire isimli kız ve diğer ufaklık da...
Onların çocuklarıydı. Eamon ve Morrigan'ın çocukları...
Morrigan kutsal bir şey tutuyormuş gibi avuçları arasına aldığı kırmızı kurdeleyi burnuna götürdü. Temiz, saf ve gençliğin tatlılığını taşıyan bir koku ciğerlerine dolarken gözyaşları kırmızı kumaşın üzerinde koyu lekeler bırakıyordu.
Orada ne kadar oturup ağladığından emin değildi ama Morrigan artık eskisinden daha çok korkuyordu. Ölmüş olmaktan ziyade, bu sevgi ve huzurla çevrelenmiş hayalin veya tüm ihtimallerinin parmaklarının arasından kayıp gitmiş olmasından çok korkuyordu şimdi.
Bir zaman sonra bu korkuya tutundu, tökezleyerek ayağa kalktı ve yeniden Tanrıça'ya doğru yürümeye devam etti. Birkaç adım atmıştı ki ani bir farkındalığın pençesinde kalbinin sıkıştığını hissederek durdu.
O çocukların isimleri, Collin ve Elamire... Ve eğer Edric ve Morrigan çocuklarına bu isimleri koydularsa...
Aniden buz gibi bir his kanına karıştı ve kalbinin her atışıyla birlikte bedenine dağılarak ürpermesine sebep oldu. Binlerce ihtimalden yalnızca biri veya ancak nihai bir sonla kavuşabileceği bir sondu belki de gördükleri... Ancak her ne olursa olsun, Morrigan bir şekilde artık biliyordu.
Collin ve Elamire ölmüşlerdi. Dük kendi kızını da kızının eşini de acımasızca katletmişti. Morrigan, aslında Eamon ve diğerlerinin yanında yalnızca Edric ve Alvaro'yu gördüğünden beri bunu içten içe bildiğini fark etti.
İnsan, korktuğu gerçeklerden kaçmak uğruna seve seve kör ve sağır olabiliyordu. Ne var ki ölüm, o gerçeklerin en soğuğuydu ve insanın ruhunu kaçmanın mümkün olmadığı bir kışa düşürüyordu.
O, nefesini kesen bu acıyla sarsılırken yanı başındaki görüntüden bir hıçkırık sesi geldi. Morrigan acıyla yanan ve bulanık görmeye başlayan gözlerini kırparak o tarafa baktı.
Edric'in onu içinde bıçakladığı ulu ağacı gördüğünde istemsizce irkildi. Ağabeyi ağacın birkaç metre ötesinde yerde hareketsiz bir şekilde yatıyordu. Fearghal, Riona ve Illarion, Edric'in başında duruyor ve bir şeyleri karıştırarak ilaca benzer bir şey yapıyorlardı.
Morrigan ağabeyinin bilinci kapalı olsa da görünür bir yarası olmadığı ve kimse telaşlı görünmediği için derin bir nefes aldı. Tam o sırada kırık dökük bir çığlık görüntüyü aştı ve Morrigan'ı çevreleyen o sonsuz karanlığın içinde yankılandı.
Edric'in durumuna öyle odaklanmıştı ki, ağacın gediğinin hemen önündeki kendisini fark etmemişti bile. Morrigan görüntüde yerde, dizlerinin üzerindeydi. Gömleğinin etekleri ve pantolonunun üst kısmı tamamen koyu kırmızı kanla kaplıydı. Yine de kırmızı lekeler genişlemiyordu, yaralanmışsa da kanaması durmuş gibiydi.
Göğsüne yaslandığı Eamon'ın iri, kana bulanmış elleri saçlarını ve yüzünü ardı ardına okşarken geride kızıl lekeler bırakıyordu. Prens çaresiz bir ifadeyle Morrigan'ın bileklerini kavradı ve onu göğsüne hapsettikten sonra ellerini -ikisinin ellerini- Morrigan'ın önünde çapraz yaparak ona sımsıkı sarıldı.
Görüntüdeki kendisi hıçkırarak, haykırarak ağlarken gözyaşları yüzündeki kan lekeleri üzerinde parlak yollar açıyordu. Rengi solgun ve elleri titrer bir halde olsa da acı, boğazından haykırışlar halinde kopup yükselirken sesi alanda yankılanıyordu.
Eamon'ın teni de her zamanki sağlıklı, bronz halinden uzaktı. Tıpkı kendi kıyafetleri gibi Eamon'ınkiler de kan içindeydi. Yine de Morrigan'ı zapt etmeye çalışan elleri şefkatli oldukları kadar güçlüydüler de.
Prens yüzünü saçlarının arasına gömerek "Üzgünüm." diye mırıldanıyordu. Ardı ardına onlarca kez, üzgünüm...
İkisini uzak bir köşeden izleyen Alvaro'nun gözleri uzaklara dalmıştı, boş bakışlarına karşın gözyaşları yanaklarından aşağı yuvarlanıyordu. Aniden bir hareketlilik dikkatini çekince sıçrayarak o yöne döndü.
Odhran, Edric'i izlediği yerden ayrılarak Morrigan ve Eamon'ın yanına ilerliyordu. Komutanın önceki kararlı, çelik gibi sert duruşundan eser yoktu şimdi. Hafifçe çıkan kamburu ve sürüdüğü ayaklarına eşlik eden kederli bakış, sanki binlerce yıllık ömrünün ağırlığının izleriydi. Yanı başlarına geldiğinde durdu ve oracıkta diz çökerek Morrigan'ın yüzünü avuçları arasına aldı.
"Ağla, dostumun kanı. Ağla ki, acın ve kederin kalbine yük olmak yerine damlalar halinde akıp gitsin. Ve bağır ki, tüm tanrılar intikam yeminlerinin şahidi olsun."
Buna karşılık Morrigan'ın hıçkırıkları sıklaştı, sanki nefes alamıyor gibi bir hali vardı. Öyle ki, görüntüdeki kendisini izlerken göğsü sıkışıyordu...
Parlak büyü, tenini sarmalayıp Morrigan'ı adeta bir koza gibi sarmalarken Eamon'ın kolları bir an olsun ona sarılmakta tereddüt etmemişti. Canı acıyor olmalıydı, yine de ne Morrigan'dan uzaklaştı ne de bileklerini tutan ellerini kaçırdı.
Büyü gitgide kuvvetlenerek parıldamaya devam ederken Morrigan hıçkırarak ağlamaya devam ediyordu. Parıltı bir süre sonra öyle bir hal aldı ki, bir kükreme eşliğinde patlayarak görüntüyü ele geçirdi.
