
Şükür kavuşturana dediğinizi duyar gibiyim :') İyi okumalarr
Morrigan gözlerini o cılızlaşmış bedenin üzerinde emanet duran pelerinden çekip alamıyordu bir türlü. Babasının, pelerinin ve tahtın asıl sahibinin, bu merdivenlerden aynı bu şekilde indiği anlargözlerinin önünden gitmiyordu.
Ancak bugün, gördüğü bu sahnede çok büyük bir fark vardı.
Kral Gladtirith'in içten ve tüm halkının ruhunu ısıtan, güven verici bir gülümsemesi vardı. Şimdi karşısında duran adamın özenle yüzüne yerleştirdiği sinsi gülümsemeyse adeta zehirliydi.
"Dostlarının burada olduğunu düşünürsek..." Onlardan biraz yukarıdaki bir basamakta durarak kollarını önünde bağladı. Her hareketi Morrigan'ın ve diğerlerinin gözlerinin hapsindeydi, Dük de bunun gayet farkındaydı. "...çok daha önce gelmeni beklerdim, sevgili yeğenim."
"Biraz işim vardı da, amca." Eamon'ın sırıttığını görebiliyordu.
"Evet, bir hayli meşgul olduğunu görebiliyorum. Oysa ben kadim komutanlarımız ve askerleri yerine senin için gönderdiğim refakatçilerle teşrif etmeni beklemiştim."
Dük'ün gözleri tek tek her birinin gözleri üzerinde dolaşırken bir elinin parmaklarını şıklattığında avlunun uzak köşelerinden ve şatonun iç kısımlarından siyah üniformalı askerler ve Myrler döküldü. Sanki çağlayan bir su gibi üzerlerine yağmışlardı.
Morrigan ve diğerlerinin etrafları sarılmıştı, kılıçları ve karanlık büyüleri onlara doğrultulmuş olan asker ve yaratıklar tek bir emir bekliyorlardı.
"Ah, tabii... Kendilerini pek sevdiğimi söyleyemem." Göz ucuyla Riona'ya bakarak başını salladı.
Riona karşılık vermeden önüne dönüp büyüsünü gökyüzünde ve çevrelerinde toplamaya başladığında herkes planlarını uygulamaya hazırdı. Prenses bir elini kaldırarak askerlere hazır olmalarını işaret etti.
Çekilen silahların metalik ve tok sesleri, ortaya çıkan büyülerin havadaki titreşimleri güven vericiydi.
Morrigan son bir kez dönüp Eamon'a baktı ve dudaklarını oynattı, prensin onu anlayacağından hiç şüphesi yoktu. Bekleyeceğim.
Prens ona ukala bir gülümseme gönderdikten sonra ciddileşen bir ifadeyle aynı şekilde konuştu. Dikkatli ol.
Sessiz konuşmaları huzursuzlanmaya başlayan Dük tarafından bölündü.
"Ama ne var biliyor musun? Edric seni gördüğüne çok sevinecek, tabii görebilirse." Dük parmaklarını bir kez daha şıklatmadan hemen önce son bir kez konuştu, artık gülümsemiyordu. "Ya da tanırsa."
Sonrası tam bir karmaşaydı.
Baş döndürücü birkaç saniye içerisinde Riona'nın büyüsü devasa bir sis bulutuna dönüşerek avlunun tamamına yayıldı.
Görüş mesafesi o kadar kısaydı ki Morrigan, Eamon ve diğerlerinin Şato'nun içlerine doğru ilerleyen tünellerin girişine yöneldiğini yalnızca tanıdık ayak seslerinden anlayabildi. Doğu duvarının dibindeki ufak, ahşap kapıya doğru sorunsuzca ilerlediklerini duyduğunda sisin içerisinde onu bekleyenlere odaklandı.
Uğultular, savaş çığlıkları ve sis bulutları arasında amcasının saldırı emirlerini duydu. Tüm o vahşi sesleri bastıran bağrışıyla emrindekilerden tekrar tekrar hırlayarak istediği tek şey, yeğeninin canlı ele geçirilmesiydi.
Tıpkı düşündükleri gibi, ona zarar vermeyi göze alamazdı.
Morrigan heyecan ve gerginlikle gümbürdeyen kalbinin bedenine yaşamın özünü taşırken büyüsünü de beslediğini hissedebiliyordu. Sabırsızlanan, özgür kalmayı bekleyen büyüsüne uzandı ve artık aşina olduğu kalkanını ortaya çıkardı. Sağ elinde de kılıcını tutuyordu, çevresine bakınarak bir şeyler görmeyi denese de birkaç santim ötesini görebilmesi dahi imkansızdı.
Yeniden gök gürlemeye başladı. Riona, sis katmanında gedikler açarak yıldırımlar ve buz kütleleriyle saldırıyor, kendi askerlerine saldırmamak için aralıklı atışlar yapıyordu. O yıldırımlara ve gürleyen gökyüzüne birkaç dakika sonra iliklerini üşüten bir yağmur da eşlik etmeye başlamıştı.
Sisi yararak üzerine gelen ilk şeye karşı kılıcını körlemesine savurdu. Darbesi, bileğinin sızlamasına sebep olan bir güçle karşılanınca Morrigan dişlerini sıkarak küfretti.
"Sakin ol, benim!" Morrigan gözlerini kırpıştırırken karşısındakinin silüeti de belirginleşmeye başladı.
"Odhran?"
"Evet... Yönlerini bulabildiklerinde hepsi senin üzerine üşüşecekler. O yüzden sessiz ol ve bana yaslan, onlarla beraber savaşacağız prenses."
Morrigan başıyla onayladıktan sonra bedenini onunkine yaslayarak etrafını gözetlemeye başladı. Bir kayaya yaslanmak gibi bir histi, komutana yakın olmanın güven verici bir yanı vardı.
Sis katmanlarını yırtıp onu gören ilk asker, doğrudan üzerine atlamayı denedi. Morrigan geriye doğru uzunca bir adım attığında asker elinde kılıcıyla tam karşısında kalmıştı.
Kapkara üniforma bir yana, gözlerindeki ölü bakış Morrigan'ın tüylerini ürpertiyordu.
Asker, kaldırdığı kılıcı baldırını hedefleyerek indirirken Morrigan kendi kılıcıyla darbeyi karşılayarak kalkanını tokat atarcasına savurdu. Kalkan, tok bir sesle askerin başına çarpıp onu sersemlettiğinde Morrigan'ın kılıcı boğazında derin bir kesik açacak fırsatı buldu.
Savaş çığlıkları, kükremeler ve kılıç sesleri her yerdeydi. Fey gözlerinin bile aşamadığı bu kalın sis tabakasının derinliklerinde bu sesleri duymasa Morrigan', avluda Odhran'la baş başa olduklarını düşünebilirdi.
Odhran'ın sırt kaslarındaki hareketi hissedip göz ucuyla o tarafa baktığında komutan çoktan onlara doğru gelen iki Myr'i haklamıştı bile. Çelikten yapılma zarif bir bıçak havada süzülerek Morrigan'a ulaşmaya çalışsan bir başka askeri buldu.
Tam o esnada diğerlerine göre irice olan bir Myr, Morrigan'ın önüne fırladı. Siyah, şekilsiz derisi kaslarının kuvvetiyle gerilmiş olsa da formu hala bozuktu. Hırıldayarak savurduğu pençesinden kaçarken Morrigan sis yüzünden bastığı yeri göremedi ve avludaki süslemeli taşlardan birine takılarak tökezledi.
Başını hedefleyen pençeden kaçmayı başarabilmişti neyse ki. Ancak sivri tırnaklardan birinin yırttığı yanağında yayılmaya başlayan bir sıcaklık hissediyordu.
Bu sıcaklığın akan kan olduğunu kokuyla birlikte anlamıştı, okkalı bir küfür savurarak karşısında çapraşık dişleriyle sırıtmaya çalışan yaratığa baktı.
"İyi misin?" Odhran kılıcıyla üst üste hamleler yaparken gayet sohbet eder bir havayla sormuştu.
Morrigan parıldayan büyüsünü yüklediği kılıcını yaratığın karnına saplayıp yukarı doğru çekince siyah, iğrenç kokulu organlar ayaklarının dibine döküldü. Mürekkebe benzer kanın bir kısmı da yüzünü ve boynunu ıslatmıştı.
