41. Bölüm

KAÇIŞ VE BEDEL (Kısım II)

Merve Gündoğmuş
mervegndgms

Yeniden merhaba ^^

Görsel: Morrigan

Morrigan baldırında keskin, sızlamayı andıran bir acı hissedene kadar işler onlar için aslında hiç de fena gitmiyordu.

Bir kesiği andıran bu acı ilk anda güçlü olsa da hızla zayıflayıp hayalet bir ağrıya dönüşmüştü. Morrigan derin, sıkıntılı bir nefes aldı. Endişe kanına karışarak bedeninde akıp giderken terleyen avcundan kaymaması için kılıcının kabzasını daha da sıkı kavradı.

Eamon her nasıl olduysa bir şekilde tekrar yaralanmış olmalıydı. Prens ve diğerleri karanlık tünellere adım attıktan bir süre sonra Morrigan, görünmez darbelerin bedenine birer birer inişiyle iki büklüm olmuş, nefes alamamıştı. Sanki karşılık veremeden birinin amansız yumruklarının hedefi oluyormuşçasına acıyı yüzünde, karnında ve diğer birçok yerinde hissederken dişlerini sıkıp Odhran'a yaslanarak bitmesini beklemişti.

Eamon'a ve içeridekilere her ne oluyorsa yapabileceği hiçbir şey yoktu. Ciğerlerine kesik kesik doldurabildiği havayı çaresizce dua etmek için kullanarak toparlanıp savaşmaya devam etmişti.

Elbette şimdi az önce nefesini kesen darbelerin etkisi gibi hafifleyen sızıyı hissederken prensin ciddi bir şeyi olmadığını biliyordu. Ancak yine de içeride her şeyin yolunda olup olmadığını deli gibi merak ediyordu. O veya diğerleri nasıldı acaba? Bilemiyordu, bilemezdi de.

Cevabını bilemediği bu sorular beynini istila ederken dört bir yanı da çirkin, yumrulu yaratıklar ve uzak bir diyardan bu dünyayı izliyormuş gibi bakan askerler tarafından sarılmıştı.

Kılıcını kınına soktuktan sonra belindeki kemerde duran hançerleri çekti ve hiç duraksamadan çevresindeki keşmekeşin içine daldı.

Odhran söz verdiği gibi bir an bile yanından ayrılmamıştı, görüş mesafesi o kadar kısaydı ki biraz bile uzaklaşsalar birbirlerini kaybetmeleri işten değildi. Bu yüzden ikisi de birbirlerine olabildiğince yakın duruyorlardı. Morrigan bazen sırtını dayadığı komutanın güçlü, yılmaz kaslarının hareketlerinin o kendine has ritmine eşlik etmeye başladığını hissediyordu.

Üzerine çullanmayı deneyen irikıyım bir askerin kılıcını birbirine kenetlediği hançerleriyle engellerken büyüsüyle de devasa erkeğin göğsünü hedef aldı. Parlak alevler askerin göğsünde şiddetle patlayıp onu sisin içine fırlatırken uzaklaştırmayı başardığı bedenden siyah bir buhar çıkmıştı.

"Hançerlerin güzelmiş, genç prenses." Odhran'ın çelik bıçaklarından iki tanesi havada vızıldayarak hedeflerini buldu.

Morrigan ister istemez gülümseyerek "Hoş bir hediye." Demekle yetindi. Gerçekten de hoş silahlardı, savaşçı prensi tarafından kendisine verildiklerinden beri bir an olsun yanından ayırmamıştı.

Çaprazlama birleştirdiği kollarını açmasıyla karşısındaki Myr'in boğazı bir kulağından diğerine olacak şekilde yarıldı. Islak hırıltılar çıkaran yaratık tökezleyerek devrildi.

"Bir komutanın birine silah hediye etmesinin anlamını bilir misin, dostumun kanı?" Odhran'ın bulunduğu tarafta ardı ardına devrilen cesetlerin yumuşak patırtıları geldi.

"Bir anlamı mı var, güzel bir jest olması dışında yani?" Varsa bile Morrigan'ın bundan kesinlikle haberi yoktu.

Düşen ki ceset ve vızıldayan onlarca metalin daha sesleri esen kuvvetli rüzgarla kulağına taşındı.

"Bir komutanın yaşamının neredeyse tamamını savaşlar, kavgalar ve antrenmanlar oluşturur." Odhran bir an durdu ve bu boşlukta Morrigan hançerlerine taşıdığı büyüsüyle bir askeri daha püskürttü.

"Düşününce, silahı artık onun bir uzvu gibidir. Daima yanındadır ve onunla var olup savaşır. Ve eğer bir komutan birine silahlarından birini vermişse..." Oyunbaz ve bilinçli bir sessizlikti şimdiki.

"...ruhunu ve kendisinden bir parçayı da vermiş demektir." Morrigan bu cümleyi kafasında evirip çevirirken ve ona hissettirdiği hoş, sıcak hisle sarhoş olurken elindeki hançerlere baktı. Siyah çelik bıçaklar kanla kaplı olsa da üstlerinde bir çizik bile yoktu.

Birkaç uzun saniye boyunca askerler ve Myrler onları rahat bıraktı. Sisin içerisinden diğer yaratık ve askerlerin, Riona ve birliğinin sesleri gelmeye devam ediyordu. Birkaç adım atarak onlara doğru ilerlediler.

"Peki başka ne anlama gelir biliyor musun?" Odhran'a bakmasa ve yüzünü göremese de Morrigan sesinden bile yaşlı komutanın gülümsediğini anlayabiliyordu.

