
Uzun bir aradan sonra herkese yeniden selam, iyi okumalarr ^^
Haftalar sonra tüm ihtişamıyla karşısında duran Daesha'yı ve parıltısı hiç sönmemiş olan Ay Şatosu'nu görmek Morrigan'ın karnına inen bir yumruk gibiydi, nefesinin kesilmesine neden olmuştu.
Atı alışıldık hızıyla başkente doğru ilerlerken sığlaşan nefeslerini düzene sokmaya çabaladı. İçinde köpüren öfkeye tutunarak gözlerine dolan yaşları geldikleri yere gönderdi.
Henüz birkaç hafta önce hayatı da kendisi de ne kadar farklıydı... Tek endişesi kraliyet terzisinin garip tasarım elbiseleri ve Edric'in antrenmanlarda pestilini çıkarana kadar onu dövmesiydi. Şimdiyse kaderi bambaşka, öngöremediği bir şekilde evriliyor ve onu da peşinden oradan oraya sürüklüyordu. Rüzgârda savrulan bir yaprak gibi oradan oraya giderken evi ne kadar arkasında kalmıştı meğer. Bunu ancak şimdi, onu tam karşısında görüp üzerinden omuzlarını çökerten asırlar geçmiş gibi hissettiğinde anlamıştı.
Bugün buradan sağ olarak çıkarlarsa, sonraki duraklarının neresi olacağını ya da kimlerle o yolda yürüyeceğini bile kestiremiyordu. Ancak tek bildiği, bu güzel şehrin ve nefes kesici şatonun uzun bir süre daha kendisine ev olmaktan çok uzak olacağıydı.
Bu karmaşık his ve düşünceler içerisinde biraz ötesinde, düşünceli bir ifadeyle at süren adama baktı. Onca karanlık geçen günün ardından doğan güneşi, gecesini süsleyen dolunayı ve artık evi olan adama... Doğan güneşin zümrütler gibi parlattığı yeşil gözlerini şatodan ayırmıyordu, kenetlediği çenesinin keskinleştirdiği yüz hatları kararlılıkla dokunmuştu. Yine de hoşnutsuzluk ve endişe de sinmişti o hatlara.
Morrigan bu şehirden gitmeden -kaçmadan- önce çok fazla şeyi yitirmiş ve mağlup bir şekilde evine sırtını dönmüştü. Şimdi tekrar o güzel kulelere yüzünü dönmek ve parıldayan günün taşlarda oynayışını görmek ruhunda bir şeyleri uyandırmıştı.
Morrigan şimdiye kadar öfkeyi de nefreti de iyi tanıdığını düşünürdü. Annesinin kendi kanında yüzen cesedinde öfkeyi, Elamire'in kırık dökük cümleleriyle babasından bahsedişinde de nefreti bulduğunu düşünmüştü hep.
Oysa şimdi hissettikleri bambaşka bir şekilde ruhunu yakıp kavuruyor ve yaşananlara bakış açısını sonsuza kadar değiştiriyordu. Ruhu sanki yıkılıp yeniden inşa edilirken acı çekiyor, kıvranıyordu.
Bu his öyle belirgin ve gerçek gibiydi ki boğazından yükselen vahşi, kontrol edilemez hırlama karşısında çevresindekileri şaşırtsa da içinde bulunduğu ruh haliyle kendisi için gayet normaldi. Esasen ruhunun kırılıp döküldüğü gibi o da bir şeyleri yıkmak, yok etmek istiyordu. İçindeki güç bu fikir karşısında keyiflenmiş olsa da Morrigan nefes alarak onu bastırıp ehlileştirmek için çabaladı. Henüz zamanı değildi.
Çıkardığı öfkeli sesi duyan Eamon hemen yanına geldi. Anlayışla bakan gözlerinin derinliklerine dalmak, Morrigan'ın bir nebze sakinleşmesine yardımcı oldu.
"İyi misin?" Sesinde endişe kırıntıları vardı.
Derin, kontrollü bir nefes daha aldı. Çığlık atmayacağından veya bir daha vahşi bir hayvan gibi hırlamayacağından emin olmak istiyordu. Henüz çok gençti ve bu kadar yoğun hisleri ve o hislerle hareket etmeye can atan içgüdüleri yönetmenin ne kadar zor olduğunu yeni yeni anlıyordu.
"Aslında, bu sorunun cevabından emin değilim. Sadece... Sanırım çok, çok kızgınım." Bir nefes daha, içinden tekrar tekrar söyleniyordu: sakin ol, henüz değil.
Tıpkı fiziksel yaralar gibi, günden güne birbirlerinin duygularını da hissedebilir olmuşlardı onunla. Bu yüzden Morrigan, Eamon'ın kendisininkiyle yarışabilecek bir öfkeyi içine hapsetmiş ve onunla savaşıyor olduğunun gayet farkındaydı. Burası bir zamanlar onun da eviydi, burada büyümüştü ve nereye giderse gitsin dönüp geleceği yer de her zaman burası olmuştu. Bu yüzden hislerini ondan daha iyi anlayabilecek biri yoktu.
Yine de Eamon konuşmaya başlarken dingin bir deniz gibi sakindi.
"Kuzey Sınırı'nda görev yaparken çok nadir de olsa kendi başıma kalabileceğim bir veya iki saatim olurdu. Bu yüzden o saatleri en sevdiğim şeyleri yapmaya harcardım-"
"Resim çizmek ya da kahve içmek gibi mi yani?"
Eamon güldü. "Evet, onlar gibi... Ve ne zaman işten biraz uzaklaşsam, bir Myr baskını olurdu. Hem de istisnasız bir şekilde. Odamın kapısı çalındığında ne olduğunu tahmin etmek çok kolay olurdu ve daha yeni gelmişken tekrar nöbet yerine dönmek zorunda kalırdım."
Morrigan biraz düşündükten sonra yüzünü buruşturdu. "Çok sinir bozucuymuş, lütfen bana hatırlat da kuzeye hiç gitmeyeyim. A bekle biraz, buradan ayrıldıktan sonra tam olarak oraya gidiyoruz."
Eamon bu fikirden hoşlanmadığını belli edercesine gözlerini devirdi ve devam etti. "Kesinlikle çok sinir bozucuydu. Odadan çıkıp kar fırtınasına dalmak zorunda kaldığımda çok, çok kızardım. Öyle anlarda o öfke çabucak ve sağ salim geri dönmekte gerçekten yardımcı olurdu. Ancak kontrol edebilmelisin, kızgın olduğun kişinin kim olduğunu hatırlayarak savaş ki gazabın sevdiklerini de önüne katmasın."
İçinde titreşen, derisinin altında sabırsızca kımıldanan gücü hissederken ne kadar haklı olduğunu anlayabiliyordu, bu yüzden başını sallamakla yetindi. Aradan geçen birkaç dakikada şehre artık iyice yaklaştıklarından tekrar Eamon'a döndü.
"Şehre giriş çıkışlar askerler tarafından tutuluyorsa, biz nasıl gireceğiz peki?" Sinirden sesinin titrememesi için çaba harcarken boğulacak gibi olmuştu.
"Aslında, bunun olacağını kimse beklememişti. Bu yüzden birkaç dakika durup planımızı tekrar gözden geçireceğiz. Sanırım senin de bu konuda bir fikrin var, öyle değil mi?" Eamon sırıtarak bir kaşını kaldırdı ve onu şöyle bir süzdü.
Karşılık olarak ona gönderdiği gülümseme vahşi, hatta zehirliydi. Aklından geçen sahne cam gibi berrak olmasına rağmen şimdilik hiçbir şey söylemedi.