Nefes nefese tekrar Odhran'a yaslanırken "Evet, komutan. Teşekkürler." dedi.
Gök gürültüleri ve şimşeklerle aydınlanan gökyüzünün altında savaşın sesleri yankılanmaya devam ederken Morrigan diğerleri içim de işlerin yolunda gitmesi konusunda tanrılara içten içe yalvarıyordu.
Tepesinde şimdi yıldırımların dans ettiği Şato'nun heybetiyle sisi delip yükselen silüetine bakarken Eamon ve diğerlerinin nerede olabileceklerini düşünüyordu.
Kılıcını sallamaya devam etti, bekliyordu.
---------------------------------
Ortalık bir anda karmakarışık bir cehenneme dönerken arkasını dönüp uzaklaşmak, Eamon'ın tüm içgüdülerine aykırı olsa da yapması gerekeni yapmak zorundaydı. Bu yüzden Fearghal'in peşinden Illarion'la birlikte acele adımlarla ilerliyorlardı.
Doğu duvarının dibinde Şatonun mahzenlerine açılan ufak, ahşap bir giriş vardı. Artık kullanılmayan bu giriş uzun zamandır kilitli olsa da bu durum Fearghal'in metal kilidi tek hamlede koparmasıyla birlikte değişmişti. Komutan çevik bir panter gibi hiç çekinmeden zemindeki karanlık girişin içine atladı.
Bir saniye sonra tiz bir ıslık sesiyle onlara gelmelerini işaret ettiğinde Eamon da onu takip etti. Son olarak Illarion'un atlayışının sesi yankılandı.
Eamon karanlıkta daha iyi görebilmek için göz bebeklerinin genişleyip açıldığını hissetti. Birkaç saniye sonra artık çok daha net görebiliyordu.
Fearghal "Bu giriş tünellerin en karışık noktasına çıkar. Bu yüzden bu girişten haberdar olsalar bile biraz ilerideki kuzey girişini kullanacağımızı düşüneceklerdir. Yine de iki ateş arasında ne kadar geç kalırsak o kadar iyi... Eamon, el atar mısın evlat?" dedikten sonra güneşin sızdığı kapıyı arkalarından kapattı.
Eamon hızlıca kapıyı arkalarından kilitleyen mekanizmaya bir göz attı ve alevden kurdelelerin oynaştığı parmağıyla bu mekanizmayı işaret etti.
Eriyen metal kapının her yerine yayılarak onları içeriye kilitlemişti.
"Peki... Şimdi, şu duvardaki kayayı görüyor musunuz? Eski tünellerin girişi onun arkasında olmalı. Hadi, acele etmeliyiz!" Bunu söyledikten sonra komutan hızla karşılarında duran duvara doğru atıldı.
Bulundukları mahzen bir zamanlar Şato'daki şarapların ve bazı yiyeceklerin depolandığı bir yer olsa da şimdi geriye sadece dört bir yanlarındaki duvarları kaplayan raflar kalmıştı. Tam karşılarındaki taştan duvarı oluşturan kayalar, diğer duvarlardaki taşlara nazaran çok daha büyüklerdi. Fearghal çoktan bu duvarın önünü kapatan ahşap rafların ilkini tek hamlede çivilendikleri yerden sökmüştü.
Eamon diğer rafı tutup eski, tozlu ahşabı tek hamlede çektiğinde biraz fazla kuvvet kullanmış olacak ki sesli bir çatırdama eşliğinde raf elinde dağıldı ve bir kıymık yığını olarak ayaklarının dibine düştü. Yüzüne hücum eden toz bulutu karşısında okkalı bir küfür savurarak öksürdü.
"Gösterişçi çaylak." Fearghal ona bakıp şöyle bir sırıttı. Illarion'un kıkırdadığını duyunca Eamon döndü ve gözlerini kısarak ona baktı.
Kıkırdamalar ne hikmetse aniden ikna edici olmayan öksürüklere dönmüştü.
Onlar sessiz didişmelerine devam ederken Fearghal kemerindeki bir keseden çıkardığı birkaç tohumu kayanın dibine attı. Gri gözleri karanlığın içerisinde yeşilin zehirli bir tonunda parlamaya başlarken çatırtılar duyuldu. Eamon'ın daha önce hiç görmediği bir bitki büyüdü, büyüdü ve esnek yeşil dallarını iri kayanın çevresine sardı.
"Şimdi hazır olun ve biraz geri çekilin." Komutanla birlikte onlar da ikişer adım geri gittiler. Dallar çıtırtı ve kütürdemeler eşliğinde sıkıştırarak kayayı patlatırken parçalar ve çıkan toz dört bir yana saçıldı.
"Beni takip edin, birbirimizden uzaklaşmadan ilerlemeliyiz. Hadi..." Fearghal hiç zorlanmadan eğilerek açılan gedikten girdiğinde Eamon şüpheli gözlerle onu izleyerek şöyle bir ofladı. Çok dardı...
Zorla da olsa girişi aştıktan sonra onları ortalama bir feyin boyunda ve aynı genişlikte taştan, rutubet kokulu bir tünel karşılamıştı. Duvarlardaki uzun zamandır kullanılmamış bir halde duran meşaleler dışında görmeye değer hiçbir şey yoktu. Karanlık sonsuza kadar devam ediyor gibiydi.
Bu karanlık her ne kadar görüşlerini pek etkilemese de Eamon ışığa, aydınlığa ihtiyaçları varmış gibi hissediyordu. Tüneldeki bu garip, iç boğucu havayı biraz dağıtmak umuduyla meşaleleri teker teker yaktı.
Taştan tünel şimdi loş ışıkla birlikte önlerinde uzanıyordu.
Fearghal hızla ilerlemeye başlamıştı artık, kafasının içerisinde bir harita varmış gibiydi. Eamon uzun zamandır Şato'da yaşamıyor olsa da tünellerin bu kısmı çok eskiydi, Edric'in veya Morrigan'ın dahi bildiklerini sanmıyordu.
Sağa, sola, tekrar sağa... Karmaşık yol ayrımları karşısında dahi Fearghal bir saniye bile duraklamıyordu. Eamon ayakları altındaki zeminin başlangıçta fazla olmayan eğiminin giderek arttığını hissedebiliyordu. Gitgide daha aşağılara doğru ilerlerken havadaki küf ve nemli toprak kokusu da artıyordu.
Şatonun karmaşık gider sistemlerini oluşturan borular, tünellerden fazla uzak değildi anlaşılan.
Bulundukları tünelin sonu geniş, dört farklı girişin birleştiği bir galeride sonlandığında Fearghal bir an için durdu ve havayı koklamaya, başını yana eğerek sessizliği dinlemeye başladı.
"Ne oluy-" Illarion neden durduklarını soracak olsa da Fearghal onu susturdu.
"Şşt... Dikkatli dinleyin, siz de duyuyor musunuz?" Eamon bir an için sağır edici sessizliğe odaklanarak nefeslerinin, kalp atışlarının ya da bir yerlerden damlayan suyun ritmik seslerinin ötesini duymaya çalıştı.
Evet, kesinlikle duyuyordu.
Büyük bir hızla yaklaşan ritmik ayak sesleri en fazla birkaç dakikalık mesafeden geliyor olmalıydı.
Tünel sistemine bitişik bir şekilde düzenlenmiş olan gider sistemleri ve toprağın çok altında olmaları yüzünden havaya karışan farklı gazlar vardı.
Eamon eğer havaya uçmalarını istemiyorsa burada büyüsünü kullanamazdı. Bu yüzden hançerlerini çekti ve beklemeye koyuldu.
Illarion birkaç adım geriye atmış ve yayını gererek çoktan atışa hazır bir halde okunu yerleştirmişti.
Burada toprağa, Fearghal'in büyüsünün direkt kaynağına çok yakınlardı. Bu yüzden kadim komutan herhangi bir silaha gerek duymamıştı.
Kalabalık ayak seslerine bakılırsa en azından otuz veya daha fazla Myr yaklaşıyor olmalıydı. Zemin, çekincesiz ve hoyrat koşturmacaları sebebiyle hafifçe sarsılıyordu.
