30. Bölüm

DELİLİK

Merve Gündoğmuş
mervegndgms

Hazır mısınız? İyi okumalarr

Izdırap dolu günlerin sonu gelmiyordu.

Edric, sevdikleriyle geçirdiği o parlak, sımsıcak günlerin yeniden geleceğinin hayaliyle bu soğuk ve karanlık zindanda yaşama tutunabiliyordu. Hala nefes alıp veriyor olmasının yegâne sebebi, umudunun gördüğü işkencelerden daha büyük olmasıydı. Az da olsa.

Yine de ruhunun derinliklerinde kök salmış olan bu umut tiksinti, acı, öfke ya da korku dolu deneyimlerin ruhunu kirletmesine engel olamıyordu. Edric, o umudun dallarına ne kadar sıkı sarılmaya çalışırsa o kadar kuvvetle çaresizliğin dipsiz kuyusuna çekildiğini hissediyordu.

Bir noktada ruhunu zehirleyen bu deneyimlerin tutunduğu o umudu da çürütmesinden, pes edecek duruma gelmekten öyle çok korkuyordu ki...

Kanına karışan o kara büyüye, maruz kaldığı şiddete ve sataşmalara rağmen bir şekilde yaşıyordu işte. Ancak Alvaro ve Elamire için durum bambaşkaydı.

Alvaro her gün askerler -üniformaları artık siyah olan askerler- tarafından götürülüyor ve saatler boyu hücresine geri getirilmiyordu. Geldiğindeyse genelde hırpalanmış ve bitik bir halde oluyordu. Çoğu zaman Edric birkaç kelime etmesi için onu zorlasa da onlara günde bir kez verilen sefil lapayı zorla yedikten sonra arkasını dönerek kendisin içinde bulunduğu gerçekliğin gölgelerinden ve sıkıntılarından soyutlamaya çalışıyordu. Bir cesetten daha ölü bakan gözlerine, yaşadıklarının yüküyle çöken omuzlarına ve günden güne solan rengine bakılırsa pek de başarılı olamıyordu.

Edric her gün koridordan ağır adımlarla yürüyerek geçen Alvaro'nun tılsımını göz ucuyla kontrol ediyordu. Her gün, korku içerisinde o felaket habercisi karalığı görmeyi beklese de neyse ki prensin Collin'in akıbetini paylaşacağına dair bir işaret yoktu. Şimdilik.

Belirsizliğin ve her gün en kötüyü beklemenin yarattığı korku, belki de en kötü işkencesiydi.

Elamire'in durumu, Alvaro'dan çok daha farklı bir boyuttaydı. Collin'in öldüğü günden sonra Elamire tek kelime bile etmemiş, hiç kimseyle konuşmamıştı. Edric defalarca seslenmiş, ona sorular sormuş ve hatta herhangi bir tepki vermesi için yalvarmış olsa da tedirgin edici sessizlik bozulmamıştı.

Kuzeni konuşmadığı gibi herhangi bir şey de yiyip içmiyordu, Edric onu göremese bile dolu bir şekilde geri dönen tabaklara üşüşen Myrler ve sessizlik sayesinde bunu anlamıştı.

Sanki Elamire'in artık sadece bedeni o hücredeydi, ruhu soluyormuş gibi geliyordu Edric'e. Ne kadar uğraşırsa uğraşsın onu gittiği yerden geri getiremiyor, kendini içine hapsettiği baloncuğu bir türlü delip ona ulaşamıyordu. Kalp kırıklığı böyle bir şey miydi?1

Edric ne kadar uğraşırsa uğraşsın faydası yoktu. Feylerin sonsuzluğu mümkün kılan vefalı ömürleri boyunca yalnızca bir eşleri olurdu. Bir kez birinin eşleri olduğunu fark ettiklerinde, kaderleri o kişiyle geri dönülemez bir biçimde bağlanırdı. Biri ölürse, diğerinin ömrünün sürüp gittiği pek görülmezdi.

Elamire'in pek vakti kalmamıştı, ellerinden hiçbir şey gelmezdi ve bunu o da Alvaro da biliyordu. Onun bu durumu ikisini de üzüyordu. Alvaro, Elamire ve Morrigan'ın çocukluk kahkahaları bu şatonun duvarlarında beraber yankılanmıştı. Şimdiyse genç prens oyun arkadaşının, en iyi dostunun günden güne eriyişini izliyordu.

Edric onlardan çok daha büyüktü, bu yüzden doğdukları günleri görmüş, abileri olarak onları koruyup kollamıştı. Tahta kılıçlarla onlarla oyun oynadığı ya da büyüsüyle onları ıslattığında kahkaha ve çığlıkların yankılandığı günler Edric'e daha dünmüş gibi geliyordu.

Edric yerinden kalkmaya çalışırken acıyla homurdandı. Amcasının taç giyme büyüsü için onu bir başka şırıngayla ya da Morrigan'la tehdit ettiği son seferinde Edric pek de uslu durmamıştı. O caninin ağzından çıkan bir tehditte Morrigan'ın adını duymak onu deliye döndürmüştü.

Edric'in öfkesi görüşünü kızıla boyamıştı, onu zapt etmeye çalışan askerlerden birini onu tutan ağır zincirle başına vurarak tek hamlede yere sermiş ve diğerinin elinden de kurtulmuştu ki nereden çıktığını anlayamadığı onlarcası üzerine çullanmıştı. Eh, eli kolu bağlı olduğundan, büyüsü de lanet zincirler yüzünden ulaşılmaz olunca onu bir hayli hırpalamışlardı.