Dakikalar sonra Eamon, Odhran ve Riona'nın yanına giderek bir şeyler dedi. Bu kısa konuşmanın ardından Riona, elini kaldırarak atları durdurmalarını emretti. Askerlere atlarından inmemeleri söylenmişti, burada çok kalamayacaklarının herkes farkındaydı.
Odhran, Fearghal, Riona, Eamon, Illarionla birlikte bir halka oluşturarak tatlı kokulu çayır çiçeklerinin arasına çöktüler. Arkalarında nasıl gireceklerini tartıştıkları başkentin silüeti uzanırken onları o silüete götürecek olan yol biraz ötelerinde kalmıştı.
Morrigan bir an duraksadı ve üzerindeki garip bakışları umursamadan bir koşu atının yanına gitti. Yolculukları boyunca yanından ayırmadığı çantasını atının heybesinden aldı ve tekrar yerine oturdu. Bir diğer eski püskü deri haritayı çıkararak önlerine yayarken hiçbir şey söylemedi.
Uzaklara gitmek için Diyar'ın haritasını taşıyorsak, Şatonun ve başkentinkiler de yanımızda olmalı ki nereye döneceğimizi hatırlayalım. Böylece ne kadar uzağa gidersek gidelim, evin yolunu kaybetmeyiz. Morrigan ona neden bu çanta ve haritaları sakladıklarını sorduğunda böyle demişti Edric. Haklı çıktığını bilse yine "Ben demiştim." der miydi acaba?
Haritanın ön yüzünde şehrin ayrıntılı bir krokisi, arka yüzündeyse Ay Şatosu'nun ve tünellerin çizimi vardı.
Yaşamın içinde yapıp ettiğiniz şeyler, kaderin coşkun akıntılarıyla bambaşka kıyılara sürükleniyor ve en ummadığınız anlarda karşınıza çıkıyordu. Edric bu çizimleri bizzat kendisi yapmıştı ve şimdi onu kurtarabilmek için bu haritayı kullanacaklardı.
Odhran ve Fearghal ayrıntılı bir şekilde derinin üzerine işlenmiş olan şehre bakarken Morrigan, biraz daha uğraşırsa kafalarında dönen çarkları duyabileceğini düşünerek gülümsedi.
Illarion parmağıyla Kuzey Kapısı'nı işaret ederek "Burası, Şato'ya daha uzak olması sebebiyle her zaman en az korunan giriş olmuştur. Hala öyle olabilir..." diye mırıldandı.
Bu doğru olsa da Fearghal ve Odhran'ın bakışmalarına bakılırsa iki komutan bu fikirden hiç mi hiç hoşlanmamışlardı. Belli ki Eamon da onlardan yanaydı ki Illarion'a bakarak "Evet çaylak, yakın zamana kadar öyleydi. Ancak o kapı, aynı zamanda Şato'ya en uzak olan kapı. Oraya ulaşana kadar geçen vakitte saldırıya uğrayabilir ve yavaşlatılabiliriz. Ayrıca geçen sürede Şatoya haber gitmesi de içeri girecek olanlarımızı tehlikeye atar." diyerek net bir şekilde başını sallayarak bu fikri reddetti.
Riona, deri haritanın üzerindeki bir diğer kapıyı işaret ederek "Batı Kapısı'na ne dersiniz? Hafızam beni yanıltmıyorsa orası da diğer iki kapıya göre daha hafif bir şekilde korunuyordu." diye sordu.
Fearghal, savaşçı prensese bakarak gülümsedi. "Hafızan seni yanıltmıyor, tatlım. Ancak bazı şeyleri karanlıktan çıkaramadığı da muhakkak. Batı Kapısı, kayalık bir tepenin üzerine kurulu. Oraya bu kadar kalabalık bir birlikle gitmek ve kayaların üzerinde atlarla tırmanıp savaşmaya çalışmak dezavantaj yaratır. Açık hedef oluruz."
Morrigan gözlerini şehri koruyan taş duvarlarda ve büyük, ihtişamlı kapıları gösteren ayrıntılı çizimlerde gezdirdi. Evet, başka bir yolu yoktu.
Bir süre düşündükten sonra "Güney Kapısı'ndan girmeliyiz." dediğinde ufak toplantılarını büyük bir sessizlik ele geçirdi.
Ona ciddi olup olmadığını sorgulayarak bakan ifadeler karşısında "Ne? Sizin de bildiğiniz gibi orası Şato'ya çok yakın, üstelik arazi de uygun. Atlarla Şato'ya varmamız en fazla on dakika sürer."
"Morrigan, orası Dük yokken bile en çok askerin konuşlandığı kapıydı. Şehrin ana kapısından girmeye çalışmak biraz..." Eamon ne diyeceğini bilememişti. Sıkıntılı bir ifadeyle bir ona, bir haritaya bakıyordu.
Odhran onun için lafını tamamlamayı denerken eğlenmişti. "Kibirli? Tedbirsiz? Belki de... Ama bir yandan da haklı." Parmağıyla işaret ederek Güney Kapısı'ndan yukarı doğru çıkan geniş anayolu takip ediyordu. "Kapıdaki askerleri aşabilirsek, biz Şato'ya varana kadar Dük haberdar olsa dahi daha fazla askeri Şato'ya çekecek vakti olmaz."
"Anayol, atlı bir grup için bile oldukça geniş. Bu yüzden kapıyı aşıp hızla Şato'ya ilerlerken bizi durdurmaları da yolu tutmaları da zor olacaktır." Fearghal bir an için durdu ve gri, fazlasıyla farkında olan gözlerini üzerine dikti.
"Ne oldu?" Morrigan onun bu muzır bakışları altında bir tuhaf hissetmişti.
"Anayoldan geçmek istemenin tek sebebi bu değil, öyle değil mi?"
Eamon "Ah, tabii ki değil. Gösterişçi..." diyerek sırıttı, gözleri kapıdan başlayıp şehrin derinliklerine doğru kıvrılan anayoldaydı. Her zamanki gibi aklından geçeni çok iyi biliyordu.
"Hiçbir şeyi de kaçırmıyorsunuz, komutan." İçten ve kısa gülüşü yerini çelik gibi bir kararlılığa bıraktığında onların da bunu görebildiğini biliyordu.
"Dük'ün öldüğüm dedikodusunu yaymasına ve bunun öylece kabul görmesine izin vermeyeceğim. Bu şehre, evime girerken de çıkarken de beni ve Edric'i herkesin görmesini istiyorum. Hayata tüm gücümüzle sarıldığımızı, onları terk etmediğimizi ve bir gün bize ait olanlar için geri döneceğimizi bilmeliler."
Eamon'la bakışları buluştuğunda, prens kararlı ve zalim bir şekilde gülümsedi. Bu fikir onun da hoşuna gitmişti.
Riona "İyi bir strateji gibi duruyor, halkın bizi görmesi tek başına bir şeyler anlatacaktır. Ancak..." Durdu ve kapının çevresindeki burçları işaret etti. "Kapıyı koruyanların sadece fey askerleri olup olmadığından bile emin olamıyoruz. Üstelik sayıları da bizden fazla olabilecekken onları nasıl aşacağız?"
Haritadan başını kaldırdığında Morrigan, kısa bir süre için Odhran ve Fearghal'le göz göze geldi. Aralarında sessiz bir iletişim meydana gelirken Morrigan, içinde kopan fırtınanın kırıp döktüklerini duyabilmelerini ve yapabileceklerini; o fırtınanın bir kasırgaya dönüşmek üzere olduğunu, önüne çıkacak her şeyi yutmak üzere hazır beklediğini anlayabilmelerini umuyordu. İki komutan birbirleriyle de şöyle bir bakıştıktan sonra hafifçe başlarını salladılar.
