44. Bölüm

ERYN KÖŞKÜ'NDE

Merve Gündoğmuş
mervegndgms

Herkese yeniden merhaba, iyi okumalar ^^

Uyarı: Bölüm bazı ateşli sahneler içermektedir sdjfvdfv Rahatsız olacak olanlar için o kısmın başı ve sonuna * koyacağım, böylece atlamak isterseniz atlayabilirsiniz ^^

"Geç kaldın, prenses." Ateşin karşısında oturan Eamon'ın sesinde merak kıvılcımları vardı.

Sakin adımlarla Edric'in ve Eamon'ın arasına otururken "Kız kıza sohbet etmek istedik biraz, hepsi bu." demekle yetindi. Tam karşısına, Illarion'un yanına oturmuş olan Envy'e hızlıca göz kırptı.

"Çabucak geleceğini düşündüğümüzden biz yemeğe başladık bile. Zor bir gün oldu, sen de ye ki enerjin yerine gelsin." Edric ateşin yakınlarında duran iki kâseyi işaret etti.

Eamon kendisinden önce davrandı ve kaselerden birini gülümseyerek kendisine uzattı. Morrigan'ın hemen yanında oturan Edric, kuzenine bakarak yüzünü buruşturmuştu. Morrigan gülmemek için kendisini zor tutuyordu, Edric'le göz göze gelmemeye çalışarak kâseyi aldı. Abisi ve prensin bu haliyle eğlenmediğini söyleyemezdi.

Parmakları, Eamon'ın elinin üzerinde fazladan birkaç saniye bekler ve prens ona gittikçe koyulaşan bakışlarla bakarken de kesinlikle eğlenmişti.

Morrigan küp şeklindeki kızarmış, baharatlı etlerden birini ağzına atıp çiğnerken büyük bir keyif alıyordu. Aşçıları her kimse mükemmel bir iş çıkarmıştı.

Harcadığı büyü ve kaybettiği onca kandan sonra ne kadar acıktığının farkına varamamıştı, ardı ardına yediği lokmalar sanki ona yetmiyor gibiydi. Memnuniyetle iç geçirirken kimseye, onunla aynı durumda olan Eamon hariç hiç kimseye, bakmamaya gayret ediyordu.

Nihayet boğazından bir şeylerin geçtiğini gören Eamon, tatmin olmuş bir gülümsemeyle ona sırtını döndü ve elinde bir başka kaseyle birlikte arkasını dönerek Morrigan'ın ondan hiç beklemediği bir şey yaptı.

Sakin, onun cüssesindeki biri için olabildiğinde tehditkâr olmayan adımlarla Envy'nin önünde durdu. Elindeki kâseyi genç kıza uzatırken "Sen de yemelisin, Envy. Uzun bir gün oldu ve tok bir mide, kederi bir süre de olsa unutturur derler." dedi. Sesinde hafif ancak dostane bir gülümsemenin tonu vardı.

Envy irileşen gözlerle ona bakarken bir an için mermerden oyulma bir heykel gibi hareketsiz kaldı. Sonrasında telaşla kâseyi ondan alırken Eamon'a onunkinin benzeri bir tebessüm eşliğinde teşekkür etti.

Bir şekilde olup bitenleri onunla birlikte yaşayıp onu anlaması ve Morrigan'ın hiç beklemediği şeyler yapması, prensin en sevdiği özelliklerindendi. Yemeğini yemeye devam ederken yerine dönmüş olan Eamon'a bakarak başını salladı ve gülümsedi. Karşılık olarak aldığı ve kırpılan bir gözün eşlik ettiği sırıtış baş döndürücüydü.

"Aradan çekileyim istersen?" Edric olanca doldurduğu ağzıyla ona doğru homurdanırken Morrigan, Eamon'a doğru yaslanarak boştaki elini yüzüne siper etti.

"Iyh, Edric!" Abisi gülüyordu, şakayla karışık ona vurarak kaçındı ve ciyakladı.

Edric nihayet tıkınmayı bitirip ona sırıtarak karşılık verince Morrigan ona sıkıca sarıldı ve kokusunu içine çekti. Tanıdık kokusuna karışan o kirli ve tekinsiz koku, Şato'da kalanların başına neler geldiğinin somut bir ipucu gibi havada asılı duruyordu.

Morrigan sıkıca sarıldığı bedenin aniden gerildiğini hissetti, o ukala gülümsemenin çoktan solduğundan da emindi.

Abisi boğazını temizleyerek düz bir sesle "Evet, kim başlamak ister?" diye sordu. Morrigan'ı kavrayan kolu, içgüdüsel olarak onu daha sıkı sarmalar olmuştu.

Eamon derin, sıkıntılı bir nefes aldı. "Bu uzun, kanlı ve yorucu bir hikâye..." diye mırıldanırken gözleri ortalarında yanan ateşten ayrılarak yeniden Morrigan'ı buldu.

"Evet, öyle gerçekten. Kanlı ve yorucu olduğu kesin, üstelik eğlenceli de değildi." Bunları söylerken henüz detaylıca temizlemeye vakit bulamadığı üstüne başına ve karman çorman saçlarına bakıyordu. Çamur ve kandan rengini kaybetmiş olan gömleğini kokladıktan sonra burnunu kırıştırıp sırıttı.

"Eh, sen bizden ayrıldıktan sonra her şey karman çorman oldu. Şöyle ki..." Eamon konuşur ve başlarından geçenleri anlatırken her biri düşünceli gözlerle yemeklerini yemeye ve ateşi izlemeye devam ediyorlardı. Prens, Edric için her şeyi baştan sonra ve tüm ayrıntılarıyla anlatmaya devam ederken Illarion birkaç kez ateşe odun atmak için küçük, samimi halkalarını terk edip geri döndü.

Eamon'ın derin, tok sesiyle dudaklarından dökülen her bir cümle birer ömre dönüşüp Morrigan'ın omuzlarına yükleniyordu sanki. Henüz ölümsüzlüğünü kazanmamış ve Geçiş'ini tamamlamamıştı ama kendini birkaç binyıl yaşamış gibi hissediyordu. Ruhunda, görmemesi gerekenleri görmüş biri olmanın ağırlığı vardı.

Riona, Odhran, Fearghal ve Illarion da zaman zaman Eamon'ın anlattıklarına eklemeler yapmışlardı. Sözcükler yavaş yavaş tükenirken Eamon önce Morrigan'a, sonra Edric'e baktı. Gecenin karanlığının yerleştiği gözlerinde sessiz ancak yılmaz bir anlayış ve destek vardı.

"İşte yokluğunda bunlar oldu, kuzen... Nihayetinde burada ve hep birlikteyiz." Morrigan'ın ardından dolaştırdığı kolunu uzatarak Edric'in omzunu sıkmıştı. Dönüş yolunda kurnaz parmakları Morrigan'ın omzunda da birkaç saniye oyalandı.

"Bir daha seni göremeyeceğimi sanmıştım, Tanrım... O, eğer dediklerini yapmazsam bana senin bu akşam öleceğini söyledi. Yani Taç Büyüsü için bir şeyler yapmazsam... Bunu biliyor muydun?" Nefret, Morrigan'ın dudaklarından dökülen her bir sözcüğe kötü bir esans gibi sinmişti. Çakmak çakmak olduğunu bildiği bakışları Edric'in üzerindeydi.

Alvaro huzursuzca yerinde kıpırdanırken kızıl yansımaların oynaştığı gözleri dalgın dalgın kamp ateşini izliyordu. Edric, Morrigan'dan birkaç santim uzaklaşarak oturduğu yerde sırtını dikleştirdi. Hissettiği gerilim ve huzursuzluk, bedeninin her köşesindeki kasın bir yay gibi gerilmesine sebep olmuştu.

"Sanırım en az sizinki kadar kanlı ve huzursuz edici bir hikayemiz var, öyle değil mi Alvaro?" Genç prens kollarını dizlerine dolamıştı, kendini sarmalamak ister gibi bir hali olmasına karşın kafasını salladı.

"Ama ben Caladwen'den sonrasını ve senin oraya nasıl geldiğini bilmiyorum, kuzen. Ne benim sormaya fırsatım oldu ne de senin anlatmaya..." Edric ruhsuz bir kahkaha atsa da Morrigan hafifçe titreyen ellerini saklamak için nasıl parmaklarını birbirine kenetlediğini görebiliyordu.

Alvaro şaşkınlıkla başını kaldırarak Edric'e baktı. Bu soruyu hiç beklemiyor gibi bir hali vardı, ya da belki sorulmamasını diliyordu.

"Ah, evet. Elbette... Caladwen'deki saldırıyı biliyorsunuz zaten, annemi o gün o saldırıda kaybettim. Ben nihayet onlara ulaşmayı başarabildiğimde babam, annemi..." Alvaro bir an durakladı ve bu kısacık anda göz göze geldiler.

Benzer acılar yaşamak, bakışların da benzemesine sebep olur muydu? Morrigan, Alvaro'nun şu anki ifadesinin kendisininkinin bir yansıması olduğundan emindi.

Alvaro boğazını temizledi, huzursuzca kıpırdanmayı bırakıp gözlerini kaçırarak anlatmaya devam etti.

"Her neyse, babam o şeylerle savaşsa da beni ele geçirdiklerini gördüğünde kılıcını bırakıp diz çöktü. Biliyorsunuz, o bir savaşçı değildi ama bizi korumak için elinden geleni yaptı. Onu kral amcamın Taç Büyüsü Töreni hariç bir tek o an dizleri üzerinde gördüm, biliyor musunuz?" Ruhsuzca gülme sırası şimdi Alvaro'daydı, bu sayede gözlerine dolmaya başlayan yaşları ustalıkla gizlemişti.

Odhran, kemerine asılı bir keseyi çözerek Illarion'a fırlattı. Genç asker havada şık bir kavis çizen keseyi ustaca havada kapmıştı ve kafası karışmış bir halde komutana bakıyordu.

"Şunları demle ve herkese dağıt, genç adam. Belli ki bu gece herkesin buna ihtiyacı var."

Illarion başını sallayarak hızla yerinden kalktı ve ateşin üzerinde kaynayan suyun içine keseyi boşalttı. Lavanta ve papatyanın insanı gevşeten kokusu hızlıca alana yayılarak hepsini kıskacına aldı.

Alvaro derin bir nefes alarak yeniden anlatmaya koyuldu, ara ara Edric'le göz göze geliyorlardı. O zamanlarda Alvaro hızlıca gözlerini kaçırıyor ve çıtırdayarak yanan ateşin gecenin içinde yükselen kızıllığına odaklanıyordu.

"Eh, ben bir simyacıyım biliyorsunuz ki. Yaratıklar bizi ele geçirdiklerinde Dük, sakin adımlarla ve suratında keyifli bir ifadeyle çıkageldi. Daha sonra da o şeylere kılımıza dahi zarar gelmemesi gerektiğini söyleyerek yüzünde bir sırıtışla ortadan kayboldu. Onu kesinlikle çok net bir şekilde anlamışlardı, beni ve babamı zorla götürerek oradan hızla uzaklaştırdılar. "

Riona, her zamanki gibi ifadesiz bir ses ve aynı ifadesizlikte bir yüzle "Seni anladık, babanı neden öldürmediler?" diye sorunca Eamon dirseğini kız kardeşinin kaburgalarına geçirdi. Riona ona tıslasa da karşılık vermedi.

"Çünkü zorunda kalmadıkça ölsem dahi boyun eğmeyeceğimi bilecek kadar iyi tanıyordu beni, senelerdir bu şatoda birlikte yaşıyoruz ne de olsa. Bunun böyle olacağını ve onun asla kral olamayacağını ona da söylemiştim zaten. Kısacası, beni devamlı tehdit edecek bir şeye ihtiyacı vardı ve babam da geride kalan tek ailem olarak buna oldukça uygundu." Alvaro, Riona'ya yorgun bir şekilde gülümsedi.

"Cesurca... Ve fazlasıyla fütursuz." Riona'nın gözlerinde bir şeyler parıldadı. Morrigan ve diğer herkesin alışık olduğu o daima ifadesiz olan yüzünde takdir ve beğeninin izleri belirdi.

"Hayır, hiç de öyle değil. Eğer gerçekten cesur olsaydım, babam için korkup Dük'e boyun eğmez ve ona yardım etmezdim. Bunun için üzgünüm..." Alvaro mahcup gözlerle her birinin gözlerinin derinliklerine baktıktan sonra yeniden Riona'nınkilerde durdu.

Riona bu utanç dolu bakışlara karşılık verirken çenesini kaldırıp içtenlikle gülümsedi. Eamon sorgulayan bakışlarla kız kardeşine bakıyordu şimdi.

"Sanılanın aksine cesur olmak, korkmamak değildir Alvaro. Gerçek cesaret, korkmana ve kaybedebileceklerin olmasına rağmen doğru bildiğin tarafta bir kaya gibi sağlam durabilmektir. Hem, her koşulda kendin olabilmekten daha korkusuz olmayı gerektiren bir şey de yoktur zaten. Öyle değil mi?"

Bir an için Alvaro'nun utangaç gülümsemesine karşılık veren Riona, hemen sonra boğazını temizleyerek eski maskesini taktı. Düşünceli gözleri ateşe odaklanırken Morrigan, prensesin yanaklarında ufak bir pembelik gördüğüne yemin edebilirdi.

Tuhaf sessizliği delen Illarion'un sesi oldu. "Peki Dük Calen'e yani babanıza ne oldu?" diye sormuştu.

"Onu nerede tuttuklarını bilmiyorum, Edric de bunu bilmiyor. Ama babamın yaşadığına emin sayılırım, zira Dük'ün hala bir simyacıya ihtiyacı var. Babam elinde kalan tek simyacı olmalı, bu yüzden onu öldüremez. En azından istediğini alana kadar..." Alvaro düşünceli bir tavırla içini çekti.

"Bir simyacı, herkesin elinde bulundurmak isteyeceği bir silaha dönüşebilir. Ya da koruyup kollayacak bir kalkana... Dük'ün istediği hangisi?" Soru Odhran'dan gelmişti.

Ateşin karşı tarafında oturan Envy, ceketinin yakaları arasından kadim görünümlü ve deri kaplı bir kitabı çıkararak Odhran'a uzattı. Kitabın yaşlı çam ağaçları gibi koyu yeşil olan cildini sarmalayan karmaşık, koparılarak açılmış bir kilit Morrigan'ın dikkatini çekti.

"Belki bu sorunun cevabı, kitabın sayfaları arasındadır efendim. En azından prens hazretleri böyle olduğuna inanıyordu." Envy, Alvaro'ya hafifçe başını eğmekle yetindi. Teşekkürü de diğer birçok davranışı gibi yalın ve dolambaçsızdı.

"Haklı olabilirsin, Envy. Ne de olsa efsaneye göre Hagas'ın Kitabı, tüm cevapları iki kapağının arasında saklar. Öyle değil mi?" Alvaro kitaba bakarak derin bir iç çekti.

"Gökteki tüm tanrılar adına..." Illarion şaşkınlıkla Odhran'ın elindeki kitaba bakakalmıştı.

"Eğer masallar gerçek olmaya başladıysa birkaçının eksik kalmasını rica edeceğim. Mesela Hansel ve Gretel..." Eamon abartılı bir şekilde ürperirken Morrigan'a sırıttı.

Odhran, kitabın kapağını açarken parmakları arasından fırlayan metal bir bilye havada uçarak Eamon'ı hedefleyen bir kavis çizdi. Eamon'ın gözleri kendisinin üzerindeydi, bilyeyi işaret ve orta parmaklarının arasına sıkıştırarak yakalarken bakışları Morrigan'ınkilerden ayırmadı.