Karşılarında dört tane giriş vardı, hangisinden geliyorlardı? Eamon anlayabilmek için dikkatlice dinledi. Sesler yankılanıp dağılarak onlara ulaşıyor olsa da duyabiliyordu.
Evet, ikinci giriş olmalıydı.
"Illarion, onları şaşırtmaya ne dersin? Biraz ışık fena olmaz bence." Arkasında savaşa hazır bir şekilde duran çaylağa baktı.
Genç savaşçı sırttı, yapması gerekeni çok iyi anlamıştı. "Tabii, gözlerini benden alamayacaklar."
Eamon gözlerini devirerek önüne döndü. İkiz hançerlerinin kabzalarını kavrayan elleri, büyüsünün böyle bir anca hapis kalması sebebiyle hafifçe titriyorlardı.
Saniyeler sonra tıpkı Eamon'ın tahmin ettiği gibi ikinci tünelin girişinde yaratıkların iğrenç, yumrulu silüetleri göründü. Tünel girişinden galerinin ortasındaki boşluğa aniden doluşan yaratıkların sayısı, Eamon'ın öngördüğünden daha da fazlaydı.
"Illarion, şimdi!" Fearghal'in sesi galerinin taş duvarlarında yankılandı.
Galerinin tünellerden çok daha yüksek olan tavanına yakın bir yükseklikte Illarion'un büyüsü bir ışık huzmesi olarak belirip dört bir yanı tüm gücüyle aydınlatmaya başladı. Galeriye doluşan yaratıklardan acı dolu çığlıklar ve ciyaklamalar yükseldi.
Işık, fey gözlerini engelleyecek kadar kuvvetli olmasa da onları geçici bir süre için kör etmişti. Onlar el yordamıyla sağa sola gitmeye çabalarlarken durumdan faydalanarak onlara saldırdılar.
Illarion hırıldayarak ilk okunu serbest bıraktı. Oku, hedefini kolaylıkla bularak tüylerine kadar bir yaratığın kafasına saplanmıştı. Genç asker hiç duraksamadan mekanik bir şekilde sadağına uzandı ve isabetli atışlarına devam etti.
Eamon hançerlerini sıkıca kavrayıp kalabalığın tam ortasına doğru koştu. Koşarken işittiği kütürdeme ve çatırdamaların ne olduğunu düşünecek vakti olmasa da ayağı hareket eden iri bir kök parçasına takıldığında seslerin sebebini anladı.
Fearghal'in kontrolündeki toprak aralanıyor, derinliklerde uyuyan bitkilerin kökleri taşları parçalayarak dışarı taşıyordu. Bilinmeyen bir yaratığın kolları misali yaratıkları birer birer yakalayıp sivri taş ve kayaların üzerinde acımasızca parçalıyorlardı.
Eamon sol elindeki hançeri yaratıklardan birinin boynuna saplarken diğer elindeki hançerle yaklaşan diğer bir tanesinin karnını deşti. Püsküren siyah kan, giysilerini ve tenini ıslattı.
Hançerlerini saplandıkları yerden çekip başka hedeflere yöneltirken yere yığılan cesetlerin sesini duyabilecek kadar duraksamıştı ancak. Sayıları çok fazlaydı, gözüne ilişen ilk hangisi olursa hedefi oluyordu.
Tam bu işe yaramaz yaratıklarla savaşmakla yalnızca vakit kaybettiklerini söylemek için Fearghal'e seslenecekti ki, bu anlık dikkat dağınıklığından faydalanan bir Myr üzerine çullandı.
Eamon tiksinti ve öfkeyle yaratığa bir tekme attı, birkaç metre ötedeki taştan duvara çarpan iğrenç şeyin kemiklerinden kırılma ve çatlama sesleri gelmişti.
Eamon bir saniye durakladı ve yaratığın pençesiyle kavramaya çalışırken derince çizdiği koluna baktı. Yara sanki ateşte yanıyormuş gibi sızlıyor ve kanıyordu ancak önemli değildi, nasılsa iyileşecekti.
Eli otomatik olarak aynı sızıyı duyduğu yanağına gitse de beklediği gibi parmaklarına parlak, kırmızı kan bulaşmadı.
Morrigan yaralanmış olmalıydı o halde.
Kalp atışları hafifçe hızlanırken önündeki yaratıklara odaklanarak zihnini endişeli düşüncelerden sıyırmaya çalıştı. Ufak bir sızı dışında başka bir şey yoktu, prenses iyi olmalıydı.
Yine de buradan bir an önce çıkıp sevdiklerini kurtararak onun yanına gitme isteğine engel olamıyordu. Söz dinlemeyen, bahane üretilemeyen bir iç güdüydü bu.
"Fearghal! Aynı tünele yaklaşayan başka gruplar duyuyorum, bu sefer fey ayak sesleri de var. Tanrı aşkına, burada yalnızca vakit kaybediyoruz. Bir şey yapamaz mıyız?"
Fearghal bir yandan emrindeki bitkilerle savaşırken bir yandan da kılıcıyla ona yaklaşan yaratıkları kesip biçiyordu. Biçimli kaşlarını çatarak Myr akınının üzerlerine doğru gelmekte olduğu kapıya döndü.
"Haklısın, prens. Dakikalardır buradayız, dışarıdakilerin Dük'ü ve kuvvetlerini ne kadar oyalayabileceği meçhulken üstelik..." Önündeki kökleri aşıp üzerine çullanan bir yaratığın kafasını gövdesinden ayırabilmek için duraksadı. "Şimdi bir şey deneyeceğim. Sonrasında şu tünelden devam edersek birkaç dakika içerisinde zindanlara ulaşabiliriz."
Kadim komutan bunu dedikten sonra tünelin girişine doğru ilerleyerek galeriyi oluşturan boş alanın tam ortasında durdu. İki elini toprağa bakacak şekilde öne uzattı. Eamon odayı aydınlatan ışığın altında Fearghal'in gözlerindeki zehir yeşili parıltının kuvvetlendiğini net bir şekilde görebiliyordu.
Birkaç saniye sonra tünelin giriş kısmındaki toprak yarıldı ve her biri Eamon'ın kolları kadar kalın olan garip kökler zemini oluşturan taşları kenara iterek yükseldi. Fearghal'in hızla ellerini indirmesiyle birlikte bu kökler tünel girişine bir parmaklık şeklinde örülüverdi.
"İşte, onlarda bu kökleri parçalayabilecek herhangi bir silah veya büyü yok. Koparmaya da güçleri yetmeyecektir, geriye kalanları halledip buradan hemen çıkalım."
Eamon homurdanarak onayladıktan sonra yumruğunu hızla bir yaratığın kafasına indirdi. Yaratık birkaç metre öteye fırlayıp taş duvara kulak tırmalayıcı bir çatırtı ve inlemeyle çarparken Fearghal'e seslendi.
"Bunlar her neyse şehrin girişindeki o şeyin üzerinde de kullanamaz mıydın, komutan? Bu kadar sağlamlarsa yani..." Hançerini Illarion'a fazlaca yaklaşmayı başarmış bir Myr'e fırlattı. Tam isabet.
Fearghal kılıcını savururken ona doğru döndü. Kızıl-kahve saçları siyah kanla keçeleşip yüzüne yapışmıştı.
Yine de gülüyordu, o arada kılıcını başına indirdiği bir yaratığı ikiye böldü. "Kadim dünyanın sırlarla dolu derinliklerinde toprağın büyüsü daha kuvvetlidir. O derinliklere uzakken bu engin büyüyü uyandırmak vakit alırdı. Yani hayır, kullanamazdım."
"İşte, bu da sonuncusu." Illarion son oku havada vızıldarken onlara seslendi. Nihayet etraflarında canlı hiçbir Myr kalmamıştı, en azından hapsedilmemiş olarak.
Fearghal'in geçişi engellediği tünelde biriken yaratıklarsa uğulduyor, kükrüyor ve tıslıyorlardı. Ellerindeki siyah, metal silahları büyülü köklerin üzerine indirseler de bitkilerin üzerinde tek bir çizik bile yoktu.
"Hadi, daha fazla vakit kaybetmeyelim!" Fearghal hızlıca az önce gösterdiği taş geçide yöneldi.