"Morrigan, kapıya yaklaşırken pelerinini kapalı tutmalısın. Daha sonra sen ve ben şaşkınlıklarından yararlanıp ilk saldırıyı yapacağız. Bizden sonra da Fearghal ve Eamon saldıracak. Riona, sen de askerlerle birlikte bizi destekle. Tek bir kişi bile kurtulup Şato'ya ulaşmamalı, anlaşıldı mı?" Odhran'ın kalın, tok ve duygulardan arınmış sesi; onun bir zamanlar ne denli katı, amansız bir komutan olduğunu kanıtlıyor gibiydi. Hepsi de başlarını sallayarak onu onaylamakla yetindiler. Eğer bir aksilik çıkmazsa, bu iyi bir plan gibi geliyordu kulağa.
Eamon, Illarion'a dönerek "Yeminine sadık kal ve bugün bir an bile prensesin yanından ayrılayım deme, çaylak. Yoksa..." dedi ve durdu, bakışları genç askeri yiyebilecekmiş gibiydi.
Illarion korkudan irileşen gözlerle "E-elbette onu en iyi şekilde koruyacağım. Hiç şüpheniz olmasın, prens." diyince Morrigan kıkırdadı. Biri asker diğeri ise ünlü bir fey savaşçısıydı ama böyle anlarda gerçekten komik oluyorlardı.
Sonra bir an duraksadı. Omuzlarına yoldaşına söylemesi gereken şeyin ağırlığı binmişti, sıkıntıyla ofladı. Daha fazla bekleyemezdi, bir kez şehre girdikten sonra çok geç olacaktı. Diğerleri haritaya göz gezdirmeyi bırakıp ayaklanırken onunla konuşmaya karar verdi.
"Illarion, benim sana bir şey söylemem gerek." Genç askerin meraklı gözleri üzerine sabitlendi.
"Sizi dinliyorum, prenses."
Esasen Morrigan ona bunu söylemek zorunda değildi, bu pekâlâ Eamon'la aralarında bir sır olarak kalabilirdi. Ne var ki içinden bir ses, Illarion'un bunu bilmesi gerektiğini, anlatmak için çok bile beklediğini söylüyordu.
"Hatırlıyor musun, bize kardeşinden bahsetmiştin..." Nasıl başlayacağından, konuya nasıl gireceğinden emin olamadığından bocalamıştı.
"Ah, evet. Collin... Onunla mı ilgili konuşmak istiyorsunuz?" Sesinde neler olduğunu anlayamayan, habersiz bir tını vardı.
"Evet, aslında... Ben onunla tanıştım, başkenti terk etmeden önce yani. Eliad Kutlamaları'ndaki düellolarda savaşacaktı, öyle değil mi?"
Illarion'un gözleri şaşkınlıkla irileşmişti. Heyecanla konuşurken bir yandan da düşünceli bir ifadesi vardı.
"Ah Tanrılar, ne büyük rastlantı ama! Size bir saygısızlık yapmadı umarım. O şekilde tanışmadınız, değil mi?"
Morrigan hafifçe gülerek başını salladı. Bu esnada diğerleri de çoktan ayaklanmış, atlarına doğru ilerliyorlardı.
"Hayır, yani aslında... Collin, kuzenim Elamire'le konuşuyordu, dost olmuşlardı. Saldırı olduğunda Elamire'i korudu ve bize yardım etti." Derin bir nefes aldı ve içtenlikle genç adama bakarak konuşmaya devam etti. "Şato'dan çıkmayı başardıktan sonra da yanımızdaydı. Daha sonra Elamire ve Edric'le tekrar Şato'ya döndü. Yani kardeşin hala onlarla birlikte olmalı. Bu zamana kadar neden onun hayatta ve iyi olduğunu söylemedim, bilemiyorum. Özür dilerim."
Sonlara doğru sesi kısılmış, mahcubiyeti onu pençesine alıp sıkıştırmaya başlamıştı. Bir süre Illarion dışında her yere baksa da kaçmanın bir faydası yoktu, bu yüzden tekrar ona dönüp gözlerinin içine baktı.
O izlerken Illarion'un her zaman güleç olan yüzünden gölgeler halinde duygular geçti. Şaşkınlık, sevinç, karmaşa, endişe, keder... Biri diğerinin yerini alırken karşısındaki genç adam bocaladı.
"Bir şey demeyecek misin?"
"Ben... Ne diyeceğimi bilemiyorum, majesteleri. Collin bir asker ve ailenizi korumak onun görevi, bu yüzden onlarla olmasını anlıyorum. Yalnızca, bana en azından onun hayatta olduğunu söylemek için neden bu kadar beklediniz ki?"
Morrian'ın kendisi bile bu sorunun cevabını tam olarak verebileceğinden emin değildi. Yine de ona en azından denemeyi borçluydu. Bu yüzden, içinden geçen sözcüklerin hiç şekil değiştirmeden kendisinden taşmalarına izin verdi.
"Edric ve Elamire için çok endişeliydim biliyorsun, hala da öyleyim. Collin için de çok endişeleniyordum, amcam yüzünden başına bir şey gelirse diye." Sıkıntılı bir şekilde ofladı. "Bu yüzden, sen ondan bahsettiğinde sana kardeşin, benim kardeşlerimi korumak için o cehenneme gitti diyemedim. Senin de benim gibi endişelenmeni istemedim, zaten yakında gidip onları kurtaracağız diye düşündüm. Üzgünüm, Illarion."
Illarion, atların yanına vardıklarında üzengiye adımını atmadan önce buruk bir gülümsemeyle ona baktı.
"Sizi anlıyorum, majesteleri. Bunca zaman kalbiniz, benimkinin şu an sıkıştığı gibi sıkışıyordu muhtemelen. Yine de şunu söyleyeceğim: Bilinmezlik, bilinen hakkında kafanızda kurgulayıp oynattığınız senaryolardan çok daha korkunç bir işkence yöntemidir. Bundan sonra her ne olursa olsun, bu işkenceden uzak kalmayı tercih ederim."
Illarion bu sözlerden sonra bir an için durakladı, gözlerinde bir şey parıldayıp söndü. Gülümsemesi eskisi kadar olmasa da yeniden ışıldıyordu. "Yine de beni düşündüğünüz için teşekkür ederim. Collin dışında birilerinin bunu yapması değişik bir hismiş doğrusu."
Morrigan, Illarion'un anlayışı ve sakinliği karşısında kendisini küçük ve şaşkın hissetmişti. Sözcükleri kaybetmiş bir halde yalnızca nemli gözlerle şöyle bir gülümsedi ve atına doğru ilerledi. Sonrasında aklına bir şey geldi ve yönünü, atlı gruba doğru çevirdi.
Asker grubunun hafifçe dışında Envy, atının üzerinde bekliyordu. Onlarla buraya kadar gelmişti ve bir şekilde bugün onun da önemli bir rolü olduğunu hissediyordu. Ancak bu, dilediği bir şey değildi. Neticede Envy, sadece bir insandı.
Yanına giderek "Selam." dedi. Mavi gözleri hemen ona dönüp içtenlikle gülümsemişti.
"Merhaba, majesteleri. Bir şey mi oldu?"
"Nasıl olduğunu merak ettim. Birazdan şehre gireceğiz, malum." Güçleri olmadan tedirgin hissediyor olmalıydı.
"Ben gayet iyiyim. O şeyler karşısında şansım yoktu zaten. O andan sonraki yaşamımı sayenizde yaşadığımdan, çok da önemli değil açıkçası ne olacağı." Gerçekten de tasasız bir şekilde sırıtıyordu.