"Şapşallığın sırası değil, evlat. Hepimiz, Hagas'ın Kütüphanesi'ni ve Hagas'ın Kitabı'nı biliyoruzdur sanıyorum. İyi de Dük, bu kitabı nasıl bulmuş? Edric, Alvaro... Siz bir şeyler duydunuz mu?" Odhran kafası karışmış bir halde sayfaların arasında gezinirken yanında oturan Fearghal de büyük bir merakla kitabın dibine girmişti.

Yanı başındaki Edric, sıkıntıyla iç çekti. "Kara feyleri duymuş muydunuz?"

Morrigan hızla başını kaldırıp ona baktı. Eamon da kendisi gibi şaşkın bir ifadeyle Edric'e bakıyordu şimdi.

Fearghal hafifçe çıkmaya başlayan bakır-sarı sakallarını sıvazlarken dalgın dalgın mırıldandı.

"Kaç asır önceydi acaba... Yirmi mi, yoksa yirmi beş mi? Bir hikayeci vardı, evet."

"Hayır, sandığından daha yaşlısın kadim dostum. Savaş sonrası o hikayeci gelip hikayeleri toplayalı neredeyse elli asır oldu. O gün kara feylerden de bahsetmişti, değil mi?" Odhran Fearghal'in ve diğerlerinin dehşete düşmüş ifadeleri karşısında içtenlikle güldü. Morrigan yaşlı komutanın böyle güldüğünü çok nadir görüyordu.

"Ah, evet. Tanrım, sayende kendimi hala nefes alan bir fosil gibi hissediyorum Odhran!" Fearghal kadim dilde bir şeyler homurdanınca dostu gülerek omzuna vurdu.

Riona onları izlerken eğleniyor gibiydi. "Hikayeci nedir?" diye sordu.

"Ah, hikayeciler asıl fosillerdir işte. Biz değil!" Fearghal'in bu sözleri karşısında hepsi güldü. Kadim komutan bir süre sonra boğazını temizleyerek konuşmasına devam etti. "Onlar Eski Çağ'ın başlangıcından beri bu kıtada dolanır dururlar. Sanırım üç taneydiler, değil mi Odhran?"

Komutan onu onaylarcasına başını salladığında bir an için derin bir sessizlik oluştu. Eski Çağ'ın başlangıcı derken, neredeyse on bin yıl öncesini kastediyorlardı. Tam yüz asır!

"Peki ama efendim, hikayeciler ne yaparlar? Ne geldiğim yerde ne de başkentte onları hiç duymadım da..." Illarion merakla Fearghal'e doğru eğildi, ateşin kızıl tonları yüzünü aydınlatıyor ve altın buklelerinde dans ediyordu.

Morrigan da bu soruyu sormak istiyordu. Esasen ateşi çevreleyen yüzlere göz gezdirdiğinde, Fearghal ve Odhran hariç hepsinin yüzünde aynı meraklı ifadenin bulunduğunu gördü ve yalnız olmadığı için sevindi. Bu iki komutan karşısında istisnasız her biri küçük ve bilgisiz birer çocuk gibi kalıyorlardı.

"Aslında ne yaptıkları, isimlerinde gizli genç adam. Hikayeciler, tüm diyarı hiç durmaksızın dolaşırlar ancak yine de onları pek gören olmamıştır. Hatırlanmaya değer olan, unutulup kaybolması cesaret ve kahramanlığın tanrısı Arathorn'u rahatsız edecek olan hikayeleri toplarlar; ardından onları, diğer hikayelerle takas ederler."

Fearghal açıklamayı bitirdiğinde hepsinin de yüzünde kafa karışıklığı vardı. Bunun üzerine sözü Odhran devraldı, bir yandan da Illarion'un dağıtmaya başladığı çaydan bir yudum almıştı.

"Diyelim ki Tanrı Arathorn, Edric ve Alvaro'nun kahramanlığının unutulmaması ve nesiller boyu anlatılagelmesi gerektiğine hükmetti." Morrigan herkesin dönüp onlara bakması üzerine Edric'in gerildiğini hissetti, Alvaro da huzursuzca kıpırdanmıştı.

"Hikayecilerden birine bir İşaret gelir ve Hikayeci o kişiyi bulur, dinler ve öyküsünü ondan alır. O kişi Öte Diyar'a göç ettiyse bile, bu böyledir." Odhran bir an için duraksayıp Morrigan ve Edric'e baktı. "Lafı gelmişken... Adalet ve sevgiyle hükmeden, hükümranlıkları çirkin bir şekilde yarım bırakılan Kral Gladtirith ve eşi Kraliçe Lalyn de bu topraklarda asla unutulmayacak. Nesiller, onların hikayesiyle büyüyecek ve bir kralla kraliçenin nasıl olması gerektiğini öğrenecek. Onların evlatları ve varisleri olarak bundan hiç şüphe duymayın."

Morrigan ağır ağır dizilen yaşlarla yanan gözlerini kırpıştırarak abisine baktı. Edric de gururla dolan gözlerini kırpıştırarak ona gülümsedi ve yanağına bir öpücük kondurdu. Gümüşi sakalları, Morrigan'ın tenini ısırmıştı.

Illarion her birinin eline zarif, çelik fincanlar tutuşturmuştu şimdi. Lavanta, papatya, yasemin, bal ve... Belki biraz da afyon ruhu? Emin değildi ama çayın içerisinde her ne varsa kokusu bile çok hoş ve rahatlatıcıydı. Bir yudum aldığında sıcak sıvı, göğsünü ısıtıp gevşeterek midesine indi. O, keyifle homurdanırken Eamon da ona bakarak sırıtıyordu.

Odhran da kendisi gibi çayından iri bir yudum daha aldı ve konuşmaya devam etti.

"Evet... Hikayeciler sizden hikayenizi alırlar, karşılığında da geçmişten veya gelecekten bir başka hikâyeyi size anlatır ve ortadan kaybolurlar. Tanrı Arathorn, kaderin efendisi Tanrı Theodas'ın da dostudur. Bu sebeple size verilen bu hikâye, yaşamınızın ilerleyen dönemlerinde mutlaka işinize yarayacak bir şey olur. Tabii, asla ne zaman işe yarayacağını kestiremezsiniz..." Gülmek için ara vermişt. "Çok iyi kamufle olarak normal halkın arasına karıştıklarından, hikayecilerin görülmesi zordur. Ama size geldiklerinde, bilirsiniz elbette. İşte böyle..."

Odhran sözlerini bitirmiş ve yeniden her zamanki sessizliğine gömülmüştü. Sanki fazla konuştuğuna hükmetmiş gibi bir hali vardı. Fearghal ona bakarak sırıttı.

"Epey konuşkan bir günündesin, değil mi? Neyse, ne diyordum? Ah, kara feyler... Asırlar önce o hikayeci onlardan Odhran ve bana bahsetmişti, ancak biz nedenini ve gerçek olup olmadığını anlayamamıştık. Ne demişti, dostum?"

Odhran dalgın bir tavırla mırıldandı.

"Aslında çok bir şey değil, bu söyleyeceklerimin anlattığı bir hikâyedeki bir kitabın içinde yazdığını söylemişti. Sanırım şuna benziyordu:

Işığın ve karanlığın çocukları,

Hüzünlü bir günde ayrıldılar birbirlerinden

Kılıca dönüşen ufuk çizgisiyle...

Ve zamanı geldiğinde

Birleştirecek onları, ışığın kralı ve melez kraliçe.

Kardeşler, kardeşleri kavuşturacak;

Ehlileşmez, çağlayan ateşin gölgesinde.

Ve zamanı gelecek,

Asdum cehennemin kapılarını aralayıp

Karanlıkla sulanan toprağa ayak bastığında."

Morrigan sebebini bilmese de bir ürperti, omurgasından ilerleyerek tüm bedeninin soğuyup titremesine sebep oldu. Kalbi kontrolsüzce gümbürderken kollarını Edric'e dolayarak onun göğsüne sokuldu.

Birdenbire amcasıyla olan karşılaşmasını anımsadı. O halde Dük Andohir'in annesi ve kendisi hakkında söyledikleri doğru olmalıydı.

"Karanlık Tanrı Asdum hakkında söylenenler hariç hiçbir şey anlamadım." Eamon kafası karışmış bir halde ustasına bakıyordu. Odhran da ona bakarak başını iki yana salladı, daha fazlasını söyleyemeyeceği aşikardı.

"Biz de hepimizin duyduğu efsaneler dışında kara feyler hakkında hiçbir şey bilmiyoruz." Fearghal mahcup bir ifadeyle onlara baktı.

"Dük, onunla olan karşılaşmamızda bana bir şeyler söylemişti. Onun ve... Annemin bir kara fey olduğuna dair. Bende de aynı şeyi hissettiğini söyledi." Fincanın içindeki kızıl renkli çay hafifçe titreyen parmaklarının etkisiyle dalgalanıyordu.

Edric derin bir nefes alarak kendisini kavrayan kollarını çekti, Morrigan soru soran bir ifadeyle ona döndü.

"Bunları bana da söyledi, gerçi senden bahsetmemişti ama olsun. Sanırım ben, size bundan çok daha fazlasını anlatabilirim. Bu anlatacaklarımı bana Dük anlattı ama Hagas'ın Kitabı'nın giriş bölümünde de yazıyor olmalı. Öyle değil mi, Alvaro?"

Alvaro onaylarcasına başını salladı. "Sayfa beşten yirmi ikiye kadar, bakabilirsiniz. Kitabı ezberlerken zorlandığım tek kısımdı, zira gerçeklerden çok uydurma bir masalı andırıyor."

Riona kaşlarını kaldırarak hafifçe irileşen gözlerle Alvaro'ya baktı, prensin tüm kitabı ezberlemiş olmasına bir hayli şaşırmış olmalıydı. Ancak Eamon, gözlerini kısarak onu dürtünce hiçbir şey demedi.

Oluşan sessizlikle birlikte Edric konuşmaya başladı. "Bunları nasıl öğrendiğimden başlayayım o halde... Enjekte ettikleri Myr kanı neyse ki Alvaro'ya ya da bana etki etmedi. Ancak Collin bizim kadar şanslı değildi. O... Hepimizin gözleri önünde öldü." Abisi, sesi gitgide kısılırken bunu bir öksürükle gizleyip çayını yudumladı. Morrigan umursamazlıkla bardağa doğru iç geçirişinin tamamen kendisi için bir rol olduğunu biliyordu.

Parmakları arasındaki fincan hızla soğurken içi gibi elleri de üşüdü.

"Collin, Elamire'in eşiydi ve bunu hepimiz biliyorduk. O da biliyordu ve bunu... Pek de önemsemiyordu. Elamire'e eğer onun yanında olursa onu kaderinden kurtarabileceğini söyledi. Ancak biliyorsunuz, o böyle bir kız değildi." Morrigan bunu belki de herkesten iyi biliyordu, abisini dinlerken gözleri uzaklara, artık geçmişte kalan anılara daldı. "Düşüncelerini oldukça dürüst bir şekilde söyleyerek bu teklifi reddetti ve Collin'in peşinden gitti. Dük de süreci hızlandıracağını söyleyip..."

"...onu öldürdü. Kendi kızını bir kılıçla öldürdü." Alvaro Edric'in titrek cümlelerini tamamladı.

Şimdi alana çöken sessizlik, öncekilerden çok başkaydı. Öyle derin ve öyle engindi ki ormanın sesleri ve ateşin çıtırtıları hariç ne onlardan ne de askerlerden bir nefes dahi duyulmuyordu.

"Bana onların öldüğünü söylemişti ama ben, ben... İnanmak istemedim. Bilmeme rağmen seni ve Alvaro'yu görünce dedim ki belki..." Sessizlik, Morrigan'ın yas kokan cümlelerinin havada asılı kalışıyla yırtıldı.

Parmakları arasındaki fincan soğudu, soğudu... İnce bir buz tabakası ve güçlü bir ışık eşliğinde elindeki fincan parçalandı ve hızla fırlayan metaller havada uçuştu.

Odhran derhal uçuşan parçaları kontrolü altına almış ve birinin yaralanmasını -ve Morrigan'ın bu yüzden utanmasını ya da vicdan azabı çekmesini- önlemişti. Küçük metal parçaları toprağın üzerine düşerken birbirlerine çarparak şıngırdadılar.

Birkaç saniye sonra parçalar birleşerek yeni bir fincan formunu aldı ve yeniden Morrigan'ın avuçları arasındaki yerini aldı. Illarion çayını tazelerken yüzünü ifadesiz tutmaya çalışsa da acısı ve özlemi, sanki hareketlerine sinmişti.

Belki de yas ve acı, yalnızca deneyimleyenlerin okuyabildiği bir dildi... Morrigan, Illarion'la bu dili paylaşıyor ve onu çok iyi anlıyordu.

"Özür dilerim, henüz büyümü kontrol etmek konusunda pek de iyi sayılmam. Ama deniyorum..." Yanaklarına hücum edip solgun tenini biraz olsun renklendiren kanı hissedebiliyordu.

Edric yeniden ona sarılarak anlatmaya devam etti.

"Bu olaydan sonra, Taç Büyüsü için beni ikna etmek konusundaki çabaları arttı. Belki de bu gördüklerimden sonra korkup çözüleceğimi sandı, bilemiyorum. Bir gün elinde kırmızı bir sıvıyla geldi ve bana kara feylerden, Hagas'ın Kitabı'ndan, annemden, kendisinden... Birçok şeyden bahsetti işte. Hatırladığım son sözler de onlar zaten."

Morrigan, Edric'in o anlarda yaşadığı korkuyu, çaresizliği ve yalnızlığı dinledi; ardından abisinin hafifçe titrese de dimdik oturan, eskisine göre en az on kilo zayıflamış olsa da hala bir şekilde ona güven veren bedenini kalan tüm gücüyle sarmaladı.

Onu yapabildiği kadar sıkı tutup bir daha gitmesine izin vermemek, her şeyden koruyup saklamak istiyordu. Bunu yapamamıştı ve başarabilmeyi çok istese de önlerindeki birkaç günden sonra da yapamayacağını çok iyi biliyordu. Morrigan ne kadar aksi mümkün olsun diye içten içe dua etse de kader onların yolunu bir arada çizmemişti.

Edric artık bir kraldı ve yapmak zorunda olduğu şeyler vardı. Morrigan ise tanrıların keşfetmesi için onu zorladığı bir kadere sahip olan, kral abisine yardımı dokunabileceğini ancak uman bir prensesti. Onun da yapmak zorunda olduğu şeyler vardı, Edric'i koruyamaz veya onun güçlü kollarının huzur verici kıskacında uzun süre duramazdı.

"Bir kara fey... Annem buydu öyleyse, O'nun dediğine göre yani. Ben de mi öyleyim? Ama onlar şey değil mi, eee..." Doğru kelime neydi? "...Kötü?" Evet, efsaneler hep öyle derdi.

Bunun üzerine Alvaro ruhsuz bir şekilde güldü. "Hayır, onlar daha çok Tanrıça Sehanine tarafından kutsanmış olan fey bedenindeki insanlar gibiler. Yaratılışları diğer feyler gibi tamamen iyi değil ama nötr. Kaderlerini çizmek ve aydınlığın ya da karanlığın yolunda yürümek onlara kalmış. Yani en azından kitap böyle söylüyor."

Eamon ona bakarak buruk bir şekilde gülümsedi. "Hem zaten, sence Leydi Lalyn kötü biri olabilir mi?" Morrigan hiçbir şey söyleyemeyip başını sallamakla yetindi. Halasını ne kadar sevdiği herkesçe bilinen prensin de yüzünde kendisiyle aynı gölge vardı. "Ya sen, Morrigan? Sence sen kötü biri olabilir misin?"