"Sadağım boşaldı, oklarımı toplamalıyım... Siz gidin, hemen arkanızdayım!" Illarion hızlıca en yakınındakinden başlayarak kara cesetlere saplanmış okları toplamaya koyuldu.
Sayıları azdı, bu yüzden Eamon ayrılma fikrinden hoşlanmamıştı. Tam karşı çıkacak oldu ki Fearghal "Bırak toplasın. Etraf sessiz, bir iki dakika geriden gelmesi sorun olmaz. İçimden bir ses bu delikten çıkarken atışlarına ihtiyacımız olacak diyor." diyerek işaret ettiği tünele doğru koşmaya başladı.
Eamon son bir kez çoktan işini yarılamış olan askere baktıktan sonra kadim komutanın arkasından koştu.
Aşağıya doğru eğimli tünelde Fearghal'i takip ederken aklından bin bir türlü düşünce geçiyordu. Kötü gitme olasılığı olan durumlarda en nahoş ihtimaller insanların zihnini tekellerine alır ve el ele tutuşarak uğursuz senaryolara dönüşürlerdi. Eamon bunun olmaması için, o senaryolara odaklanmamak için çabalıyordu.
Edric'e bir şey olma olasılığını düşünmek bile istemiyordu. Ya da ona veya Elamire'e bir şey olursa Morrigan'ın ne hale geleceğini...
Meşale alevlerinin loş ışığında gitgide derinlere inerken sıcaklık ve nemli toprağın ağır kokusu gittikçe artıyordu. Tabii zindanlara yaklaştıkça başka iğrenç kokular da bu rutubete eşlik etmeye başlamıştı.
Eamon, Illarion'un onlara yetişen ayak seslerini duyduğunda hafif bir rahatlama hissetti.
Tünelin sonu devasa bir kayanın önünde aniden bitmişti. Fearghal, Illarion hızlı adımlarla onları yakalayana kadar bile beklemeden bu son engelle ilgilenmeye başlamıştı bile.
Devasa, hafifçe parıldayan granit kütlesi herhangi bir şekilde parçalanamayacak kadar sert olacak ki komutan daha önce bu işi onlar için halleden köklerini kullanmaya yanaşmamıştı.
Kemerine uzandı ve siyah, kadife bir torbanın içerisinden birkaç cılız bitki fidesi çıkarırken homurdandı.
"Bu güzelliklere bir servet harcarken onları şatonun bir kısmını yok etmek için kullanacağımı düşünmemiştim doğrusu! Stoklarımı yenilemeliyim..."
İki küçük filizi yere, taşların arasındaki tozların üzerine yerleştirdikten sonra gayet normal bir şeymiş gibi yere bağdaş kurdu.
"Ee, Komutan, orada oturmuş ne yapıyorsunuz Tanrılar aşkına?" Illarion merakına yenilerek sormuştu, garip bakışlarla yerde oturan Fearghal'i süzüyordu.
"Onları uyandırıyorum, genç adam. Şimdi sessiz ol, yoksa ilk saldırdıkları şey sen olursun ve bunu engelleyecek vaktim olmaz."
Eamon, Illarion'un korkuyla yutkunması karşısında gülmek istese de gerginliği tebessümüne mâni oldu.
Yeşil, soluk bir parıltı komutanın ellerini ve yerdeki cılız otları aydınlatırken bitkilerin kökleri belirginleşti, birkaç saniye sonra toprağa sıkı sıkıya tutunmuş iki fidan halini aldılar.
Çıtırtı ve büyüyüp yayılmadan kaynaklanan hışırtı sesleri eşliğinde geçen birkaç dakikadan sonra tünelin iki yandaki taştan duvarlarını saran sarmaşıklar hareket etmeyi bırakmışlardı.
İki duvarda da açan güzel, devasa mor çiçekler ve tüneli dolduran tatlı bir koku vardı şimdi. Eamon yanında dikilen ve burnunu taç yaprakların dibine kadar sokmuş olan Illarion'a bakarak elini alnına vurdu ve umutsuzlukla başını salladı. Geriye doğru birkaç adım atarken onu da yakasından yakalamış sürüklüyordu.
"Tıpkı küçük bir çocuk gibisin, çaylak. Bir gün bu meraklılığın başımıza bir iş açacak." Gözlerini kırpıştırarak ona bakan askerin karşısında homurdandı ve çekiştirdiği yakasını bıraktı. "Şimdi izle ve neden o burnunu her şeye sokmaman gerektiğini öğren."
Fearghal sinsi bir sırıtışla ona baktı ve çevik hareketlerle ayaklanarak yanlarına geldi. Bir orkestra şefi edasıyla kaldırdığı elinin parmaklarını şıklatmasıyla çiçekler sarı, opak bir duman yaymaya başladı.
Duvarın iki yanındaki çiçeklerden salınıp kaya doğru akan ve altın tozuna benzeyen duman, değdiği yeri eriten bir çeşit asitti. Garip tıslamalar eşliğinde erimeye başlayan taş, kumdanmış gibi akıp dağılarak yollarından çekildi. Sarı, opak duman işini bitirdikten sonra tekrardan taç yapraklarının arasındaki tomurcuklar tarafından emilmişti.
İşte, hepsi bu kadardı. Son engel de önlerinden kalkmış ve böylece zindanın bulunduğu loş, uzun koridora ulaşmışlardı. Bir zamanlar devasa granitin ardında gizlenen bu uğursuz yer, şimdi birkaç adım ötelerindeydi.
Açılan gedikten geçebilmek için Eamon'ın başını bir hayli eğmesi gerekmişti. Attığı ilk iki adımla birlikte işkencenin, dehşetin ve kederin kokusu yüzüne bir tuğla gibi çarptı.
Birkaç haftadır burada her ne yaşandıysa, taşların ruhuna işlemişti. Sanki geçmiş, bir pandül gibi havada asılı kalmış ve üstlerinde dönerek çığlık çığlığa yaşananların dehşetini bağırıyordu.
Yüzlerce yıl boyunca aldığı eğitim, şimdi aradığı dostlarına yapılmış olabilecek her türlü işkencenin gözlerinin önünde belirmesine neden oluyordu. Yutkunarak yaşananları düşünmemek için umutsuzca çabaladı ve hissettiklerinin aksine sakin adımlarla ilerlemeye devam etti. Endişeyle gümbürdeyen kalbi ölümle sessizleşmiş zindanda kolaylıkla işitilebiliyordu.
Uzun koridorun iki tarafında sıralanmış hücrelerin bazıları dolu, bazıları boştu. Dolu olanlardakiler her kimlerse, artık tanınmaz bir haldelerdi. Loş ışıkta hücrelerinde yatan bu çürümüş bedenlerin bazılarının üzerindeki siyah damarlar seçilebiliyordu. Sinekler öbekler halinde bu cesetlerin üzerinde çırpınıyorlardı.
Lütfen, lütfen... Kendi kendine mırıldanırken hücrelerin arasındaki duvara sabitlenen meşaleyi yerinden söktü. Hemen ardında onu takip eden Illarion ve Fearghal'in hayal meyal farkındaydı artık.
Onu bulmaları çok da uzun sürmedi.
Eamon hücreye yaklaşmadan önce ter, kan ve kusmukla maskelenmiş o tanıdık kokuyu almıştı. Gitgide hızlanan adımlarla kokunun onu götürdüğü hücreye doğru yürürken ne bulacağını düşünmemeye çalıştı.
Hücrenin bir köşesine gevşekçe yaslanan iri yarı bir erkek bedeni seçilebiliyordu. Karanlık hücreden gelen koku dayanılmaz olsa da en azından Eamon'ın kuzeninin ölü olmadığından emin olmasını sağlamıştı.
Derin bir nefes alarak meşalesini karanlığa doğru uzattı.
Üzerindeki artık paçavra haline gelen lekeli kıyafetlere, tenini boyayan kan lekelerine ve onca yara bereye rağmen Edric'i görür görmez tanıdı. Uzayan gümüşi saçları kir ve pislikten matlaşmış ve yüzüne düşmüştü. Kesik, düzensiz nefesleri yüzeysel ve rahatsız olsa da hayattaydı işte. Şimdilik bu kadarı yeterliydi.