"Peki... Öyleyse, senden bir şey isteyeceğim. Biz şehre girmeden senin ormana kaçıp saklanmanı istiyorum. Şehrin yakınındaki ormandaki büyük çınar ağacını bilir misin? Ona tırmanıp beklemeni istiyorum."
"Biliyorum. Sanırım yardımım dokunmaz, değil mi? Öyleyse peki, sizin için bekleyeceğim."
"Teşekkürler. Görüşürüz o halde..." Bunu dedikten sonra tekrar kendi atına doğru ilerledi.
Üzengiye adımını atıp eyerin üzerine zıplarken Eamon'ın onunla gurur duyduğunu gizlemeyen bir ifadeyle kendisini izlediğini gördü. Neden öyle baktığını anlamamıştı. Tam onun yanına gidip soracaktı ki Eamon aniden atını Illarion'unkine doğru sürdü.
Ne konuştuklarını duyamasa da Eamon'ın, Illarion'a Collin'i kendisinin de tanıdığını söylediğinden hiç şüphesi yoktu. Prens onun tek başına hata yapmasına ve sorumluluğu yine tek başına üstlenmesine izin verecek biri değildi.
Her yüküne onunla birlikte omuz veren biriyle birlikte olmak ve hayatı birlikte taşımak, giderek yalnızlaştığı bu dünyada ne büyük bir lütuftu...
Yeniden yola döküldüklerinde kalbinde hiçbir ağırlık yoktu. Artık taşıdığı tek yük öfke, en büyük silahı da kararlılığıydı. Odhran ve Fearghal'le birlikte en önde atını sürerken Tanrılara, onu izlemeleri ve yanında olmaları için dua etti.
Eğer onlara yardım etmeye karar verirlerse, Morrigan bugün yıldızları titretip tahtlarını sallayacaktı.
------------------------------------
Onları şatoya ve şehre yaklaştıran yolda geçen her bir dakikayla birlikte gerilim tırmanmış ve öyle bir hale gelmişti ki yeterince iyi dinleseler toynak seslerine karışarak havada vızıldadığını duyabilirlerdi.
Güney Kapısı nihayet ufukta görünür olduğunda Morrigan başını çevirerek Odhran'a baktı. Kadim komutanın binlerce çarpışma görmüş gözlerinden geçen zalim ancak bilge gülüş, kalbinin daha kuvvetli gümbürdemesine sebep oldu.
Morrigan ve Edric nadiren şehrin dışına çıksalar da Güney Kapısı'nı hiç kullanmamışlardı. Şehrin ana kapısı, diğerlerinden çok daha büyük ve ihtişamlıydı. Öyle ki, Morrigan kendi küçük birliklerinin yeterliliğinden kısa bir an için şüphe etti.
Devasa ahşap kapının iki yanında uzanan gözcü kuleleri ve artlarında ne sakladıkları muamma olan burçları, şehre kaçak girmeye çalışanlar -yani onlar- için bir hayli tehditkâr gözüküyordu.
Morrigan, arkasına dönerek "Envy!" diye seslendiğinde genç kız, kalabalık asker grubunu terk ederek atını yolun dışına, biraz uzaktaki sık ormanın içine doğru sürdü. Morrigan derin bir nefes aldı.
Kapının önüne geldiklerinde burçların arasında koşturan -ve artık üniformaları kapkaranlık olan- askerler görünür olmuşlardı. Nöbetçi okçular sadaklarına uzanmaya başlamışlardı bile.
Morrigan, Odhran'a bakarak başını salladı.
"Kalkanlar!" Odhran'ın tok sesi, çevrelerindeki ağaçların ve şehir duvarlarının arasında gürledi.
Hemen ardından Morrigan bir kez ardına baktı ve farklı renklerdeki parlak, cama benzeyen büyülü kalkanların küçük gruplarının çevrelerinde ve üstlerinde birleştiğini gördü. Onlarca yamadan oluşan bir battaniye misali hem parça parça hem bütünlerdi ve askerlerin üstlerine örtülmüş, onları sıkıca sarmalamıştı. Çok güzeldi.
Illarion, tam da Eamon'ın dediği gibi yanı başındaydı. Yayına yerleştirdiği okuyla tetikte, indireceği hedeflerin görüş alanına girmelerini bekliyordu.
Eamon da her zaman olduğu gibi diğer yanında dimdik bir şekilde duruyordu, çoktan savaşmak için hazırdı. Yüzündeki garip, muzip ifade bir an Morrigan'ı afallattı. Prens, içinde bulundukları şu hâlde gerçekten de heyecanlı mıydı?
Morrigan'ın ona tuhaf tuhaf baktığını fark ettiğinde "Ne? Hafif antrenmanlardan ve kendimi tutmaktan sıkılmaya başlamıştım." diyerek göz kırptı.
Fearghal ve Riona da yanlarındaki yerlerini almışlardı. Morrigan ve Odhran atlarını daha da öne doğru sürerken Riona'nın "Okçular, hazır!" diyen sesi alanı doldurdu.
Kapıya ve onları izleyen askerlere iyice yaklaşırken Morrigan nihayet pelerininin başlığını indirdi ve keskin bakışlarını göz göze gelebildiği tüm askerlerin üzerlerine dikti.
Güneşin parıldayan bir gümüş gibi yansımalar kondurduğu gri saçları ve yeşil gözlerini gören herkes gibi, burçların arkasında konuşlanmış askerler de artık onun kim olduğunu biliyorlardı. Garip bakışmalar ve fısıltılar devam ederken Morrigan, zeminin inleyerek titreyişini duydu.
Dönüp bir an için Odhran'a baktığında gri bir halkayla çevrelenen göz bebeklerini görüp irkildi. Zannettiği gibi deprem olmuyordu, asırlar sonra yeniden savaşmaya karar veren çeliğin efendisi ilk darbesini indirmeye hazırlanıyordu.
Sarsıntının afallattığı askerler oklarını göndermekte geç kalmışlardı ve bu, yaptıkları son hata olacaktı. Toprakta açılan derin, buharların yükseldiği yarıklardan kurtulan keskin metal parçalarını görünce Morrigan da içindeki buz gibi soğuk güce uzanıp onu toplamaya, kontrol etmeye çabaladı.
Odhran'ın tırtıklı ve henüz sıcak çelikten bıçaklarının görünüşleri ilkel ve korkunçtu. Komutan bir gürleme eşliğinde o bıçakları gönderdiği anda kaos, alanı ele geçirdi.
Saldırı o kadar isabetli bir şekilde kapının tam üzerindeki askerleri bulmuştu ki, karşılık olarak panik dolu bağrışlar eşliğinde ve emir olmadan bırakılan oklar neredeyse acınası kalmışlardı.
Üzerlerine yağan oklara karşı Morrigan, nihayet büyüsünü serbest bıraktı. Derin bir nefes alarak yarattığı kalkan hepsinin üzerine açılan bir şemsiye gibiydi. Parıltılı, şeffaf kalkana değen oklar küle dönerek birer dumandan ibaret kaldıklarında gülümsedi.
Daha sonra gözleri, kale duvarlarının sağ tarafında duran askerlere kilitlendi. Tek eli, daha o saldırısını ayrıntılı bir şekilde düşünemeden havaya kalktı. Ve yakıcı öfke, içindeki güce dolanarak ondan taştı, taştı.
Eamon haklıydı. Basit, kontrollü antrenmanlardan sonra büyüsünün böyle özgür kalması neredeyse ferahlatıcı bir şey olsa da kontrol etmek en zor olanıydı. Kontrollü olmak ve baskılanmak değil, yakıp yok etmek istiyordu.