Cevap verirken duraksamadı. "Belki de öyle olsam her şey çok daha kolay olurdu. İyi olmanın savaşı da bedeli de çok ağır çünkü."

"Evet, iyi bilirim ufaklık." Edric yeniden güldü, gülüşünde keder saklıydı. "Sonuç olarak, annem ve senin neden bu topraklarda olduğunuzu tanrılardan başkası bilemez. Ama ben, bir sebebi olduğuna inanıyorum ve o sebebi bekleyeceğim."

Kısa bir süre durakladıktan sonra Morrigan saçlarının arasına kondurulan, tüy kadar hafif bir öpücük hissetti.

"Hem, sebeplerin canı cehenneme. Annem ve kardeşim olduğunuz için mutluyum. Bu saatten sonra da hiçbir yere gitmiyorsun." Edric'in sesi oldukça kararlı olsa da ikisi de içten içe gerçeğin farklı olduğunu biliyorlardı.

"Konu gitmekten açılmışken, bu gece buradayız tamam ama sabah ne yapacağız? Yağmur da başlamak üzere ayrıca..." Riona'nın sorduğu soru oldukça yerindeydi.

O cümlesini bitirir bitirmez bir gök gürültüsü duyuldu. Çakan şimşek, gökyüzünü tan yeri ağarıyormuşçasına aydınlattı. Hemen ardından şıpırdayarak ve büyük bir zarafetle gökyüzünden inmeye başlayan damlalar karşısında Morrigan gözlerini kapatarak yüzünü göğe doğru döndü.

"Tanrı, yağmurdadır." diye mırıldandı.

Yağmuru severdi. Damlaların nazikçe yüzünü ve saçlarını ıslatması, toprak kokusu ve havadaki o huzur... Nice geceler yağmurun zihnini dinginleştiren sesini dinleyerek sabahlamıştı. Bu gece de o gecelerden biri olacak gibi duruyordu.

"Nymalin'e gitmek zorundayım çünkü bana öyle yapmam gerektiği söylendi. Ama Dük'ün Okyanus Feyleri'ne gideceğini varsayarsak, ki çok mantıklı bir düşünce bu, bizden önce varmasını da göze alamayız öyle değil mi?" Edric'e dönerek cevabını bekledi.

"Evet, göze alamayız. Ama böyle bir yolculuğu yarın hemen yapabileceğimi de pek sanmıyorum, Alvaro da başaramaz. Birkaç gün de olsa toparlanmaya ihtiyacımız var." Abisi özür dilercesine ateşin çevresindeki yüzlere göz gezdirdi.

"Şuna bakın!" Envy'nin seslenişiyle tüm gözler ona doğru döndü. Yaşlı çam ağaçlarının arasındaki bir noktayı işaret ediyordu, ifadesi sanki anlayamadığı bir şeyden korkan bir insanınki gibiydi.

Eamon ve Riona oturduğu yerden fırlayarak Envy'nin işaret ettiği noktaya baktılar. Morrigan da oturduğu yerden kalktı ve onların ardından koştu. Diğerlerinin hareketlenişleri ve adımlarının sesi de hemen arkasından geliyordu.

"Ah, bu..." Hayretten doğru sözcükleri bulamadı.

"...iyi görünmüyor." Hemen yanında dikilen ve Şato'nun bulunduğu yöne doğru bakan Eamon, onun için cümlesini tamamladı.

Karanlık çökeli çok olmuştu ve gökyüzü o ana kadar yağmur bulutlarına rağmen çok kapalı sayılmazdı. Ancak Şato'nun uzakta kalmış olan siluetinin tepesinde dairesel formda toplanan kara bulutlar uğursuz gölgelerini kulelerin üzerine yaymış, büyümeye devam ediyorlardı.

Morrigan o gölgelerin üzerinde ve bulutların arasında uçuşan devasa, kuşlara benzeyen şeyleri fark ettiğinde bir kez daha şimşek çaktı.

"O şeyler de ne?" Envy gözlerini ayırmadan Şato'yu izliyordu.

Hemen arkalarında dikilen Odhran konuştuğunda hepsi de sıçradı. "Ne olduğunu ben de bilmiyorum ama bir konuda haklısınız: İyi bir şey olamaz."

Kısa bir süre karşılarındaki görüntüye bakıp neler olduğunu anlamaya çalışsalar da bunun pek bir anlamı yoktu. Bir zamanlar huzurun ve barışın sembolü olan kulelerin üzerinde toplaşan şeyler her neyse, tahmin etmelerinin imkanı yoktu. Bu yüzden her biri, hafifçe düşen omuzlarla ateşin başındaki yerlerine geri döndü. Yeniden bir çember halinde toplandıklarında her birinin yüzüne yerleşen, tatlarını kaçıran bir gerilim vardı. İlk konuşan, hala Collin'i düşündüğü her halinden belli olan Illarion oldu.

"İstirahat edebilmeniz için gidebileceğimiz ve bizim de sizi koruyabileceğimiz bir yer var mı, majesteleri?"

Morrigan bir an bu sorunun cevabını düşünmek için duraksadı ancak aklına gelen hiçbir yer yoktu. Edric'e bakınca onun da pek ümitli olmayan bir ifadeyle düşündüğünü gördü.

"Anne ve babamızın tüm mülküne el koyulduğuna ve her birinin izlendiğine eminim. Morrigan ve bana ait olan köşkler için de aynısı geçerli olmalı. Yani bizim bildiğimiz kadarıyla hayır, yok." Edric olumsuz bir şekilde başını salladı.

"Hencapelt'e, benim evime gitmeyi teklif edebilirdim ancak çok uzun bir yol gitmemiz gerekir. Ve dağlarda yolculuk şartları çetindir." Odhran dalgın bir tavırla elindeki fincanı çeviriyor, çeliği inceliyordu.

Riona birdenbire Eamon'a döndü ve ona bakmayan kardeşinin dikkatini çekebilmek için dirseğini kaburgalarına geçirdi.

"Ah! Tanrı aşkına, Riona, biraz daha rahat durmazsan seni ateşin içine odun diye atacağım!" Eamon öfkeyle homurdandı, bir yandan da Riona'nın vurduğu yeri ovuşturuyordu.

Morrigan kıkırdarken prens, kıstığı gözleriyle ona bakınca sustu ve sırıtarak ağzına fermuar işareti yaptı. Riona'nın eli gerçekten de ağır olmalıydı.

"Homurdanacağına biraz kafanı çalıştır, seni koca sersem! Başkentin birkaç mil açıklarında, unutulmaya yüz tutmuş olsa da anne tarafından ailemize ait bir köşk yok mu? Orayı kullanamaz mıyız?"

Eamon bir an için boş bakışlarla Riona'ya bakakaldı. Hafifçe çattığı kaşlarının arasındaki kıvrıma bakılırsa köşkü anımsamaya çalışıyordu.

"Oraya en son çocukken gitmiştik, öyle değil mi? Biraz eski bir yer ama hala işe yarar halde olduğuna eminim. Buranın biraz kuzeybatısında kalıyor olmalı..." Bir an için durdu ve Morrigan'ın anlayamadığı, garip bir bakışla ona baktı. Yeşil gözlerin derinliklerinde muzip bir şeyler parıldadı.

"O zaman yarın ve sonraki birkaç gün için planımız belli. Peki ya sonra?" Fearghal parmaklarının altında büyüyle büyüttüğü bir kader bitkisiyle uğraşırken mırıldandı. Kırmızı, kozalağı andıran bitki çiçek açınca soluk yeşil büyü durdu.

"Senden çok uzun süre ayrı kalmak istemiyorum, Edric. Bir daha değil..." diye fısıldadı.

"Hakkın var, ufaklık. Ben de bunu istemem ama nasıl olacak?" Abisi onu kendisine doğru çekerken düşünceliydi, gölgeler düşen yüzünde kaşları çatılmıştı.

"Morrigan ve ben Nymalin'e gideceğiz, siz de Okyanus Feyleri'ne gidersiniz. Tabii prenses için de uygunsa..." Eamon öne doğru eğilip ona bakarken bir kaşını kaldırıp göz alıcı bir şekilde gülümsedi. Benimle bir yolculuğa daha var mısın, prenses? Bu sefer baş başa...

"Neden sadece ikiniz, dostum?" Edric gözlerini kısarak Eamon'a homurdanınca prens gözlerini devirdi.

"Kuzey Sınırı'ndan Daesha'ya iki günde koştum. Nymalin'e de aşağı yukarı aynı sürede ulaşabileceğimizi düşünüyorum, tabii prenses düzgün tutunursa." Morrigan'a göz kırparken eğleniyordu.

Edric bunu düşünürken Eamon yeniden ona döndü.

"Nymalin'den Batı Rıhtımı'na da üç veya dört günde ulaşabiliriz sanırım. Bu sayede sizinle orada buluşabilecek ve Okyanus Feyleri'nin Adası'na birlikte yelken açabileceğiz." Ve bu sayede yalnızca bir hafta ayrı düşmüş olacaksınız. Eamon'ın sessiz bakışları, Morrigan'a bunları fısıldıyordu.

Morrigan ümitle Edric'e bakarken abisi fikirden pek hoşnut olmamış gibiydi, yüzünde ekşi ve hesapçı bir ifade vardı. Yine de hiçbiri başka bir fikir sunamamıştı ve ufukta daha iyi bir plan gözükmüyordu.

"Uzun süre birbirimizden ayrı kalmayacağız ve okyanusa da birlikte açılacağız. Seni bilmem ama ben bu fikri beğendim, Edric. Bir daha senin ne halde olduğunu düşünerek günler ve haftalar geçirmek istemiyorum."

Morrigan çenesini kaldırarak Eamon'a gülümsedi. Varım, prens. Öyle olsun, baş başa.

Edric homurdansa da nihayet "Sanırım başka çaremiz yok ama bu konuda konuşacağız. Özellikle de seninle..." dedi, bunu derken başıyla Eamon'ı işaret ediyordu.

Eamon'ın yüzündeki masum gülümseme ve abisinin karşılık olarak yüzünü buruşturması karşısında Morrigan gülmemek için zor tuttu.

"Ben askerlerle birlikte Solonor'a geri döneceğim. Okyanus Feyleri'nin Adası'ndan döndüğünüzde donanmayı destekleyecek bir orduya ihtiyacınız var ve birinin hazırlıklarla ilgilenmesi gerekiyor." Riona, Fearghal ve Odhran'a bakarak sessiz onaylarını almıştı.

"Ben ve Fearghal sizinle Okyanus Feyleri'ni görmeye geleceğiz. Belki eski dostlarımızdan bazıları hala oralardadır ve bu sayede bir faydamız dokunur." Odhran, Edric ve diğerlerine bakıyordu.

Alvaro tuhaf bir ifadeyle Riona'ya bakarak "Eğer senin için de uygunsa, ben de seninle Solonor'a geleyim prenses. Uzmanlık alanı silahlar ve savaş taktikleri olan bir simyacı olarak sana ve askerlerine yardımım dokunabileceğini düşünüyorum." dedi.

Riona'nın hafif de olsa hevesli onayı sonrası homurdanma sırası Eamon'a gelmişti, Edric zafer kazanmış bir edayla ona baktı. Ya, nasılmış? diye dalga geçiyordu.

"Öyleyse artık bir planımız var." Fearghal tatmin olmuş bir şekilde başını sallarken ateşe bir odun daha attı.

"Şey..." Envy araya girip çekingen bir şekilde konuştuğunda her birinin kafası ona doğru döndü. Morrigan kızın sorularla dolu bakışlarını kızıl saç tutamlarının arkasına sakladığını gördüğünde anlayışla gülümsedi.

"Ben ne yapmalıyım, majesteleri? Dostluğunuz için müteşekkirim, yardım edebildiğim için de mutluyum ama ben bir..." Sesini düz tutmaya çalışsa da hissettiği farklılık ve ait olamama durumu çatlaklardan sızıp dinleyicilerine ulaşıyordu.

"Kısacık bir süredir tanışıyor olsak da samimi dostluğun için ben de minnettarım, Envy. Yardımın için de..." Sözcükleri doğru seçebilmek ve onu incitmemek için çok çabalıyordu. Envy'nin onunla paylaştıklarını diğerlerine hissettirmek istemiyordu. Boğazını temizleyerek insan kızına içtenlikle gülümsedi.

"Elbette senin de bir hayatın vardır ve eğer ona dönmek istiyorsan sana güvenli bir yere kadar eşlik edebiliriz. Ancak yaklaşan kötülük ve Dük'ün planları hem bu diyarı hem de insan diyarını etkileyecek. Bu yüzden, eğer bizimle kalmak ve yardım etmek istersen..." Morrigan bir an duraksadı ve dönüp Edric'e baktı.

Abisi gülümseyerek Envy'e başını salladı, bir diplomat edasıyla nezaketle konuşuyordu şimdi.

"Eğer durum kardeşimin dediği gibiyse, seni de küçük grubumuzda görmek isteriz, Envy. Şato'ya kimse görmeden girip, Hagas'ın Kitabı'nı çaldıktan sonra burnun bile kanamadan kaçabildiğine göre mahir bir insan olmalısın."

Morrigan, Edric'e minnettarlıkla baktı ve sonrasında cevabını bekleyerek Envy'e döndü. Dürüst olması gerekirse, yaşanacaklar karşısında bir dostunun daha yanında olması düşüncesi direncini arttırıp ona güç veriyordu.

"Eğer bir insan olarak benim size ayak bağı olacağımı düşünmüyorsanız, yanınızda olup elimden geldiğince yardım etmeyi çok isterim." Edric'in konuşmasından sonra Envy'nin üzerine yapışan mahcubiyet buharlaşıp uçmuş gibiydi. Genç kız çenesini kaldırarak hepsine teker teker baktı. "Bir hırsız ve tüccar olarak yaşamım pek de heyecan verici değildi zaten."

"O zaman karar verildi!" Morrigan ellerini çırptıktan sonra esnedi ve ağır hareketlerle ayağa kalktı.

"Madem her şey kararlaştırıldı, öyleyse artık uyuyabilir miyiz? Uzun bir gün oldu da..." Elini uzatarak Edric'i de ayağa kaldırdı.

Her biri teker teker ayağa kalktıktan sonra Eamon'ın parmaklarını şıklatmasıyla devasa kamp ateşi sönüverdi. Gecenin koyuluğu onları sarmalayarak gizeminin birer parçası haline getirdi.

Prens kendi çadırına doğru ilerlemeden önce Morrigan'a göz kırptı, gece yarısı göl kenarında buluşacaklarına dair sözünü hatırlatıyordu.

Küçük kamp ateşleri de bir bir sönerken Riona'nın askerleri aniden ortadan kaybolarak çadırlara yollanmışlardı. Birer birer herkes dağılıyordu, Morrigan da boş çadırlardan birini gözüne kestirdi.

Hedefindeki çadıra doğru birkaç adım atmıştı ki ona yetişen Edric, ağır kolunu Morrigan'ın omzuna attı. Şaşkın bakışlarla abisine bakarken bir ağaç kökü yüzünden tökezledi.

Edric, yeniden ancak bu sefer ikisi birlikte biraz ötedeki çadıra doğru ilerlemeye başladıklarında ıslıkla keyifli bir melodi tutturdu.

"Uğruna işkence gördüğüm, kuklaya dönüştürüldüğüm ve Eamon'dan öldüresiye dayak yediğim kardeşim bu gece abisinden ayrı mı uyumayı düşünüyor yoksa?"