Edric'in bir kolu ve birkaç kaburgası kırılmıştı, ne zaman saplandığını bilmediği bir bıçak yüzünden bir bacağı da topallıyordu. Belirli bir süre gözünü yakan kana bakılırsa kaşı da açılmış olmalıydı. Onu hücresine geri getirdiklerinde Alvaro'nun şaşkın nidası, hissettiği kadar berbat göründüğünün kanıtı gibiydi.

Neyse ki kanında hala özgür olan büyü sayesinde kırıklar ve kesik birkaç günde iyileşmişti. Onu rahatsız eden, günden güne yiyen bunların hiçbiri değildi.

Son birkaç gündür Alvaro zamanının büyük bir kısmını onu her nereye götürüyorlarsa orada geçiyordu. Onu bazı şeylere zorlamaya çalıştıkları belliydi, hücresine dönerken onu hep yara bere içinde görüyordu.

Alvaro bir simyacıydı, özellikle silahlar alanında ne kadar usta olduğunu da herkes bilirdi. Genç prens her türlü metalin büyüyle ve çeşitli maddelerle güçlendirilmesi konusunda bir hayli şey biliyordu. Dahası, dünyanın birçok yerinde kullanılan farklı savaş teknikleri konusunda muazzam bilgisi vardı, bu bilgiyi doğada bulunabilecek maddelerin işlenerek geniş birlikler üzerinde kullanılabilmesi konusunda çalışırken kullandığı da bir sır değildi.

Ve Dük eğer onun yardımına ihtiyaç duyuyorsa kesinlikle bir şeylerin peşindeydi. Büyük çapta bir şeylerin. Bu durum Edric'in kafasını kurcalıyor, onu rahatsız ediyordu.

Bir de tabii Edric'in her dakika, her saniye kardeşini düşünüp merak içinde kıvranıyor olduğu gerçeği vardı. Anne babalarını yeni kaybetmiş, evlerini yitirmişlerdi. Umuttan ve birbirlerinden başka hiçbir şeyleri yoktu ancak ayrı düşmüşlerdi.

Edric, Morrigan'ı emanet edebilmek için Eamon'dan daha iyi birini düşünemezdi. Ancak nerede ve ne halde olduklarını bilmiyor olmak... Eamon'a ne kadar güvenirse güvensin sürekli onları düşünmek bir işkence gibiydi.

Bilinmezlik, korku ve endişenin birleşip yarattığı bataklık Edric'i içine çekiyordu. Her an, her dakika debeleniyor ve debelendikçe daha da derinlere batıyordu.

Edric uzun koridorlardan geçirilip Dük'ün ayağına her götürülüşünde bir şekilde kaçabilmenin yollarını düşünmek için kafasında askerlerin durdukları yerlerin de olduğu ayrıntılı bir kroki çıkarmıştı. Bu şato onun eviydi, her yeri ezbere biliyordu.

Ancak tünellerin giriş bölgeleri de dahil, değil kaçmak nefes almak için bile boşluk bırakılmamıştı. Güvenlik maksimum düzeydeydi, kaçmalarının en ufak ihtimali bile söz konusu değildi.

Metal kapı bir kez daha gıcırdayıp inleyerek açıldı, Edric hücresini çevreleyen parmaklıklara yaklaşarak her gün yaptığı gibi kuzenini süzdü.

Alvaro bugün fazladan birkaç darbe almış gibiydi, zira berbat görünüyordu. Bir gözü morarıp şişerek kapanmış, tılsımının olduğu elindeki parmaklarının her biri tuhaf açılarla bükülmüştü. Karman çorman haldeki saçlarının arasında bir yerlerden sızılan kan elmacık kemiklerinin üzerinde kurumaya yüz tutmuştu.

Ancak en kötü halde olan, gözleriydi. Yeşil gözler ruhunun bir başka parçasını daha bırakmış gibi biraz daha cansız bakıyordu. Alvaro, bir kez daha hücresine itilip oraya kilitlenirken hiçbir tepki vermedi.

Onu hücresine getiren iki asker gidip yeniden sessizlik çöktüğünde Edric de tekrar yerine oturdu. Ancak kuzenine herhangi bir şey sormadı, zira yine bir cevap alamayacağından emindi.

Genç prens bir süre ayakta dikildikten sonra yığılır gibi hücresinin zeminine çöktü ve sırtını taş duvara verdi, yorgun ve sıkıntılı bir şekilde ofladı.

"Özel bir birlik kuruyor, Edric. Sen sormadan ben söyleyeyim, merak ettiğini görebiliyorum."

Alvaro bezgin bir sesle, gözlerini açmadan konuşmuştu. Meşalelerin loş ışığı ve gölgeler yüzünden yüz ifadesini görmek mümkün değildi. Ancak sesi, umutsuzluğunu ele verecek kadar berraktı.

Edric cevabı duymak istemeyeceğinden emin olsa da Alvaro haklıydı, Dük'ün neyin peşinde olduğunu merak ediyordu. Bu yüzden sıktığı dişlerinin arasından hırlayarak da olsa konuşmayı başardı:

"Tanrı aşkına, kraliyet ordusundan hayatta kalan ve kaçmayı başaramayan herkes onun komutası altında zaten! Ne birliğinden bahsediyorsun sen?"

Edric öfkelenmişti, öfkesinin asıl sebebiyse bunca yıldır izlediği adamın neyi neden yaptığını kestirememesi ve bilinmezin ayak sesleriydi. Bir komutan ve bir asker olarak düşmanının neyi neden yaptığına dair hiçbir fikri olmaması, bir sonraki hamlesini keşfedememek onu rahatsız ediyordu.

"Eh, her gün Myr kanıyla zehirlese de artık seni asla ele geçiremeyeceğini biliyor. Eğer bir kez direnebilirsen, bir daha zihnini parçalayamıyor. Artık sadece sana işkence etmesinin bir yolu, o kadar. Ve bana."