Kükreme, kendisinden gelmişti. Ancak sonrası yoktu...
Morrigan gözyaşları içerisinde görüntünün tekrarlamasını izlerken geriye doğru sendeledi. Görüntülerdeki acısı öyle gerçekti ve şu an kalbine yük olan keder sahneyi öyle ele geçirmişti ki Morrigan daha fazla izlemek, o çığlıkları işitmek istemiyordu. Aceleci ve hafifçe tökezleyen adımlarla ilerleyişini sürdürdü.
Bulanık, ne olduğu tam anlaşılamayan onlarca görüntünün yanından aceleyle geçti. Bu görüntülerin hafızasında yer etmesini isteyeceğinden emin değildi. Tanrıça'ya ulaşmasına birkaç adım kalmıştı ki yeniden duraksadı. Sağ tarafında, gözlerinin hemen hizasındaki görüntüdeki bir şey dikkatini çekmişti.
Kızıla çalan ve güneşsiz bir gökyüzü, çorak ve siyaha yakın renkteki buharlar tüten toprak, çıplak dalları ürkütücü bir şekilde gökyüzüne ulaşmaya çalışan ağaçlar...
Tıpkı rüyasında gördüğü gibi olan bu yer Nymalin'e benziyordu.
Morrigan yine o açıklığın yakınlarındaydı şimdi. Bu görüntünün tanıdıklığı ve sonrasında yaşanacakları bilmesi karşısında ensesindeki tüyler diken diken oldu.
Mirasçısı olduğu ışık, kısa bir an için hem kendisini hem de görüntüdeki versiyonunu kör ederken ellerini gözlerine siper etti. Başını kaldırıp karanlığın içinde o görüntüleri aşıp kendisine gelmesini bekleyen Tanrıça'ya baktığında Sehanine'in buruk gülümsemesinin yerini muzip bir şeylere bıraktığını gördü.
Sehanine şimdi görüntüdeki Morrigan'ın da karşısındaydı. Yıldızlar gibi parıldayan saçları ve gecenin gizemli koyuluğuna sahip elbisesi yine hayalet bir rüzgarla uçuşuyordu. Yeşil gözleri bilgeliğin sağladığı ilginç bir bakışla karşısındaki kızı izliyordu.
Tıpkı rüyasındaki gibi "Bak, Gecenin Varisi..." diyerek engin bir deniz gibi sonsuzluğa uzanan çorak toprak alanın ortasındaki taş halkayı ve halkadaki o büyük taşı işaret etti. Morrigan ilahi sesin görkemi karşısında bugün bile irkilmişti.
Büyük kayanın dibinden gelen zayıf ışıltıya doğru ilerlerken aniden o korkunç yaratığı hatırladı. Birazdan amansız bir sis perdesinin içinden ona doğru fırlayacak ve bu kâbus gibi görüntünün tonunu koyulaştıracaktı.
Ne var ki karanlığın içinde, oracıkta irileşen gözlerle ve hızlanan nefes alışverişiyle izlemekten başka bir şey yapamadı. Ve yaratık geçen seferki gibi sisi delip saldırıya geçtiğinde gözlerini kırpmaya bile cesaret edemedi.
Ayağının takılıp düşüşünü, avucuna saplanan taşa bulaşan parlak kırmızı kanını ve ayağa kalkıp tökezleyerek koşuşunu kalbi gümbürdeyerek izledi. Ancak panik yüzünden dengesini tam sağlayamadığı için tekrar düştüğünde bu sefer nefesi boğazında tıkandı.
Kendisini koruyabilmek için kolunu kaldırdığında bir sebepten kalkanı ortaya çıkmamıştı ve ustura keskinliğindeki pençeler hala onu parçalamak için iniyordu.
Görüntüdeki Morrigan gibi olacakların korkusuyla gözlerini yummuştu, ölümünü görmek istemiyordu. Hele de böyle vahşet ve öfke ile katledilecekse...
Ancak beklediği gibi pençelerin kemiğe sürterken çıkarması gereken o korkunç sesi veya kendi acı dolu çığlığını işitmedi.
"Seni yalnız bırakacağımı mı sandın?" Eamon sis perdesinin ardından koşup önüne atılmıştı. Kılıcı onları hedefleyen pençeleri engelliyor olsa da harcadığı güç yüzünden kolu titriyordu. Nefret ve tiksinti dolu bakışlarını yaratığın üzerine dikmişti.
"Tanrıların canı cehenneme, Morrigan..." Kılıcı iki eliyle desteklerken adeta kükremişti. Eğer Eamon o an büyü kullanabiliyor olsaydı, Morrigan yaratığın kül olacağından emindi.
Prens kılıcına son bir güçle yüklenirken yaratığın birkaç adım geriye doğru sendelemesine neden oldu. Yaratık dengesini sağlamak için uğraşırken korkun, kızıl gözleri iri iri açıldı. Bu şaşkınlık anından yararlanarak o şeytani yaratığın tam göğüs kafesine tüm gücüyle bir tekme attı. Birkaç metre öteye fırlayan korkunç iblisten çatırtılar geldi, yerde debelenerek ayağa kalkmaya çalışsa da henüz başarılı olamamıştı.
Prens nefes nefese bir halde elini Morrigan'a doğru uzatırken "Ne dedikleri umurumda değil, bensiz hiçbir yere gidemezsin." diyerek kararlı bir ifadeyle gözlerine baktı.
Morrigan o eli tuttuğu andan itibaren az önceki o korku ve paniği kaybolmuş gibiydi. Sanki yapmak üzere olduğu şeyi yapmak için aradığı o gücü artık bulmuş gibiydi.
Ayağa kalkıp Eamon'a gülümsedi, onlar el ele Nymalin'in en uğursuz yerine doğru ilerlerken Morrigan uzaklardan, kızılca gökyüzünün derinliklerinden kanat çırparak gelen bir kaknüs kuşu gördü. Onlar el ele yürürken ve alevler içerisinde süzülen kuş tepelerinde kanat çırparak onlara eşlik ederken görüntü de sona ermişti. Morrigan o taş halkada, çorak siyah toprağın üzerinde parıldayan şeyin ne olduğunu merak etse de yine öğrenememişti.
O kızıl ve siyahın içerisinde inatla parıldayan şey, şimdi tam karşısında karanlığı olanca gücüyle delip aydınlığına yer açan Tanrıça'yı anımsatmıştı Morrigan'a.