"Hayır ama merak etmediğimi kesinlikle söyleyemem, komutan." Gerçekten de öyleydi. Odhran, Eamon'ı kendisinden çok daha iyi tanıyordu. Morrigan yaşlı feyin aklından geçenleri merak ediyor, gitgide daha fazlasını öğrenmek istiyordu.

Odhran keyifle gülerken havada vızıldayan metaller çevrelerinde dönüyor ve sisin içerisinde ara ara onları bulan düşmanlarına saplanıyordu. "Kibirli, her daim yönetmeye alışkın olan bir liderin 'Seni eşitim olarak görüyorum ve saygı duyuyorum.' demesinin de eski bir yoludur bu."

Sevgi ve saygı... Kısa bir an için annesinin sesi Morrigan'ın kulaklarında çınladı. Saygı, sevginin dostudur demişti. Bu ikisi anlamlarını en güzel beraberken bulurlar, Morrigan. Sen de bir gün sana bunların ikisini birden verecek birini bulacak ve mutlu olacaksın.

Ve Eamon ona her ikisini de vermişti.

Tam bir cevap verecekti ki aniden Odhran'ın ne yapmaya çalıştığını fark ederek kendi kendine güldü.

"İnsanın odağını nasıl kaydırabileceğinizi çok iyi biliyorsunuz doğrusu, lordum." Komutan dikkatini Şato'dakilerden kısa bir süre de olsa uzaklaştırmayı başarmıştı gerçekten de.

"Eh, açıkçası her an içeriye dalacakmış gibi bir halin var, kızım. Elimden geleni yapıyorum diyelim."

Esasen Odhran hiç de haksız sayılmazdı. Eğer savaşlar, baskınlar ve düşman hakkında çok daha bilgili olan bunca komutanla baştan konuşup yapması gerekeni yapacağına dair söz vermiş olmasa, Morrigan bir an bile beklemeden kendisini tünellere atardı.

Bulundukları bölgeden uzaklaştıkları için henüz yaratıklar yerlerini keşfedememişlerdi. Ancak az sonra duydukları koşar adım ayak sesleri bu durum değişmek üzere olduğunu haber verir gibiydi.

Morrigan hançerlerini kavramış bir halde savunma pozisyonunda beklerken sesin geldiği yöne doğru döndüğünde Eamon'la burun buruna geldi.

"Eamon! Tanrıya şükür, iyi misin? Yaralandığını hissettim... Neden teksin, yoksa-" Bir yandan bir alışkanlık olarak prensin üzerindeki kan lekelerinin ardında herhangi bir yarası var mı diye bakarken bir yandan da nefes almadan zihnini kemiren soruları sormaya koyulmuştu. Titreyen sesi kendisine bile yabancı geliyordu şimdi.

Şatoya gelirken sık sık kendisini en kötü ihtimallere karşı hazırlamayı denese de başarılı olmadığı aşikardı, Morrigan prensten duyabileceklerinden çok korkuyordu.

Eamon ona gergin bir şekilde gülümsediğinde bu his daha da beter olmuştu. Kalp atışlarının kulaklarındaki gümbürtüsü Morrigan'ın asabını bozuyordu.

"Ben iyiyim, merak etme. Diğerlerine Envy'nin yanına gitmelerini ve bizim de arkalarından geleceğimizi söyledim. Sen iyi misin peki?" Prensin sesinde her zamankinden farklı, gergin bir şey vardı ancak Morrigan ne olduğunu anlayamamıştı.

Yine de Edric'e bir şey olsaydı Eamon bu kadar sakin kalamazdı, bundan emindi. Bu yüzden Morrigan büyük bir ferahlamayla göğsünün üzerinden adeta devasa bir yükün kalktığını hissetti. Derin bir nefes alırken endişe ve korkularının yerine dolduruyormuşçasına havayı içine çekti.

Biraz önceye kadar sadece ellerinde olan titreme bedeninin tamamına yayılmıştı.

Rahatlama hissi o kadar yoğun ve karşı konulamaz bir şekilde güzeldi ki, yanağından süzülen bir damla yaşla birlikte şükrederek başını Eamon'ın göğsüne gömdü. Hala hançerlerini kavrayan ellerini beline dolayarak bedenini onun asla yıkılmazmış gibi görünen bedenine yasladı. Bir an için gücü çekilmişti ve ayakta kalmak için onun desteğini ve kuvvetini hissetmeye ihtiyacı vardı.

Kanın, rutubetin ve prensin gömleğini ıslatan terin keskin kokusuna rağmen burnuna dolan kokusu, Morrigan'ın zihnini yatıştırıyordu.

Bir süre o kendisine dünyanın en güvenli yeri gibi gelen kucakta kaldıktan sonra geri çekilerek Eamon'a baktı. Yüzünü ve kıyafetlerini boyayan ve savaş boyasına benzeyen siyah ve kırmızı kan, gergin ifadesiyle birleşince ona vahşi ve tekinsiz bir hava katmıştı.

"Artık iyiyim, evet. Odhran beni hiç yalnız bırakmadı ve Riona sayesinde kimse önünü görüp de bir başkasını bulamıyor." Gerçekten de sis tabakası o kadar kalınlaşmıştı ki güneş ışınları bile solmuş gibiydi.

"Ben de iyiyim evlat, sorduğun için sağol." Odhran yüzünü ekşitse de sesindeki o gizli gerilimin Eamon'ı görünce kaybolduğu aşikardı.

Eamon sis tabakasının ardından kılıcını onlara doğru savurarak atılan bir Myr görmüştü. Morrigan'ı belinden tutarak yana çekti ve yaratığın koluna indirdiği bir darbeyle kılıcını bırakmasını sağladı. Bir saniye sonra kendi kılıcıyla biçtiği Myrden kalan parçalar yere döküldü.