Bundan bahsederken karnına çektiği dizlerinin üzerinden uzattı kolları kasıldı, elleri yumruk haline gelme isteğiyle kıvrılınca acıyla inledi. Bunu farkında olmadan yapıyordu. Alvaro onu her nereye götürüyorsa gitmek istemediğinde başına gelen şey buydu, bir refleks haline gelmişti uzuvlarına hakim olabilme çabası.

Tekrar konuşmaya başlamadan önce acıyla homurdanarak parmak kemiklerini düzeltti.

"Bu yüzden, deliler gibi senin direncini kırmanın, iradeni parçalamanın bir yolunu arıyor. Morrigan da aklına gelen ilk şey, her yerde onu arıyor. İşe yarayacak tek şeyin o olduğundan oldukça emin."

Edric'in içinde bir kor halinde içten içe yanan merak alevlendi ve onu kavurur oldu. Kız kardeşi hala bulunamamıştı öyleyse, peki şimdi neredeydi? Durumlarını biliyor muydu? Lanet olsun ki haberi olmasının hiçbir yolu yoktu.

Gıcırdayan dişlerinin arasından "Bu birlik... Diğerlerinden farkı ne?" diyebildi yalnızca.

"Askerlerden değil, yaratıklardan oluşuyor. Ancak bildiğimiz Myrler gibi değiller, Snag bile değiller. Onlar gibisini hiçbir yerde duymadım, herhangi bir gözün gördüğünü de sanmıyorum. Son birkaç gündür ortalıkta dolanmaya başladılar."

Edric'in kalbi tekledi. Alvaro'nun bunu duyduğuna emindi, yine de genç prens konuşmaya devam etti. Sesi kuru ve hissizdi. Boş gözleri sanki onu delip kaçabilecekmiş gibi karşısındaki taş duvara odaklanmıştı.

"Bedenleri bir zamanlar fey bedeniymiş gibi duruyor, ancak artık onlara fey demek imkânsız. Derileri siyah ve sürüngenimsi, gözleri kanlı pıhtılardan ibaret. Dişleri diğer yırtıcılarınki gibi uzun ve sivri ve duyuları feylerinkilerden bile daha hassas. Bir nevi mükemmel avcılar, bir başka çarpık deneyin sonucu. Dük onlara Morrigan'ın bazı eşyalarını koklatıyor, sanki arama köpekleriymiş gibi."

Ah, öyleyse başları gerçekten beladaydı...

"Sence..."

"Evet, muhtemelen kimliklerini saklayarak seyahat ediyorlar. Ancak bunun artık onlara yardımı olacağını sanmıyorum." Alvaro durakladı ve yüzünü Edric'e çevirerek parmaklıklara yaklaştı. Yeşil gözleri gördüklerinin etkisiyle yaşlanmıştı sanki. "Dahası da var, kuzen. Durum oldukça kötü."

Edric duyan haşerelerin dahi kaçışmasına sebep olacak okkalı bir küfür savurdu. Kendisi buradan kurtulamıyordu, kardeşinin peşine kimsenin var olabileceğinden bile haberdar olmadığı ölümcül bir avcı ordusu takılmıştı. Alevlerin kavurduğu cehennem adına, daha ne olabilirdi ki?

Alvaro bir kez yutkundu, seslice. "Hagas'ın Kütüphanesi'ni hiç duydun mu?"

"Evet, hani şu masallarda anlatılan yer. Öyle değil mi?"

Edric elbette Hagas'ın Kütüphanesi'ni biliyordu. Zümrüt Diyar'daki birçok çocuk gibi o da masallarla büyümüştü ve bu yer o masalların çoğunda geçerdi. Sorulan her sorunun cevabının bulunabildiği, Kara fey Hagas'ın Kitabı'nı ele geçiren şövalyenin tüm feylerin kaderini ellerinin arasında tutacağı söylenirdi. Masallardaki prenslerin hepsi bu kitabın peşinden koştukları maceralara atılırlardı.

"Evet. Saçma geleceğini biliyorum ancak sanırım o yer her neredeyse masallardan ibaret değilmiş. Ve kötü haber şu ki, Hagas'ın Kitabı'nı bir prens ya da şövalye değil Dük bulmuş. " Ses tonundaki onaylamazlık tınıları ve eleştirel kişiliği başka bir zaman Edric'i gülümsetebilirdi.

"Ah harika, zaten tek eksiğimiz masallardan fırlamış gizemli güçleri olan bir kitabın onun eline geçmesiydi. Tanrı aşkına Alvaro, lütfen şaka yapıyor ol."

"Ben sadece komik şakalar yaparım kuzen. Yani hayır, şaka değil. Sanırım gözlerimle görmesem ben de inanmazdım. Birkaç gün önce bana bu kitabı getirdi ve kitapta geçen bir taştan bahsetti. Bana kitabı inceleyip bu taş üzerinde çalışmamı, yoksa..." Alvaro'nun sesi titredi, giderek kısıldı. Edric'e hafifçe titriyormuş gibi gelmişti.

"Seni neyle tehdit etti?" Alvaro kendi isteği dışında hareket eden bir çocuk değildi, bu yüzden eğer onun gibi bir adam için bir şeyler yapıyorsa mutlaka geçerli bir sebebi olmalıydı.

"Babamla. Öldüğünü sanıyordum Edric, onu öyle görünce... Mecbur kaldım."

Dük Calen yaşıyor muydu? Edric şaşkınlığını gizleyemedi. Yine de bu durum birçok şeyi açıklıyordu, özellikle de Dük'ün neden Alvaro'yu çoktan öldürmediğini. Belli ki her ne yapmayı planlıyorsa, gerçekleştirebilmesi için Alvaro oldukça gerekliydi.