"Uzun bir yolculuk, öyle değil mi Gecenin Varisi?" Kederli yüzüne rağmen sesi, Morrigan'ın kulaklarında huzurla çağlıyordu. Bahsettiği yolculuk, bu karanlığın içinde kat ettiği miydi? Belki de genç bir prenses olarak evinden uzaklarda katettiği yoldu...
"Burası yolun sonu mu öyleyse? Öldüm mü yani?" Sesi ümitsiz bir fısıltıydı. Boğazındaki yanmanın ve o susamışlığın Sehanine'in karşısında geçmiş olduğunu hissetti.
Sehanine gülümserken biçimli dudakları ilahi güzelliğe sahip bir şekle büründü.
"Hayır, henüz değil. Ama artık geri dönmelisin... Seni bekleyenler var, öyle değil mi?" Gülümsemesi genişlerken artık uzakta kalmış olan, Eamon ve Edric'in olduğu görüntüye bakıyordu.
Evet, onu bekleyen sevdikleri vardı.
"Uzun bir yoldu geldiğim ve ben, nasıl geri döneceğimi bilmiyorum. Nereye doğru gitmeli, neyi takip etmeliyim?" Henüz yaşam yolunu tamamlamamış olmasının verdiği mutluluk, sesini de aydınlatmıştı. Hala vakti vardı demek...
"Kalbini..." dedi Tanrıça. Gülümsemesi solmadan bir elini uzatıp Morrigan'ın göğsünün üzerine koyduğunda avucundan yıldız ışıkları taştı. "Zihin kandırılabilir, yanılabilir ve etkilenebilir. Ama hisler ve içgüdüler her zaman güvenilirdir, genç varis."
Morrigan kafası karışmışçasına kaşlarını çatarak Sehanine'e baktı. "Bu çok klişe değil mi? Tıpkı tesadüfen denk geldiğim o falcının söyleyeceği bir şeye benziyor."
Sehanine kalbinin üzerindeki elini kaldırıp yanağını okşarken kıkırdadı. "Klişe olması, yanlış olduğu anlamına mı gelir? Tesadüf diye bir şey yoktur, Morrigan. Kader vardır... Şimdi geri dönmelisin. Zamanın henüz bitmedi, yapman gereken çok şey ve yürümen gereken uzun bir yol var."
Tanrıça arkasını dönüp uzaklaşacakken Morrigan aniden kalbini dolduran öfkeyle seslendi.
"Peki ya Edric, onun da vakti var mı?"
Sehanine durdu, bir şey düşünüyormuş gibi başını yana doğru eğdi.
"Hak etmediği yere gelenler yüzünden hak etmediği şeyler yaşayan bir ruh... Kader oyunundaki rolü çok önemli olan genç bir prens o."
Morrigan'ın kalbi, sessiz karanlığın içinde ümitle gümbürdüyordu.
"Madem o kadar önemli, onu nasıl karanlığın pençeleri arasından çekip alacağımı da söyle bana. Artık kendisini tamamen kaybetmiş gibi..." Sesi kırık bir fısıltıya dönüştü.
Sehanine bir an için durup düşündü ve yeniden sakin adımlarla yanına geldi. Boynundaki hilal şeklindeki beyaz altından yapılma kolyeyi çıkardı ve Morrigan'ın avcuna koydu. Detaylı oymalarla süslenmiş hilalin içine koyu lacivert rengiyle göz alıcı bir gece taşı yerleştirilmişti. Çok zarif ve fazlasıyla güzeldi.
"İki varis, iki taş..." diye kendi kendine mırıldanan Sehanine gülümsedi. "Bunu, kaybetmek zorunda olduklarına karşın üzüntüm ve özrümün bir sembolü olarak gör prenses." Gülümsemesi yeniden solmuştu şimdi, sesinde samimi bir keder vardı.
"Bir simyacı aracılığıyla büyünü taşa aktarır ve kolyeyi prensin takmasını sağlarsan ona yardım edebilirsin. Artık git..." Sehanine arkasını dönüp ilerlerken giysisinin etekleri karanlık zemini öptü.
Morrigan avucundaki kolyeyi boynuna, kendi gece taşının yanına taktı.
Tanrıça'ya sormak istediği son bir şey daha vardı, asla anlayamadığı bir şey... Karanlığa doğru olanca gücüyle seslendi.
"Neden Grannus ve sen bana Gecenin Varisi diyorsunuz? Dışarıda benim gibi ayın ve yıldızların soğuk alevlerini kullanan birçok fey var."
Sehanine artık karanlığın içindeki minik bir parıltıydı, ancak sesi Morrigan'ın yanı başındaymışçasına berraktı.
"Geceyi oluşturan yalnız ay ve yıldızlar mıdır, Varis?" Sorunun yankıları sona erdiğinde o son parıltı da kayboldu.
Sonsuz karanlığın içinde bitmez tükenmez düşünceleri ve karman çorman olmuş hisleriyle yeniden baş başa kalmıştı işte. Yol göstericisi olan, hala avuçları arasında sakladığı parlak taşlar Tanrıça'nın gidişiyle ışıklarını yitirmişlerdi. Tanrıça'nın dediklerini düşünürken oracıkta dikilmeye devam ettiğinin farkında bile değildi.
O kopkoyu hiçliğin içinde duyduğu ağır, ritmik ayak sesleri karşısında korkuyla sıçrayınca ufak kristaller kucağından dökülerek ufak, tiz sesler çıkararak ayaklarının dibine yayıldı.
Refleks olarak büyüsünü kullanmaya çalışsa da parmak uçlarındaki cılız bir parıltı dışında hiçbir şey olmadı. Eh, hiç yoktan iyiydi gerçi... Yine de yaklaşan kişinin kim olduğunu görmesine yardımı olmamıştı.
Morrigan tedbirli bir şekilde aradaki mesafeyi korumak için geriye doğru birkaç adım attı. Ritimli, ağır ve güçlü duyulan adımlar ona doğru gelmeye devam ediyordu. Yeniden içinde uyuyan büyüye uzandı.
Parmaklarının ucundan akan ışık, yalnızca birkaç adım ötesini görmesini sağlıyordu. Aniden hiçliğin, belirsizliğin ortasında bu kadar yalnız olmaktan çok sıkılmıştı. Merak içini bir kemirgen gibi kemirmeye başladı.
Artık pek de uzaktan gelmeyen adımlara doğru yürümeye başladığında kızıl ve turuncunun iç içe geçtiği alevleri andıran bir parıltı tam karşısında belirdi.