Eamon'ın elleri bir an hücrenin metal kapısına gidecek olsa da durdu ve yeniden ona baktı. Gözleri o kısacık saniyede hemen kuzeninin tılsımına kaydı.
Su dalgalarını andıran güzel tılsımın rengi hala o eski, güzel halini koruyordu. Bu iyiydi, hala umutv vardı demek... Aralarına giren hücre kapısına öfkeyle baktı.
"Geri çekilin." diye hırıldarken iki eliyle parmaklıkları sıkıca kavradı. Güçlendirilmiş metale direnen kasları şişerken bir kükreme eşliğinde aralarındaki son engeli menteşelerinden sökmeyi başardı. Elindeki eğilip bükülmüş metal yığınını bir kenara fırlattıktan sonra kuzeninin yanına koştu.
"Edric! Edric! Beni duyabiliyor musun? Lanet olsun dostum, uyanman lazım!" Bir yandan ciddi bir yarası var mı diye kontrol ederken bir yandan da ayılması için yüzüne vuruyordu. Görünürde ölümcül bir yarası olmasa da prensin bilinci kapalıydı ve yakın zamanda uyanacak gibi de görünmüyordu.
Eamon, bu konuda yardım edebilecek şifalı ot veya benzeri bir şeyi var mı diye sormak için Fearghal'e döndü.
Komutanın ve Illarion'un yüzlerindeki dehşete düşmüş ifadeyi gördüğünde ilk başta ne olduğunu anlamamıştı. Ne olduğunu anlayabilmek için tam içgüdüsel olarak Edric' e dönüyordu ki bir el boğazına yapışıp nefes borusunu mengene gibi sıkıştırdı.
Ne olduğunu, nasıl olduğunu algılayacak fırsatı olmamıştı ancak nefes alamıyordu. İçgüdüleri o elin sahibini tutup üzerinden atmak için çırpınsa da sakin kalmaya çabaladı. Ona doğru gelmeye yeltenen Illarion ve Fearghal'i de bir el hareketiyle durdurdu.
Yavaş, temkinli hareketlerle Edric'e doğru dönmeyi başardığında bir an için donup kaldı.
Karşısında durup ona bakan bu adam kesinlikle asırlardır tanıdığı, sevdiği kuzeni değildi. Pupilleri içine yerleşen sonsuz bir karanlıkla genişlemiş olan gözler eskisi gibi taşkın bir neşe ve komik bir ukalalıkla bakmıyordu artık. Nefretle kısılan o gözlerdeki bakış Eamon'ın yüzüne doğrultulan bir bıçak gibiydi.
Gücüyse uzun haftalar boyu bir zindanda tutulup işkence edilen bir fey erkeğinin çok ötesindeydi. Kuvvetli parmakları Eamon'ın boynunu ezmeye başlamıştı artık, biraz daha yüklenirse kırması işten bile değildi.
Edric aniden ayağa kalkınca bu bir saniyelik boşluğu kullanarak bacaklarının arasına bir tekme savurdu. Olması gerektiği kadar etkilenmemiş gibiydi ama yine de birkaç saniyeliğine nefesi kesilmiş, dikkati dağılmıştı. Tutuşu da istemsizce gevşemişti.
Eamon tüm kuvvetiyle dirseğini kuzeninin suratının ortasına geçirerek boğazını kavrayan elden kurtulmayı başardı. Islak bir çatırtı işitilse de Edric ne inledi ne de haykırdı, kırık burnundan boşalan kanı silerek ayağa kalkmaya yeltendi.
Fearghal "O, Edric değil..." diye tiksintiyle fısıldadığında Illarion bir küfür savurdu. Bir yandan da etraftaki hücrelere bakmaya, kardeşini bulmaya çabalıyordu ama hücrelerde günlerdir ölü olarak yatan bedenlerin dışında hiçbir şey yoktu.
"Bunu düzeltebilir misin, komutan?" Eamon gözlerini ayaklanmaya çalışan Edric'ten ayırmadan sordu, cevabın evet olmasını diliyordu.
"Açıkçası, bilemiyorum Eamon... Zamanında kontrol edilen feyler görmüştüm ancak bedenlerinde dolaşan kara kanla yaparlardı bunu. Prensin tılsımı hala gökyüzü kadar parlak, başka bir şey olmalı..."
Edric sanki hedefe kilitlenmiş bir ok gibi direkt olarak Eamon'ın üzerine atlamıştı. Eamon sırtı metal parmaklıklara çarptığında ciğerlerini terk eden havayla karışık hırıldadı. Yüzüne inen yumruğun hızı ve şiddeti karşısında kendisini korumak için bile vakit bulamadı. Açılan kaşından akan sıcak kan görüşünü engelliyordu.
Yakasına yapışan el onu kendisine doğru çekip bir darbe daha indirecekken Eamon, kuzeninin kırık burnuna kafa attı.
Eh, bu sefer canını yakmayı başarmışa benziyordu.
Onu tutan eli kendinden uzaklaştırıp kuzeninin karın boşluğuna yumruğunu indirdi. Edric ilk defa ufak bir ses çıkarmış ve zemindeki taşların üzerine diz çökmüştü şimdi. Yumruğunu yere dayamış ve başını eğmiş bir halde ciğerlerini tamamen terk eden havayı yeniden içine çekebilmek için uğraşıyordu. Eamon ondan birkaç adım uzaklaşarak kafası karışmış bir şekilde dostlarına baktı.
Illarion çoktan gerdiği yayına yerleştirilmiş bir okla atışa hazır halde bekliyordu. Fearghal'in kılıcı da havadaydı, hesaplayan gözlerle ne zaman dahil olmaları gerektiğini düşünüyor ve bekliyordu.
Tekrardan yerden kalkmaya çalışan kuzenine baktı ve "Belki... Onu geri getirmenin bir yolunu bulabilir miyiz bilmiyorum ama denemek zorundayız. Ama bunun için vaktimiz yok, onu buradan çıkarmamız gerek!" diye söylendi.
"Edric, duyuyor musun? Geldik ve buradayız, senin için." Başında dikilirken onunla aralarındaki mesafeyi koruyordu. Ona ne yapmışlardı böyle?
Edric öksürünce parlak, kırmızı kan taşların üzerine saçıldı. Yine de toparlanmıştı ve hücresinin metal parmaklıklarından destek alarak ayağa kalkıyordu.
Nihayet göz göze geldiklerinde Eamon orada bir zamanlar içtenlikle sevdiği adamdan geriye kalan hiçbir şey göremedi. Hayır, Edric onu duymuyordu. Katıksız bir öfke, nefret ve ölümün soğukkanlılığıyla inşa edilen uzak bir yerlerdeydi.
Eamon bunu olabildiğince hızlı halledecekti. Sonra ne yapacaklarını zamanı gelince düşünebilirlerdi.
Fearghal'e dönerek kadim komutana hazır olması için başıyla işaret verdi. Illarion'a döndüğündeyse "Ölmüyorsam atış yapma, çaylak." demekle yetindi.
Ne komutan ne de genç asker kendisine karşı çıkmamış ya da yardım etme teklifinde bulunmamışlardı. Fearghal birkaç metre uzaklaşarak kadim dilde bir şeyler fısıldadığı bir büyü yapmaya başladı. Illarion da güvenli bir mesafeye geçmişti, yayı hala geriliydi.
"Sen... Öldün." Edric'in öfkeyle kilitlenen ve titreyen çenesinden dökülen kelimeler bundan ibaretti. Sonrasında yüzünü hedefleyen yumruğunu ışık hızında indirdi.
Eamon bu sefer hazırlıklıydı, yumruğu engellerken kaslarının zorlandığını hissetse de duraksamadı. Karşılık olarak attığı yumruk, prensin çenesine indi.
Ardı ardına gelen yumruklar, tekmeler ve ayak oyunlarıyla dövüşürken ikisinin de yorulduğuna ya da yenileceğine dair hiçbir belirti yoktu. Ne de olsa aynı kişiden eğitim almışlardı ve savaş stratejileri benzerdi.
Yine de Edric'in darbeleri gitgide kuvvetlenirken Eamon ara ara onları karşılamakta zorlanmaya başlamıştı. Sanki her geçen dakika ona kuvvet ve hiddet olarak dönüyordu.