"Ha-hayır elbette." O kekeleyerek cevap vermeye uğraşırken ufak çadırın önüne gelmişlerdi bile. Edric, cevabı üzerine sırıtarak esnedi ve keyifli melodisini bozmadan çadırın yumuşak bir postla oluşturulan zeminine uzanarak yan tarafındaki boşluğa eliyle pat pat vurdu.

"Uyku vakti, ufaklık. Haydi!"

---------------------------------------

Uykunun rahatlatıcı örtüsü sayesinde abisinin gevşeyen yüz hatları çarpıcı derecede orantılıydı. İnce, keskin hatlı kaşları Edric'in kirpiklerinin gölgelerini yanaklarına düşürüyordu. Uzun, düz bir burun ve ukala sırıtışının eksik olmadığı dudaklar... İki kardeş olarak beraber uyudukları yıllar geride kalmış olsa da Morrigan o zamandan beri bu yüzde pek bir değişiklik olmamış gibi hissediyordu.

Abisi hala uyurken bileğinin dışını alnına dayıyor ve hafifçe gülümsüyordu.

Elbette yaşanan korkunç şeylerin izleri de oradaydı ve bu ahengi bozuyorlardı. Kaybettiği kilolar yüzünden Edric'in teni, çıkık elmacık kemiklerinin etrafında hafifçe gerilmişti. Yüzünde Tanrı bilir neyden kalan morluklar, şişlikler ve kesikler vardı. Eamon'ın yumruklarının sebep olduğu taze olan yaralar, eskileriyle karışmıştı.

Morrigan olduğu yerde dönerek çadırın derme çatma çatısına bakmaya başladı ve hüzünlü bir şekilde kendi kendine güldü. Edric'le sürekli birbirlerini yemeleri yüzünden anne ve babası sürekli ikisini de azarlarlardı. Şimdi bu hallerini görseler, ne kadar mutlu olurlardı...

Bu düşünce aklına Eamon ve Riona'yı getirmişti. İki kardeş de inatçı, dediği dedik tiplerdi ve didişmeleri gerçekten çok komik oluyordu. Riona, tüm diyarın çekindiği bir savaşçı olan abisini bulduğu her fırsatta tartaklasa da Eamon, Edric'in aksine -abisi elbette canını yakmazdı ama altta kaldığı da söylenemezdi- bir kez olsun karşılık vermemişti.

Zihninin akışı ister istemez Eamon'da durakladı. Dostu, sırdaşı, sevdiği, seveni ve dayanağı olan savaşçı prensi... Birazdan göl kenarında buluşacaklardı. Bu düşünce, Edric'i rahatsız etmemek için hareketsiz duran bedenine yakıt oldu ve ayaklandı.

Çadırın girişini örten yumuşak -boz ayınınkine benzeyen- postu aralayıp kendisini gecenin içine bıraktı. Ayağa kalkıp kollarını ve bacaklarını esnetirken ses çıkarmamaya özen gösteriyordu.

Çevresindeki çadırlardan gelen hafif horultulara ve düzenli nefes alışverişlere bakılırsa o ve Eamon dışında herkes derin bir uykudaydı. Ormanın görünen ve görünmeyen tüm yaratıkları bile bu huzurlu olabilecek sessizliğe dahildi sanki.

Ancak artık uzaklarda kalmış olan Şato'nun çevresinde uçuşan yaratıkların gece ayazıyla onlara taşınan uğursuz kanat çırpışları ve tiz perdeden çığlıkları, bu huzurlu atmosferin oluşmasına engel oluyordu.

Bu sesleri görmezden gelmeye çalışırken ürperdi ve adımlarını solunda kalan sık ormanın içine doğru yönlendirdi. Sık meşe, gürgen ve çam ağaçları onu adeta içine çekmişti. Dalların arasından hafifçe esen ve yumuşak hışırtılara sebep olan yel, suyun ferah ve neredeyse tatlı olan kokusunu ona taşıyor ve pusulası oluyordu.

Birbirine uzanan aşıkların kenetlenmeye çalışan ellerini anımsatan kalın, güçlü dalların ve bu dallara tutunmaya çalışan sarmaşıkların altından geçerken gümüş buklelerine takılan birkaç yaprağı yakalamaya çalışsa da kirlenip karmakarışık olan asi bukleleri buna müsaade etmedi.

Morrigan yapraklarla verdiği ufak savaş sürerken bir yandan yalnızca burnunu takip ederek ilerliyordu, bu yüzden aradığı gölün aniden karşısında belirişine hazırlıksız yakalanmıştı.

Gördüğü manzara karşısında şaşkınlıkla aralanan dudaklarından hayret dolu bir iç çekiş yükseldi.

Geçen gece dolunayda nihayete eren yolculuğuna rağmen ilk dördüne doğru yola çıkan ay hala nefes kesici bir güzellikteydi ve karanlık suların üzerinde tüm ihtişamıyla parlıyordu. Gölün gece göğünü yansıtan ve bilinmezliklere gebe olan suları üzerindeki yakamoz, gümüş gibi parlıyor ve dalgalanıyordu.

Gölün kenarını çevreleyen rengarenk çiçekler, birkaç saat önce yağan yağmur sayesinde tatlı tatlı kokuyor ve ay ışığında bile taç yaprakları seçilebiliyordu. Morrigan'ın buraya geldiği patika bu çiçekler arasından ilerleyerek göle çıkan küçük, ahşap bir iskelede son buluyordu.

İskelenin üzerinde, gülümseyerek ona elini uzatan Eamon bekliyor ve onu çağırıyordu. Morrigan, öylece durdu ve yaşadığı anın etkisiyle sersemlemiş bir halde ona bakakaldı.

Prens, o gelmeden hemen öncesine kadar gölde yüzmüş ve bugün yaşadıklarının izlerinden kendini arındırmış olmalıydı. Islak, iri dalgalar halinde dökülerek bronz tenine ve beyaz gömleğine yapışan saçlarından damlayan sular köprücük kemiklerinin arasındaki boşluktan göğsüne sızılıyordu. Yine ıslak olan, düğmelerinin yarısını iliklenmekle uğraşılmamış olan beyaz gömleği de geniş omuzlarına ve iri bedenini çelik gibi sarmalayan kaslarına oldukça dikkat dağıtıcı bir şekilde yapışmıştı.

Eamon'ın artık iyice aşina olduğu nizami ve keskin yüz hatlarına tezat bir şekilde samimiyetle parıldayan yeşil gözleri ruhunu delip geçiyordu. Biçimli dudaklarına her zamanki gibi yerleşmiş olan çarpık gülümsemesi baş döndürücüydü.

Morrigan gümbürdeyen kalbinde ısınıp kaynamaya başlayan arzu karşısında güçlükle yutkundu. Kendine gel, kızım diye kendi kendine tekrarlayarak yeniden adım atmaya başladı. Çaresiz bir şekilde ateşe çekilen bir kelebek gibiydi.

Adımları nihayet onu ahşap iskeleye ulaştırdığında eli adeta otomatik bir şekilde karşısındaki adama uzanıp parmaklarını onun sıcak, iri parmaklarına doladı.

Eamon onu kolları arasına alırken "Geciktin, prenses. Neredeyse Edric'in benim yanıma gelmemen için seni bir ağaca bağladığını falan düşünecektim." diyerek güldü.

"Olmak üzere olan buydu aslında ama... Bir saniye dur!" Onu kendisine hapsetmeye çalışan bedeni telaşla iterken adeta ciyakladı.

"Ne? Ne oldu?" Eamon bir adım geri çekilerek onu şöyle bir süzdü, ani tepkisinin sebebini anlamadığı aşikardı.

Morrigan onu sarmalayan devasa kolların arasından sıyrılırken "Üzerini kirleteceksin. Yeni temizlenmişsin ve benim her yerim kan, çamur ve pislik içinde. Ayrıca bir domuz kadar da iğrenç kokuyorum!" diye sızlandı.

Eamon ona garip bir ifadeyle baktıktan sonra hafif bir şekilde güldü ve kirli, kanla kaplı buklelerinden birini parmakları arasına alarak öptü.

"Yanımda, kollarımın arasında olan sen olduğun sürece neye bulaştığın umurumda bile değil." Sıcak nefesi Morrigan'ın kesik soluklarına karışıyordu. "Ama bu seni rahatsız ediyorsa, yardım edebilirim..."

Eamon sözünü bitirirken gölün suları hafifçe dalgalanıp titreşmeye başladı. Sıcak buhar yükselerek gümüşi bir sis tabakasının oluşmasına sebep olurken prens arkasına döndü ve iskelenin üzerine bıraktığı bir çantayı alıp nazikçe ona uzattı.

"Bunun seni rahatsız ettiğini biliyordum, yani daha önceden. Bu yüzden... Bunları Riona'dan aldım."

Çantanın içinde temiz, esnek bir siyah pantolon ve bordo bir bluz vardı. Bir de elbette Eamon'ın onun için Illarion'a aldırdığı o güzel sabun.

"Aslına bakarsan, rahatsız olduğum şey kan veya çamur değil." Çantanın içindekilere göz gezdirmeyi bitirirken dalgın dalgın mırıldandı. Tam olarak nasıl açıklayacağından emin değildi.

"Alışmak, değil mi? İçinde bulunduğumuz duruma, evden uzak olmaya..." Eamon deri çantayı elinden alıp iskelenin üzerine yeniden bırakmıştı. Bir kez daha parmakları birbirine dolandı.

"Evet. Uzun bir ömür sürmedim ama yaşadığım zamanın çoğunu Edric'le birlikte dağlarda, ormanlarda geçirdim. Hiçbir zaman kraliyet yaşamı ilgimi çekmemiş olsa da..." Bakışlarını parmaklarından çekerek derin yeşil bakışlarda kayboldu. "...yaşananlara ve getirilerine alışmak, kabullenmek ve pes etmekle aynıymış gibi geliyor."

Morrigan hiçbir zaman hislerini anlama ya da ifade etmede çok başarılı olamamıştı. Ancak yan yanayken, Eamon onun hislerini tüm çıplaklığıyla görüyor ve kusursuz bir şekilde tercüme ediyor gibiydi. Sanki aralarında sadece ikisine özel bir dil geliştirmişlerdi.

Eamon bir elini bırakıp yanağını okşarken çelik gibi bakışlar ve derinleşen bir sesle "Hiç kimse bir şeye alışmıyor ya da kabul etmiyor." dedi. Derin bir nefes alırken anlık gerilim yerini yeniden sevgi ve muziplik dolu bir gülümsemeye bıraktı. "Bu yüzden, medeniyeti yeniden anımsamak iyi bir seçenek gibi duruyor. Sen işini bitirene kadar şu ağacın arkasında olacağım ama yardıma ihtiyacın varsa..."

Morrigan alev alev yanan yanaklarının kızardığından emindi. Gözlerini kısıp ona gülümserken prensi işaret ettiği ağaca doğru itiyordu.

------------------------

Buhar, hassaslaşıp hafifçe kızarmış olan teninin üzerinde geziniyordu. Morrigan keyifle iç geçirdi, suyun sıcaklığı tam anlamıyla mükemmeldi.

Çantanın içinde bulduğu bir parça bez ve sabunla iki kez tenini ve üç kez saçlarını yıkadıktan sonra kendisini yeniden doğmuş gibi hissediyordu.

"Bugün bahsettiğiniz köşke en son ne zaman gitmiştin?"

Prens şöyle bir duraksadı. "Sanırım ben on üç veya on dört yaşında falandım, yani neredeyse üç buçuk asır geçti." Kendi kendine güldü. "Ah, teşekkürler... Sayende yaşlı hissediyorum, prenses."

Morrigan kıkırdayarak "İyi anlaştığın üç kişiden ikisinin Odhran ile Fearghal olmasından anlamalıydım." diye cevap verdi ve iskeleye doğru yüzüp ahşap, derme çatma merdivene tırmanarak gölden çıktı. Ahşaba damlayan suyun sesi, gecenin sessizliğinde büyüyerek alanı dolduruyor gibiydi.

"Bir dakika bekle..." diye mırıldanırken aceleyle siyah pantolon ve bordo bluzu üzerine geçirdi. Kirli ve perişan haldeki eski giysilerini gölden çıkmadan amansız bir çabayla yıkayıp temizlemeyi başarmıştı ancak kurulanacak bir şeyi yoktu. Kumaş ıslak, fildişi gibi parıldayan tenine davetkar bir şekilde yapışmış ve Eamon'ınkinden çok daha uzun olan saçları da bu durumda pek yardımcı olmamıştı. Zalimce gülümsedi ve pekâlâ, adil görünüyor diye içinden geçirdi.

Son olarak özenle çantaya koymuş olduğu gece taşını taktı ve artık hiç çıkarmayacağı kırmızı kurdeleyi bir bileklik gibi bileğine doladı.

Saçlarındaki fazla suyu sıkmak için çabalarken "Tamam, artık gelebilirsin prens." diye seslendi. Bir yandan da çantanın dibinde bulduğu kemik tarağı almış, gür olduğu kadar inatçı da olan bukleleriyle savaşıyordu. Tarağı çekiştirirken acı ve sabırsızlıkla bir küfür mırıldanıp ofladı, en azından bu savaşının pek de iyi gittiğini söyleyemezdi.

Eamon'ın hafif ayak sesleri çabucak iskelenin yoluna koyulmuş ve birkaç saniye sonra yanında bitmişti. Prens onu baştan aşağı çekincesizce süzerken arzuyla kararan yeşil gözlerinde vahşi bir pırıltı yanıp söndü.

Morrigan'ın tarağı tutan eli havada, ona bakakaldı.

"Şey, yardıma ihtiyacın var mı?" Eamon bir kaşını kaldırmış, karman çorman olup bir kuş yuvasını andırmaya başlayan saçlarına bakıyordu. Bu haline gülmemek için büyük bir çaba harcıyor gibiydi.

"Ha?" Eamon'ın bakışlarındaki yangınlar yüzünden bir an neyi kastettiğini anlamamıştı. Tarağı ondan almak için uzanan eli gördüğünde kastettiği yardımı nihayet anladı.

"Ah, gerek yok gerçekten. Sonra halledebilirim, bununla vakit harcamaya da değmez zaten. Dadım bile baş edemez, söylenir dururdu."

"Vakit harcamak mı? Bütün gece bize ait, Morrigan. Yalnızca iskelenin kenarına gidip otur işte. İlk seferde de içimden bunu yapmak gelmişti zaten..." Aerduin'e giderken yol üzerindeki gölette verdikleri temizlik molasından bahsediyor olmalıydı.

Morrigan pes ederek ay ışığında hafifçe parlayan tarağı Eamon'ın avcuna bıraktı. Ahşap iskelenin kenarına oturup çıplak ayaklarını suya daldırdı ve merakla beklemeye koyuldu.

Eamon'ın iskelenin üzerinde dolanıp yeniden yanına geldiğini ve tam arkasında durup oturduğunu eğitimli adımlarının belli belirsiz çıkardığı seslerden anlamıştı. Prensin parmaklarının ve tüy kadar hafif dokunuşlarının saçlarında gezindiğini hissettiğinde kalbi düzensiz bir şekilde gümbürdemeye başladı.

Eamon onu kendine çekip bacaklarını iki yanından iskelenin aşağısına, göle sarkıttığındaysa nefesini tutmuştu.

Parmaklar saçlarında dolaşmaya ve Morrigan'ın göremediği bir şeyle ıslak dalgalarını kurulamaya devam ederken Eamon gri tellerin arasından kulağına "Sanki ay ışığının daha güzel olan yansıması gibi..." diye fısıldadı. Nazik eller saçlarını havalandırırken alev alev yanan dudaklar kulağının hemen altındaki bölgeye bir öpücük kondurunca Morrigan'ın ensesindeki tüyler ürperdi.