"Morrigan?" Hızlanan adımlar aralarındaki mesafeyi iştahla kapatırken Eamon'ın sesi çevresinde yankılandı.
"Eamon, sen misin gerçekten? Tanrım!" Adımlarını hızlandırarak ona doğru koştu ve hızla üzerine atılıp ona sarıldı. Prens onu yakalayıp sımsıkı bir kucaklamayla kollarının arasına aldı, yüzünü saçlarının arasına gömmüştü.
"Saatlerdir yürüyorum, artık sinir bozucu olmaya başlamıştı doğrusu." Eamon, Morrigan'ın yüzünü iri avuçlarının arasına aldı. Hala avuçlarında yanmakta olan alevler Morrigan'ın beklediğinin aksine teninin üzerindeki bir tüyün dokunuşu kadar nazikti.
Prens bir an için bu bomboş yerde onu bulmuş olmanın sevinciyle gözlerinin derinliklerine bakakaldı. Ancak bir saniye sonra o gülümseme kayboldu ve yeşil gözlerinin derinliklerinde endişe belirdi. Yüzünden çektiği telaşlı elleri, Edric'in onu bıçakladığı noktaya değdiğinde Morrigan'ın tüyleri ürperdi.
"İyiyim, şimdilik yani." diyerek gülümsediğinde prens gözlerini kısarak ona baktı.
"Bunun için Edric'i çok fena döveceğim. Ama kendimle ne yapmam gerektiğini bilemiyorum..." Sözcüklerinin sonuna doğru sesi öfkeyle yıkanmış, gözleri uzakta bir noktaya sabitlenmişti. Morrigan, prensin yüzünü kendi parıldayan avuçlarının arasına alarak derinliklerinde keder ve öfkeyi bulduğu gözlerini ona bakmaya zorladı.
"Edric'in... Kontrolü kaybetmesinin seninle ne alakası var, Eamon? Senin bir suçun yok ki..." Prens ellerinin arasından kurtulup aralarına mesafe koyarken sert bir sesle sözünü kesti.
"Var ve bunu sen de gayet iyi biliyorsun. Seni korumam gerekirken yanında değildim, Morrigan ve ben... Eşin olarak seni koruyamadım." Başta hiddetli çıkan derin sesi giderek bir fısıltıya dönüştü. "Özür dilerim."
Prensin kendine duyduğu öfke ve onun karşısındaki mahcup hali Morrigan'ın kalbini kırmıştı. Uzanıp hafifçe titreyen parmaklarına kendi parmaklarını dolayarak yeniden aralarındaki mesafeyi kapattı ve Eamon'ın dudaklarına bir öpücük kondurdu. Kendinden emin, ikna edici ve ateşli bir öpücüktü bu. Eamon'ın elleri onu belinden kavrayıp kendine doğru çekti, sanki Morrigan ona ne kadar yakın olursa olsun ikisi de bununla yetinemiyordu. Dudakları nefes almak için birbirlerinden ayrıldığında ikisi de gönülsüzdü.
"Ah hayır, bilmiyorum. Tek bildiğim, gözlerimin önüne perde indiren kederim yüzünden beni uyarmana rağmen seni dinlememiş olduğum. Tam bir çaylak gibi davrandım ve olan oldu, bu yüzden saçmalamayı kes lütfen." Tüm içtenliğiyle garip bakışlarla onu süzen Eamon'a gülümsedi. "Bu lanet yerde seni gördüğüm için çok mutluyum, prens. Biraz daha yalnız başıma buralarda dolansaydım, sanırım delirebilirdim."
Eamon buruk bir şekilde de olsa güldü.
"Ne kadar zamandır olduğunu bilemesem de evet, ben de dolanıp durmaktan bıkmıştım. Gerçi seni görmek her zaman sevineceğim bir şey, prenses." Eamon elleri arasına aldığı parmaklarına nazik bir öpücük kondururken son cümleyi avuçlarına mırıldanmıştı. Sıcak nefesi, Morrigan'ın tenini ısıtıp bir kez daha ürpermesine neden oldu.
Bileğine bağladığı kırmızı kurdele, Eamon'ın dikkatini çekmişti. Parmaklarıyla kurdeleyi okşarken kaşlarını çattı.
"Bu nedir? Daha önceden yoktu, değil mi?"
O samimi, tatlı görüntüler yeniden zihnine dolarken Morrigan başını iki yana salladı.
"Buradan bir kurtulalım anlatacağım ama önce çıkışın ne tarafta olduğunu bulsak? Sahi, sen beni nasıl buldun ki?" Tek kaşını kaldırarak prense baktı.
Eamon sinsi bir sırıtışla kolunu beline dolayıp aralarındaki mesafeyi kapatarak yürümeye başladı, bir yandan da havayı kokluyordu.
"Koklayarak tabii ki. Ne de olsa kurtlar iyi koku alıyor."
Karanlığın içinde ikisinin büyüleri ışığında ilerliyorlardı. Morrigan ona inanamayan gözlerle baktı.
"Bir dakika, sen az önce koktuğumu mu ima ettin?"
Eamon'ın güçlü kahkahaları ikisinin de sarsılmasına sebep oluyordu. Morrigan dirseğini Eamon'ın kaburgalarına geçirdiğinde kahkaları numaradan öksürüklere dönüştü. Dramatik bir hareketle Morrigan'ın vurduğu yeri tutarak sızlandı.
"Ah! Ben öyle bir şey demedim ama sen öyle diyorsan..."
Morrigan, Eamon'ın üzerine atıldı. Eamon onu bedenine çarpmadan tuttuktan sonra eğildi ve kucağına aldı. Ayaklarının aniden yerden kesilmesi karşısında Morrigan şaşkınlıkla ufak bir çığlık atıp birkaç santim ötesinde ona sırıtan Eamon'a bakakaldı.
Prens dudaklarına sakin ve telaşsız bir öpücük kondurdu. Morrigan'ınkileri keşfe çıkan dudakları yumuşak ve sıcaktı. Sıcaklık, dudakları arasından Morrigan'ın içine aktı ve kanını ısıttı. Kollarını prensin boynuna dolarken Eamon'ın parmakları da onu daha sıkı kavradı.
Nefes almak için gönülsüzce birbirlerinden ayrıldıklarında Morrigan büyüsünün bedenleri değil zamanı dondurabilmesini dilemişti. Eamon yeşilin koyu bir tonuna bürünen bakışlarıyla ta ruhunun derinliklerine baktı, o bakışlar gözleri ve dudakları arasında gidip geliyordu.