Normal şartlarda Edric, Eamon'a denkti ve saatlerce savaşabilirlerdi. Ancak şu an denk olmadıkları aşikardı ve bir şey yapması gerekiyordu.
Edric'in havada dönerek attığı ve başına isabet ettirdiği tekme bunun kanıtı olmuştu. Eamon gözünün önünde uçuşan silüetlerden kurtulmak ve kararan görüşünü yeniden bulabilmek için başını salladı.
Yeniden görebilmeye başladığında hafifçe başı dönüyordu ve Edric yeniden saldırmak üzereydi. Öfke, nihayet kendisini ele geçirmeye başlıyordu.
"Fearghal!" Adeta kükremişti.
"Sadece birkaç dakika daha oyala onu." Komutanın ne yaptığına bakacak zamanı olmadı.
Eamon yan tarafa eğilerek Edric'in havadaki yumruğundan kurtulduktan sonra prensi yakasından kavradı ve onu koridorun karşısındaki hücrelerin birinin demirlerine doğru savurdu.
Edric'in kafasını çarptığı parmaklıklardan gelen ses taşlarda çınlayarak kulaklarını tırmalasa da Eamon durmadı. Yanına gittiğinde kuzeni yerdeydi, alnında açılan yaradan akan kan gözüne indiği için yalnız tek gözü açıktı.Açık olan gözünde hala büyük bir öfke ve nefretle ona bakıyor ve kalkmaya çalışıyordu. Ancak dengesini henüz bulamamıştı.
Eamon sıkıntıyla derin bir nefes alarak Edric'in yanına gitti ve eğilerek uzayan ve kirden keçeleşen gümüşi saçları kavradı.
"Özür dilerim, kuzen." dedikten sonra tüm gücüyle prensin başını kalın, metal parmaklıklara gömdü.
Edric başına aldığı önceki darbe yüzünden bu yaptığına direnememişti. Bu, Eamon'ın kendisini berbat hissetmesine neden oluyordu ancak elinden de bir şey gelmezdi.
Onu öldürmek bir seçenek bile olamazdı, bu cehennemden çıktıktan sonra Edric'i iyileştirmenin bir yolunu arayacaklardı.
Kuzeninin bedeni bir bez bebek gibi hareketsiz bir şekilde yere, ayaklarının dibine yığıldı. Nihayet bilinci kapanmıştı ve hareketsiz bir şekilde duracaktı. En azından bir süre...
Fearghal'in kadim dilde verdiği emirle birlikte garip, halata benzeyen bitkiler taşların üzerinde hışırdayarak kuzeninin bedenini buldular. Sarmaşıkların bedenini sardığı kuzeni sanki bir örümceğin avı olmuş gibiydi, ayaklarından boynuna kadar sıkı bir şekilde bağlanmıştı.
"Bunun onu zapt edebileceğinden emin misin, komutan? Gücü normaldeki gibi değil..." Eamon şüpheli bir şekilde oldukça sağlam görünen bitkiyi inceliyordu.
Edric'in bilinçsiz yüzü biraz ötesindeydi, derin uykusunda gevşeyen hatlarıyla birlikte tıpkı eskisi gibi görünüyordu. Eamon ne yapacağını bilemez bir halde ofladı.
"Tam olarak emin değilim, bu yüzden önlem alacağız." Bunu dedikten sonra Illarion'a seslendi.
"Gel bakalım, genç asker. Bana ışık tutmanı istiyorum, evet tam şuraya." Yan dönmüş bir halde yatan Edric'in boynunu işaret ediyordu.
Illarion yayını bırakarak hızlıca taşların üzerine çöktü ve kendisine söyleneni yaptı. Uzattığı ellerinin arasından çıkan soğuk, sarı ışık gün ışığının bir kopyası gibiydi.
"Ne yapıyorsunuz, efendim?" Çaylak merakla sormuştu. Bu sefer sorusunun cevabını Eamon da merak ediyordu.
"Uyanmaması ya da en azından zayıf bir halde uyanması ve bize sorun çıkarmaması için onu zehirliyorum." Bunu dedikten sonra Fearghal bir iğneyi andıran bir dikeni Edric'i sarmalayan bitkinin üzerinden çekip alarak boynunun açıkta kalan bir kısmında belirli bir noktaya sapladı.
"Zehir mi? Bu ona zarar-" Eamon endişelenmiş olsa da Fearghal ayaklanırken ona sert bir bakış fırlatarak sözünü kesmişti.
"Ne olursa olsun şu anki halinden kötü olmayacak. Şimdi buradan bir an önce çıkmamız gerek." Eh, sorusunu ağzına tıkmış olsa da haksız sayılmazdı.
Illarion kaşlarını çatıp bir an dalgın dalgın baktıktan sonra hızla ayaklandı ve teker teker hücrelere bakmaya koyuldu. Her hücrenin önünde durarak büyüsüyle hücrenin içini aydınlatıyor ve umutsuzca kardeşini arıyordu.
Hızlanan solukları ve koşturan adımlarının yankıları zindanın kasvetli sessizliğini bozuyordu.
Adımları aniden bir hücrenin önünde bıçak gibi kesildiğinde Eamon genç feyin yanına giderek ne olduğunu anlamaya çalıştı.
Ah. Hücre boştu ancak zemindeki kurumuş siyah-kırmızı kan kalıntılarından gelen kokuda Illarion'un kokusunu andıran bir şeyler vardı. Eamon, Collin'in kokusunu tanımıştı.
Elini kederli savaşçının omzuna koyarak "Üzgünüm, Illarion." diyebildi. Vakur bir şekilde gözlerine dizilen yaşları gizlemek için başını çeviren genç feye bakınca Eamon başka da söyleyebilecek bir şey bulamadı.
Collin belli ki ölmüştü.
Elamire, Dük'ün öz kızıydı ancak Eamon artık bunun onun için bir şey ifade edip etmediğinden emin değildi. Bu yüzden tanıdık başka bir koku alabilmek için Collin ve Edric'inkilere yakın olan hücreleri dolaşmaya başladı.
Çok uzun zamandır şatodan uzaktaydı ve Elamire'le daha önce hiç karşılaşmamıştı ancak koku hafızası eskiyen bir şey değildi. Kısa bir süre sonra Edric'inkinin yan tarafındaki bir hücreden aşina olduğu bir kokunun hayaletini duydu.
Her fey ebeveynlerinin özlerinden bir parça taşırdı, bu yüzden ebeveynlerinin kokularının onlarınkinde hissedilmesi şaşırtıcı değildi. Dük Andohir'in kokusu da kızının narin kokusunun arasında rahatça seçilebiliyordu.
Eamon hücrenin zeminine yayılmış ve sürükleme izleriyle şekillenmiş kan birikintisinden kalanlara bakarken ürperdiğini hissetti. Ürpertisi önce paniğe, sonra da bu boğucu yerden çıkıp Morrigan'ın yanına gitme isteğine dönüştü.
Bilinçsiz bir şekilde yatan Edric'i kaldırıp omzuna atarken gerektiği kadar zorlanmamıştı. Kuzeni haftalardır burada tutulmaktan kilo kaybetmiş olmalıydı, buna rağmen ona her ne yaptılarsa uyanırsa sorun yaratabilecek bir güçteydi.
Zamanlamaları iyiydi, ancak yine de yeterince iyi değildi. Zindanlara inen sağlamlaştırılmış kapının ardından bazı sesler geliyordu.
"Ups, ziyaretçilerimiz var. Gitsek iyi olur." Fearghal hesap yaparken başını yana doğru eğmişti. "Birkaç dakikaya burada olurlar."
Eamon başını sallamakla yetindi, duvarda biraz önce açtıkları gediğe girmeden önce dönüp Illarion'a baktı, hala Collin'in hücresinin önünde dikiliyordu.
"Hadi, dostum. Gitmemiz gerek." Genç savaşçı aniden büyümüş, hatta yaşlanmıştı sanki. İlk defa bir çaylak gibi görünmüyordu Eamon'ın gözüne.
Illarion hiçbir şey demeden gediğe doğru koştu, bir an için önünde durup buruk bir gülümsemeyle ona başını salladıktan sonra tünele atladı.