"O halde Riona ve diğerlerine haber verelim. Daha fazla bu yerde durmak istemiyorum." Morrigan bir an için durup ona baktığında prensin diken üstünde göründüğünü fark etti. Ama nedenini konuşacak vakitleri yoktu.

Odhran ve Morrigan bir şey söylemeye gerek duymadan onu takip etmeye başlamışlardı bile. Morrigan sisin içerisinde dans eder gibi görünen bedenlere baksa da savaşın durumunu kestiremeyecek kadar kör olmuştu. Dakikalar sonra yeniden Şato'nun girişindeki avluya gelmişlerdi bile.

Eamon hızlıca bir yandan savaşmakla ve bir yandan da hepsini kör etmekle meşgul olan Riona'yı buldu ve koşarak yanına gitti. Rüzgar öfkeli bir hayalet gibi alanı turlarken prensin durumu açıklayan kısa, net sözcüklerini de Morrigan'ın kulaklarına taşıdı.

"...artık gidebiliriz. Askerleri topla, geri çekilirken dikkatli olmalıyız."

"Tamam, Morrigan ve siz..." Riona da karşılığında bazı direktifler veriyordu.

Morrigan şimdi bağırarak askerlere savunma pozisyonunda toparlanıp geri çekilmelerini emreden prensesi daha net görür olmuştu. Onun da üstü başı koyu renkli kanla kaplanmış, gece gibi kopkoyu saçları kaşları çatık yüzüne yapışmıştı. Kendisi onu izlerken prenses elindeki kılıcıyla kendisine yaklaşmakta olan bir askeri büyük bir güç ve nefretle ikiye böldü.

Morrigan şimdi aceleci, sabırsız adımlarla kendisine doğru yürüyen Eamon'ı daha iyi görebiliyordu. Bu yüzden o adımların yavaşlamasını ve sonrasında da durmasını da gayet net bir şekilde fark edebilmişti.

Prensi durduran ve dehşetin sindiği bir ifadeyle Dük'e bakmasına neden olan şeyin ne olduğunu ilk anda kimse anlayamamıştı. Hepsinin de tek dikkatini çeken kızıl bir parıltıydı. Bir şimşeğin çakması misali bir an için görünüp kaybolan kızıllığın nereden geldiğini de ilk anlayan Eamon olmuş ve bu yüzden duraklamıştı.

Bir saniye sonra yanında biten Odhran'ın yüz ifadesi bile çelik gibi sert olsa da ufak bir korku barındırıyordu. Kadim komutanın gözleri geçmişle şimdi arasında gibi odaksızdı, dudaklarından dökülen eski küfür ise hiç kibar değildi.

"Bir yere mi gidiyordunuz, prens?" Dük birer birer merdivenleri inerken koyu yeşil pelerini basamakları süpürüyordu.

O garip, kızıl yansımanın kaynağı Dük'ün gözleriydi. Soluk yeşil gözlerinin merkezlerinde sanki iki kor yanıyordu. Teni sağlıksız, garip bir gri renkteydi ve hafifçe şeffaflaşmıştı şimdi. Her nasıl oluyorsa biraz öncekinden daha zayıf ama daha tehlikeli duruyordu ve Morrigan, prensi durduranın bu görüntü olduğunu anlamıştı.

"Üzülerek misafirperverliğinizden memnun kalmadığımızı söyleyeceğim. Bu yüzden evet, gideceğiz. Şimdilik." Eamon'ın gerildiğini hissedebiliyordu. Prens bir yandan da hala ona doğru ilerlemekte olan Dük'le arasındaki güvenli mesafeyi korumaya çalışıyor, doğal görünen adımlarla kendisinin ve Odhran'ın yanına geri çekiliyordu.

Dük adeta zehirli bir gülümsemeyle gülümsediğinde keskin, sivri dişleri ortaya çıktı. Artık ne feye, ne de insana benziyordu...

"Ya, öyle mi? Bunu duyduğuma üzüldüm doğrusu, oysa ben Şato'nun aşağı katlarında oldukça eğlendiğinizi düşünüyordum. Yanılıyor muyum, komutan?" Son kısmı Odhran'a bakarak söylemişti.

Dük'ün buna karşılık aldığı cevap tehditkâr bir hırlama oldu.

Morrigan'ın damarlarında dolaşan kanın soğuyup üşümesine neden olduğunu hissetti. Amcası planlarının ne olduğunu, ne yaptıklarını çoktan biliyordu ve buna izin vermişti. Morrigan bunun sebebini bilmek isteyip istemeyeceklerinden emin olamıyordu. Avuçları terlemeye başlamıştı ve içinden bir ses buradan derhal gitmeleri gerektiğini söylüyordu.

"Eh, pekâlâ... Lafı daha fazla uzatmayacağım, sevgili yeğenim. Yarın güneş tam tepedeyken Taç Büyüsü'nü yapacağım ve sen de bana yardım edeceksin, Edric'in aksine." Bunu söylerken nihayet merdivenleri inmeyi bitirmişti.

Morrigan bir an bile düşünmeden çenesini dikleştirerek ona baktı, Eamon kendisi ve Dük'ün arasında duruyordu.

"Seni bunu yapacağıma inandıran nedir, amca? Hele abimi ikna edemediğini öğrenmişken..." Edric onca yaşadığı şeye ve bu yerde geçen uzun haftalara rağmen direnmeyi başarmıştı.

Dük kuru bir kahkaha attı, kızıl-yeşil gözleri keyifle kısılmıştı.