"Nereye gidersen git, bir adım arkanda olacağım. İşte böyle buldum seni..." Fısıltısı, paylaştıkları öpücük etkisiyle hassaslaşan dudaklarını okşadı.
"Şimdi de buradan beraber çıkacağız, sadece nasıl olacağını sorma olur mu? Çünkü ben de bilmiyorum..."
----------------------------------
Bilinci yeniden bedeniyle buluştuğunda Eamon, çatlak bir sesle ona küfürler edip duran Riona'nın sesine karşı her zamanki gibi kaşlarını çattı.
"S-susar mısın lütfen, Riona, T-tanrı aşkına?" diye mırıldanırken hırıltılı sesi kendine bile yabancı gelmişti. Bedeninde kolları ve bacaklarına demirden prangalar bağlıymış gibi tuhaf bir ağırlık vardı ve çenesi titreyecek kadar çok üşüyordu.
Gözlerini açmaya çalıştığında güneşin parlak ışınları kafasına saplanır gibi olunca okkalı bir küfür savurarak kolunu alnına dayadı. Yavaş yavaş duyuları yerine gelirken üzerinde yatmakta olduğu toprağın nemini hissetmeye başlamıştı.
Bir deneme daha yaptıktan sonra gözlerini açıp turkuaz bir şekilde parıldayan gökyüzünü görmeyi başardı. Tabii endişeyle onu izleyen Riona ve Odhran'ın yüzlerini de...
"A-az önceki kadar kötü olmasa da h-hala kanaması var. Kan Taşı bulabilirsem..." Bu konuşan Alvaro olmalıydı, telaş ve korkuyla titreyen sesi sudaki dalgalar gibi alanda dağılarak Eamon'a ulaştı.
"Ben bahsettiğiniz taşı tanıyorum, siz prensesle ilgilenirken ben onu bulabilirim!" Envy'nin sesi endişesinin etkisiyle normalden daha yüksek çıkıyordu.
"Tamam ama olabildiğince çabuk ol, insan." Alvaro, Envy'i gönderirken Eamon hafif, neredeyse usta bir suikastçınınkiler kadar sessiz ayak seslerini işitti.
Morrigan'dan bahsediyor olmalılardı. Eğer kendisi uyandıysa onun da çoktan gözlerini açmış olması gerekmez miydi?
Eamon ona bakmak için hızla yattığı yerden sıçrayınca başı döndü ve Odhran'dan destek almak zorunda kaldı. O ana kadar elleri ve tüm giysilerinin kanla kaplanmış olduğunu fark etmemişti. Aceleci, tökezleyen adımlarla prensesine bakmak için ilerlerken Riona'nın mengene gibi parmakları koluna yapıştı.
"Neredeyse ölüyordun, seni budala! Fearghal ve diğerleri onunla ilgileniyor, bu yüzden otur şuraya da yaranla ilgileneyim."
Eamon bakışları tamamen netleşip yerde kendi kanından oluşan bir göletin içinde, ölü gibi solgun bir tenle yatan Morrigan'ı gördüğünde bu sözler kulaklarına rahatsız edici bir uğultu gibi gelmişti. Kolunu kız kardeşinin tutuşundan kurtarıp yapabildiği kadar hızlı bir şekilde ona doğru koşarken düzensiz kalp atışlarının gümbürtüsü işitilebiliyordu.
Kahrolası bedeni kısa bir sürede çok kan kaybetmişti, bu yüzden ona ulaşması sinir bozucu derecede uzun sürmüştü. Ne var ki kanla ıslanan toprağın üzerinde diz çöküp Morrigan'ı kucağına alırken ellerinin titremesinin kaybettiği kanla ya da acıyla zonklayan yarasıyla bir alakası yoktu.
Kanla keçeleşip solgun yüzüne yapışmış olan saçlarını yüzünden çekerken Morrigan'ın teninin soğukluğu karşısında ürperdi. Telaşla titreyen ve parmakları hala uyuşuk olan ellerini kemerinde asılı olan minik keseye daldırdı ve ihtiyacı olan taşı bularak Alvaro'ya fırlattı.
Kendisi gibi sınır bölgesine yakın yerlerde görev yapan çoğu asker bu taşı önlem olarak yanında taşırdı.
"Ne yapman gerekiyorsa yap ve yeniden bana bakmasını sağla, anlaşıldı mı?" Sesi istediğinden daha sert çıkmıştı, neyse ki Alvaro bunu umursamadan taşı havada yakaladı ve avuçları arasına sıkıştırdığı kırmızı kristale bir büyü yapmaya başladı.
Eamon kadim dilin ahenkle akan şifa sözcüklerine aşinaydı ve işe yaramaları için dua ediyordu. Illarion'un bir ağacın altına yığılmış haline bakılırsa zaten az olan şifa gücünü çoktan onlar için tüketmişti.
Alvaro büyüsünü bitirdiğinde kızıl taş, güneş ışınlarının üzerinde oynaştığı kan birikintisi gibi parıldıyordu. Prens bir an için sağa sola bakındıktan sonra düzgün bir kayanın üzerine yerleştirdiği kristali bir başka kaya parçasıyla vurarak toz haline getirdi.
Genç prens acele hareketler ve titreyen parmaklarla hala parıldamakta olan kızıl tozu Morrigan'ın yarasına serpiştirdikten sonra Eamon kanamanın yavaşlayıp durmaya yüz tuttuğunu fark ettiğinde derin bir nefes aldı.
Alvaro endişeli bir şekilde Morrigan'ın nabzını kontrol ettikten sonra Eamon'ın gömleğine doğru hamle yapsa da Morrigan'a daha sıkı sarılmakla yetindi ve onu savuşturdu.
"Beni boş ver, o iyi olduğunda ben de iyi olacağım. Sen onunla ilgilen." Prensesi işaret edercesine kanla kaplanan bir kılıcı andıran gümüşi saçlara bir öpücük kondurdu. Kanın bakırımsı kokusu, onun nahif kokusuna hiç yakışmıyordu. "Kanaması durmasına rağmen neden hala gözlerini açmıyor?" Sesinin hafifçe titremesi karşısında Alvaro gözlerini kaçırdı.
"O-onun için yapabileceğimin hepsi bu, artık yalnızca kendisine gelmesini beklememiz gerek. Ben o uyanmadan önce Edric'le ilgilenmeliyim, onu uzun süre tutamazlar. Siz prensesi olabildiğince ısıtıp sıcak tutar mısınız?" Genç prens hafifçe nemlenen gözlerini kaçırmaya devam ediyordu. Kan tutuyor olamazdı herhalde...