Zindanlara inen kalın, koyu renkli metalden yapılma kapı çığlık atarak, şangırdayan kilit sesleri eşliğinde açıldığında hepsi de o tarafa doğru döndü. Eamon hücrelerin arasındaki koridorda ilerleyerek kapıya yaklaşmadan hemen önce Edric'i Illarion'a verdi. Savaşçının boşa çıkan yayı ve sadağını alarak atışa hazırlanıp gölgelerin kucağında pusuya yattı.
Gelenler her kimse çok vakit harcamayı planlamıyordu.
Seslere bakarak üç kişi olduklarını tahmin etmişti ve tahmini doğruydu da. Ancak Eamon o üç kişiden birinin Alvaro olacağını bin yıl da geçse tahmin edemezdi.
Hala merdivenleri inmekte olan Alvaro'nun çökmüş yüz hatlarına, kızıl kanının hala parıldadığı taze yaralarına ve iki kolunu gevşekçe kavrayan askerleri gördükten sonra pek de düşünmedi.
Zindanın loş ışığından uzak olan duvarın gölgesindeydiler, merdivenleri inmekte olan askerlerin onları fark etmeleri için henüz birkaç saniyeleri vardı.
Göz açıp kapatıncaya kadar ardı ardına yaptığı atışların ikisi de hedeflerini buldular. İki iri yarı beden bez bebekler gibi yığılarak basamaklarda yuvarlanırlarken tatsız çatırtılar duyuldu.
Alvaro şaşkın gözlerle okların geldiği gölgeye bakarken Eamon birkaç adım atarak öne çıktı. Onun da burada olacağını hiç düşünmemişti.
"S-seni yeniden gördüğüme bu kadar sevineceğimi hiç düşünmezdim, Eamon. Tanrım..." Genç prensin sesiyle birlikte tüm bedeni titriyordu.
"Uzun zaman oldu, Alvaro. Yürüyebilecek misin? Buradan hemen çıkmamız gerek." Daha fazla oyalanma lüksleri yoktu.
Eamon hala merdivenlerde şaşkın bir halde dikilen prensi şöyle bir inceledi: kırık bir burun, yüzündeki birkaç açık yara, tuhaf açılarla bükülmüş birkaç parmak dışında gömleğinin karın kısmında da bir delikten kan sızılıyordu.
Eh, en azından tek parçaydı ve Edric gibi kendisini puslu bir karanlığın içinde kaybetmemişti.
"Evet, evet yürüyebilirim. Ama... Edric! Onun nesi var, iyi mi? Neden öylece yatıyor?" Sesi endişeyle tizleşip yükselmişti, göründüğünden daha çevik bir şekilde basamakları indi ve tökezleyerek kuzeninin yanına koşturdu.
Edric'i taşıyan Illarion'un yanına geldiğinde dengesini kaybeder gibi oldu. Eamon dikkatle baktığında kirden matlaşan sarı saçlarının arasından boynuna doğru sızılan kanı fark etti ve prensin kolunu yakalayarak ayakta kalmasını sağladı.
"O iyi, sadece uyuyor. Nedenini sonra anlatırım, şimdi Morrigan'ın ve diğerlerinin yanına gitmemiz gerek." Sesinde endişe tonları vardı.
"Morrigan burada mı? Ah..." Morrigan'ın adını duyduğunda Alvaro'nun yeşil gözleri Eamon'ın anlayamadığı bir sebeple, ilginç bir ifadeyle uzaklara dalarak irileşti.
Başını sallamakla yetindikten sonra Edric'i taşıyan Illarion'un ve Alvaro'nun arasından geçerek tünele atladı ve onlara da gelmeleri için işaret etti.
Elini uzatarak Alvaro'nun kolunu kavradı ve onu da tünele çekti. Eamon onun ne kadar süre ayakta kalabileceğinden emin olamıyordu, bu yüzden kolunu bırakmadı.
Illarion da omzundaki prensle birlikte dikkatlice tünele girdikten sonra "Haydi, komutan!" diye seslendi.
Fearghal tünellere inen gediğe adımını attıktan sonra bir elini sallayarak onları kovaladı ve "Gidin, hemen arkanızdayım!" diyerek bir yandan da arkalarından gelecek olan olursa diye giriş deliğini toprak, taş ve bitki parçalarından oluşan bir duvarla örmeye başladı.
Eamon yanındaki Alvaro ve ardındaki Illarion'la birlikte koşturarak ilerlerken bir yandan da Alvaro'nun duvarlara çarpmadan ilerleyebilmesi için uğraşıyordu. Dar, taşlarla döşenmiş duvarların ve prensin sarsak adımlarının bu konuda yardımcı oldukları pek de söylenemezdi.
Fearghal'in adımlarını arkalarında duyana kadar Eamon hiç durmadan koşmuş ve nihayet gelirken Myr grubuyla karşılaştıkları galeriyi geçmişti.
Gelirken geçtikleri her dönemeci ve yol ayrımını zihnine kazımıştı, kadim komutanın yönlendirmesine ihtiyaç duymadan devam ediyordu.
Illarion'un omzundan baygın halde sarkan Edric neyse ki hala uyuyordu. Dakikalar geçiyor ve loş tünellerde ardı ardına dönüşler yaparak koşuyorlardı. Kuzeni onu dışarı çıkarmalarından önce uyanmamalıydı...
Şatonun bodrumundaki mahzene uzanan son uzun tünele geldiklerinde büyük bir gümbürtü koptu. Anlaşılan Dük veya askerler çoktan şatoya girmek için mahzeni kullandıklarını anlamış ve oraya doluşmuşlardı.
Eamon galiz bir küfür savurarak Illarion'a döndü. Genç asker savaşmaya hazır gibi gözükse de yüzü kederle çarpılmıştı, dikkati ve takatinin pamuk ipliğine bağlı olduğunu tek bakışta görebilmek mümkündü. Dahası omzundaki Edric'i bırakıp silah kuşanamazdı. Alvaro'nun ise savaşmak konusunda pek başarılı olduğu söylenemezdi.
Fearghal birkaç dakikaya kadar burada olacaktı ancak mahzendeki girişi fark eden yaratıklar çoktan tünele doluşmaya başlamışlardı bile. Arkalarında da geri çekilebilecekleri güvenli bir yer yoktu.
Onları püskürtmekten başka seçenekleri yoktu ve bunu kendisi yapmak zorundaydı.
Eamon bir an için durdu ve Edric'i kontrol etti. Kuzeninin alnından süzülen boncuk boncuk terler Illarion'un gömleğini ve tenini ıslatmıştı ama bunun dışında prens fena görünmüyordu.
"Illarion, Edric'i koru ve arkamda dur. Alvaro, sen de aynı şekilde. Ben bizi buradan çıkaracağım." İki genç feye bunları söyledikten sonra içinde hapis kalmaktan bunalan büyüsüne uzanarak o tanıdık, bir zırhın parçasıymış gibi görünen alevden kalkanını ortaya çıkardı.
Gösterişli kalkan sağ kolunda asılı bir şekilde tünelin güven vermeyen loş atmosferini aydınlatırken Eamon yaratıklara ve aralarına karışmış siyah üniformalı askerlere doğru döndü. Tünelin sonunda, mahzenin içine doluşmuş bir halde onların kendilerine gelmesini bekliyorlardı. Aç hayvanların sabırla kurbanlarını beklemek için pusuya yatmalarını izlemek gibiydi.
Eamon uzun tünelin taş zeminini büyük bir gürültüyle döven bir halde koşmaya başladı. Kılıcını çekmemişti, hançerleri de hala belindeydi. Tam üstlerine doğru koşarken gözlerinde beliren tereddüdü zevkle izledi.
Tünelin sonuna ulaşıp mahzenin girişine geldiğinde tam önünde duran ve ona saldırmaya çalışan birkaç yaratığa doğru kükredi ve kalkanını onları karşı duvara fırlatacak bir kuvvetle savurdu. Alevden kalkana değen bedenleri tutuşurken tiz ciyaklamaları Eamon'ın hassas kulaklarının acımasına sebep oldu.
Bu darbeyle Eamon mahzene girmişti ve üzerine çullanmak için bekleyen asker ve Myrlerin birçoğu aynı anda saldırmaya çalışıyorlardı.