Varlığının farkında bile olmadığı bir gerilim ortadan kalkmıştı.
Gücü, büyük bir patlamayla taştan burçlara çarpıp onları yıkarak duvarda bir oyuk oluşturdu. Taşların ve yakıcı soğuğun çarptığı askerlerden çığlıklar yükselirken diğerleri, beyaz parıltı yüzünden geçici bir körlüğe mahkûm oldular.
Morrigan bunu gördüğü anda parlak hançerler haline getirdiği büyüsünü kesintisiz bir şekilde burçların arasına göndermeye başladı. Sabit durmayan hedefleri vurmak maharet isteyen bir işti. Hançer şeklindeki parıltılar birer birer hedeflerini bulmak için fırlarken Odhran'a bir kez daha hayranlık duydu.
Eh, en azından okçuların onları görüp nişan almasını engellemişti.
Tam bu sırada Riona ilkel, vahşi bir çığlık eşliğinde "Atış serbest!" emriyle havaya kaldırdığı kılıcını indirdi. Kendi okçularının okları ve onlara eşlik eden askerlerin büyüleri, gökyüzünde göz alıcı bir kavisle yükseldi ve duvarın üzerine yağmaya başladı.
Neredeyse keskin nişancılar tarafından yapılmış gibi becerikli atışlardı hepsi de. Riona en iyi askerleri seçtikleri konusunda şaka yapmamıştı.
Şehir duvarında koşuşan askerler destek çağırmaya gitmişlerken Eamon'dan bir hırıltı eşliğinde yükselen ve onların üzerine gelen alev duvarını görenler telaşla kaçışmaya başlasalar da çok geçti.
Alev duvarı okyanusta yükselen bir dalga gibi şahlanarak duvarın üzerine bindi ve kulak tırmalayıcı çığlıklara yanık et kokusu katıldı.
Duvarın üzerindeki askerler yavaş yavaş şehrin içine doğru çekilmeye başlamışlardı. Odhran bu karmaşadan istifade ederek Fearghal'e döndü ve "Kapı!" diye bağırdı.
Tam o anda hiçbirinin beklemediği bir şey oldu.
Bir kez daha üzerinde durdukları toprak sarsılırken Morrigan'ın gözleri Odhran'a kaydı. Kuzeyin Komutanı kıvrak hareketlerle yönlerdirdiği bıçakları bir askerden çıkarıp diğerine gönderirken bir an kaşlarını çatarak çevresine bakınmıştı. Anlaşılan o ki bu seferki sarsıntının sebebi o değildi.
Şehir duvarlarının üzerinde yükselip tutunarak taşlara saplanan kara, devasa pençeleri gördüklerinde bir an için her şey yavaşlayıp durmuş gibi geldi Morrigan'a.
Saplanan pençeleriyle duvara tırmanıp yükselen devasa yaratığın kanatları, alanın üzerinde ışıyan güneşi örtüp engellerken gölgesi hepsinin üzerlerine düştü.
Odhran ve Fearghal bir an için şaşkınlıkla bakakaldılar. Riona ve Eamon'ın fısıldadıkları küfürler bu sefer duruma gayet uygun kaçıyordu.
Yaratığın boyu yaklaşık üç erkek fey kadardı. İri ve kıvrık boynuzları bir taç gibi başının üzerinde yükseliyor, gözlerinin olması gereken yuvalarda birer kor parıldıyordu. Aralık olan ağzından içinde yanan alevler saçılırken ustura gibi keskin dişleri derisini yararak çenesine uzanıyordu. Adeleli, kül rengi gövdesi ve kolları güçlüydü.
Devasa kanatlarını çırptığında o tanıdık, bozuk koku tüm şiddetiyle yüzlerine vurdu. Şehir kapısının üzerinde Myrler belirdiğinde ve birer birer taş duvardan aşağı inerek kümelenmeye başladıklarında bu sefer küfreden Morrigan oldu.
"Bu şey de ne?" Hüsran ve öfke karışımıyla titreyerek sordu.
"O, Oghtar. Ama burada ne işi var? Nymalin'de, ebediyen hapsedilmiş halde olmalıydı. Riona, herkes kalkanları genişletsin ve geri çekilsin."
Riona gerekli emirleri verirken dehşetle Odhran'a baktı. Geri mi çekileceklerdi?
Hayır, dedi içinden. Henüz değil, onları almadan olmaz.
"Neden geri çekiliyoruz?" Eamon hoşnutsuz bir sesle sordu, bir yandan da karşılarındaki Myr birliğine ve Oghtar'a bakıyordu. Olasılıkları gözden geçiriyor gibiydi.
"Çünkü onu yok edebilseydik, zamanında yapardık. Başka bir yol denememiz gerekecek. Belki diğer kapıları..." Gözleri geçmişi tararcasına uzaklara bakarak cevaplayan Fearghal de pek mutlu görünmüyordu.
Oghtar duvarı aşıp toprak zemine çatal toynaklarını bastığında zemin sarsıldı. Kükreyen yaratığın ağzından saçılan alevler, çevresindeki birkaç Myr'i küle çevirdi.
"Eğer şimdi geri çekilirsek bir sonraki gelişimizde bizi bekliyor olacaklar. Günlerce beklememiz gerekecek, Edric ve diğerleri daha ne kadar dayanabilir onu bile bilmiyoruz. Gidemeyiz!" Morrigan öfkesiyle yükselen büyüsünü bastırmaya uğraşırken dişlerinin arasından çıkan bu sözcükler acı ve endişeyle bezenmişti.
Şimdi gidemezdi.
Bir adım öne doğru attığında yaratığın bakışları onun üzerine sabitlendi. Gözleri olmasa da o çukurlarda katıksız bir nefretin dolaştığını görebiliyordu.
Oghtar'ın homurdanmasıyla duvarı aşıp onlara yaklaşan Myrler de ona bakmaya başlamışlardı şimdi. Kükreyerek üzerine gelen çirkin yaratıklar karşısında kaşlarını çattı. İlgilenmeleri gereken çok daha büyük bir sorunları vardı.
Illarion kılıcını kaldırıp önüne geçti. Onlara yaklaşmakta olan yaratıklara doğru dönerek, kıvrılarak kılıcını sallamaya ve onları birer birer biçmeye başladı. Sayılar çoktu, üstelik birer birer duvardan inmeye devam ediyorlardı. Yine de genç asker durumu iyi idare ediyordu.
Oghtar'ın yanında küçük ve aciz kalan o yaratıkları daha fazla düşünmeden yeniden karşısındaki canavara odaklandı ve bir adım daha attı.
Eamon da birlikte adım attı. Prens bir elinde kılıcı, bir elinde kalkanıyla orada dikilirken bir an için göz göze geldiler.
O da gitmek istemiyordu.
"Odhran ve Riona; siz Myr ve askerleri alın. Biz de Oghtar'la ilgileneceğiz. Fearghal?" Alevden kalkanını ikisini de koruyacak şekilde genişletirken tıpkı Morrigan gibi yaratığın zayıf bir noktasını arıyordu.
Kendisi gibi Eamon da eğer bu yaratık uçar ve havadan saldırırsa kaçmalarının çok zor, hatta imkânsız olacağını çok iyi biliyordu. Bu yüzden onu yerde tutmanın bir yolunu bulmalıydılar. Bunu da ancak Fearghal yapabilirdi.
Kadim komutan "Eh, bu rövanş birkaç binyıl kadar gecikti nasıl olsa." diyerek sırıttı. Maharetli parmaklarıyla kemerindeki bir torbadan tohumlar çıkardı ve Oghtar'ın ayaklarının dibine fırlattı.