"Prensin henüz sana onun ne halde olduğundan bahsetmemiş... Ah, ne dokunaklı ama! Haydi, söyle ona Eamon."

Eamon gerilmişti, Morrigan sırt kaslarının nasıl kasıldığını oradan bile görebiliyordu.

Evet, kesinlikle bir terslik vardı.

Prens öfkeli ve kederli bakışlarını omzunun üzerinden arkaya, ona doğru çevirdi.

"Bir şekilde onu kontrolü altına almış. Oraya gittiğimizde Edric beni ya da Illarion'u tanımadı ve bize saldırdı."

O anda Morrigan'ın zihninden olabileceklere dair yüzlerce, binlerce ihtimal geçiyordu ancak bu aklına bile gelmemişti. Ayaklarının altındaki zemin bir an kayar gibi olunca Dük'e belli etmeden Odhran'ın koluna tutundu.

"Dürüst olmak gerekirse bayıltabilecek kadar Edric'e yaklaşabilmeni takdir ediyorum, prens. Onu böyle çıkardılar, evet... Ama, Morrigan, bilmen gereken ufak bir şey daha var."

Çevrelerindeki tüm asker ve Myrlerin silahları onlara çevrilmişti. Kendi askerlerinin onları koruyan kalkanlarınınsa hayal meyal farkındaydı. Tek düşünebildiği, Edric'in iyi olup olmayacağıydı.

Boğazındaki yumruyu yutarken neredeyse boğuluyordu. "Nedir o?"

"Ona yaptığım büyüden sonra benim damarlarımda onun, onun damarlarında da benim kanım akıyor. Bu yüzden Edric uzun süre benden ayrı kalamaz, her gün içmesi gerekiyor." Yine o tatsız kıkırdama.

Dük, abartılı bir ifadeyle dilini dudaklarında ve keskin dişlerinde dolaştırdığında Morrigan'ın midesi bulanmaya başladı.

"Ya içmezse?" Eamon titrememesi için ellerini yumruk halinde tutuyordu. Kasılan çenesinden çıkan kelimeler tükürür gibiydi.

Dük elini umursamaz bir tavırla salladı. "Eğer içmezse, bu gece güneşin battığını son kez görecek. Elbette, büyüyü senin için bozabilirim prenses. Ancak benimle anlaşma yapmalısın, şartımı biliyorsun. Tacı ve tahtı istiyorum, bu yüzden bana taç büyüsü için yardım edeceksin." Avucunu kaldırdığında zifiri karanlık, tekinsiz bir büyü parmaklarının ucunda dans ediyordu. Büyünün yüzünün bir yanına düşürdüğü gölge dikkat çekiciydi.

"Bunu asla-" Eamon'ın cümlesi, Dük'ün avucundan çağlayıp göğsünde patlayan karanlığın saldırısıyla bölündü. Prensin bedeni birkaç metre geriye, Morrigan ve Odhran'ın durduğu yerde ayaklarının dibine fırladı.

Saldırıyı kendi bedeninde hissederken Morrigan'ın nefesi ciğerlerini terk etti. Prensin ve kendisinin kırılan, çatlayan kaburgalarının sesi alanda net bir şekilde duyulmuştu. Odhran kolunu sıkıca kavramış olmasa ayakta durması imkansızdı.

Ağzına dolan kanı toprağa tükürerek yere çöktü ve telaşla Eamon'a baktı. Prens çabucak toparlanmış, acıdan yüzü buruşsa da ayağa kalkıyordu. Kızıl kalkanı yeniden önlerinde belirmiş gün ışığı altında güven verici bir şekilde parlıyordu.

Dük tekrar elini kaldırırken Eamon yumruk yaptığı ellerini göğsünde çapraz olacak şekilde birleştirdi. Cayır cayır yanan alevlerin ruhundan oluşan büyü, kolları arasında parıldayıp birikiyor ve güçleniyordu. Kükreyerek kollarını indirdiğinde devasa, kızıl bir büyü duvarı Dük'e doğru fırladı.

Morrigan dudağının kenarından sızılan kanı silerken pür dikkat amcasını izliyordu. Ancak göz göze geldiklerinde o bakışlarda ne korku görebildi ne de telaş... Yalnızca hastalıklı bir keyif vardı.

Alev duvarı üzerine gelirken Dük iki kolunu da yana doğru açarak Eamon'ın büyüsünü adeta kucakladı. Büyü göğsünde patlarken alevler parıldayarak kıvılcımlar saçtı.

Ancak hepsi bu kadardı, hiçbir şey olmamıştı. Dük, yüzünde bu farkındalıktan kaynaklanan bir sırıtışla tek kaşını kaldırmış Eamon'a bakıyordu.

"Alevzenler, Kral Feanaro'nun varisleri... Değil siz, artık gittiği yerden Kadim Kral'ın kendisi çıkıp gelse ateşi dokunamaz bana."

Bir an için Morrigan da dahil alandaki herkes öylece kalakaldı. Sanki nefes bile almıyordu kimse.

Dük yeniden kendisine dönüp gözlerinin içine baktığında Morrigan bedeninin istemsizce kaskatı kesildiğini hissetti.

"E, şimdi ne yapacaksın Gecenin Varisi? Sana böyle diyorlar, değil mi?" Ruhsuz bir şekilde kıkırdadı. "İçinde karanlık olmadan nasıl Gecenin Varisi olacaksın ki? Gerçi sende bu potansiyel var, tıpkı annen gibi..."

"Neyden bahsediyorsun sen?" Sesi şaşkınlık ve öfkeden bir fısıltı halinde çıkmıştı.