"Git ve yapman gerekeni yap, onunla ben ilgilenirim." Alvaro ikisine bakıp şöyle bir başını salladıktan sonra Fearghal, Odhran ve Riona'nın başında beklediği Edric'e koştu. Yeterince iyi olduklarına kanaat getirmiş gibiydi.
Eamon aynı kendisi gibi bitik halde olan büyüsünden geriye kalanları toplayıp zayıf kalbinin her atışıyla bedenine pompalarken kendisinden yayılan sıcaklığı hissetti.
Güzel, şu an buna ihtiyacı var. En azından bunu doğru yapabilirdi...
Morrigan'ın başını göğsüne yaslayarak kollarını omuzlarına doladı, sıcaklık onun teninden prensesinkine akarken saçlarına, yüzüne, boynuna öpücükler kondurarak kulağına fısıldadı.
"Gördüğüm rüyayı gerçekleştirebilmemiz için birbirimize ihtiyacımız var, beni duyuyor musun? Benimle kalmana ihtiyacım var, Morrigan."
Eamon her daim az uyur ve hemen hiç rüya görmezdi. Baygınken gördüğü o şeyin bir hayal mi yoksa rüya mı olduğunu bilmiyordu ancak her ne olursa olsun, gerçekleşmesini istiyordu. Hatta asırlarca süren ölümsüz ömrü boyunca hiçbir şeyi bu kadar istememişti.
O karanlık, tekinsiz yerde kaybolmuş bir haldeyken Morrigan'la birlikte kurdukları aileyi ve ne kadar mutlu olabileceklerini görmüştü. Hiçbir dertleri olmadan birbirlerini sevdikleri, gülüp oynayan çocuklarını izledikleri, baştan aşağı mutluluk ve huzura bürünmüş o sahne adeta beynine kazınmıştı. Morrigan'ı hiç o kadar mutlu görmemişti...
Prensesin alnında biriken ter damlacıklarını gördüğünde bir nefes vererek büyüsünü ondan uzaklaştırdı. Bir eliyle onu sarmalarken diğeriyle hem narin tenini okşuyor hem de onu rahatsız etmemesi için terini siliyordu. Morrigan bir an bu hareketine karşılık kaşlarını çatınca kalbi heyecanla tekledi.
"Morrigan? Beni duyabiliyor musun?" Başını kolunun iç kısmına yaslarken olabildiğince rahat etmesi, yarasının acımaması için çabalıyordu.
"E-Eamon?" Kırık bir fısıltı da olsa yeniden duyabildiği bu ses, Eamon'ın kulaklarına müzik gibi gelmişti.
"Evet benim, yanındayım. Geçti, güzelim. Geçti..." Dudaklarını kulağına yaklaştırarak fısıldadı.
Koyu gri kirpiklerin sıralandığı göz kapakları yemyeşil gözlerine yol verdiğinde Eamon aklına gelen tüm tanrılara teşekkür etti. Morrigan şaşkın ve ana dönmeye çalışan bakışlarla ona bakmaya devam ediyordu.
"Edric? Edric! O nerede?" Hışımla kollarından kurtulmaya çalıştığında Eamon onu olabildiğince sabit tutmak için çabaladı. Yine de karnına saplanan hayalet bir ağrı yeniden geri dönmüştü. Morrigan inleyerek kıpırdanmayı bıraksa da telaşla etrafına bakınmaya devam ediyordu. Çırpındığı için yüzüne yapışıp onu rahatsız eden saçlarını parmaklarıyla tarayarak uzaklaştırdı.
"O iyi, merak etme. Aslına bakarsan senden çok daha iyi, duman yüzünden baygın sadece. Alvaro ve Fearghal onunla ilgileniyorlar."
Alvaro onu duymuş ve yaptığı işten başını kaldırmıştı. Odhran toprağın kalbinden çıkardığı eriyik metali büyüyle zincir şeklinde döverken Alvaro da garip taş ve kristalleri eriyik metalle karıştırarak bir büyü yapıyordu. Kullandığı sözcükler, Eamon'ın hiç bilmediği bir dile ait gibiydi.
Edric'i yeniden, bu sefer düzgün bir şekilde bir ağacın gövdesine zincirlemişlerdi. Ağaca mıhlandığından habersiz olan kuzeni şimdilik hala uyuyordu. Ne yapacaklarını düşünene kadar, böylesi daha iyiydi.
Alvaro, Morrigan'ın çırpınışlarına eşlik eden kırık sesini duyup yanlarına gelmişti. Özenli, sanki onu kırıp dökmekten korkarmış gibi hareketlerle nabzına ve ateşine baktı.
"Tanrıya şükür, kanaman durduğu için büyün seni iyileştirmeye başlamış bile. Nasıl hissediyorsun?"
Morrigan gözlerine dolan yaşları engellemeye çalışırken bir an için bu soruya cevap vermemişti. Sonra öyle sakin, kuru bir sesle konuşmuştu ki Eamon endişelenmeyi bırakması için çok erken olduğuna hükmetti.
Yaklaşan fırtınanın gerilimini Morrigan'ın tenini okşayan parmaklarının ucunda hissedebiliyordu sanki.
"Collin ve Elamire nerede, Alvaro? Onlar da sizinleydi, öyle değil mi?"
Alvaro'nun yanıt vermesine fırsat kalmadan Envy, elinde kızıl kan taşlarıyla koşarak yanlarına gelmişti. Morrigan'ın gözlerini açmış olduğunu gördüğünde şaşkınlık ve rahatlamayla elindeki taşları bir kenara atsa da Eamon'a şöyle bir baktıktan sonra olduğu yerde durdu ve "İyi olmanıza sevindim, prenses." demekle yetindi.
Morrigan ona doğru dönüp gülümserken canı acıyınca yüzünü buruşturup kesik bir nefes aldı. Yeniden Alvaro'ya döndüğünde kararlı bakışları, acısının önüne geçmişti. "Neredeler?"
"Ah..." Alvaro kaçamak bir bakışla ona bakınca göz göze geldiler. Genç prensin kızaran gözleri pek de bir şey saklayamıyordu.
Morrigan iyi değildi ve Eamon'ın bunu anlayabilmek için karnındaki sızıya ya da yarasına bakmaya ihtiyacı yoktu. Yine de... Eninde sonunda öğrenecekti ve şimdi geçiştirmek ya da yalan söylemek, yaşayacağı yıkımı büyütmekten başka bir işe yaramazdı.