Eamon canını acıtmamak için büyük bir özen göstererek tarakla saçlarını taramaya devam etti. Bir öpücük daha çalmak için yüzünü boynuna gömdüğünde Morrigan bir an için eriyip gölün sularına karışacağını sandı.

Bu gerçekten de mümkün olabilirdi, çünkü yaslandığı iri bedenin gitgide ısınırken kendi tenini de ısıtıyor ve gece ayazında ürpermesine sebep oluyordu.

"Korkmana gerek yok, prenses. Benim ateşim seni yakmaz..." Muzip bir şekilde gülünce sıcak nefesi Morrigan'ın tenini öptü. "...En azından o şekilde değil."

Daha güçlü gümbürdemeye başlasa da bir an tekleyen kalbi, gecenin sessizliğinde rahatça duyulabiliyordu. Kan boynuna ve yanaklarına hücum ediyor olsa da "Senden asla korkmam, prens. Korkudan değil..." diye mırıldandı.

"Ah, peki..." Kısa bir süre birlikte huzurlu bir sükuneti paylaşırlarken tarak ve iri parmaklar, saçlarını okşamaya devam etti.

"Bu kurdelenin hikayesi nedir?" Bronz parmaklar bileğine uzanıp kendi gümüşi teninin üzerinde hoş bir tezat yaratmıştı.

"O mu? Şey..." Morrigan kendini toparlamaya çalışıp soruyu nasıl cevaplayacağını düşündü. "O bir saç kurdelesi, küçük bir kıza aitti. Aslında, bizim kızımıza..." Hafifçe titreyen sesiyle nihayet uygun kelimeleri bulabilmişti. Bu gerçek hala Morrigan'a çok tuhaf geliyordu.

Saçlarını okşayan el ve nazik hareketlerine devam eden tarak donakalmıştı.

Morrigan yaslandığı göğsün hızla inip kalktığını ve kesik, düzensiz nefesleri duymadan hissetti. Eamon'ın dudaklarından zar zor bir soru döküldü.

"Nasıl?"

Bu soruya vereceği cevabı düşünerek bir an duraksadı. Elbette ona her şeyi anlatacaktı ancak bunu prensin yüzünü görerek ve verdiği tepkileri izlerken anlatmak istiyordu. Bu yüzden, tüm cesaretini topladı ve olduğu yerde dönerek çevik bir hareketle Eamon'ın kucağına yerleşti.

Birkaç santim ötesinden hayretle onu izleyen prensin gözleri irileşti ve dudakları beklentiyle aralandı. Elleri, Morrigan'ı kavramak için tüm meşguliyetlerini bırakmış ve belindeki kıvrımın üzerinde yerlerini almışlardı. Nefesleri birbirine karışırken Eamon yutkundu. Ay ışığında parıldayan gözleri, kendi gözleri ve dudakları arasında gidip geliyordu.

Morrigan, boğazının kuruduğunu hissetse de yutkundu ve konuşmaya devam etti.

"O karanlıkta birçok şey gördüm, Eamon. Nymalin'e giden bizi, burada Elamire ve Collin için ağladığımı ve mutlu bir geleceği... Sen ve Edric vardınız, bir de...

"İki erkek ve bir kız çocuğu. Şato'nun bahçesindeydik, sonra sen de geldin." Eamon'ın gözleri şaşkınlıkla irileşti.

"O zaman, benim gördüklerimi sen de gördün. Biliyorsun?" Soru olmayan sorusu havada asılı kalmıştı. Eamon dalgın dalgın başını sallayarak onu onayladı.

"O küçük kızın saçlarını bağlayan kırmızı kurdele, rüzgârda uçuşuyordu." Bileğindeki kırmızı kurdeleyi okşarken Eamon'ın eli, onunkinin üzerine kapandı.

"Sonra havalandı ve görüntüyü aşıp ayaklarımın dibine düştü, ben de onu alıp sakladım. Düşündüm ki, yaşanan bunca deliliğin arasında bize hangi gelecek için savaştığımızı anımsatabilir..." O huzurlu manzara şu an bile cam berraklığında gözlerinin önünde beliriyordu.

"Bunu istiyor musun yani? Bu geleceği?" Eamon'ın sesi bir fısıltı halindeydi.

"Evet." Morrigan bir an bile düşünmeden yanıtladı. "Bu geleceğin bizim geleceğimiz olmasını istiyorum. Hep birlikte evimize dönmeyi, mutlu bir şekilde yaşamayı, çocuklarımız olmasını ve onları büyütmeyi..."

*

Yanıtı, Eamon'ın dudaklarının bir hırıldama eşliğinde kendininkileri bulmasıyla yarım kaldı. Mutluluğun, varlığından yakın zamana kadar bihaber olduğu arzuların ve birbirlerine duydukları ihtiyacın iç içe geçerek oluşturduğu öpücük ruhunu parçalayıp yeniden birleştirirken Morrigan tüm kapılarını karşısındaki adam için açarak teslim oldu.

Dudakları aceleci ve vahşi öpücüklerle tekrar tekrar buluşurken Eamon'ın belini kavrayan ellerinden biri kıvrımlarının üzerinden değdiği yerleri adeta tutuşturarak geçerek göğsüne ve boynuna doğru yükseliyordu. Morrigan'ın dudakları arasından kurtulan cılız bir inilti, gecenin sessizliğini delerek nefes sesleri arasında kayboldu.

Ufak, adeta yalvaran ses Eamon'ın tüm zincirlerini koparmıştı. Morrigan'ı sıkıca kavrayan kolları ve elleri tenini keşfetmek için titreyerek gezinirken dili de dudakları arasında bir başka keşfe koyulmuş, arzuyla kavrularak kıvranmasına sebep olan bir şeyler yapıyordu.

Morrigan kendisini bedeni ve ruhunun uğradığı bu işgale büyük bir açlıkla karşılık verirken buldu. Elleri, Eamon'ın göğsü ve omuzlarındaki kasların üzerinde gezinip onun güçlü bedenini ezberlerken bacaklarıyla prensi kendine doğru çekti. Taze su ve çeşitli otları bastıran erkeksi, güçlü kokusu orman ve is gibiydi.

Sanki ne kadar yakın olurlarsa olsun, ne Morrigan için ne de onun için yeterli olmuyordu. Ruhları gibi bedenlerinin de birbirlerinde erimesini ve daha yakın olmasını arzuluyorlardı. Daha yakın, daha...

Yeni tanışmakta olduğu bu duygunun onları nereye götürdüğü umurunda bile değildi. Umurunda olan tek şey, karşısındaki adam ile ona yakın olmak için yalvaran ve asla karşı koymak istemediği içgüdüleriydi.

Eamon'ın dudakları, dudaklarından ayrılıp boynuna doğru kaymaya başladığında tenleri arasında kızıl ve turuncu kıvılcımlar çakmaya başlamıştı. Büyüsü onunkine yanıt verirken kızıl alevler, beyaz olanlara karışıyor ve onları çevreliyordu. Hayret verici ve çok güzeldi.

Morrigan kollarını Eamon'ın boynuna dolayıp onu kendine doğru iyice çekti. Kendisinin dudaklarından çıkan talepkâr ses, Eamon'ın kendine hâkim olmaya çalışırken çıkardığı vahşi gürlemeye karışarak göğe yükseldi.

Prens "Dur..." diye mırıldansa da dudakları, sözcüklerine ihanet edercesine hala Morrigan'ın tenine dokunuyordu.

Morrigan parmaklarını siyah dalgaların arasından geçirip hafifçe çekiştirirken bacaklarını bir kez daha ona doladı ve arzularının merkezindeki hareketliliği hissetti. Büyüsü, buz kristalleri saçarak bedeninin hissettiği keyif karşısında kükredi.

"Neden?" Sesi, bir yabancıya ait gibiydi. İstedikleri ve hissettiği hayal kırıklığıyla derinleşmiş kırık bir fısıltıydı. Eamon kendini güçlükle teninden uzaklaştırıp yeniden gözlerinin içine baktı, yüzünü iri avuçlarının arasına almıştı. Elleri, iradesinin onlara vurduğu zincir yüzünden hafifçe titriyordu. Kesik nefesleri birbirine karışırken yanıt vermeden önce bir an duraksadı.

"Tanrıçaları kıskandıracak ve Tanrıların benimle savaşmalarına sebep olacak kadar güzelsin, Morrigan." Dudakları yeniden birbirini buldu, ayrılırken ikisi de gönülsüzdü. "Ve ben, sana layıkıyla tapınmak istiyorum. Burada, yol üstündeki alelade bir yerde gizli saklı değil... Sen yeni iyileşirken ve bir sürü şey için endişelenirken de değil..."

Yakıcı arzu teninin altında gezinip düşünmesini zorlaştırırken ya da büyüleri ve bedenleri birbirine dolanmışken mantıklı olmak zor olsa da Morrigan onun haklı olduğunu biliyordu. Son bir kez ona sıkıca tutunup boynuna uzun bir öpücük kondururken Eamon'ın hızla inip kalkan göğsünden kesik kelimeler birer nefes gibi dökülüyordu.

"Ateşle oynuyorsun ve eğer şimdi durmazsan, beraber yanacağız."

*

"Peki... Zamanı geldiğinde kül olalım öyleyse." Morrigan içinden hiç gelmeyerek de olsa onu bıraktı ve kucağından kalkarak yanına, iskeleye oturdu. Başını prensin omzuna yaslayarak gölü izlemeye başladı. Bir yandan da zihnini biraz önce yaşadıklarından uzaklaştırmaya ve nefesini kontrol etmeye çalışıyordu.

"Köşkte hiç çocukluktan kalma resmin var mı?"

Eamon şaşırmıştı. "Vardır herhalde, annem bizim resimlerimizi çizdirmeyi ve onları oraya buraya koymaya bayılırdı. Neden ki?"

"Kadere karşı verdiğimiz savaşın sonunu görebilirsek uzun yıllarımız ve huzurlu bir hayatımız olacak. Kızımızın senin küçüklüğüne benzeyip benzemediğini merak ediyorum."

Eamon kolunu omzuna doladı ve "O karanlık yerde amaçsızca dolanırken, o görüntülerdeki bizi ve kızımızı gördüm. Ölümsüz hayatımın geri kalanında seninle o hayatı yaşayabileceksem, gerekirse Bilinmez Diyar'a gider tanrılara karşı da zafer kazanırım." diyerek güldü.

Orada oturup uzun ve telaşesiz bir şekilde gördüklerinden, hissettiklerinden, geçmiş ve gelecekten ya da korku ve arzularından bahsederken dakikalar saatlere dönüştü ama ne kendisi ne de Eamon bunu fark etmedi.

İnsan sevdiği insanla yan yanayken zaman onun için evrenin geri kalanı için aktığı hızla değil, kalplerinin ritmine göre akıyormuş diye düşünüyordu sabahın ilk ışıklarını Eamon'ın yüzünde parlarken gördüğünde.

Nihayet Eamon heybetli hareketlerle kalkıp ona da kalkabilmesi için elini uzattığında ay, yerini altın parıltılarla gölün sularını ve çiçekleri boyayan güneşe bırakmıştı.

---------------------------

"Uzun bir gece olmuş gibi, yoksa iyi uyuyamadın mı kuzen?" Edric, çadırının önünde kollarını göğe uzatmış geriniyordu. Kahvaltı hazırlıklarını dünküne göre daha dinç gözlerle izlerken onu görüp seslenmişti.

Aslında haksız da sayılmazdı, sabahın ilk ışıkları çehrelerinde oynaşana kadar Morrigan'la saatlerce zamanın hükmündeki tüm güzel ve habis şeylerden konuşmuşlardı.

Gecenin sonunda Eamon, Morrigan'ı Edric'in horul horul uyuduğu çadıra bırakırken alabildiğine gönülsüzdü. Nihayet kendi çadırına gidip hayvan postlarından yapılma uyduruk yatağına uzandığında, Morrigan'dan uyumak için de olsa ayrılmış olmanın yarattığı hayal kırıklığının büyüklüğü karşısında hayret etmişti.

Yan yanayken sanki ruhları büyük bir iştahla birbirlerininkini içiyordu, ayrı düştüklerindeyse Eamon'ın hissettiği şey ancak yoksunluk olarak adlandırılabilirdi. Aralarına giren irili ufaklı mesafelerin her bir santimi, artık ezeli düşmanıydı.

İri yapraklardan yapılma derme çatma sepetindeki meyve ve mantarlarla diğer elindeki çantasının içindeki yumurtaları havaya kaldırdı.

"Birinin açlıktan ölmeden önce sana yiyecek bir şeyler bulması iyi olur dedim, kuzen." Mümkün olan en şirin sırıtışıyla ona bakıyordu.

Bir kez daha gerinip esneyen kuzeni "Ben de gece gece göl manzarası izlemeye gittiğini sanmıştım." derken Morrigan'ın hala uyuduğu çadırın hemen yanındaki ağacın dibine oturmuş, kıstığı gözleriyle onu izliyordu.

Eamon elindeki yiyecekleri o sırada yanından geçmekte olan bir askerin eline tutuşturduktan sonra ilerledi ve aynı ağacın altına, kuzeninin hemen yanına çöktü.

"Çıkar ağzındaki baklayı Edric. Söyleyeceğin şeyi söyleyene kadar laf sokma huyun hala çok sinir bozucu dostum."

Kuzeni ağacın hafifçe sarsılmasına sebep olarak kıkırdadı. "Aslında, seninle ilk -ve muhtemelen son- olarak ciddi bir şey konuşmak istiyordum. Bilirsin, onun abisi olarak." Gözleri Morrigan'ın bu küçük sohbetten habersiz bir şekilde uyuduğu çadıra kaymıştı.

Eamon oturduğu yerde doğruldu. "Seni dinliyorum, kuzen." diye karşılık verse de bir yandan da içten içe homurdanıyordu. Bu konuşmanın lüzumsuz ve tuhaf olacağıyla ilgili oldukça kuvvetli bir hissi vardı.

"Bu benim için de oldukça garip, o yüzden olabildiğince kısa tutacağım. Dün gece Morrigan'ın senin yanında olduğunu biliyorum, gerçi normalde de dibinden ayrılmıyor gibisin. Ona karşı ne hissediyorsun?"

"O benim eşim." Eamon'ın cevabı yalın ve hızlıydı.

"Ve? Sorumun cevabı bu değil, dostum. Aslında bu, oldukça ilkel bir şey." Edric, bir şey istediği zamanlarda olduğu gibi kollarını göğsünde kavuşturmuştu; bir kaşını kaldırmış bir halde, talepkâr bir ifadeyle ona bakıyordu.

Sıkıntıyla oflarken ona yalvarırcasına baktı. "Bu konuşmayı yapmak konusunda kararlısın, öyle değil mi?"

Edric bir kez başını onaylarcasına sallarken aynı ifadeyle bekliyordu.

"Pekâlâ, öyle olsun." Derin bir nefes aldı. "Onu seviyorum, Edric. Uzun ömrüm boyunca kadın veya erkek, insan ve feylerle karşılaştım. Dünyanın güzel ve habis yaratıklarını görüp tanıyacak, bazılarıyla yakınlık kuracak fırsatım oldu. Sen de biliyorsun, bir kısmında oradaydın." Kısa bir an duraksadı, gözleri derme çatma çadırdan çıkan prensesine takıldı.