"Kara feyleri bilen, anımsayan çok az kişi var artık... Ama ben annenin de bizden biri olduğunu bilecek kadar iyi anımsıyorum. Üstelik sende de aynı şeyi hissediyorum. Sen hissetmiyor musun, farklı olduğunu? Öfkeyi, nefreti, yok etme isteğini..."

Sözcükler Morrigan'ın yüzüne inen birer tokat gibiydi. Afallamış bir halde Dük'ün ukala yüzüne bakakaldı.

İçinde yanan o ateşi, ruhunu tutuşturan öfkeyi, onu yiyip bitiren nefreti ve hislerini silaha dönüştürerek yok etme isteğini çok iyi biliyordu. Ama bunları hissetmek için haklı gerekçeleri vardı, öyle değil miydi?

Öyleydi.

Dük, her ne planlıyorsa aklını karıştırmaya çalışıyordu. Saçmalıktan başka bir şey değildi söyledikleri.

Boğazındaki hırlamayı zapt etmeye gerek duymadan konuştu.

"Ne hakkında konuştuğunu bilmiyorum, ancak sana ne yapacağımı söyleyeyim: Şimdilik buradan gideceğim ve bir gün, çok uzak olmayan bir zamanda, senin için geri döneceğim. Evimi, topraklarımı ve halkımı senin gölgenden kurtaracağım. Bu yüzden o tahtı işgal ettiğin her günü beni, bizi bekleyerek geçir." Amcasına doğru uzattığı avucunda beyaz, parlak alevler soğuk buharlar çıkararak yanıyordu. Çenesini kaldırarak o ürkütücü, tutuşan ormanları anımsatan gözlere baktı. "Bekleyişinin çok sürmeyeceğine tacım üzerine yemin ediyorum."

Bunu söyledikten sonra avucundaki alev topunu tüm gücüyle ona fırlattı.

Esasen Morrigan Feanaro'nun gerçek varisiydi ve gücü, Eamon'ınkinin ve diğer tüm alevzenlerinkinin negatifi sayılırdı. Bu yüzden ona zarar verebileceğini sanmıyordu, yine de bunu yapmak bir nebze olsun iyi hissettirmişti. Büyüsüyle birlikte öfkesini de bir nebze boşalmıştı sanki.

Dük az önceki rahat tavrıyla ellerini arkasında bağlamış, göğsü açık hedef halinde saldırıyı bekliyordu. Morrigan'ın büyüsü ona ulaşıp bedenine çarptığında soğuk ışık parıldadı ve alandakilerin üzerine yansıdı.

Ancak bu sefer Morrigan, o anda göz göze geldiği Dük'ün yüzünde önce sırıtışının soluşunu, sonra da şaşkınlık ve acıyı gördü.

Zafer dolu bir ifadeyle sırıtarak onu izliyordu.

Dük'ün koyu renkli tuniğinin göğsünde açılan delikten kızarıp kabaran tenini net bir şekilde görebiliyorlardı. Yanık kumaşın üzerinde tüten duman kıvrılarak şatonun taşlarına doğru yükselirken Morrigan keyifle gülümsedi.

Kullandığı büyü miktarına göre verdiği zarar oldukça az olsa da hiç yoktan iyiydi.

"Hm, sanırım birinin başı belada..." Eamon henüz düzelmeyen çatallı sesiyle konuşmuştu, bir yandan da tıpkı Morrigan gibi sırıtıyordu.

"Eh, bunu öğrendiğimiz iyi oldu. Her neyse, artık Edric'in ve diğerlerinin yanına gitmek istiyorum." Bunu söylemesiyle Eamon'ın alnında endişeli bir kırışıklık belirmişti. Prens bir şey söylemek için dudaklarını aralasa da sonradan vazgeçip sustu.

"N-neden ona söylemiyorsun, prens? Öldüklerini..." Dük gülmeye çalıştığında nefesi kesildi ve yeniden öksürüklere boğuldu.

Öksürürken çıkardığı ıslak sesler alanda yankılansa da Morrigan sanki suyun altındaydı, sesler ona ulaşmayı başaramıyordu.

Elamire ve Collin'i öldürmüştü. Hayır, onları katletmişti ve bundan alelade bir olaymış gibi bahsedebiliyordu. Bunun Morrigan'ın canını yakacağını biliyordu ve kendi kızının ölümünü, onun canını yakmak için kullanıyordu.

Morrigan'ın midesi dönmeye başlamıştı. Ayakları altındaki zemin sarsılıyordu sanki...

Hayır, o sarsıntı kendi içindeydi. Öfke, nefret ve sevdiklerini kaybetmenin kederi iç içe geçmiş bir deprem gibi benliğini sarsıyor, ortalığı toz ve dumana boğuyordu. Kafasının içindeki yıkımın ve çatırtıların dışarıdan nasıl duyulmadığına hayret etti.

Bedeni de ruhu gibi sarsılıyor ve titriyordu.

"Morrigan..." Eamon yumruk halindeki elini tutup parmaklarıyla yumruğunu açıp gevşetti ve ellerini kenetledi. İsmini bir uyarı maiyetinde olduğu kadar bir yakarış olarak da söylediğinin farkındaydı.

Buradan derhal gitmeleri gerekiyordu. Geriye kalan tek kişinin, Edric'in yanına gitmeli ve onu kurtarmayı denemelilerdi. Başaramazlarsa da...

Hayır, bu ihtimali düşünmeyecekti. Düşünemezdi.

"Odhran, emir..." Riona sıktığı dişlerinin arasından kelimeleri ittirmişti. Askerlerinin önünde, kalkanlar arasında elinde kılıcıyla bekliyordu.