"Ben sanmıştım ki... Amcamın hayatta olduğuna sevindim, kuzen. Seni anlıyorum. Sanırım ben de aynını yapardım." Zorla da olsa Alvaro'ya gülümsedi.

"Peki bu taş neden önemli? Ya da kitapta ne yazıyor?"

"Aslında kitabın genel konusu feyler, yani güçlü ve zayıf yanları... Yapabilecekleri, yapamayacakları ve bunları mümkün kılabilecek bazı maddeler. Evet, taş -yani Bronz Mercan- biz feylerin zayıf noktasıymış. Yüksek miktarda bu taşa maruz kalan feylerin görme, işitme ve dokunma duyuları tamamen kaybolurmuş."

"Bir ceset gibi."

Alvaro hafifçe başını salladı, yüzüne düşen kana bulanmış sarı saçları tekrar arkaya itti.

"Hm, evet. Benden de bu taşın etkisini kuvvetlendirmemi ve onunla bir asa yapmamı istedi." Bir an durdu ve parmaklıklara iyice yaslanarak etrafı kolaçan etti. Bu haliyle su içmeye hazırlanan bir ceylanı andırıyordu, ürkek ve dikkatli.

"Olabildiğince yavaş ilerlemeye çalışıyorum, umarım fark etmez."

"Alvaro?" Edric'in aklına bir şey gelmişti.

"Kitabın kopyasını çıkarabilir misin?"

"Biraz zor olur ama... Sanırım evet. Neden?" Meraklanmıştı, her zaman zekanın pırıldadığı gözleri biraz daha canlı bakıyordu şimdi.

"Buradan çıktığımızda lazım olabileceğini düşünüyorum. Bizim için faydalı olabileceğini yani." Edric bundan hemen hemen emindi, bir kez buradan kurtulduklarında Dük'e karşı kullanmaları ihtimali olan her şeye ihtiyaçları olacaktı.

"Yani sen hala- "Edric sert bir sesle Alvaro'nun sözünü kesti, cümlesini tamamlamasına izin vermedi. Bu çukurda günlerini öldürürken umutsuzluk baktıkları her yerde ve hatta soludukları rutubetli ve kan kokulu havadaydı. Daha fazlasını işitmelerine ihtiyaçları var mıydı?

"Evet, ne olursa olsun buradan bir şekilde çıkacağız. Burada... Yitip gitmeye hiç niyetim yok Alvaro, hele de bu katilin ellerinde. Hayır." Sesine karışan hırlama, nefretinin ufak bir kısmının ondan taşmasıydı. Bir volkanın sızıntıları gibi.

Yan hücresinden yükselen bitkin, buz gibi kahkaha öfkesinin ateşini söndürdü. Günlerdir sesi çıkmayan, yaşayan bir ölü haline gelen kuzeninden duyacağı ilk şeyin tüyler ürpertici bir kahkaha olmasını beklemiyordu.

Elamire'in kahkahaları gittikçe şiddetlenirken Alvaro'nun endişeli bakışları da ona kilitlenmişti. Kahkahalar gittikçe büyüdü, yankıları taş kubbelere çarparak onlara geri döndü. Tekrar tekrar çınlayan kahkahalar hıçkırıklara, hıçkırıklar duvarları kederle titretebilecek haykırışlara dönüştü.

Edric de Alvaro da kuzenlerinin nihayet içinde biriken ve onu ağır ağır yakıp kavuran acıyı ve kederi boşalttığı bu anı bölmemek için hiçbir şey diyemediler. Zaten Edric ne kadar düşünürse düşünsün, yeni bulduğu eşini babasının ellerinde kaybeden kuzenini bu makus talihi için teselli edebilecek bir şey bulamazdı.

Teselli dolu her konuşmanın ve söylenecek sözlerin anlamlarının tükendiği biçare anlar vardı. Bu da onlardan biriydi.

Alvaro arkasına dönüp uyuyacakmış gibi yere uzandı. Edric ise başını yasladığı soğuk duvara dayanmaya devam etti. Artık gece mi gündüz mü olduğundan emin olamasalar da akıp giden saatler boyu hiçbirinin uyuyamayacağını çok iyi biliyordu.

----------------------------

Böylece günler birbirini kovalıyor, birçok şey oluyor ancak hiçbir şey olmuyordu. Alvaro her gün hücresinden götürülüyor, saatler sonra bitkin bir halde geri dönüyordu. Ancak gözleri eskisi kadar ölü bakmıyordu. Bu belki artık işe yarayacağı bir şey yaptığındandı, belki de Edric'in içinde alev alev yanan umudu gördüğünden. Sebebi her ne olursa olsun yeniden yaşayan biri gibi bakmasına seviniyordu.

Edric birkaç gündür rahattı, zihni olmasa da bedeni biraz daha sağlıklıydı. Zira amcası Morrigan'ın peşine düştüğünden beri Edric'e artık pek ilişmiyordu. Planlarını genişletmiş, daha büyük oynamaya karar vermişti.

O kara kanın damarlarından uzak olduğu şu birkaç günde Edric gücünü bir hayli toplamıştı. Belki eskisi kadar değildi, ancak kaçış planlarını yeniden düşünmeye başlayacak kadar güç toplamış sayılırdı. Vazgeçmeye hiç niyeti yoktu.

Ne var ki Edric'in aksine bu birkaç gün Elamire için oldukça zor geçmişti. Hala hiçbir şey yemiyor ve içmiyordu, bu yetmiyormuş gibi kalbi artık dayanamadığının sinyallerini vermeye başlamıştı.

Düzensiz, telaşlı ve tekleyen atışlar bozuk bir mekanizmayı dinlemek gibiydi. Fazla zamanı kalmamıştı, herkes bunu biliyordu. Bunlar onun son günleri olmasına rağmen Dük'ün katiyen kızını görmeye gelmemesiyse Edric'in kanını öfkenin ateşiyle kaynatıyordu.