"Asker, kılıç çek! Tek bir Myr ve düşman askeri bile kalmayacak!" Riona askerlerine emir verirken gökyüzünde kara bulutlar toplanmaya başladı. Prensesin yeşil gözleri tehlikeli bir şekilde parlıyordu.
Bir yıldırım yan yana duran iki Myr'in tepesine düştüğünde gökyüzü hiddetle gürleyerek aydınlandı.
Aynı anda Odhran'ın hançerleri de yeniden uçuşup hedeflerini bulmaya başladı. Yaşlı komutan bir yandan da elindeki kılıçla dönüyor, atılıyor ve önüne geleni biçiyordu.
Yıldırımlar birer birer yaratıkların ve askerlerin tepelerine inerken hava soğudu ve güneş bulutların perdesi arkasına saklandı. Gökyüzü, Riona'nın emirlerine uyarak onlara yardım ediyordu.
Fearghal'in dudaklarından dökülen "Galai!" emrinin ardından Oghtar'ın ayakları dibinde büyüyen ve birer kol kalığındaki sarmaşıklar hızla yükseldi ve öfkeli bir halde çevresine alevler saçan Oghtar'ın çevresine dolandı.
Dikenli, yeşil sarmaşıklar yaratığın kanatlarını gövdesine yapıştırdığı gibi hareket etmesini de engellemişti. Fearghal onlara dönerek "İşte... Bu, o şeyin toynaklarını bir süre toprakta tutar." dedi. Haklıydı da, üstelik kadim yaratık bu durumdan hiç hoşnut olmamıştı.
Saldırmak için belki de tek fırsatları buydu, bu yüzden Eamon bu anı boşa harcamadı ve büyüsünü zincirlerinden kurtulan vahşi bir hayvan gibi serbest bıraktı.
Yaratığa çarpan alevden hortum, fiziksel bir darbe etkisi yapmıştı. Uluma ve kükremenin karışımı olan öfkeli, acı dolu ses kulaklarına işkence etse ve Oghtar geriye doğru gitse de hepsi bundan ibaretti.
Eamon'ın büyüsü güçlüydü, o saldırı herhangi bir şeyi kemiklerine karar küle çevirip yok etmeye fazlasıyla yeterdi. Oysa Oghtar'a hiçbir şey olmamıştı.
Fearghal sıktığı dişlerinin arasından "O, dünyanın sıcak kalbinden bir yaratıktır prens. Alevlerin kaynağından geliyor, büyün onu yakamaz." dedi. Eamon başını sallasa da öfkeyle homurdandı. Kalkanını tekrar onlara siper etmişti.
Komutan tekrardan avucunu kesesine daldırdı ve avucuna doldurduğu küçük, yuvarlak tohumları havaya fırlatarak "Riona!" diye haykırdı.
"Hallediyorum!" Riona ellerini kaldırdı ve soğuk bir esinti, tohumları havada taşıyarak duvarın üzerindeki askerlerin ve Myrlerin ayaklarının dibine bıraktı.
Tohumlar ince, kıvrık gövdeli değişik birer bitkiye dönüştüler. Çiçek kısmında ustura gibi kesin, dikenden ağızları vardı. Dikenli ağızlar askerlerin ve Myrlerin üzerine saldırarak onları canlı canlı çiğnemeye, gövdelerinden parçalar koparmaya başladılar. Fearghal bir yandan toprağın içindeki kökleri kontrol ederken diğer yandan da bu bitkileri yönlendiriyordu.
Geriye ilgilenilmesi gereken sadece Oghtar kalmıştı.
Morrigan belinden çektiği hançerlerine baktı ve o anda garip, tamamen yabancı bir öngörü hissetti. Sanki dakikalar önce dualar ettiği tanrılar nihayet yanında olmaya, ona yardım etmeye karar vermişlerdi. Hançerleri büyüsüyle birlikte beyaz bir ışık saçmaya başladığında kabzaları tutan ellerinde kışın dokunuşu vardı.
"Soğuk..." diye kendi kendine mırıldanırken içgüdülerini dinlemeye karar verdi. Çok fazla düşünmedi ve sağ elindeki hançeri tüm gücüyle yaratığın göğsünü nişan alarak fırlattı.
Parıldayan hançer Oghtar'ın göğsünün tam ortasına saplanmıştı. Yaratığın boğazından tiz, acı dolu bir çığlıkla birlikte alevler yükseldi.
Morrigan hemen sonra Oghtar'ın gövdesine açılan deliği gördüğünde yanılmadığını anladı. Büyüsü, bu alevli karanlıktan doğan yaratık için geceyi delen ay ışığı gibiydi. Kalbi umutla kabarırken Eamon'a bakarak gülümsedi.
Gök gürültüsünün sesi ve yıldırımlar gitgide şiddetlenirken uçuşan hançerler de etraflarında dönüyordu. Askerler şehir duvarı boyunca çarpıştıkları Myrler karşısında büyüler ve silahlarla savaşırlarken Morrigan kalbinin derinliklerinde bunu başarabileceklerini hissetti ve bu hissi kucakladı.
Tam o kaosun ortasında canı yanan ve öfkelenen devasa yaratık, onlara doğru dönerek kükredi ve çırpınmaya başladı. Riona'nın büyüsünden doğan öfkeli yağmur damlaları, çirkin ve kara gövdeye değdikleri anda buharlaşıyorlardı.
Fearghal sıktığı dişlerinin arasından çıkan hırıltılar eşliğinde yaratığı tutan sarmaşıkları güçlendirse de yeterli olmadı. Oghtar'ın kanatlarıyla zorladığı yeşil ipler birer birer kopmaya başladı. Öyle ki, Eamon ve onun dışında herkes geriye doğru adımlar atmaya başlamıştı.
Yaratık, devasa kanatlarını açılmaları için zorlayarak Fearghal'in sarmaşıklarını parçaladı. Ayağa kalktı ve meydan okurcasına gürleyerek Morrigan'ın ta gözlerinin içine baktı. O gözler sanki bu şehrin artık ona ait olduğunu ve onun izni olmadan kimsenin, özellikle de onun, o kapıdan geçemeyeceğini büyük bir zevkle haykırıyor gibiydi.
Bakışları birbirlerine kilitlenmişken Oghtar pençelerini yumruk haline getirdi ve yeryüzündeki tüm havayı bencilce kendisine almaya çalışıyormuş gibi bir nefes çekti. Morrigan o sessiz iletişime ve meydan okumaya o kadar kendini kaptırmıştı ki, onu yutmak için yaklaşan alevleri fark etmesi olması gerekenden çok daha uzun sürdü.
Illarion'un ona doğru hamle yaptığını hayal meyal fark etmişti. Ne var ki genç askerle aralarındaki mesafe mecburen açılmıştı.
"Dikkat et!" Eamon onu uyarmak için bağırsa da o karmaşada kendisine ulaşamadı. Morrigan, alevler son süratle ona yaklaşırken telaşla ve korkuyla gözlerini kapattı.
Ancak beklediği sıcaklık ve yanma hissi bir türlü gelmediğinde gözlerini açabilmeye cesaret etti. Büyüsü, bilincinin dışında hareket ederek bir kalkan halinde çevresine yayılmıştı. Kendi şeffaf kalkanına karışan kızıl büyü ise Eamon'ın kalkanıydı. Kızgın bir camdan yapılan bir duvar gibi yaklaşan alevleri bertaraf etmişti.
Morrigan nefes nefese bir halde rahatlamış bir ifadeyle onu izleyen prense baktı.
"T-teşekkürler..."
Prens gergin de olsa gülümseyerek başını salladı ve yanına geldi. Yaralanmadığından emin olduktan sonra sertleşen bakışlarını karşılarında dikilen iblise çevirdi. Kısa bir an ikisi de karşılarındaki yaratığa baktılar.