Evet, yola koyulmalılardı. Burada yapabilecekleri hiçbir şey kalmamıştı. En azından şimdilik...

Morrigan gözlerinden süzülen yaşları silmeye çalışmadan "Geri çekilelim, Odhran. Riona'ya..." Sessiz bir hıçkırık, boğazındaki yumruyla birlikte sözünü böldü.

Odhran, Riona'ya bakarak bir kez başını salladı, ardından savaşçı prensesin sesi emirlere bürünerek alanda yankılandı.

"Demek gidiyorsun, ha? İyi... Az önce yaşananları ve bu küstahlığını bağışlayacağım, zira birkaç saat sonra yalvararak buraya geleceksin. O kibirli başını eğecek ve Edric'i yıktığım gibi yeniden kaldırmam için bana diz çökerek yakaracaksın. O zaman görüşeceğiz, prenses." Dük, başıyla kapıyı işaret ettikten sonra arkasını dönmüştü.

Babasının, asıl kralın pelerini bu manevrayla havalanarak yeniden basamaklara döküldü.

"Kimse ardınızdan gelmeyecek, şimdi gidin ve imkansızı oldurmayı deneyerek vakit kaybedin." Dük bunları da söyledikten sonra birer birer basamakları tırmanmaya başladı.

Morrigan etrafına şöyle bir baktı, askerler ve diğerleri geri çekiliyordu. Bir tek Eamon kalmıştı onunla, parmaklarını hala kendininkilere dolanmış haldeydi.

"İmkansızı olduracağım amca, izle ve gör. Taçsız bir taht hırsızı ve hain olarak ölümün benim elimden olacak. O zamana kadar, bunu gördükçe beni hatırla."

Morrigan avlunun ortasında duran mermerden oyulma, bir ağaç şeklindeki fıskiyeye döndü. Göğe yükselen mermer dalların dört bir yanından sicim gibi akan sular göz alıcı bir söğüt ağacı oluşturuyordu.

Kısa bir an sonra havuzdaki su dondu ve ağacın dallarından su yerine göz alıcı beyaz büyü akmaya başladı. Dalları büyüyle bezenen ağaç tüm görkemiyle cesetlerin dört bir yanına yayıldığı avluya ışık saçıyordu.

Morrigan hışımla dönerek avludan çıkan kapıya yöneldiğinde Eamon sessizce yanında yürüyor, baş parmağıyla elinin sırtını okşuyordu.

Atları Şato'nun kapısının dışında, biraz ileride usulca onları bekliyorlardı. Morrigan koşar adım atına gidip sırtına atlarken sabırsızlık bütün sinirlerini germişti. Midesi bulanıyor, avuçları terliyordu.

Bir an önce Edric'i görmek istiyordu.

"Hey, beni de bekleyin!" Arkalarında kalan Şato kapısından gelmekte olan Envy'nin sesini hayal ediyor olmalıydı.

Arkasına döndüğünde o sesin hiç de hayal olmadığını fark etti. Envy büyük bir hızla Şatonun avlusuna giden kapıdan dışarı fırlamış onlara doğru koşuyordu. Düğmelerini iliklediği ceketinin içindeki şişkinliği tutarak koşmasını sürdürdü, yanlarına geldiğinde nefes nefeseydi.

"Ah, y-yetişemeyeceğimi sandım! İşte buradasınız..." Nefesini düzenlemeye çalışırken suratını buruşturdu. Bir yandan kaçamak, mahcup bakışlarla Morrigan'a bakıyordu.

Morrigan hızla atından atlayarak onun yanına gitti. Yaşadığı kayıpların etkisiyle zaten sinirleri bozulmuştu, bu insan kızı burada ne arıyordu ki?

"Tanrılar aşkına, senin burada ne işin var! Sana beklemeni söylemiştim ama sen..." Sesi oldukça sert ve yüksek çıkmıştı, yine de Envy bundan pek etkilenmişe benzemiyordu.

"Beni düşündüğünüzü biliyorum ama burada size faydam dokunabileceğini düşündüm, majesteleri. Eh, öyle de oldu sanırım." Bir an duraksayıp ceketinin düğmelerini çözdükten sonra eski, deri kaplı bir kitabı çıkararak ona uzattı. "İşte, orada tutulan sarışın bir feyden bu kitabın çok değerli olduğunu duydum. Belki işinize yarar."

"Alvaro mu? Eğer öyleyse haklı olabilirsin. Alvaro'nun yanına gittiğimizde Dük'ün bununla ne yaptığını sormamız gerekecek." Eamon büyük bir ilgiyle kitabı inceliyordu.

"Bir dakika, yanına gittiğimizde mi?" Morrigan'ın kafası karışmıştı.

Eamon buruk bir gülümsemeyle başını salladı, vereceği haberin Morrigan'ı mutlu edeceğini biliyor gibiydi. "Ah, evet. Biz zindanlara indiğimizde o da oraya getiriliyordu. Onu da yanımıza almayı başardık ama söylemeye fırsatım olmadı."

Alvaro yaşıyordu öyleyse... İlginç, beklenmedik bir lütuf.

Bir diğer kuzeni olan Alvaro çok iyi bir simyacıydı. Ona olan garip ilgisi sebebiyle Morrigan onunla olabildiğince az karşılaşmaya çalışsa da prens iyi bir çocuktu. Sağ salim oradan kurtulabilmesine gerçekten sevinmişti.

Bir yandan bunları düşünürken gözleri mahcup bir tavırla gülümseyerek telaşlı koşusunda dağılan saçlarını düzelten Envy'e takıldı. Gerçekten de merak ediyordu...