Artık kulaklarının iyice alıştığı kapı sesini bir kez daha duyduğunda gelenin Alvaro olduğundan emindi. Ancak Alvaro'nun hafif, nazik adımlarını değil bir çift ağır çizmenin tok sesini duyduğunda bu gelenin o değil, Dük olduğunu anladı.

Nihayet kızına veda etmeye gelmişti demek. Kalpsiz, diye içinden geçirirken sinirle burnundan soluyarak onu süzdü. Sanki bakışlarıyla onu öldürebilecekmiş gibi.

Eğer öfke ve nefret algılarıyla oynamıyorsa o biraz... Değişmiş görünüyordu. Değişmiş ve dağılmış.

Dük, babası kadar olmasa da her zaman karizmatik bir adam olmuştu. Genleri sayesinde eli yüzü düzgün ve fiziksel olarak diğer feylere göre nispeten yapılı bir adamdı. Ancak Edric şimdi ona baktığında bunların ancak hayaletini görebiliyordu.

Dük'ün her zaman özenle taradığı saçları dağılarak yüzüne yapışmıştı. Her zaman kısa tuttuğu sakalları uzamış, ona kirli ve özensiz bir hava katmıştı. Yeşili solan parıltısız gözleri çukurlarına gömülmüş, omuzları üzerlerine ağırlıklar binmiş gibi çökmüştü.

Amcası, yerine getirmeye çalıştığı görevlerin ve başkasına karşı üstlendiği sorumlulukların altında ezilmeye ve bu ezikliği reddetmeye çalışırken delirmeye başlayan bir adama benziyordu şimdi. Eski karizmasından ve aurasından eser yoktu.

Karanlık tanrının ve onun emrindeki herkesin onu ezip un ufak etmelerini tüm içtenliğiyle diliyordu Edric. Bu manzara hoşuna gitmişti, onu izlerken keyifle sırıttı.

Dük'ün ağır adımları, kızının kilit altında olduğu loş hücrenin önünde son buldu. Edric onu göremiyordu, ancak kuzeninin bu adamın karşısında zayıf görünmekten hoşnut olmayıp ayağa kalkmak için uğraştığını duyabiliyordu.

"Ah, Tanrım..." Bir oflama ve fısıltı eşliğinde taşa çarpan bedenin sesini duyduğunda kuzeninin yerinden kalkmayı başaramadığını anladı.

Pürdikkat biraz ötesindeki adamı izliyordu, tepkisini kaçırmamak için. Yüzünde ne görüyorum? diye kendi kendine sordu. Buna cevap vermesi zordu, tek bildiği o yarı deli yüzün artık daha da acımasızlığa bulandığı ve karşısında yeni doğan bir ceylan gibi ayağa kalkmaya çalışan kıza karşı acıma dahil hiçbir duygu barındırmadığıydı.

"Sevgilin öldükten sonra yeme içmeden kesildiğini ve pek de iyi olmadığını duydum." Sesi düz ve kuruydu.

Elamire hiçbir yanıt vermedi, ancak Edric nefes alışverişlerinin sığlaşıp hızlandığını duyabiliyordu. Kuzeninin tiksinti ve öfkesi taş duvarı aşıp dalga dalga ona çarpıyordu sanki. Katıksız kötücül hisler...

"Onun ardından gideceksin yani, öyle mi? Bu kısacık ömürle, babanın hükümdarlığını görmeden?" Sesi öfkeli geliyordu şimdi, Elamire'e bakışları da sertleşmişti.

Bu durumda bile umursadığı tek şey, kral olup kendisini kanıtlamaktı. Elamire, kendi kızı, onun umrunda bile değildi. Başardığını gösteremeycek olmanın, kendisini kanıtlayacağı anın onun tarafından görülemeyecek olmasının derdindeydi.

Edric'in içinden onu dişleriyle parçalamak geldi, bunun bile içini soğutamayacağından emindi gerçi.

"Evet, gideceğim. O benim eşim, Öte Diyar'da kavuşup engel olduğun huzuru orada bulacağız." Sığ nefeslerine rağmen kuzeninin sesi bıçak gibi keskin çıkmıştı.

"Bunun olmamasını sağlayabilirim. Yaşamaya devam edebilirsin, eğer benim yanımda olursan." Kızına attığı tepeden bakış ve bu kudrete sahip olduğu için o büyükleniş... Karşılarında zavallı, acınası bir adam duruyordu.

"Kısa bir ömrü, senin pisliğine bulanmış yüzyıllara tercih ederim." Edric ilk defa Elamire'in hırlamayı andıran bu sesle konuştuğunu duymuştu, ensesindeki tüyler diken diken oldu.

"Hem başaramayacaksın zaten, sana izin vermeyecek. Onu ve saçtığı ışığı gördüm, kimden bahsettiğimi çok iyi biliyorsun." Edric, Elamire'in yüzünü göremiyordu ama sesinde keyif vardı. Keyifli bir acımasızlık.

Morrigan'dan bahsediyordu.

"Son zamanlarda aynaya baktın mı? Kazanmakta olan, kral olabilecek bir adama benzeyen tek bir şeyin bile yok senin. Seni yiyip bitiren o doyumsuzluğu ve kuklası olduğun karanlığın altında ezildiğini görüyorum yalnızca."

Doyumsuzluk... O adam için kullanılabilecek en uygun kelime bu olmalıydı. Hayatı boyunca her şeye sahip olmuştu, bir kardeşin koşulsuz şartsız sevgisi ve güveni de dahil. Ama sahip oldukları ona yetmiyordu, her zaman başkalarının ellerindekilere göz dikmişti. Kalbinde dipsiz bir çukur vardı, asla yetinmeyecekti.