Alvaro'ya bakarak sessizce başını salladı.
Prens Alvaro derin bir nefes verirken omuzları çöktü, bitkin ve yaşlı bir adam gibi ayaklarını sürüyerek tam karşılarındaki bir ağacın altına oturarak uzaklara daldı. Ruhunda dehşetle kucak kucağa yaşadığı o haftaların izleri kalmıştı ve bu izler o anda gözlerinden görülebiliyordu sanki.
Eamon o anda Alvaro'nun da yaralı olduğunu fark etti. Ne var ki onu tedavi edebilecek ne bir büyü ne de bir ilaç vardı. Zalim kaderin açtığı yaralar, zamanın merhametine kalmıştı...
"Bunu söylemenin daha iyi bir yolu var mı, bilmiyorum ama... Ah!" Sıkıntıyla iç geçirdi, yaşların dizildiği gözleri artık uzaklara değil geçmişe bakıyordu. "Elamire ve Collin'i kaybettik, Morrigan. B-ben çok üzgünüm, sadece ayrıntıları sormasan? Ya da belki Edric..." Prensin titreyen sesi kısılarak duyulmaz oldu.
O zindanlarda günlerce, haftalarca ne yaşanmıştı? Eamon bilmek istediğinden pek emin değildi. Gerçi yaşanan zalimliği bilmek istememek, karşısında gözlerini yumup başka yöne bakmak aslında kolaya kaçmak değil miydi?
Morrigan kolları arasında bir kuş gibi titremeye başlamıştı.
Yine de Eamon'ın beklediğinin aksine Morrigan ağlamamış, yaşadığı kaybı ve kederi çığlıklarına sığdırarak dışa vurmamıştı. Endişe yeniden nükseden bir hastalık gibi onu ele geçirdi.
"Buraya gelene kadar ne çok ağladım, öyle değil mi?"
Bu cümle, Eamon'ın içinde bir şeylerin kırılıp dökülmesine sebep oldu.
Ölümsüzlüğün gökyüzünde uçuşan bir kum tanesi kadar olan beraber geçirdikleri şu kısacık sürede Morrigan ne çok şeye göğüs germek zorunda kalmış ve ne çok şey yitirmişti... Artık yetmez miydi?
Eamon o zarif, çok daha güçlü olanların taşıyamayacakları yükleri taşıyan omuzları daha sıkı sarmalarken yüzüne gölge düşüren gri bir bukleyi Morrigan'ın kulağının arkasına hapsetti. Küçük elleri donuk, dalgın hareketle onunkileri bulurken soğuk parmakları ürpermesine sebep olmuştu.
"Tanrılar benden gerçekten nefret ediyor olmalılar. Bunca döktüğüm gözyaşı ve bunca kaybettiklerim, yetmedi mi? Neyin bedelini ödüyorum ki? Sadece on dokuz yaşındayım, ben sadece..." Titreme gitgide şiddetlenirken Eamon o patlamanın gelmesi için çaresizce bekledi.
Sessiz, asi bir damla nihayet Morrigan'ın yanağından süzülüp Eamon'ın parmaklarına damladı. Prenses hışımla yüzünü silerken ayaklanmak için çabaladı.
Eamon onun canının yanacağından endişelense de böyle hassas bir anda Morrigan'a aciz olduğunu hissettirmenin yanlış olacağından emindi. Bu yüzden olabildiğince nazik bir şekilde -yarasının açılmamasına özen göstererek- onu kavrayarak ayağa kaldırdı.
Morrigan durduğu yerde biraz sallansa da dengesini bulduktan sonra Alvaro'nun yanına doğru ilerlemeye başladı. Aciz değildi, tam tersine çok güçlüydü. Öyle ki, içinde kararlı bir şekilde yanan o azim Eamon'ı çaresiz bir şekilde ona hayran bırakıyordu. Kesinlikle aciz değildi.
Hem, Eamon her daim yanında olacaktı. Nerede, ne zaman, ne şekilde olduğu önemli değildi; onunla olması diğer tüm ayrıntıları birer toz zerresi kadar önemsiz kılıyordu.
Morrigan, elini Alvaro'nun omzuna koyduğunda prens donuk bakışlarını kaldırarak onu izledi.
"İyi olmana, seni de kaybetmemiş olduğuma çok sevindim Alvaro. Gerçi Edric'i bırakmadığım gibi seni de asla ama asla orada bırakmazdım. Başınıza gelenler için üzgünüm ama ölümsüz ömrüm üzerine yemin ederim ki..." Son cümlesini söylerken gözleri Edric'in üzerindeydi. "...İntikamımız merhametsiz olacak. Ne O'nun ne de yanındaki iğrenç yaratıkların kanıyla bu büyülü toprakları kirletmeyeceğim. Onları dondurup parçalarına ayıracağım ve o parçaları Caladwen'de yakacağım." Morrigan öfkeli, giderek yükselen sesiyle bunları söyledikten sonra kendisine baktı.
Sessizce başını eğerek ona istediği intikamı ve vahşeti vaadetti. Eamon planın kendi üzerine düşen kısmını oldukça beğenmişti, zamanı geldiğinde zevkle o intikam ateşini yakacaktı.
Morrigan yeniden Alvaro'ya dönerken kanla ıslanan bluzunun yakasına uzanarak hilal şeklinde bir kolye çıkardı. Hilalin tam kalbinde bir gece taşı vardı ve Eamon o zamana kadar bu kolyeyi onun üzerinde hiç görmediğinden oldukça emindi.
"Baygınken... Karanlıktaydım. Uzun bir süre kaybolmuş bir şekilde gezindim. O hiçliğin ortasında iyi veya kötü birçok şey gördüm ve onlardan biri de Sehanine'di." Güzel, yeşil gözlerinde hafif bir neşe mi parıldamıştı?
Eamon da kendi karanlığının katmanlarında dolanıp durmuş, gördüğüne sevindiği ve görmemeyi dilediği şeyler görmüştü. Belki de içine düştükleri, onları kısa bir süreliğine farklı yollara savurup acıyı, mutluluğu ve neşeyi gösterdikten sonra yeniden birleştiren o karanlık ortaktı. Eamon bunu daha sonra prensesine soracaktı.
"Tanrıça olan Sehanine mi yani? Vay be... Peki ne söyledi sana?" Alvaro irileşmiş gözlerle Morrigan'a bakarken nihayet aralarına dönmüş gibiydi.