"Sakın yanlış anlama, Envy, yani iyi olmana gerçekten çok sevindim ama... Tanrılar adına, hadi girmeyi başardın diyelim ama sen oradan nasıl sağ çıkabildin ki?" Ufak tefek bir kızdı ama en önemlisi, sadece bir insandı.

Envy kıkırdayarak cebinden oval, duman rengi bir taş çıkardı. Tuhaf bir enerjisi olan güzel bir kristaldi bu.

"Bunun sayesinde, prenses. Bu bir Dumanlı Kuartz, oldukça nadir bir silahtır. Bir servet değerinde elbette..." Envy taşı avuçlarının arasında dalgın bir şekilde okşarken yeniden bir tüccara dönüşmüştü.

"Herhangi bir feyin canını çok yakabilecek bir şey gerçekten de, ancak yalnızca büyüyle aktive olur. Sen nasıl onu kullanmayı başardın, insan?" Odhran'ın taşla aynı renkteki gözleri Envy'nin üzerindeydi.

"O sarışın fey bana ufak bir büyü yardımında bulundu ve kitabı alarak oradan hemen çıkmamı, sonra da sizi bulmamı söyledi. Dediğine göre kuzeninizmiş ve size yardım etmek için elinden gelen tek şey buymuş." Envy şöyle bir başını sallayarak bu davranışı takdir ettiğini göstermişti.

"Hak ettiği teşekkür için onu daha fazla bekletmeyelim öyleyse... Bir an önce onları ve iyi olduklarını görmem gerekiyor, buna hemen ihtiyacım var. Gidelim." Bunları söylerken birkaç adımla yeniden atının yanına gidip eyere tırmanmıştı bile. Şöyle bir bakındıktan sonra Envy'e elini uzattı.

Genç kız tek, çevik bir hamleyle eyere tırmanıp beline sarılmıştı bile.

"Aldığın risk çok büyüktü, Envy. Yardımın için çok teşekkür ederim ama bunu bir daha yapma, olur mu?" Sesi bu sefer olabildiğince yumuşaktı.

"Tabii, majesteleri. Siz nasıl isterseniz..."

Küçük gruplarındaki herkes atına bindikten sonra Morrigan atını mahmuzladı. Dört nala, uçarcasına Edric'e doğru giderken yalnızca bir defa dönüp yine ardında bırakıp gittiği evine baktı.

Gökyüzünü delercesine yükselen kuleleri ve sivrilen çatıların birleşerek oluşturduğu o görkemli Şato, artık gözüne daha da yabancı gelir olmuştu. Bir daha ne zaman yeniden oraya dönebileceklerini merak ediyordu. Güzel günlerden kalan ve artık şeffaflaşmaya başlayan yüzlerce hatıra zihnine doluşuyor ve bu gergin yolculuğu adeta bir ızdıraba dönüştürüyordu.

Şehrin içinden geçerek kapıya doğru ilerlerken pencerelerin ardından onları izleyen gözler, dinleyen kulaklar olduğunu biliyor ve görüyordu. Bu yüzden çenesini dikleştirdi ve mağrur bir edayla her köşesini ezbere bildiği bu şehri bir kez daha, bu sefer son olacağını umarak terk etti.

Fearghal ve diğerleri, onları şehrin biraz açığındaki bir koruluğun derinliklerinde bekliyordu. Onu takip edebilmeleri için ilginç bir şekilde yalnızca Odhran'ın bulabildiği büyülü izler bırakmıştı, bu yüzden sığındıkları ulu ağaç gövdesinde onları bulmak hiç de zor olmadı.

Morrigan uzaktan onları gördüğünde sanki içinde bir zemberek boşaldı.

Bir an sonra atının durmasını bile beklemeden eyerden atlayıp koşmaya başlamıştı bile. Hemen arkasından kendi atından atlayıp ona yetişen Eamon'ın hayal meyal farkındaydı.

Alvaro, ulu ağacın gövdesine sırtını yaslamış dalgın bir şekilde yaralarıyla ilgileniyordu. Geldiklerini duyduğunda buruk bir şekilde Morrigan'a gülümsemişti. Yara bere içinde ve yaşlanmış gibi dursa da Edric'ten çok daha iyi durumda olduğu aşikardı. Illarion başında durmuş dikkatli bir şekilde yaralarıyla ilgileniyordu.

Çevresini inceleme devam ederken nihayet gözleri, Edric'i buldu.

Fearghal ve Illarion onu sarmaşıklarla ağacın içinde, kovuğun ayrışan bir parçasına sabitlemişlerdi. Bedenini saran dikenli sarmaşıklar tenine gömülmüştü. Yüzü, karman çorman saçları ve gömleği kan içindeydi. Zayıflamıştı...

Birkaç adım atarak devasa, kovuğu boşalmış olan ağacın önüne geldiğinde durdu. Nefesi boğazında tıkanmıştı ama sebebi birkaç dakikadır uçarcasına tepeleri ve ağaçları aşıyor olması değildi.

"Edric..." Bir hıçkırık eşliğinde dudaklarının mührü kırılmıştı. Fısıltı halindeki sesi korudaki küçük yaratıkların seslerine karışıp kayboldu.

Bir adım attı, sonra bir tane daha ve ayaklarına Edric'e ulaşana kadar bunu yapmalarını emretti.

Gökteki tüm tanrılar adına, amcası ona ne yapmıştı böyle?