Gri bukleleri, gece boyu dönüp durmuş gibi karman çorman olmuştu. Kapanan gözleriyle sendeleyerek ilerledi ve otların üzerine oturup bağdaş kurdu. Gerinip esnerken hala uykusu olduğu her halinden belli oluyordu. Minik beyaz ellerinden biriyle şişen gözlerini ovuşturuyordu ve bu hali kesinlikle çok güzeldi. Yalın, umarsız ve güzel.

Edric, kardeşinin bu halini sırıtarak izlerken her haliyle muzır ve sevgi dolu bir abiydi.

"O önemsiz yıllar boyunca hiç kimseyi, onu sevdiğim gibi sevmemiştim. Onu gördüğüm ilk andan itibaren sanki diğer herkesin yüzü zihnimde bulanıklaştı ve geriye yalnızca Morrigan kaldı. O..." Doğru tanım neydi? "...benim evrenimin merkezi."

Edric içleri gülen gözlerini Morrigan'dan ayırıp samimi bir ifadeyle ona baktı.

"Onyıllardır, hatta asırlardır benim için zaten bir kardeş gibiydin. Şimdi bunun gerçekten böyle olmasına biraz bile itirazım yok. Bu diyarda onu daha güzel sevebilecek ya da daha iyi koruyup kollayabilecek tek bir erkek bile olmadığını gayet iyi biliyorum.." Elini Eamon'ın omzuna atmıştı, parmakları omzuna gömülürken sertleşen bir ifadeyle konuşmaya devam etti. "Ama sana söylemek istediğim asıl şey bu değil."

Eamon bu sözcüklerin onları hangi hassas noktaya taşıyacağını merak ediyordu. "Böyle düşünmene sevindim, zira bunun tam tersine inanıyormuş gibiydin dostum. Asıl konuşmak istediğin nedir peki?"

"Yaşamlarımızın ilk yıllarını anımsıyor musun? İlk iki on yılını?" Eamon evet dercesine başını salladı. "Her şey ne kadar da yeni ve neşeliydi, değil mi? Hiçbir şeyi ciddiye almazdık..."

"Dersleri asar, habersizce kaçar ya da kılık değiştirerek izbe yerlerde takılırdık." Eamon o deli dolu günleri anımsarken güldü. "Sonrasında da şatodaki herkesten azar işitirdik ama o nutukları bile hiçbir zaman ciddiye almazdık."

"Çünkü günün sonunda ne olabilirdi ki, değil mi? En fazla akşam yemeğini kaçırır veya aile toplantılarına geç kalırdık." Edric gergin bir şekilde güldü ancak ifadesi hemen değişti, yüzü bulutlanmıştı.

"Ancak Morrigan için hayatının ilk on dokuz yılı böyle değildi ve artık hiçbir zaman olamayacak. Bunu sen de en az benim kadar iyi biliyorsun."

Eamon elbette bunun gayet farkındaydı. Kader, onları bir okyanusa atmış akıntılarıyla derinliklere doğru sürüklüyordu. Bugünler geride bile kalsa, Morrigan hiçbir zaman bir daha o tasasız ilk gençlik yıllarına dönemeyecekti.

Gözlerini kapatmış ve yüzünü parıldayan sabah güneşine çevirmiş olan prensese bakarken bu düşünce göğsünün daralmasına sebep oldu.

"Kader onu ve beni yan yana yürüyemeyeceğimiz yollara sürüklüyor, bunu hissediyorum Eamon. Belki de bugünlerin geleceğini bir şekilde hissettiğimden, belki de tanrıların anlaşılmaz bir lütfu sayesinde kendisini koruyabilmesi için onu çoğu askerimi eğittiğimden daha sert bir şekilde eğittim." Edric yeniden Morrigan'a bakarken güldü, sanki o anlar gözlerinin hemen önündeydi. "Tanrı biliyor ya, hiç de fena bir asker değil. Yine de senden onu koruyup kollamanı ve daima yanında olmanı istiyorum."

Eamon tam zaten yegâne amacının bu olduğunu söyleyecek muştu ki Edric elini şöyle bir sallayıp onu susturdu.

"Bununla yalnızca onun bedenini korumanı kastetmiyorum. Bunu zaten çok iyi bir şekilde yapacağını biliyorum. Ben senden asıl onun ruhunu ve zihnini korumanı istiyorum, Eamon." Edric'in sesi ondan beklenmedik şekilde hüzünlüydü. Devam etmeden önce nihayet uykunun üzerine örttüğü örtünün altından çıkmayı başarabilmiş ve onları fark etmiş olan kardeşine sırıtarak el salladı.

Morrigan, Edric'i gördüğünde sanki ferahlamış gibiydi. Tasasız gülümsemesi baş döndürücüydü.

"Biz... Çok fazla şey kaybettik, Eamon. Sadece iki onyıllık bir ömre sığmaması gereken şeyler yaşadık. Bu yüzden, kader çizgisi onu nereye taşırsa taşısın onun yanında olmanı ve şartlar ne olursa olsun ona kaderinin vermediği şeyi vermeni istiyorum: Gençliğin neşesini."

Eamon yaşadığı şaşkınlıkla dudaklarının aralandığını hissetti. Bakakalmıştı, zira bu konuşmanın gidebileceği birçok yön vardı ve bu kesinlikle en beklemediğiydi.

"Onun ruhu ol, Eamon. Önünüze ne çıkarsa çıksın, günün sonunda yanında yalnızca genç bir dişi olabilmesi ve tasasızca gülümseyebilmesi... Senden tek istediğim ona bunu sağlaman."

Edric gözlerini kısarak yeniden ona baktı. Üzerindeki keder ve yas aniden değişip dönüşmüş ve yerini iğneleyici bir alaycılığa bırakmıştı. Kuzeni ne zaman baş etmekte zorlandığı bir şey hakkında konuşuyor olsa bunu yapardı zaten.

"Kız kardeşime diğer herkese olduğun gibi bir pislik olmayı denersen seni tepelemek için her zaman buralarda olacağım. Senin gibi bir buzdolabında ne bulduğunu hiç anlayamayacağım ama neyse..."

Edric oldukça çevik bir hareketle ayağa kalkıp pejmürde pantolonundaki yaprak ve otları silkeledikten sonra ona başını eğerek veda ederek gülümsedi.

Eamon hiçbir şey diyemeden uzaklaşmış, çoktan Morrigan'ın yanına ulaşmıştı bile.

Abisinin kollarını açarak ona doğru yaklaştığını gören Morrigan büyük bir hızla koştu ve pırıl pırıl bir gülümsemeyle Edric'in üzerine atladı. Prens, onu zar zor da olsa yakalayıp kolları arasına almış ve sanki onu her şeyden saklamak ister gibi sarıp sarmalamıştı.

Eamon hafifçe sersemlemiş bir halde o gülümsemeye -o içten, tasasız ve yaşamak her şeye rağmen güzelmiş gibi hissettiren gülümsemeye- bakarken Edric'in demek istediğini çok iyi anlamıştı.

------------------------------

"Hmm, gelmek üzere olmalıyız. Sence de öyle değil mi, Riona?" Eamon üçüncü kez aynı şeyi söylediğinde Alvaro ve Edric artık homurdanmaya başlamıştı.

Morrigan bu sefer kendisini de bu homurdanmalara eşlik ederken buldu. Geçirdiği güzel gece, iyi bir uyku ve tıka basa ettikleri kahvaltı sonrası kendisini iyi hissetmesi gerekirdi aslında.

Ancak iyi falan hissetmiyordu, en azından tam olarak.

Havada tüylerini ürperten bir şeyler vardı bugün. Ne olduğunu açıklayamıyordu ama kalbi gerginlikle göğsünü delercesine gümbürdüyordu. Gece boyu ara ara yağmur yağmıştı, ancak her zamanki gibi yağmurun hemen ardından sıcacık güneş yüzünü göstermemişti.

Kasvetli, gri bulutlar tepelerinde kümelenmiş ve günün ışımasına mâni olmuşlardı. Rüzgâr tehditkâr bir şekilde vızıldayarak eserken hepsi de üşümüş ve gizlenmek amaçlı taşıdıkları pelerinlerinin sıcaklığına sığınmışlardı.

Ormanı oluşturan ağaçların, çalıların ya da üzerinde yol gittikleri otlar bile bir iki gün öncekine kıyasla solmuş gibi görünüyordu. Artık çiçek ve meyve kokuları gelmiyordu, kuvvetle esen rüzgâr ağaç yapraklarını dallarından koparıp uzaklara süpürüyor gibiydi.

Atının üzerinde huzursuzlukla ormanı izleyen Fearghal gözlerini kapatarak dinledi. Rüzgâr çığlıklar atan ve haykıran irili ufaklı hayvanların rahatsız edici seslerini onlara taşıyordu.

"Hayvanlar, bitkiler ve hatta toprak bile yaralı." demişti gri gözlerini açtığında. "Boyun eğmek istemedikleri o karanlık, onları yavaş yavaş etkisi altına alıp öldürmeye başlamış bile. Ormanda dolaşan uğursuz fısıltıların yankılarını ve Yasak Dil'e ait sözcükleri duyuyorum."

"Yasak Dil nedir, efendim?" Illarion meraklı bir ifadeyle Feaghal'i izliyor, bir yandan da bahsettiği değişiklikleri görmek için çevresini inceliyordu.

"Karanlık Prens'in ve hizmetkarlarının dilidir, genç asker. Duyan ölümsüz ve fanileri huzursuz eden, en karanlık büyülerin söylendiği dildir." İfadesi, duyduğu rahatsızlığı yansıtır şekilde çelik gibiydi.

Morrigan uyandığından beri hissettiği tekinsizliğin ve ormanın derinliklerindeki sessizliğin sebebini şimdi anlıyordu. Kaşlarını çattı, onu uyaran içgüdüleri yüzünden sürekli arkalarını kontrol etme ihtiyacı duysa da atları üzerinde her zamanki sessizlikleriyle ilerleyen askerlerden başka hiçbir şey yoktu.

Atını mahmuzlayarak yeniden Edric'e ve onu izleyen Eamon'a yetişti.

"Bu sefer geldik. Bakın, orada!" Eamon gülümseyerek karşıdaki bir yeri işaret ediyordu. Morrigan dizginleri hafifçe çekiştirdi ve onun yanında durdu, parmağıyla işaret ettiği yere bakıyordu.

"Eryn Köşkü'ne hoş geldiniz!" Riona bile gülümsüyor ve neşeli bir halde eski evlerini izliyordu.

Tam karşılarında, ağaçların arasındaki toprağı delip bulutların arasına yükselen ve devasa kayalığın üzerine yerleşmiş olan köşk adeta nefes kesiyordu. Sanki perilerin usta işçiliklerinin bir ürünüymüşçesine kayalık tepenin nerede bittiği ve köşkün duvarlarının hangi noktadan itibaren yükseldiği belli değildi.

Eamon ve Riona, buranın uygun olacağını düşünmekte çok haklılardı zira köşkü bir kaya görünümünden ayıran yegâne şey, düzenli aralıklarla taşa oyulmuş pencerelerdi. Uzaktan bakan herhangi birinin burada bir insan ya da feyin yaşadığını düşünmesi söz konusu bile olamazdı.

Yanında durmuş, yüzündeki şaşkın ifadeyi keyifle seyreden prens "İçerisi sizleri daha da şaşırtacak. Haydi, acele edersek akşamüstü güneşini köşkün çatısından izleyebiliriz." diyerek atını mahmuzladı ve dörtnala evine doğru ilerledi.

Ev düşüncesi içinde bir şeylerin burulmasına sebep olurken istemsizce Edric'e baktı. Abisi ona bakıyor ve benzer hisler içerisinde olduğunu belli edercesine anlayışla gülümsüyordu.

Ait oldukları bir yer vardı elbette, ancak o yer artık aynı değildi. Bu düşünce, Morrigan'ın kendisini rüzgârda savrulan bir yaprak gibi köksüz ve sahipsiz hissetmesine sebep oldu.

Diğerleri de Eamon gibi atlarını mahmuzlamışlardı, Morrigan onlara yetişmek için abisiyle yan yana atını sürdü.

Ancak at üzerindeki yolculukları fazla uzun sürmedi, zira Eryn Tepesi hayvanların üzerlerinde bunca yükle tırmanabilmeleri için fazlasıyla dikti. Bu sebepten ve gelen ziyaretçilerin hayvanlarını bırakabilmeleri için tepenin eteklerinde inşa edilmiş bir ahır vardı. Riona her ne kadar seyisleri olduğuna dair bir şeyler mırıldansa da henüz kendisine rastlamadıklarından birkaç askerin hayvanların bakımlarıyla ilgilenmeleri için emirler verdi.

O noktadan sonra zirveye doğru amansız bir tırmanışa başladılar.

Rüzgâr gittikçe kuvvetleniyor ve vahşi kuşlar, onlar zirveye yaklaştıkça daha sık görünür oluyorlardı. Eamon ve Riona, en önden onlara yol göstermek için ilerlerken yüzlerinde saklayamadıkları bir özlem ve heyecan vardı.

"Tanrı aşkına, ben yolculuk yapamayacak durumda olduğumuz için inzivaya çekildiğimizi düşünmüştüm. Dakikalardır tırmanıyoruz ancak daha yolun çeyreğini bile bitiremedik. Kaya tırmanışı yapabilecek durumda olsaydım zaten okyanusa gidiyor olurdum, Eamon. Hey!" Edric homurdanıyordu.

Bunu duyan Riona ve Eamon birbirlerine bakarak sırıttılar. Morrigan keyifle gevşeyen ve gülümseyen yüzlerini izledi. Şu anda bir madalyonun iki yüzü kadar benzer gözüküyorlardı.

"Köşke kadar bu şekilde gitmeyeceğiz tabii ki, dostum. Öyle olsaydı Alvaro ve seni sırtımda taşımam gerekirdi ve bunu kesinlikle istemiyorum." Eamon keyifle güldü.

"Sadece şunu arıyorduk. Birkaç dakikaya orda oluruz, millet!" Riona bulundukları noktanın zeminindeki belli belirsiz bir kulbu işaret etmişti. "Eamon, bir el atar mısın?"

Eamon granitten oyulma kulbun etrafındaki toprağı silkeleyip parmaklarını taşa geçirdi. Tüm gücüyle kendisine doğru çekerken zorlansa da bolca küfür ve tozdan sonra nihayet dikdörtgen formundaki bir kapı, eğimli zeminin karanlık derinliklerine doğru açılmıştı.

"Vay canına! Bu düşündüğüm şeyse, burası gerçek bir mimari harika. İlk ben girebilir miyim?" Alvaro'nun hırpalanmış görüntüsü bir gün öncesine göre daha iyi olsa da bu heyecanı, görünümüyle yine de tezat içerisinde kalıyordu.

Riona ona güldü ve "Elbette, eğer birkaç yüzyıldır çok az kullanıldığını bilip sorun etmiyorsan." dedi. Bunu söyledikten sonra Eamon'ın ardından karanlık deliğe atladı.

Alvaro büyük bir heyecanla onları takip edip deliğin karanlığında kaybolduktan kısa bir süre sonra bir hayret nidası duyuldu. Morrigan ve Edric birbirlerine bakarak omuz silktiler.

Neticede deliğin başına giderek "Kenara çekilin!" diye seslendikten sonra bir an bile duraksamadan karanlığın içine kendisini bıraktı.

Düşüşü umduğundan çok daha kısa sürmüş ve Eamon'ın onu yakalayan kollarında nihayet bulmuştu. Artık kayadan duvardaki bir meşalenin ışığıyla aydınlanmakta olan delik, aslında birbirine kaynatılmış metallerden yapılmış olan bir çeşit teleferik ya da asansör mekanizmasının bulunduğu bir oyuktu.