"Anlatırım ama önce, senin benim gücümü bu kolyeye aktarıp taşa hapsedebileceğini söyledi. Doğru mu, Alvaro? Yapabilir misin?"
Alvaro toparlanıp ayağa kalkarak kolyeyi büyük bir saygı ve hayranlıkla avuçları arasına aldı.
"Evet, evet bunu yapabilirim ama neden sordun? Tanrıça neden durduk yere bunu söylesin ki sana?" Kolyeyi evirip çeviriyor ve büyük bir dikkatle inceliyordu.
"Çünkü Edric'i ancak bu şekilde kurtarabilirmişiz." Hüzünlü gözlerle abisine baktı. "Yeterince şeye katlanmış ve acı çekmiş olmalısınız, ikiniz de. O yüzden bir an önce yapabilir miyiz? Onu çok özledim de..." Sesi üzüntüyle karışıp bir fısıltıya dönüşmüştü.
Alvaro bir an için bir ona, bir Morrigan'a baktı ve derin bir nefes alarak elini uzattı.
"Bana hançerlerinden birini ödünç verir misin, Eamon? Çok kısa sürecek."
Eamon belindeki ikiz hançerlerden biri çekerek ona verecekken bir an için duraksadı.
"Bu gerçekten gerekli mi? Morrigan çok kan kaybetti ve henüz iyileşmedi bile..." Endişeyle ona baktığında prensesinin ona sırıttığını fark etti. Bu hali hoşuna gitmiş gibi duruyordu.
Alvaro hançeri alırken ona buruk bir şekilde gülümsediğinde Eamon gözlerini kıstı. Bu genç prensle ilgili adını koyamadığı ilginç bir şeyler hissediyordu.
"Yapacağım büyü için gerekli olmasa onu asla incitmezdim, emin olabilirsin. Birkaç damla yeterli olacaktır, endişelenme."
Eamon pes ederek başını salladı ve onları izlemeye koyuldu. Alvaro hançerin keskin ucunu Morrigan'ın avucuna dayayıp ufak bir kesik oluşturduğunda kanın metalimsi kokusu yeniden havaya karıştı.
Genç simyacı küçük, kanlı avcu kendininkilerin arasına alarak gece taşından yapılan kolyeyi kanlı çiziğin üzerine koydu ve gözlerini kapattı.
Morrigan'ın avcundan taşan beyaz, parlak büyü gece taşının kristal yapısında kırılarak açık mavi ışınlar halinde dört bir yana yayıldı. Kadim dilin az bilinen ağızlarından birine ait sözcükler ardı ardına okunurken ışınlar taşın içine geri dönüp orada hapis kalarak mavi bir yansımaya dönüştü.
Envy hayranlıkla kıstığı gözlerine elini siper ederken insan lisanında bir şeyler mırıldandı. Biraz ötesinde duran Illarion ışığa alışkındı, irileşmiş gözleriyle bir sipere gerek duymadan onları izlerken "Bence de, insan" demekle yetindi.
Alvaro gözlerini açtıktan sonra gülümseyerek Morrigan'a baktı, avuçlarını açmış olsa da elleri hala Morrigan'ın elini tutuyordu.
"İşte, büyün artık bu taşın ruhu olarak ebediyen içinde yaşayacak. Peki şimdi onunla ne yapacaksın?"
Morrigan bir an için ona baktıktan sonra elini hızla çekti ve kolyeyi güneşe doğru tutarak hayranlıkla izledi.
Eamon, kendisinin bir süredir onu izlediğinden tamamen habersiz olan Morrigan'a bakmayı bırakarak Alvaro'ya döndü. "Edric o zincirlerden kurtulamaz, değil mi?"
Alvaro kendinden emin bir sırıtışla cevap verdi. "Onları hiçbir şekilde parçalayamaz ve o zincirler ona temas ederken hiçbir büyüyü de kullanamaz. Kısacası, hayır." Bir an için durakladıktan sonra "Bu mümkün olsa, o zindanlarda Edric'i tutmaları mümkün olmazdı zaten." deyiverdi. Bu, Eamon gibi güçlü bir savaşçının nasıl bu hale gelebildiğini yeterince açıklıyordu.
Tam o sırada artık uyanmakta olan Edric'in homurtuları duyulunca Morrigan'ın bakışları yeniden sertleşti. Bir an için özlem yerini çok daha kuvvetli bir duyguya, hiddete bırakmıştı. Edric'in sesi bile kendisine ait gibi değildi artık...
"Eamon, bana yardım eder misin? Ona bu kolyeyi takmamız gerekecek ve bunun hoşuna gideceğini hiç ama hiç sanmıyorum."
Eamon birkaç adım atarak onun yanına geldi, gözleri hala Edric'in üstündeydi. Uzaktan onu izleyen Edric'in kindar bakışları ona doğrultulmuş bir kılıç gibiydi. Belli ki veliaht prens onu bayıltanın kim olduğunu gayet iyi anımsıyordu.
"Hadi yapalım şunu prenses, bu uğursuz yerden bir an önce gitmek istiyorum." Morrigan'ın kolyeyi kavrayan elini tutarak ilerlemeye başladı.
Tuttuğu o soğuk, zarif el titrese de parmaklarını kalan tüm gücüyle kavrayıp sıkarak onu onaylamıştı.
Eamon'ın tek dileği, Tanrıça'nın haklı olmasıydı çünkü yanında yürüyen ve yüzünde çelik gibi sert bir ifadeyle güçlü durmaya çalışan kızın ailesinden geriye kalan tek kişiyi kurtarmak için tek umudu buydu.
-----------------------------
Biliyorum çok uzun zaman geçti ama bu arada ben bir staj tamamladım, finallerimi verdim, mezun oldum, tatile çıktım. Ve aslında yazmaya bir şekilde devam etsem de bir türlü yayınlayamadım bölümü, içime sinmesini bekledim. Veee gün bugündür, yeni bölümle karşınızdayım jsgkjdb Burada az kişinin kaldığını, beklemekten sıkıldığınızı biliyorum ama oylar ve yorum bırakırsanız beni çok mutlu edersiniz. Ayrıca yeni kapağımızı nasıl buldunuz? Yorumlarda buluşalım!
P.S.: Yeni bölüm iki gün sonra sizlerle olacak, şuan editleniyor <3 Bir sonraki bölümü de muhtemelen yine bu hafta paylaşacağımm skjgkd Kısacası, bir yere ayrılmayın <3
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 7.17k Okunma |
727 Oy |
0 Takip |
51 Bölümlü Kitap |