Abisinin bilinçsizliğin derinliklerindeki yüzünde bile huzur yoktu, yüz hatları gergindi. Karşısına geçip elini o haşin yüze doğru uzatınca Eamon bir an için kolunu kavrayarak onu durdurdu.

"Ona ne yaptılarsa buraya getirmemizin tek yolu onu bayıltmaktı. O yüzden dikkatli ol, prenses." Morrigan onun haklı olduğunu bilse de dokunmak istiyordu. Burada, yanında olduğunu hissetmek ve iyi olacağına inanabilmek için...

Kolunu yavaşça çekerken ona başını sallamakla yetindi. Birer damla yaş yanaklarından aşağı yuvarlanarak toprağa damladı.

Morrigan elini Edric'in yanağına koyup teninin ısısını, damarlarında dolaşan kanı hissettiğinde nihayet boğazında düğümlenip kalan o nefesi verebildi. Yaşıyordu, buradaydı...

Ailesinden geriye kalan tek kişi işte karşısında ve parmaklarının ucundaydı, onun da yalnızca birkaç saati vardı. Kalbi, bu düşüncenin ızdırabıyla ikiye ayrılıyordu sanki...

Bir çaresini bulmalılardı, bulmak zorundalardı. Kadere kafa tutabilir miydi?

O kendi içinde haykırdığı bu düşüncelerde kaybolmuşken Edric bir an kaşlarını çatarak yüzünü buruşturdu ve nihayet gözlerini açtı.

Morrigan'ın ta derinliklerine, adeta ruhuna bakan ve yeşili belli belirsiz bir halka olarak kalmış o kapkara gözler tamamen yabancı birine aitti ve tehditkâr bir ifadeyle onu süzüyorlardı.

Çatlak, kanlı dudaklar daha önce o yüzde hiç görmediği sinsi, tehlikeli bir sırıtışla gerildi. Uzun zamandır kullanmadığı sesi hırıltılı ve eski halinden tamamen farklıydı.

"Merhaba, sevgili kardeşim. Beni özledin mi?"

Edric sırıtmaya devam ederken ağacın kovuğu bir anda karanlığa mahkûm oldu. Morrigan, Eamon ve diğerlerinin haykırışlarını işitebilse de artık onları göremiyordu. İki kardeş ağacın ufak boşluğunda tamamen baş başa kalmışlardı.

Prens, vahşi bir kükremeyle onu sabit tutan bitki ve sarmaşıkları zorlayarak birer birer koparırken Morrigan tökezleyerek geri çekildi. Kulakları uğuldamaya, dizleri titremeye başlamıştı.

"A-abi..." Gözyaşlarıyla boğuklaşan sesi titriyordu. Geri geri giderken sırtı ağacın kovuğuna çarptı.

Edric sonunda ellerini ve ayaklarını onu hapseden büyülü bitkilerden kurtarmış ve adım adım yaklaşmaya başlamıştı.

Morrigan'ın hızlanan kalbi göğüs kafesini dövüyordu. Olduğu yerde donakalırken Eamon'ın hırlayarak ardı ardına ismini bağırdığını duyabiliyordu.

"Edric, beni korkutuyorsun. Lütfen..." Eamon haklıydı, bu nafile bir çabaydı. Kendisini korumalı ve buradan çıkmanın bir yolunu bulmalıydı.

Hala belinde duran hançerlerine uzandığında Edric tüm cüssesi ve gücünü kullanarak üzerine atıldı. İkisi birden yere devrilmişlerdi.

Morrigan karnında korkunç bir acı hissetti. Sanki teni yırtılmış, organları parçalanmıştı. Kesik kesik nefes almaya çabalarken bir an için ne olduğunu anlamadı.

Edric üzerinden kalkmadan önce kulağına "Ben seni özlemedim." diye fısıldadı. Nefesi, Morrigan'ın üşümeye başlayan tenine değen bir alev gibiydi.

Elleri ve ayakları soğuyup uyuşmaya ve gözleri kararmaya başlarken Morrigan'ın son duyduğu şey, Eamon'ın perişan sesiyle ismini söylemeye çalışmasıydı.

Morrigan son bir çabayla keskin, korkunç acının kaynağını görmeye çabaladı. Siyah hançer, tenine gömülmüş bir halde duruyordu ve çok fazla kan vardı.

Morrigan kanlı bedeninden gözlerini alıp yeniden abisine baktığında Edric'in uzaklaşan ayakları, görebildiği son şey oldu. Dünya, sonsuz bir karanlığa gömüldü.

---------------------------------------

Herkese merhaba, bir bölüm sonu notunda daha buluştukk (şükür kavuşturana dfgdfh) :) Nasılsınız? Ben o kadar yoğunum ve o kadar sıkışmış hissediyorum ki... Evet çok uzun bir ara verdiğimizin farkındayım ve bunun için çok özür diliyorum. Olmaması için elimden geleni yapmaya çalışsam da mezun olmama üç hafta kaldı ve her şey üzerime yığılıyo :( Haftalardır günde 4 saat uykuyla yaşıyorum ve bu tempoda odaklanmak, sanat ya da kurgu yapabilmek çok zor. Bu yüzden içime sinmemesindense akışa bıraktım kendimi ve bu sayede geç de olsa içime sinen bir bölüm yayınlamaktan mutluyum :')

Yorumlarınızı, eleştiri ve oylarınızı esirgemezseniz gerçekten çok mutlu olurum. Artık daha aktif olabileceğimi düşünüyorum (ve umuyorum...), bu yüzden bir daha bu kadar uzun bir aramız olmayacak diyebilirim :) Bir sonraki bölümde görüşmek üzere, hoşçakalınnn <3

 

Bölüm : 28.08.2024 15:50 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...