Dük kızını dinledikten sonra yüzü katıksız bir öfke ve nefretle çarpıldı, bakışları bir Myr'inkileri andırır oldu. Yumruk halini alan elleri titriyordu, Edric onu izlerken bu titreme tüm bedenine yayıldı.

"Seni küçük fahişe!"

Gürleyerek belinden kılıcını çektiğinde Edric azımsanmayacak bir korku hissetti.

Kendi elleriyle kızını katledecekti, onun bir parça huzurla ölmesine bile müsaade etmeyecekti.

Edric'in düşünmek için fazla bir zamanı yoktu, hızlıca çevresine bakarak kullanabileceği bir şey aradı. Kahrolası hücrede o adamı engellemek için kullanabileceği hiçbir şey yoktu.

Bu yüzden yapabileceği tek şeyi yaptı, kolunu yapabildiği kadar uzatarak Dük'ün kıyafetini kavrayıp çekmeyi başardı. Hiç değilse dikkatini dağıtıp öfkesini üzerine çekebilirse belki Elamire'in bir şansı olurdu...

Omzu demir parmaklıklara yapışmıştı, Dük Andohir'in delice bir öfkeyle gölgelenen gözleri bir avcı gibi hemen ona kilitlendi.

Kalbi korkuyla gümbürdese de tuttuğu pelerini bırakmadı. Kuzeni için, çünkü Dük bir tek kendisine zarar veremezdi ve Edric bunu gayet iyi biliyordu.

Artık yırtıcı bir hayvanın gözlerini andıran ve gölgelerin içinde oynaştığı o gözler Edric'i delip geçiyor gibiydi. O bakışlar Edric'in içindeki bir şeyleri tutuşturmuştu sanki, içgüdüleri çığlık çığlığaydı. Görüşü kızıla boyandı.

Amcası bir adım atarak parmaklıklara yaklaştığındaysa çok düşünmedi, pelerini bırakan elini kaldırarak tüm gücüyle karşısındaki boğaza yapıştı.

Dük Andohir'in öfkeyle kısılmış gözleri bir anda şaşkınlıkla açıldı, Edric'in parmaklarının sarıldığı boğazdan can havliyle korku ve öfke dolu bir hırlama kurtuldu. Korku dolu hırıltının titreşimlerini parmak uçlarında hissetmek hoşuna gitmişti. Elinin altında hissettiği nabız hızlanarak delice atmaya başladı.

Belki de bu tek şansım olacak, diye düşündü. Ne var ki Edric'in bedeni isyan etmeye başlamıştı bile. Belki günlerdir düzgün beslenememenin, belki de kanına karışan kanın henüz temizlenmemiş olmasındandı... Sebebi ne olursa olsun, gücünü kaybediyordu. Kalan son kuvvetiyle kavrayışını korumaya çalışırken kolu titredi, heyecan ve panik yüzünden aldığı nefesler kesik kesikti.

Dük, öfkeden kasılarak pençeyi andıran elini kaldırıp Edric'in kolunu kavradı. Parmakları nefretin ve hırsın ona bahşettiği kuvvetle etine gömülürken Edric keskin bir acı hissetse de ses çıkarmadı.

Ah, bu hiç iyi değildi. Edric'in derhal parmaklıklardan ve o adamdan uzaklaşması gerekiyordu. Gücü tükenmiş, Dük'ün boğazına yapışan eli gevşemeye başlamıştı. Bedeni çoktan isyan ederek titremeye, geri çekilmek için içgüdüsel olarak çabalamaya başlamıştı.

Kolunu geriye çekmek istese de parmaklıklara yapışmış durumdaydı, Dük'ün parmakları çoktan onu sıkı bir kıskaca almıştı ve geri çekilmesine engel oluyordu.

Güçsüzlüğünü ve gevşeyen elini fark eden amcasının yüzüne zalim bir gülümseme yerleşmişti şimdi. Dük diğer elini sıkı bir yumruk yaptığında Edric ne yapmak üzere olduğunu anladı.

Sakın bağırma, sakın bağırma... İçinden onu duyan tüm tanrılara dua ederken kendi kendine umutsuzca bunu tekrarladı. Gözlerini yumup bu manzarayı görmekten kaçmayı çok istese de yapmadı, karşısında onu çılgın bir zevkle izleyen gözlere ve gölgeli irislere odaklandı.

Edric'in bakışları amcasına meydan okuyordu, yine de kalbi kendisine ihanet ederek korkuyla gümbürdemeye devam etti.

Elamire sürünerek parmaklıklara yapışmıştı, Edric artık paçavraya dönen elbisesinin kumaşının çıkardığı hışırtıları duyuyordu. Hırıltılı çıkan fısıltılar, çatlayan haykırışlar eşliğinde babasına onu bırakması için yalvardı.

Ne var ki şu an babasından taşan öfke, yayını terk eden bir ok gibiydi ve onu dizginleyebilecek hiç kimse yoktu.

Dük iri yumruğunu kaldırdı ve tüm gücüyle Edric'in sağ koluna indirdi. Çıkan tuhaf çatırtı öyle gürültülüydü ki, Elamire'in boğazını yırtan çığlığın arasında bile duyulmuştu.

Edric iradesinin tüm kırıntılarını kullanmış olsa da kırılan kemiklerin ve parçalanan etinin acısı iradesine inmiş bir balyoz gibiydi, onu ezip geçmişti. Sıktığı dişlerinin arasından hırlama ve uluma karışımı bir ses kurtuldu, gözleri dehşetle açıldı.

Dük kolunu bıraktığı anda Edric sendeleyen adımlarla hücresine doğru geri çekildi ve kolunu kavrayarak dizlerinin üzerine çöktü.