Edric ve Envy, Morrigan'ın ardından ilk gelenler olmuşlardı. Diğerleri de sırayla onları takip ederlerken Envy'nin "Hiç böyle bir şey görmemiştim. Burayı kim inşa etmiş böyle?" diyen mırıltısı duyuldu.

Eamon bir yandan mekanizmayı çalıştıracak olan kolu çekmeden önce zincirleri kontrol eder, bir yandan da büyük bir keyifle Morrigan'ın yüzündeki hayreti izlerken ona "Tanrıça Aveley'in perileri." diye yanıt verdi. İşini bitirip derin bir nefes verdiğinde karanlık oyuk, onlarca meşalenin ışığıyla aydınlanmış ve tepenin zirvesine doğru giden yukarı yönlü bir tüneli de açığa çıkarmıştı.

Morrigan şaşkın şaşkın gözlerini kırpıştırdı. Çok ilginç bir yerdi burası, sanki devasa bir kuyunun dibinde durmuş yukarıya çıkmayı bekliyorlardı.

"Perilerin işin içinde olmasına hiç şaşırmadım ancak Tanrıça neden ve nasıl dahil olmuş ki bu işe?" Edric bir kaşını kaldırmış kuzenini izliyordu.

Riona, metal bir kolu kendisine doğru çekince karanlığın derinliklerinden bir kabin çıkageldi.

"Biliyorsunuz ki Alevzenlerin sayısı bugün bile oldukça az ve bu büyü, kanla aktarılıyor. Eamon ve benim baba tarafından atalarımızdan biri de Büyük Savaş'ta Kral Feanaro'ya yardımcı olan bir savaşçıydı. Savaşın ardından Tanrıça, savaşan feylerin bazılarına hediyelerini bahşetmiş ve buna Kutsama denmiş. Büyükbabamızı bir Alevzen olarak kutsadıktan sonra kahramanlıkları karşılığında ne istediğini sorduğunda da..." Riona sırıtarak kardeşine baktı ve kabine geçerek koruma amaçlı metal parmaklıkları üzerine örttü. Ufak bir hücrede gibi gözüküyordu şimdi.

Morrigan göz ucuyla Edric ve Alvaro'yu izliyordu. İkisinin de bakışlarında ufak bir huzursuzluk olduğunu görünce kollarını abisine doladı, bir eliyle de Alvaro'nun omzuna hafifçe vurarak onu cesaretlendirmeyi deniyordu.

Riona'nın gözleri büyük bir dikkatle onları izliyordu. Bir an için bakışları Alvaro'nun üzerinde duraksadı, yüzünde hesap yapan bir insanın ifadesi vardı. Sonrasında kabinin metal kapağını açarak prensi işaret etti, bunu yaparken kendisinden beklenmeyen garip bir kararsızlıkla bir kişinin daha sığabileceğine dair bir şeyler mırıldanmıştı.

Alvaro bu teklifi geri çevirecek halde değildi, hızlıca kabine girdi ve Eamon nihayet metal kapıyı üzerlerine kapattı. Morrigan'ın son gördüğü şey, Alvaro'nun Riona'ya bakışlarındaki minnettarlıktı.

"...şey, büyükbabamız gizli saklı yerlerde kimse olmadan yaşamayı çok seven biriymiş. Öyle ki, Tanrıça bu garip hediyeyi ona bahşettikten sonra birkaç yüzyıl ortadan kaybolmuş." Eamon tekrar metal kolup çekip mekanizmayı aktive ederken bir yandan da gülüyordu.

Metal zincirler şakırdarken Riona ve Alvaro çoktan yukarıya doğru çıkmaya başlayan kabinin içinde gözden kaybolmuştu.

Fearghal "Aman Tanrım!" diye bağırarak hayretle içini çekti. Odhran'ın omzuna vururken "Hatırlıyor musun onu? Ne feydi ama! Senden bile yabaniydi, Odhran! Senden bile..." diyerek kahkahalara boğuldu.

Odhran bile dostunun bu sözleri üzerine gülümsemişti, kabine giren bir sonraki kişi de o oldu.

"Nasıl unuturum? Aegnor inanılmaz bir savaşçıydı, unutulacak biri de değildi. Bir ara çocuklara ondan bahsetmeliyiz, sanırım." Bunu söyledikten sonra o da gözden kayboldu.

Sıra Edric'e gelmişti. Morrigan abisinin hafifçe titreyip seğiren elini tuttu ve kabine onunla girdi. Eamon'la göz göze geldiğinde prens ona ve Edric'e anlayışlı bir ifadeyle gülümsedi ve metal, sürgülü kapıyı nazikçe üstlerine örttü.

"Şşt! Çok kısa sürecek ve ben buradayım, yanındayım." diye fısıldadı.

Karşılık olarak Edric yalnızca parmaklarını daha sıkı kavradı.

Metal kabin eğimli ve olsa yukarı doğru çıkarken meşalelerin sabitlendiği kayalık duvarlarda milyonlarca yıl içerisinde oluşan katmanları görebiliyorlardı.

Serbest olan eliyle abisinin meşalelerin konumlarına göre bir aydınlanıp bir karanlığa gömülen yüzünü kendisininkine doğru çevirdi ve onun omzuna yaslandı. Edric mekanik hareketlerle ona sarıldı, Morrigan'ı kavrayan kolları mengene gibiydi.

Kısa bir süre sonra kendilerini ahşap, gümüş ve altın işlemelerle süslenmiş bir kapının önünde bulmuşlardı. Olağanüstü bir şekilde ayrıntılı ve gerçekçi olan işçilik sayesinde değerli madenler çeşit çeşit bitkinin dal ve yapraklarını oluşturuyor ve kapı, bir sarmaşık tarafından sarmalanmış gibi duruyordu.

Morrigan abisine baktı, sonra omzunu silkerek kapıyı açtı. Karanlıktan çıkan gözlerinin ışığa alışması için birkaç saniye gerekmişti.

"Gerçekten çok güzel." Edric beğeniyle iç geçirdi.

Morrigan faltaşı gibi açılmış gözlerle nereye bakacağını şaşırmış bir haldeyken abisinin bu tepkisinin az bile olduğunu düşündü. Biraz ötedeki Alvaro ise donakalmıştı ve öylece dikiliyordu.

Köşkün dışarıdan bakıldığında görülen kaba ve kayalık görünümünün aksine iç kısmı, yekpare ve açık gri renkli granit kayanın kusursuz bir şekilde oyulmasıyla yapılmıştı. Yerlerden başlayarak duvarlarda ve tavanlar da dahil her yerde oyma ve kabartmadan dallar, yapraklar ve çiçekler vardı. Bu desenlerin her biri, gümüş ve altın yaldızlarla bezenmişti ve binyıllar sonra dahi mükemmel durumdaydı. Sırf bu işçiliğin yapılması bile -periler ne kadar mahir ustalar olurlarsa olsunlar- yıllar sürmüş olmalıydı.

Tam karşılarındaki devasa merdiven mükemmel bordo bir halıyla birlikte yukarı tırmanıyordu. Zarif, işlemeli trabzanlara gerçek sarmaşıklar dolanmıştı ancak Morrigan hiçbir yerde bitkinin saksı veya toprağını göremiyordu.

Taş duvarların her biri pürüzsüz olacak şekilde cilalanmıştı ve ışıl ışıl parlıyordu. Bu duvarların her birinde Morrigan'ın henüz tanımadığı, ancak saç ve göz renklerine bakılırsa Riona ve Eamon'ın atalarına ait oldukları her hallerinden belli olan portreler asılıydı. Altın ve gümüş çerçevelerin her birinin altında Kadim Dil'e ait sözcükler ve semboller vardı.

Ama en göz alıcısı, silahlardı. Bulundukları yer bir nevi karşılama salonu olmalıydı, bu yüzden portreler asılı duvarların her birine dayalı halde devasa, metal ve camdan yapılma vitrinler vardı. Metal dallar, fanus ve vitrinleri ele geçirmek istercesine camlara dolanmıştı. Ve bu vitrinlerde Morrigan'ın gördüğü en güzel silahlar sergileniyordu.

Kılıçlar, kalkanlar, altın ve gümüşten zırhlar, ok ve yaylar, hançerler ve gürzler... Morrigan bu silahlardan bazılarını hayatında ilk kez görüyordu. Ölümcül güzellikteki kadim silahlar karşısında arkalarında birikmekte olan askerlerden bile hayranlık dolu mırıltılar yükselmişti.

Son olarak, odanın -buraya oda demek hakaret gibi olsa da Morrigan başka ne demenin uygun olacağını bilemiyordu- tam ortasında devasa, yine mermerden yapılma bir heykel ve onun yanında da gümüş çerçeveli bir ayna vardı. Morrigan tökezleyip hiçbir şeyi kırmayacağına emin olduğunda dikkatli birkaç adım atarak bu heykeli inceledi.

Aegnor Eryn, Savaşçı ve Alevzen. Kaidede yazan buydu ve Morrigan bu heykelin az önce bahsi geçen savaşçıya ait olduğuna emindi.

Heykel sanki her an hayata dönebilecekmiş gibi canlı ve heybetliydi. Erkek feyin boyu oldukça uzundu, yara izleriyle kaplı bedeninin her bir köşesi tehditkâr görünümlü devasa kaslarla bezenmişti ve elinde tuttuğu kılıç ve kalkanla oldukça vahşi görünüyordu. Morrigan hayretle heykeldeki yüzün, Eamon'ınkine ne kadar benzediğini fark etti.

İyi de ayna neden buradaydı?

Karşılama salonu oldukça kalabalık bir haldeydi ve Eamon ile Riona dolaşarak memnuniyetle bazı soruları cevaplıyorlardı. Riona'nın her zaman yüzünde olan o sert ifade yumuşamış, yerini temkinli ama daha samimi bir şeylere bırakmıştı.

İki kardeş burada gerçekten de evde hissediyor olmalılardı, sanki üzerlerindeki tüm gerilim kalkıp yok olmuştu.

Morrigan kulağının dibinde Eamon'ın "O, bir Hatırlatma Aynası. Merak ettiğini biliyorum, prenses." diyen sesini duyduğunda irkildi.

"O da ne demek? Ayna neyi hatırlatıyor olabilir ki?"

Eamon güldü. "Kim olduğumuzu, elbette. Kimin torunları olduğumuzu ve ona biraz benzeyebilmemiz için bile ne kadar çok çalışmamız gerektiğini hatırlatıyor."

"Bu biraz şey değil mi? Ee..." Kaba olmamak için doğru kelimeyi bulmak konusunda umutsuzca çabaladı.

"Büyüklenmek? Kesinlikle. Nesilden nesile anlatılan hikayelere bakılırsa bu, onun karakterine çok iyi uyuyor." Eamon aynada yan yana duran yansımalarına bakarken sırıtıyordu. "Aynayı da buraya o koymuş, onu ve köklerimizi unutmayalım diye. Denilene göre bu ayna bazen konuşuyormuş ama Riona ve ben buna hiç denk gelemedik. Heykel de, eh, Tanrıça'nın bir jesti." Büyükbabasının heykeline bakarken gözlerinde gurur ve saygı birbirine karışıp erimişti.

"Üst katta odalar var, Eamon size odalarınızı gösterirken ben de askerlerimi yerleştireceğim." Şartlar neyi gerektirirse gerektirsin ve ne kadar amansız biri olursa olsun Riona kesinlikle askerlerinin her şeyini düşünen, iyi bir komutandı. Morrigan, savaşçı kuzeninin birliğinin ona bu kadar saygı duymalarının hiç şaşırtıcı olmadığını düşündü.

"İyi fikir, kesinlikle buna hazırım." Edric bir yandan abartılı bir tavırla esnedi. Ama sonra bir şeyi unutmuş gibi Fearghal'e ve Odhran'a döndü. "Ama bir dakika, gitmeden önce size sormak istediğim bir şeyler var. Aslında, Alvaro'nun da olmalı."

Edric manalı manalı Alvaro'ya baktı, Alvaro ise belirgin bir şekilde gerilse de yalnızca başını sallamakla yetinmişti.

"O halde, neden konu her neyse onu terasta konuşmuyoruz? Ben de o arada Elving'i bulayım." Eamon üst katta, ışığın sızdığı bir kapıyı işaret ediyordu.

"O da kim?" Morrigan merakla çevresine bakındı.

"Elving, bizim yokluğumuzda burayla ilgilenip köşkün yaşamasını sağlar. Bir iki kişi daha var ama onlar nerede bilmiyorum, herhangi bir katta olabilirler. Hah, o bizi bulmuş bile." Eamon bir elini kaldırarak kâhyayı yanlarına çağırdı.

Elving, orta yaşlardaymış gibi duran erkek bir feydi. Çarpıcı derecede beyaz olan saçları özenle taranıp briyantinlenmişti, siyah ve gümüş renklerdeki üniforması derli topluydu ve ela gözleri oldukça samimiydi.

Eamon yan yana geldiklerinde kâhyaya içtenlikle gülümsedi ve geleneksel bir şekilde onunla selamlaştı. Erkek fey, uzun zaman sonra Eamon ve Riona'yı gördüğü için çok mutlu olacak ki gülümsemesi adeta ışık saçıyordu.

Daha sonra prens onları işaret ederek uzun uzun bir şeyler mırıldandı. Eamon, kendisine bir kez daha bakıp mırıldanmaya devam ederken Morrigan yanaklarının kızardığını hissetti.

Kâhyanın gözleri şaşkınlıkla irileşmiş ve ağzı balık gibi açılmıştı. Eamon ona gülerek bir şeyler daha dediğinde Elving toparlandı ve başını sallayarak hızla uzaklaştı.

"Gelin haydi, hava çok güzel ve manzarayı da çok seveceksiniz." Bunu dedikten sonra Eamon bir kez daha Morrigan'a gülümsedi ve hızla merdivenlere doğru yöneldi. Neşesi gibi enerjisi de yerindeydi.

Devasa merdivenlerden yukarı çıktıklarında iki yana uzanan koridorların duvar ve zeminlerinde aynı işleme ve tablolar vardı. İki tarafın da zeminini koyu mor ve gümüş renkli güzel halılar süslüyordu.

Merdivenlerden çıktıklarında tam karşılarında iki kanatlı, kanatlarından ışık huzmelerinin sızdığı ahşap bir kapı çıkmıştı. Kapının üzerinde bir savaş sahnesi işliydi, Morrigan artık avuçlarından cehennemin ta kendisinin taştığı savaşçının kim olduğunu tahmin edebiliyordu.

Eamon iki eliyle kapıya yüklenip kanatları açarak onları nihayet terasa çıkardı.

Akşamüstü güneşi, ara ara yağan yağmurdan fırsat bulmuş gibi tepelerinde olanca güzelliğiyle parıldıyor ve cilalı taş zemini kızıla boyuyordu. Eryn Tepesi'ni avucunda tutan muzaffer bir rüzgâr her birinin saçlarını havalandırarak geçip gidiyor ve uğulduyordu. Metal ve camdan yapılma masa ve sandalyeleri aşarak terasın kayadan oyulma zarif tırabzanlarına ilerlediler.

Morrigan bir an için orada, garip fısıltılarla uğuldayan rüzgâr karşısında iç geçirerek gözlerini kapattı ve uçuşan saçlarının esintinin ritmine kapılmasına izin verdi.

Hoş bir histi, özgürlük gibiydi.

"Sanki dünyanın tepesinde gibiyiz, değil mi?" Illarion son zamanlarda sahip olmaktan çok uzak olduğu bir huzur ifadesiyle önlerinde uzanan manzarayı izliyordu.