Oghtar göğsüne saplanıp kalmasına rağmen hala alev alev yanan hançerden kurtulmaya çalışıyordu. Sivri pençeleri yüzünden kemiğe saplanan bıçağı çekip almakta zorlanıyordu ve bu, onu daha da sinirlendirmişti. Gözlerinden bile alev saçıyordu şimdi.
Morrigan o gözlerdeki meydan okuma, nefret ve küçümseme kanını kaynatıyordu. İçgüdüleri kalıp savaşmasını, o kapıdan geçerek evine gitmesini emrederken bu ihtiyacı dindirme arzusu gitgide büyüyordu.
Eamon'a dönerek "Geri çekilmeyeceğiz. Evimize gidiyoruz, hem de hemen." derken içinde titreşen ve soğuk soğuk terleyen, buzdan iğnelerin saplandığı avuçlarında tutmakta zorlandığı güç; sesinin derinleşmesine, heyecanla titremesine yol açtı.
Çevresinde olup bitenlerin ve onu izleyenlerin hayal meyal farkındaydı. Görebildiği tek şey, onun olanla arasında durup öfkesini harlayan çirkin yaratıktı.
Bu yüzden sakin, ritmik adımları onu Oghtar'a doğru taşırken yükselen itiraz ve uyarıları duymadı.
Eamon'ın onu takip eden adımlarınınsa her şeye rağmen farkındaydı. Ona engel olmayacak veya durmasını söylemeyecekti, sadece yanındaydı işte.
Oghtar bir kez daha kükreyip kanatlarını savurdu ve kükürt kokulu nefesiyle alevlerini üzerine püskürttü.
Ancak Morrigan bu sefer hazırlıklıydı.
Tek kolunu kaldırarak oluşturduğu kalkan, onu ve Eamon'ı koruyabilecek kadar büyük ve güçlüydü. Yine de her ihtimale karşı ince, kristale benzeyen kalkanının gerisinde Eamon'ın kalkanı da yükseliyordu.
Püsküren vahşi alevler kalkanına çarptığında tıslayan buhar yükselerek bir süre hiçbir şey görememelerine sebep oldu.
Şimdi saldırmanın tam zamanıydı.
Morrigan ellerine geçen bu fırsatı kaçırmadı. Sakin adımları hızlanarak koşmaya başlarken içinde çağlayan o kaynağı buldu.
Nihayet yaratığın karşısına geldiğinde durdu, çenesini kaldırarak karanlık gölgelerin dolaştığı gözlerine baktı. Buraya ait olmayan sen gideceksin, ben değil.
İki elini yaratığa doğru doğrulturken Oghtar, ciğerlerini yeniden havayla doldurmuş ve yeni bir saldırı için hazırlanıyordu. Bir yandan kuyruğu ve kanatlarıyla çevresindeki askerleri uzaklaştırıyor olsa da gözleri Morrigan'ın üzerindeydi.
Güç, Morrigan'dan zincirlerinden kurtulan vahşi, ehlileştirilemez kadim bir canavar gibi hücum edercesine çağladı.
Kör edici bir parıltı eşliğinde öfkesiyle kaynayıp büyüyen, büyüdükçe daha da hiddetlenen büyüsü; kendisinin ve Eamon'ın kalkanlarını parçalayarak yaratığa hiç kimsenin beklemediği kadar korkunç, saf bir şiddetle çarptı.
Acıyla tıslayan ve çoktan soğuk alevlerin yangınında yanarak acı dolu çığlıklar atmaya başlayan Oghtar, darbenin etkisiyle savruldu ve arkasındaki devasa kapıya çarptı.
Ahşap kapı, haşmetli gövdenin altında ezilerek kıymıklarına ayrıldı. Şehrin kalbine uzanan devasa taştan yol artık tam önlerindeydi.
Birkaç saniye için sanki geniş açıklığın önünde zaman durmuş gibiydi. Öyle ki, kendi birlikleri bu birkaç saniyelik şaşkınlık anında siyah üniformalı askerleri ve Myrleri birer birer haklamışlardı. Riona'nın hiddetlenen büyüsüyle gürleyen gök ve artık cansız bir şekilde yerde yatan Oghtar'ı pişiren alevlerin sesi hariç alana derin bir sessizlik çökmüştü şimdi.
"Gökteki tüm tanrılar adına, bu..." Fearghal ne diyeceğini bilemeden irileşmiş gözlerle ona bakarken sessizliği bozdu.
"Oldukça etkileyiciydi." Riona, ufak bir heyecanla parıldayan gözleriyle onu süzerek Fearghal'in cümlesini tamamladı.
Ancak Morrigan onları olması gerektiği kadar net işitemedi. Kulakları uğulduyor ve dizleri hafifçe titriyordu şimdi. Güç, sarhoş edici olsa da kullanmanın her zaman bir bedeli vardı. Genç ve Geçiş'ini tamamlamamış bedeni büyüye karşı onlarınkilerin olduğu kadar dayanıklı değildi.
Ayakta kalabilmek, yoluna devam edebilmek için dilini ısırarak kendini uyanık tutmaya çabaladı. Onu büyük bir gururla, delip geçen gözlerle izleyen Eamon dirseğinden destek olarak ayakta kalmasını sağladı.
Derin derin alıp verdiği gürültülü nefesleri arasında tek tek karşısında duran, şaşkınlığın dokunduğu yüzlere göz gezdirdi. Fearghal ve Odhran'ın ifadeleri, diğerlerinden çok daha farklıydı.
Yorgun ancak kararlı bakışlarını onların üzerinde tutmaya çabaladı, hala başı dönse de omuzlarını dikleştirerek karşılarında durdu ve tek tek kanla lekelenmiş yüzlerine baktı.
"Geçmişin bir kısmını görsem de onu sizlerle beraber yaşamadım. Ancak bugün bildiğim bir şey var: Artık ne durabilirim ne de geri çekilebilirim. Burnundan sızılıp tenini gıdıklayan kanı sildikten sonra devam etti. "Edric'in de dostlarımın da o adamın ellerinde fazladan bir dakika daha geçirmesini göze alamam. Bugün, şimdi, onları kurtaracağız ve sonrasında evimiz için..." Durup Eamon'a, Riona'ya ve hatta Illarion'a bakışlarını yöneltti. "... ve yeniden bu diyarda huzurla yaşayabilmenin ihtimali için bir gün geri döneceğiz." Şimdi sesi biraz daha yükselmişti, artık sadece onlara değil bu savaşta yanlarında olacak olan askerlere de sesleniyordu. Her biri, bu halkın parçasıydı ve kardeşiyleriydi. "Bu yüzden tereddüt edemez ve vakit kaybedemeyiz." Sesi, kendisinden hiç işitmediği bir tonda çınlayarak onlara ulaşıyordu.
Sözlerini tamamladığında bakışlarıyla buluşan bakışlarda birçok duygunun karmaşası vardı ancak bir tanesi çok netti: Saygı.
Yaşadıkları bunca şeyden sonra artık kimse o genç, pervasız prenses olarak görmüyordu onu. Riona bile bugünkü mücadeleden sonra ona daha bir başka bakıyor gibiydi.
Kimse bir şey söylemeye gerek duymadı. Herkes silahlarını kuşanmış bir halde atlarının sırtına atlarken bu, Morrigan için zaten yeterli cevabın ta kendisiydi. Artık geri çekilmeyi, yoldan dönmeyi veya pes etmeyi düşünmeden onunla aynı dikenli yolda yürüyecek dostları vardı ve bunu kalbinde net bir şekilde hissedebiliyordu. Tıpkı, gözlerinde daha bir kuvvetli yanmaya devam eden kararlılık gibi.