Paramparça olan kemik, kaslarını ve derisini yırtarak dışarı fırlamıştı. Kanlı yaradan çıkan kemiğin beyaz rengini görmek midesinin olduğu yerde dönmesine sebep oldu. Gözleri karardı, yere yığılmak üzereydi.

Son gördüğü şey amcasının tatmin olmuş bir şekilde gülümseyen yüzüydü. Hissettiği kısa süreli korku yüzünden gümüş renkli saç telleri terli yüzüne yapışmıştı, yine de keyif alıyordu. Edric o andan itibaren o yüzde insani hiçbir şeyin kalmadığını düşündü. Acının ve tükenmişliğin etkisiyle bedeni tamamen pes ederek yere yıkıldığında gözleri de kapandı.

Ne var ki hala etrafını duyabilecek kadar bilinci yerindeydi. Bu yüzden Dük'ün kılıcını çekişini, yan hücrenin metal parmaklıklardan oluşan kapısının yerinden sökülürcesine açılmasını, Elamire'in ağlayarak ona teslim oluşunu, bir fısıltıyla Collin'in isminin kuzeninin dudaklarından dökülüşünü ve kılıcın bedene saplandığında çıkardığı o ıslak sesi, o zayıf ve acı dolu haykırışı... Hepsini duymuştu.

Ömrü boyunca da duyduklarını kulaklarından, hafızasından silemeyecekti.

-----------------------------------

Zonklayan, bir yürek gibi atan acı onu bilinçsizliğin derinliklerinde bile rahat bırakmamıştı.

Birbirine sürtünen metallerin sesi yerinden sıçrayarak bu bilinçsizlikten kurtulmasını sağladı. Şimdi bilincinin üzerine örtülen battaniye kalktığı için acı artık daha güçlü ve yakıcıydı.

Ne var ki ne acı ne de kendi kanının kokusu, yaşananları hatırlamasına ve kuzeninin kanının sindiği havayı içine çektiğinde hissettiklerine engel olamamıştı. Öfke, nefret, keder... Hepsi iç içe geçmiş, Edric'in üzerine çullanmışlardı. Boğuluyordu.

İnleyerek gözlerini açtı, bulanık bakışları netleştiğinde kırık olan kolunu dikkatlice tutarak doğruldu ve zor da olsa oturmayı başardı. Hareketin sebep olduğu acıya ve mide bulantısına karşı dişlerini kenetleyerek hırıldadı.

Ritmik sesler hücrelerin olduğu koridora yaklaşırken olanları kuzenine nasıl açıklayacağını düşünüyordu. Alvaro taş koridorun başında göründüğünde Edric nefesini tuttu. Kuzeni olduğu yerde kalakalmıştı, sanki görünmez bir duvara çarpmış gibiydi.

Elamire'in ve Edric'in kanlarının kokusunu alan pensin yüzünden birbiri ardına geçen ifadeleri okumak kolaydı, Alvaro hep açık bir kitap gibi olmuştu zaten. Şaşkınlık, dehşet, üzüntü, öfke... Birer birer tüm hisler belirip kaybolsa da öfke o yüze yerleşerek kalıcı hale geldi.

Edric'in baba tarafından hayatta kalan tek kuzeni dişlerini göstererek onu tutan askerlere hırladı, işe yaramayacağını bilse de umutsuzca çırpınarak ellerinden kurtulmaya çalıştı.

Bu sırada arkalarından koridora giren diğer iki askerin birinin elinde eski püskü, kan lekeleriyle dolu bir çarşaf vardı. Belli ki Edric'in hemen yan hücresinde artık cansız halde yatan bedeni almaya gelmişlerdi. Kuzininin bedenini.

O çarşaf daha kaç aile üyesini saygısızca, bir çöp gibi taşımak için kullanılmıştı? Kin ve nefretle sıktığı dişleri gıcırdadı.

Yine de onlar önlerinden geçerken hiçbir şey demedi ve hiçbir şey yapmadı, ruhsuz gözlerle işlerini yapmalarını izlemekle yetindi. Yan hücreden çıktıklarında çarşafın içindeki kuzenini göremedi, lakin eski bezden sızıp koridoru lekeleyen kanın tanıdık, ailesi olduğunu bağıran kokusu Edric'e bir tuğla gibi çarptı. Çikolata ve altın rengi bukleler çarşaftan kurtulmuş, taş zemine ve üzerindeki kanlı izlere değiyordu.

Alvaro irileşen ve gümüşi yaşların parıldadığı gözlerle iki askerin Elamire'i almalarını izliyordu. Bir kez daha çırpınsa da ne zincirlerden ne de askerlerden kurtulabildi.

"Ne oldu ona? Nereye götürüyorsunuz? Kim, ne... Bırakın!" Alvaro'nun öfke ve acı dolu soruları ve gürlemesi zindandan taşıp gökyüzüne ulaşabilecekmiş gibiydi.

İçi boşalmış kuklaların hiçbirisi ona cevap vermedi elbette, askerler işlerini bitirip Alvaro'yu hücresine yerleştirdikten sonra yeniden sessizlik çöktü. Baş başa kalmışlardı.

Prens, kuzeninin cansız bedeniyle karşılaşınca Edric'i gözü görmemişti. Hücresinde yerde oturmuş, karşısındaki boş hücreyi izliyor ve ileri geri sallanıyordu. Kirden matlaşmış sarı saçlarının arasından bakan gözler bir an Edric'e odaklandı ve yeniden bilinçli bakmaya başladı.

Edric onun aklını kaybetmesinden endişelenmeye başlamıştı.

"Ne oldu? Sana, ona..." Konuşurken sesi hala biraz titriyordu.