Envy, bir gölge gibi kendisini takip ediyordu. Bu yerin onu oldukça şaşırttığı belliydi, geldiklerinden beri pek sesi çıkmıyordu. Ancak şimdi faltaşı gibi açılmış gözlerle terasta dolanırken "Burası, her şeyiyle kutsal bir yer olmayı hak ediyor." diye mırıldanıyordu.

"Şato'yu da seviyorum ama bu köşk insana kendisini bir kral gibi hissettiriyor." Alvaro kıstığı yeşil gözlerini bir gökyüzüne bir karşısındaki görüntüye çevirirken sarı saçları dalgalanıyordu.

"Seveceğinizi söylemiştim." Eamon onlara bakarak gülümsüyordu. Morrigan onun kendisine göz kırptığını görünce sırıtarak yavaşça başını salladı.

Gerçekten de bu balkonun garip, muzaffer bir edası vardı. İnsanın nefesini kesiyor, çok daha eski zamanlardalarmış gibi hissettiriyordu.

Başları üzerinde kartallar uçuşuyor, gökyüzü sanki değebilecekleri kadar yakın bir mesafede duruyordu. Tüm Daesha, başkentin her bina ve sokağı, biraz ötede önlerine uzanıyordu.

Ayaklarının altında koca bir şehir ve onu çevreleyen ormanlar, dağlar ya da tepeler varken insan nasıl kendini bir kral veya kraliçe gibi hissetmezdi ki?

"Hatırladığım kadar etkileyici." Edric hoşnut bir şekilde iç geçirirken bir kolunu Morrigan'ın omzuna attı.

"Nasıl yani, sen daha önce buraya geldin mi?" Hayretle abisine döndü.

"Yalnızca bir kez. Eh, Eamon'la başımız gerçekten beladaydı ve saklanacak bir yere ihtiyacımız vardı." Bunu söylerken eğlenceli bir anıyı kastediyor olacaktı ki Eamon'a bakarak sırıtıyordu.

Tam o belanın ne olduğunu soracaktı ki, manzaranın tadını yeterince çıkarmış gibi görünen Feaghal bir sandalye çekerek oturdu ve ayaklarını masanın cam yüzeyine dayadı.

"Evet, ne sormak istiyorsunuz? Dinlenmeden önce konuşmak istediğine göre, Edric, tatsız ancak önemli olmalı."

Odhran da tırabzanlardan ayrılıp kadim dostunun yanındaki sandalyeye oturmuştu. Islıkla bir melodi mırıldanmakta olan arkadaşının ayaklarını tutup masadan aşağı indirirken gözlerini devirdi.

Edric de masadaki bir başka sandalyeye yerleşirken terasın büyüsünden uyanmış olan herkes artık onun söyleyeceklerine dikkat kesilmişti. Meraklı gözler onun üzerine delercesine dikildiğinden olacaktı ki abisi huzursuz bir şekilde kıpırdanıyordu.

"Ben merak ediyorum da, yani..." Bir an için duraksadıktan sonra ruhsuz bir sesle devam etti. "Hayatta her şeyin bir bedeli vardır ve her yaşanmışlığın da bir sonucu, öyle değil mi komutan? Senin kadar uzun yaşamamış olsam da bunu bilecek kadar şey gördüm. Peki Alvaro ve benim maruz kaldıklarımızın sonucu ya da bedeli ne olacak?"

"Ah..." Belli ki bu soru, Alvaro'nun aklındaki sorulardan biri değildi. Ancak Morrigan'ın aklındakilerden biri olduğu kesindi, zira endişe dolu birçok anında bu soru zihnini bir kurt gibi kemirmişti.

Yaşadıkları onca şeyin tek bedelinin birkaç gün yolculuk yapamayacak kadar bitkin olmaları ya da dağılmış yüzleri olmasını beklemek fazlasıyla iyimser olurdu ve Morrigan, en kötüsünü beklemenin akıllıca olacağını bilecek kadar şey görüp geçirmişti.

Yaşam gerçeklikten uzak beklentilerin gölgesinde değil, gerçeklerin yakıcı güneşi altında akıp gidiyordu. Odhran bunu doğrularcasına içini çekti.

"Tabii, bunu sormak doğal. Ancak bu konuda hiçbir şey söyleyemeyiz ki, değil mi Odhran?" Fearghal sıkıntıyla kaşlarını çatarak dudaklarını büzdü.

"Evet, maalesef. Dürüst olmak gerekirse yaşadıklarınızı yaşayıp kurtulan hiç kimseyi tanımadım, o zamanlarda bile."

Morrigan tam karşısında oturan ve kendisi gibi irkilen Envy'yle göz göze geldi ve kendi tepkisinin o kadar göze batmadığını umdu. Masanın altına uzanıp Edric'in elini tuttu, parmakları buz gibiydi.

"Elbette, Myr kanının işlemediği kişiler olduğunu duymuştum ancak onlardan çekiniyor ve derhal öldürüyorlardı. Bu yüzden ne ben ne de Fearghal size bu sorunun cevabını veremeyiz."

"Cevabınızı size zaman ve tecrübe verecektir, genç prensler. O zaman gelene kadar da bunu düşünmeyin ve iyileşmenize bakın. Önünüzde çetin yollar ve daha bile çetin sonuçları olacak olan zor kararlar var." Fearghal tepelerinden uçup giden şahine bakarak garip bir ses çıkardı. Kuş, bu sese bir çığlıkla karşılık verdi.

"Bu, kulağa tam da hayat gibi geliyor." Alvaro dalgın gözlerle başını salladıktan sonra sandalyesine yaslandı.

Odhran bu cümle üzerine kendi kendine gülerken Riona, yanındaki kahyayla birlikte terasa girmiş ve Alvaro'nun hemen yanındaki sandalyeye yerleşmişti. Alvaro, prensesi başıyla selamlayıp hiçbir şey olmamış gibi gülümserken Morrigan, kaşlarının şaşkınlık ve keyifle kalktığını hissetti.

Elving'in elindeki tepsi, ağzına kadar yiyecek ve içecekle doluydu. Üstelik arkasındaki iki erkek feyin elinde birer tepsi daha vardı. Sıcak ekmeğin ve eşlikçisi olan çorbanın kokusu karşısında Morrigan'ın midesi utanmazca guruldadı.

Becerikli eller masayı hızla donattıktan sonra üç erkek fey, yumrukları göğüslerine dayanmış bir şekilde eğilerek ev sahiplerini -ve onları- karşıladılar.

"Sizi yeniden burada görmek çok hoş, majesteleri. Evinize hoş geldiniz, tabii sizler de. Yemekten sonra dinlenmeniz için odalarınız hazır olacak, lütfen hazırlık yapamamış olmamızı affedin. Bir ihtiyacınız olursa bana, Elfas'a veya Joralf'a söyleyebilirsiniz. Başka bir şey yoksa, afiyet olsun."

Bunu söyledikten sonra saygı ve sükûnet eşliğinde çekilerek onları masada birbirleri ve envai çeşit yiyecekle baş başa bırakmışlardı.

"Sanırım düzgün bir yemek yemeyeli asırlar olmuştu, özellikle de çatal-bıçak kullanarak..." Morrigan kendi kendine güldü.

"Bonöm dö!" Önünde duran çatal ya da bıçak pek umurunda değilmiş gibi gözüken Edric çoktan bulduğu her şeyi parmaklarıyla ağzına tıkıştırmaya başlamıştı bile. Morrigan abisinin parmaklarına şaka olsun diye vurup bir keki düşürmesine sebep olduğunda hep birlikte güldüler.

Nihayet bir şekilde ev olan bir çatının altında, yabani olmayan şartlar altında yedikleri bu yemek Morrigan için ömrünün en güzel yemeği olmuştu. Lokmaları arasında mola verirken gözlerini birer birer masa etrafındaki dostlarının üzerinde gezdirerek huzurla gülümsedi. Envy bile, Illarion'la ya da Alvaro'yla sohbet ederken içtenlikle gülümsüyordu.

Bakışları Eamon'ın neşeli ve hafiflemiş ifadesinde takılı kaldıktan sonra leylak rengini almakta olan gökyüzüne bakarak Tanrılara sahip oldukları için şükretti.

Geri almak için savaşması gerekenlerin sırasıysa gelecekti.

----------------------------

"Ah, bir lokma daha yersem patlayacağım!" Edric şişmiş olan karnını tutarken üzülmüş bir ifadeyle haykırdı.

"Sanırım on beş dakika önce de aynısını demiştin, yani bir bütün tavuk ve koca bir ekmeği yemeden önce..." Morrigan çayını keyifle yudumlarken abisine sırıttı.

"Bunu da en sevdiği kurabiyeyi görünce tüm tabağı çaktırmadan yiyen kardeşim söylüyor." Edric boş tabağı işaret ediyordu.

"Mmhm! Buna alışabilirim sanırım, eğer yeniden yemek böyle hissettiriyorsa düzgün bir yatakta tekrar yatabilmek muazzam olmalı." Alvaro da huzurla arkasına yaslanmış yiyemediği keke bakıyordu.

"Kilit altında tutulmak değil ama... Hiç Şato'dan ve bu konfordan uzakta gecelemen gerekmedi mi yani bu zamana kadar?" Riona, Alvaro'yu izlerken eğleniyor gibiydi.

Simyacı prens gayet emin bir ifadeyle başını salladı. "Şey, ben bir simyacıyım. Laboratuvar ve kütüphaneden en fazla uzaklaştığım mesafe, babamın odasıydı. Senin için bu farklı mıydı?"

Riona kendinden emin bir şekilde başını salladı. "Eh, ben bir komutanım. Askerlerimi eğitirken ya da onlarla yolculuğa çıkarken güneşin ve yıldızların altında, beslenmek için avlanarak ve çimenlerin üzerinde uyuyarak çok günler geçirdim." Bunları anlatırken kendisiyle gurur duyduğu her halinden belliydi.

"Ah, tabii. Şartları sebepsizce ve olabildiğince zorlayarak zavallı askerlere çektirmeye bayılır." Fearghal çay fincanını tabağa geri bırakırken sırıtıyordu.

Riona gözlerini kısarak ona baktı. "Çoğu birlik, belirli şartlarda iyidir. Benim askerlerimse her şartta yaşayabilir ve savaşabilir." Acımasızca sırıttı. "Önümüzdeki savaşta bunun faydasını görürken tebriklerinizi vakur bir şekilde kabul edeceğim."

Alvaro kıkırdayarak "Bunun olacağına hiç şüphem yok, Riona." dedi. Bir yandan da esniyordu. "Ancak tüm bu savaş muhabbeti, bana ne kadar yorgun olduğumu hissettirdi."

Bu hatırlatmayla birlikte hepsi de düzgün odalar ve kuş tüyü yatakların onları beklediğini anımsamış, yemeğin yeterli olduğuna kanaat getirmişlerdi. Yemekten sonra kâhya ve erkek feyler yeniden geldi ve Morrigan'ın takip etmekte zorlandıkları bir hızla masayı toparladılar.

Görünüşe göre bu kadar az kişinin bu kadar büyük bir alanı nasıl idare ettiklerini merak etmek yersizdi.

Kâhya ve diğer yardımcıları takip edip teker teker odalarına dağılırken Eamon da yanında yürüyor ve memnun bir ifadeyle çevreyi inceleyen yüzünü izliyordu.

"Benim odam, seninkinin tam yanında." Eğilip kulağına fısıldarken dudakları, kulağına sürtünmüştü. Morrigan kızaran yanakları ve faltaşı gibi açılan gözleriyle ona bakakaldı.

"Bazı ayarlamalar yapmış olabilirim." Eamon kıkırdayarak geri çekildi. Edric bir şeyler sorması gerektiğine dair bir şeyler mırıldanarak Odhran'ın yanına gitti.

Morrigan tam ağzını açıyordu ki siyah cilalı ahşap üzerine gümüş işlemeli bir kapının önünde durdular.

"Burası sizin odanız, prenses." Kâhya büyük bir saygıyla kapıyı açıp bir eliyle onu içeri davet etmişti. Morrigan, endişeyle Edric'e döndü.

"Yalnız iyi olacak mısın? Eğer istersen-"

Edric elini şöyle bir sallayıp onu susturdu. "Herhangi bir şey için endişelenemeyecek kadar yorgunum, merak etme. İyi olacağım, sen de dinlenmene bak ufaklık. Bunu hak ettin."

"Peki, nerede olduğumu biliyorsun öyleyse." Edric'in odası, birkaç kapı ilerideki yeşil kapının ardındaydı. Uzak olmamaları da bir şekilde Eamon'ın işi olmalıydı zira prens ona bakarak göz kırpmıştı.

Bunu söyledikten sonra odasına girdi ve kapıyı ardından kapattı. Morriga uzun zamandır bu sessizlikle buluşmuyordu, loş odaya bakarken hayretle bunu özlediğini fark etti.

Devasa yatağa doğru ilerleyip şifonyerin üzerindeki kibriti alarak bir mum yaktı.

Beyaz tülden cibinliği olan, mor nevresimlerle ve bir sürü yastıkla kaplı olan yatak, kesinlikle davetkardı. Beyaza boyanmış ahşap mobilyalar, lila-gümüş tonlarındaki halı ve gümüş çiçeklerle işlenmiş uçuk mavi duvarla birlikte Morrigan, her şeyin ne kadar uyumlu olduğunu fark etmişti. Yatağın tam karşısında aynalı bir makyaj dolabı ve puf vardı. Odanın o köşesine oldukça rahat görünen gümüş döşemeli bir koltuk yerleştirilmişti, koltuğun yan tarafında dalgalanan bir tülün ardında da küçük bir balkona açılan bir kapı vardı.

Ayaklarını sürüyerek yatağın üzerine oturdu ve derin bir nefes aldı. Döşeğin içine gömülürken memnuniyetle iç geçirdi, öyle yorgundu ki... Yatağın üzerinde özenle katlanmış halde duran koyu mavi bir gecelik dikkatini çekti. Bir gece önce Riona'dan ödünç alınmış kıyafetlerini aceleyle üzerinden atıp elbiseyi giyerken esniyordu.

Askılı, ipek elbise teninin üzerinde bir rüya gibi kaymıştı ve kesinlikle yok gibiydi. Kalçalarının hemen altında biten etekleri gece ayazında dalgalanıyordu.

Morrigan bir kez daha yatağa uzandıktan sonra uykunun şefkatli kollarına kendisini bırakmadan önce aklından geçen tek şey ev oldu.

-------------------------------

Evvet, millet, nasılsınız?? Bu sefer iki ay olmadan geldim :') Eğer panomu takip ediyorsanız bir yandan yüksek lisans süreçleriyle uğraştığımı, bir yandan da sık sık şehirlerarası seyahat etmek zorunda kaldığımı anlamışsınızdır. Yaklaşık üç haftadır interneti bırakın telefonun bile çekmediği dağ başı olan bir köyde kışlık hazırlığı yapıyordum sdhjvdfbgb Bu sebeple yazmaya vakit yaratmak bir hayli zor oldu :')

Neyse nihayetinde geri geldim, umarım beğenmişsinizdir. Bölümün çok uzun olduğunu biliyorum (12.2k kelime, yaklaşık 7-8 normal wattpad kitabı bölümü ediyor dfjvhjd) ama nasıl buldunuz? Lütfen yorum ve oylarınızı esirgemeyinn :') 2-3 bölüme ilk kitabın finalini yapıp yayınevlerine göndermeyi planlıyorum, bakalım ^^ Diğer bölümün de yazımı bitmek üzere (son 3-4 sayfası kaldı), birkaç güne onu da paylaşacağım. Kendinize iyi bakın, sevgilerr <3

 

Bölüm : 28.08.2024 15:53 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...