Yalnızca Eamon, o sözlerini bitirdiğinde birlikte atlarına doğru yürürken elini tuttu ve başparmağı elinin sırtını tüy kadar hafif dokunuşlarla okşadı. Morrigan artık bunun, onun ben yanında olacağım deme şekli olduğunu bilecek kadar tanıyordu onu. Sıcak, güven veren dokunuşuna karşılık verse de parmakları şimdilik ayrılmak durumundaydı.
Morrigan üzengiye adımını atıp uysal, güzel atın sırtına tırmanarak dizginleri eline aldı ve ilerlemeye başladı.
İlerledi, ilerledi... Ta ki askerlerin ve diğer herkesin önüne geçinceye kadar. Biraz ötedeki kapıdan girdiklerinde bu şehirde yaşayan herkesin ilk olarak onu görmelerini ve hala bu topraklarda nefes aldığını, bir gün geri dönüp onun olanı alacağını bilmelerini istiyordu.
Taştan duvardaki devasa kapının önündeki yangın sona ermiş, o kadim ve korkunç yaratıktan geriye yalnızca rüzgârda oradan oraya savrularak yitip giden külleri kalmıştı. Bacakları arasında sıkıştırdığı atı ilerlemeye başladı. Toynakları arasında dolaşan küller bir an gözüne ilişse de başını dik tutarak şehre girdi.
Kalabalık gruplarından yükselen toynak sesleri, taş döşeli tanıdık yolu döverken ihtişamlı kuleler gitgide daha da yaklaşıyordu.
Az kaldı, geliyorum diye mırıldanırken sesinin esen rüzgara karışıp sevdiklerini bulmasını umdu.
-------------------------------------
İçinden geçenleri sevdiklerine ulaştırıp ulaştırmadığını bilemediği rüzgâr misali şehre giriş yapmışlardı. Hiç durmadan önlerinde gökyüzüne uzanan şatoya doğru ilerlerken Morrigan bir süre gördüklerini idrak edemedi.
Yalnızca birkaç hafta önce bu cadde ve sokaklarda dolaşıp bu halkın arasına karışmıştı. Ancak o zaman gördükleriyle şimdi karşısındaki manzara, kavurucu yaz ve dondurucu kış kadar birbirine zıtlardı.
Bir zamanlar kalabalıkların cirit attığı, satıcıların bağırarak müşteri çekmeye çalıştıkları, çocukların koşuşturdukları ve panayırların kurulduğu o cadde ve sokakların eski hallerinden eser yoktu şimdi.
Sokak ve caddeler, ara ara dolaşan donuk yüzlü ve siyah üniformalı askerler dışında boş ve ıssızdı. Bir zamanlar güzelliği ve canlılığıyla baş döndüren şehrin üzerine korku ve kederden bir bulut inmişti sanki. Ihlamur ve hanımeli kokulu bahar rüzgarlarının estiği böyle bir günde bile pencere ve panjurların çoğu kapalıydı.
Daesha artık terk edilmiş, hayalet bir şehir gibiydi. Onu besleyip aydınlatan ruhu çalınmış, yok edilmişti.
Geniş, taştan caddeyi dört nala giden atlarıyla geçerken çıkan toynak sesleri, bu sağır edici sessizliği gösterişli bir şekilde parçalamıştı. Bu atmosfere rağmen pencere önlerine toplanan dişi ve erkeklerin kendisine ve yan yana at sürdüğü Eamon'la Riona'ya baktıklarını görebiliyordu. Tıpkı kendisi gibi, onları da tanımayan yoktu.
Kalan birkaç dakikalık mesafeyi sabırsız bir hızla arşınlarken Morrigan, gölgelerde dolaşan şekilsiz yaratıkların sürünerek köşelerini terk edip onlara doğru yaklaştıklarını gördü. Koyu karanlığa bürünmüş askerler de peşlerinden koşuşturuyorlardı.
"Tanrım..." diye mırıldanarak dehşet içinde Eamon'a baktığında prensin sert çehresinde hissettiklerinin benzerlerini gördü.
Birkaç dakika sonra şato duvarlarına artık iyice yaklaştıklarında Eamon "Kalkanlar!" diye gürledi. Kale duvarlarından onları izleyip saldırmaya hazırlanan askerleri görebiliyorlardı.
"Durmayacağız, hazır olun!" dedikten sonra ona dönüp "Sıra bende, prenses." diye fısıldayarak göz kırptı. Belki de gerginliklerini biraz olsun azaltmaya çalışıyordu. Daha sonra atını mahmuzlayıp onlardan ayrıldı ve daha da hızlanarak devasa, oyma ahşaptan yapılma kapıya doğru ilerledi.
Prens, dizginleri bırakıp atının üzerinde doğruldu ve avuçlarını birbirine bakacak şekilde tutarak büyüsünü toparladı. Avuçları arasındaki boşlukta devasa bir güneş oluşturuyordu sanki.
Sol elinin tüm gücüyle kapıya doğru fırlattığı büyü, ahşaba çarptığında dört bir yana kıvılcımlar saçıldı. Değdiği yeri yakıp kavuran alev topu, şatonun giriş kapısını parçalayıp geçebilecekleri kadar büyük bir delik açtı. Deliğin çevresindeki ahşap yanmaya devam ederken siyah dumanlar yükseliyordu.
Eamon boğazını yırtarcasına serbest bıraktığı vahşi, ürkütücü savaş çığlığı eşliğinde kılıcını çekerek kapıdan şimşek gibi geçti. Hemen arkasından onlar da fırlarken üst taraftaki askerlerden gelen ok ve mızraklar, kalkanlarına çarpıp yok oldular.
Morrigan bir zamanlar onu karşılamak için açılan o güzel kapının tutuşan parçaları arasından, is kokuları eşliğinde geçerken kalbi kırılsa da bunu düşünecek vakti olmadı.
Şatonun devasa, çeşitli bitkiler ve etrafını çiçeklerin süslediği göletlerinin yer aldığı mermer avlusuna girdiklerinde karşısında haftalardır duyduğu öfkenin nesnesi, kederinin sebebi olan adamı gördü.
Omuzlarında ruhu ve emelleri gibi kapkara olan kıyafetlerine tezat bir şekilde kral pelerini duruyordu. Morrigan'ın babasının pelerini...
Dük, sakin ve neredeyse rahat adımlarla şatonun avluya açılan ana kapısının merdivenlerini inerken ellerini davetkar bir edayla açtı. Gür ve kulağa neşeli gelen bir sesle "Hoş geldin, yeğenim. Nihayet..." dediğinde Morrigan'ın damarlarına kan değil buzlu sular yürüdü.
-------------------------------------
Tekrardan merhaba, nasılsınız? Öncelikle böyle uzun bir ara verdiğim için gerçekten özür dilerim ama o kadar çok şey oluyor ve yapmam gereken o kadar çok şey var ki nefes dahi alamıyorum :( Zaman buldukça yazsam da ara biraz açılıyor haliyle. Ama az kaldı, söz :) Diğer bölümleri bu kadar aksatmamaya çalışacağım.
Bölümü nasıl buldunuz peki? Yazması ve düzenlemesi biraz challenging oldu bizim için :D Uzun bir zaman sonra yeni bir bölümde buluşmuş olmamızın hatırına bu bölüme yorumlarınızı ve oylarınızı bekliyorum, olur değil mi? Çook mutlu olurum :')
Hepinizi seviyorum, kendinize iyi bakın <3
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 7.17k Okunma |
727 Oy |
0 Takip |
51 Bölümlü Kitap |