Elinden geldiğince olanları kuzenine anlattı, mümkün olduğu kadar az detay vererek yaşanan dehşetin boyutunu gizlemeye çalışsa da ne kadar başarılı olduğundan pek de emin değildi. Zira Alvaro'nun rengi Edric konuştukça daha da solmuştu.

Konuşmasını bitirdiğinde Alvaro parmaklıklara yaklaşarak onları kavradı, gözlerinde intikam ateşi ağır ağır yanıyordu. Masum bir yüzde de belirse zalimlik, izlemesi ürkütücü bir şeydi. Edric, kuzeninin yüzünde günden güne o zalimliğin büyüyüşünü görüyordu artık.

"Her şey bitip buradan çıktığımızda, her nasıl olacaksa, onu kılıçla veya herhangi bir silahla öldürmenize izin vermeyeceğim. Hak ettiği sona kavuşması için gün yüzü görmemiş yöntemler kullanacağım. Her gün başka bir parçasını eritip onu yine de öldürmediğimde, işte o zamanlar yalvarışları kulağıma müzik gibi gelecek kuzen. Yemin ederim, bunu yapacağım."

"Ben de seve seve bu fırsatı sana vereceğim, karşısına geçip onun da kıvrandığını izleyebilmek için." Edric bunu yapacaktı da, kulağa gayet adil geliyordu.

Bir simyacının elinde ölmek diyardaki her feyin kabuslarına girebilecek türden bir sondu zira.

Kısa bir sessizlikten sonra Alvaro dikkatle onu süzdü, gözleri kolundan fırlayan kemiğe odaklanmıştı.

"O kırık konusunda bir şeyler yapman gerekiyor kuzen, büyün onun yanlış kaynamasına sebep olmadan önce. Sonrası daha zor oluyor, biliyorsun."

Sesinde olacakları bildiğinden dolayı bir iğrenme ve acıma tonu vardı ve bu, Edric'in işini hiç kolaylaştırmıyordu. Ama Alvaro haklıydı, bir an önce koluyla ilgilenmezse ileride başına çok daha büyük bela olacaktı. Bu yüzden etrafında ısırabileceği bir şeyler aradı.

Loş hücrede tahta bir yatak ve tuvalet dışında pek de bir sey yoktu, bu yüzden Edric yatağının köşesinden uygun boyutta bir çıtayı koparmak zorunda kaldı.

"Ah, bekle bir saniye. Sen yeniden bayılmadan önce şunu vereyim." Çevresini kolaçan ettikten sonra ceketinin iç astarına sakladığı kalınca, orta boyutlarda bir defteri çıkardı.

Taşların üzerinde kaydırdığı defter tam da Edric'in hücresinin önünde durmuştu. Bingo.

"O deftere sahip çıksan iyi edersin, onu yazabilmek için tüm o antik şeyleri ezberlemek zorunda kaldım. Orjinaline günde sadece birkaç kez bakabiliyorum da."

Birkaç gün içinde Hagas'ın Kitabı'nı ezberleyebilecek tek kişi de Alvaro'ydu herhalde. Zekası da en az dili kadar sivriydi, kuzenine samimi bir hayranlık duydu.

Edric defteri alarak hızlıca pelerininin katları arasındaki özel bir cebe sıkıştırdı. Daha sonra ona göz atacaktı, zira Alvaro hücresinde olmadığında yapacak bir şeyi olsun istiyordu. Sessizlik ve endişe onu boğamasın diye.

Defteri attıktan sonra Alvaro elleriyle kulaklarını kapatarak hücresindeki yatağa uzandı, Edric buradan bile duymamak için kulaklarını ne kadar sıkı kapattığını görebiliyordu. Hücrenin taş zemininin soğuğu, meşalelerin alevleri veya taş tavandan damlayan suya odaklanmaya çalıştı. Bunun için gidebileceği bir şifacı yoktu, yani kendisi yapmalıydı. Başarabilmek için de sakinleşip odaklanması şarttı.

Edric tahta parçasını ağzına alarak dişleri arasına sıkıştırdı. Derin, titrek bir nefes daha alarak sağ kolunu nazikçe kavradı. Soluk alıp verişi acıyla gitgide hızlanırken zonklayan acının şiddeti çoktan artmıştı bile.

Başı dönmeye, midesi daha da bulanmaya başlamıştı. Edric homurdanarak küfretti, yapmak zorunda olduğu şeyden nefret ediyordu.

Parlak, beyaz kemiği tek hamlede yeniden derisinin içine gömüp yerine oturturken gözlerinin önünde şimşekler çaktı. Dişlerinin arasına sıkıştırdığı tahta parça acı dolu çığlığını bir nebze boğsa da Edric hissettiği acıya direnebilmek için çenesini öyle bir sıkmıştı ki, tahta ağzında parçalara ayrıldı.

Direnişi pek de uzun sürmedi. Karanlık, yeniden onu kollarına alarak hiçliğine hapsetti.

-----------------------------------------

Evvet, bir bölümün daha sonuna geldik. Nasıl buldunuz? Bölümlerin biraz uzadığının arkındayım ancak olan biteni bölmek de, yazımımı kısaltmak da istemiyorum açıkçası. Bu konuda fikriniz/görüşünüz varsa yorumlara beklerim ^^ Gidişata dair de yorumlarınızı duymayı çok isterim çünkü kitabın roman sayfasıyla yaklaşık 280. sayfasındayız, yani yarısına yaklaşmış durumdayız. Bir sonraki bölümde Morrigan, Eamon ve Illarion ile nihayet Solonor'da olacağız ve sıcak gelişmeler olacak. Kavuşmalar da... Lütfen oy ve yorumlarınızı esirgemeyin, haftaya görüşmek üzere!

 

Bölüm : 28.08.2024 15:39 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...