Eamon tam kalkanını kaldırmış yeniden saldırmaya hazırlanıyordu ki saniyenin küçük bir kısmında görmeyi hiç beklemediği bir şey gözüne takıldı.
Bir kaknüs kuşu, parlak alevler eşliğinde Eamon'ın mühürlediği mahzen kapısını kül ederek mahzene daldı. Köhne mahzenin içerisinde öyle hayranlık verici bir şekilde parıldıyor, öyle ahenkle süzülüyordu ki bir an için düşman askerleri ve yaratıklar bile bakakalmıştı.
Göz alıcı kuşun rengarenk tüyleri, kırmızı ve turuncu alevlerle parıldıyordu. Eamon hayretle bu yeni dostunun neden burada olduğunu anlamaya çalışarak onu izlerken bu parıltının gitgide güçlendiğini fark etti. Kuş sanki alev almış yanıyordu.
Fearghal nihayet onlara yetişmişti. Mahzenin girişinin hemen gerisinden "O bir kaknüs kuşu mu gerçekten? Kim için burada?" diye seslendi.
Eamon kalkanını söndürerek silahlarını indirdi. Tavana yakın bir şekilde salınan kuşa bakarken gülümseyerek cevap verdi.
"Bizim için."
Kaknüs kuşu bir anda bir alev topuna dönüşüp büyüdü, büyüdü. Ta ki mahzenin dört duvarı arasını tamamen doldurana kadar genişlerken yaratıklar ve askerler ciyaklamaya, çığlıklar atmaya başladı.
Devasa alev topu mahzenin içinde patlayarak onlar için yeryüzünde cehennemin kapılarını araladı.
Göz alıcı renklerle aniden parlayan alevler mahzeni doldurarak bir an için hepsini kör etti. Mahzenin avluya bakan duvarı toz bulutu oluşturarak patlarken içeriye gün ışığı ve Riona'nın sisi dolmaya başladı.
Yanık bedenlerin iç bulandıran kokusu karşısında birkaç adım arkasındaki Illarion ve Alvaro'dan iniltiye benzeyen sesler geldi. Eamon ise onların aksine bu kokuya alışıktı.
Taştan duvarlara çarpan yaratık ve askerlerin çeşitli uzuvlarından akan kan, ısınan taş zemine damlayarak cızırtılar eşliğinde buharlaşıyorlardı.
Nihayet büyü patlaması son bulduğunda Eamon kılıcını çekerek çıkışa doğru baktı. Havada süzülen bir kıvılcım büyüyüp şekillenerek yeniden kuş formunu aldı. Parlak, rengarenk tüyler yeniden uzadı ve kanatlar halinde havada süzülmeye başladı.
Kaknüs kuşu, Eamon'a dönüp gözlerinin içine şöyle bir baktıktan sonra iki notalık hoş bir melodiyle öterek ufuk çizgisinin sonsuzluğunda kayboldu.
Eamon yanağından süzülen bir damla teri silerken arkasını döndü. Fearghal ve omzunda Edric'i taşıyan Illarion sırıtarak kuşun arkasından bakıyorlardı. Alvaro ise ağzı açık bir halde ona bakmayı sürdürüyordu.
Kuzenini Illarion'un kollarından alıp yeniden omzuna attıktan sonra artık orada olmayan avlu tarafındaki duvara ve güneş ışığına doğru ilerledi.
Fearghal elini şöyle bir sallayınca yıkılan duvarı oluşturan taşlar tok seslerle bir araya gelerek derme çatma da olsa bir merdiven halini aldı.
Eamon artık boğucu bir sıcaklıkta olan mahzenden dışarı kendini atarken "Senin kadar işlevsel biriyle ilk kez karşılaşıyorum, komutan. Herkesin yanında olmasını isteyeceği birisin." diyerek güldü.
Hemen arkasından gelen Fearghal buna merdivenin bir basamağındaki taşla oynayıp tökezlemesine sebep olarak karşılık verdi. Çıkarken hala bir çocuk gibi kıkırdıyordu.
Eamon artık adımlarına dikkat ederek yürürken bu komutanın Odhran'a pek de benzemediğini düşündü. İyi arkadaş olmalarına şaşırmamıştı.
Avludaki sis yüzünden mahzenin karanlığından kurtulmuş olsa da Eamon bir adım ötesi de dahil hiçbir şey göremiyordu. Ne var ki sisi yarıp üzerine gelen Myr'e bakılırsa onlar için bu durum artık geçerli değildi.
Eh, patlamanın pek yardımı olmamıştı ancak artık önemli sayılmazdı.
Elindeki kılıçla yaratığı ikiye biçerken Fearghal'e ve Illarion'a seslendi, göremese de hala yakında olduklarını biliyordu.
"Eamon! Prensi bize bırak, Şato arazisinden çıkarak Morrigan'ın Envy'i gönderdiği yere gideceğiz. Sen de diğerlerinin yanına git ve onlara haber ver." Komutanın nerede olduğunu göremiyordu ancak havada şaklayan kırbacını duyabiliyordu.
Göremediği bir başka yaratık ya da askerin ok atışından son anda kaçarken ok başının baldırında açtığı kesiği hissederek dişlerini sıktı. "Tamam, burada artık işimiz kalmadı. Biz de çok geçmeden sizi takip edeceğiz!"
Bunları söyledikten sonra çevresinde alevden bir kalkan oluşturdu. Hem kendisiyle Edric'i koruyor hem de komutanın ve iki genç feyin onları bulabilmesi için işaret veriyordu.
Kalkanına doğru koşup alevlere yapışan ve nihayetinde de küle dönüşen bir Myr karşısında kendi kendine güldü. Gösterdikleri tüm o tedirgin edici ilerlemeye karşın hala gelişmemiş yaratıklardı işte.
Birkaç saniye sonra şeffaf, kızıl kalkanın ardında Fearghal'i, ona yapışan Alvaro'yu ve Illarion'u gördüğünde büyüsünü genişleterek onları da korumasına aldı ve yeniden Edric'i Illarion'un korumasına teslim etti.
"Ona iyi bak ve dikkatli ol, çaylak." Illarion başını sallayarak onaylayınca Fearghal'e döndü. "Size katılmamız fazla uzun sürmez sanıyorum ama Dük'ün onun yokluğunu fark etmemesi gerek." Solgun yüzünden ter damlaları süzülen ve bilinçsizliğin derinliklerinde olan kuzenine bakıyordu. "O yüzden olabildiğince iyi gizlenmelisiniz. Eğer yer değiştirmeniz gerekirse..."
Fearghal anlayışlı bir ifadeyle ona bakarak omzuna vurdu. Kalkanın dışında askerler ve Myrler birikmeye başlasa da hiçbirinin umurunda değildi.
"Bana bunları söylemene gerek yok, biliyorsun ya." Gri gözlerinde birçok şey olsa da kibir onlardan biri değildi. "Ona iyi bakacağım ve gerekeni yapacağım. Şimdi prensesine git, komutan."
Ona bakıp sırıttıktan sonra Fearghal, bir eliyle Alvaroyu desteklerken diğer eline kılıcını aldı ve Illarion'un yanında durdu. Üçü de Eamon'ın kalkanı indirip gitmelerine izin vermesi için bekliyorlardı.
Kalkan, yansıyan alevler halinde yakınındaki düşman birliklerini tutuşturup çığlıklara ve kaçışmalara sebep olarak kayboldu. Bu sayede koşarak avluyu terk edecekleri girişe doğru ilerleyen Fearghal, Alvaro ve Illarion rahatça uzaklaşabilmişlerdi.
Eamon daha fazla bekleyemeden Morrigan'ın -ve diğerlerinin- onu bekledikleri yöne doğru koşarak kalın sis tabakasının içine daldı.
Koşarken gördüğü soğuk, mehtabın rengini taşıyan büyü patlamaları karşısında bir an önce ona, prensesine ulaşabilmek için daha da hızlandı.
-------------------------------------------
Bölümün ikinci kısmında görüşmek üzeree (birazdan geliyor) <3 Satır aralarına yorum ve eleştirilerinizi bırakırsanız beni mutlu edersiniz, bu cümleye de olur gerçi djkfgjdb ^^
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 7.17k Okunma |
727 Oy |
0 Takip |
51 Bölümlü Kitap |