45. Bölüm

KADER YOLCULUĞU (Kısım I)

Merve Gündoğmuş
mervegndgms

Yeniden merhaba, herkese iyi okumalar ^^

Şarkı: Victoria Carbol, PJ Shepherd-Burning Heart (Epic Orchestral Version)

-----------------------------

Haftalar sonra ilk kez, Morrigan'ın rüyaları huzurluydu. Gecenin bir yarısında aniden uyanmasının tek sebebi deliler gibi susaması olmuştu. Baş ucundaki komodinin üzerine uzandığında ne sürahi ne de bardağın yerinde olmadığını gördü.

Elving gibi titiz ve dikkatli biri, böyle bir şeyi nasıl atlamıştı ki?

Homurdanarak yattığı yerden doğruldu. Önünü bile zor görüyordu ve hala uykuya kanmamış olan bedenini, haftaların yorgunluğu yüzünden zar zor hareket ettirebiliyordu. Katlar arasında dolaşıp mutfağı bulabilecek kadar ayılabilmek için esneyip gerinerek ayaklarını balkona doğru sürüdü. Gözleri hala yarı kapalı bir vaziyetteydi.

"Su?" Gecenin sessizliğini bir ok gibi delen Eamon'ın sesi, suratına çarpılan bir kova buz etkisi yapmıştı. Korkuyla zıplarken ağzından oldukça okkalı bir küfür kaçtı.

İrice bir bardağı hala ona uzatmakta olan Eamon özür dilercesine gülümseyerek omuz silkti. Prensin elindeki bardağı alıp tam karşısındaki sandalyeye otururken ters bakışlar atmayı ihmal etmemişti. Soğuk su, çılgınca atan kalbinin bir nebze rahatlayıp yavaşlamasını sağladı.

"Tanrı aşkına, Eamon, gece gece balkonumda ne yapıyorsun? Yani ödümü patlatmak dışında..."

Eamon masum bir edayla ellerini havaya kaldırdı ve arkasındaki kapıyı işaret etti. "Aslında, burası benim de balkonum. Odalarımızın yan yana olduğunu söylemiştim, prenses."

Morrigan oturduğu yerden başını şöyle bir uzatınca balkonun diğer ucuna açılan büyük, oymalı kapıyı fark etti. Eh, hakkı vardı doğrusu. Haftalar boyu bir evin ve yatağın konforundan o kadar uzak kalmıştı ki, odanın ortasındaki devasa yatağı gördüğünde balkona bakmak aklına bile gelmemişti.

"Ve bu anın keyfini tam olarak yaşayabilmek için suyumu da çalmadın kesinlikle, değil mi?" İğneleyen tonu sahte bir sertlik barındırıyordu. Herkesin ürktüğü bir savaşçı ve komutan olan prensin kendisinin yanında böyle çocuklaşabilecek kadar güvende ve rahat hissetmesi, onu eğlendiriyordu aslında.

Eamon utanmaz bir şekilde sırıtırken "Uykun külçe gibi ağır, ruhun bile duymadı." diyerek göz kırptı.

Morrigan'ın yakışıklı yüzüne sinir bozucu bir şekilde yakıştığını düşündüğü o sırıtış, ne giydiğini gördüğünde ağır ağır yok oldu ve yerini daha karanlık bir şeylere bıraktı. Arzu, sevgi ve tekinsiz bir özdenetim o karanlığın içinde dolanıyordu şimdi.

"Balkonumuzda böyle dolaşmanın güvenli olduğunu düşünmüyorum, prenses." Sesi derin bir fısıltı halindeydi.

Morrigan'ın uykusu Eamon sayesinde tamamen açılmıştı. Onu çıldırtacağını bildiği cüretkâr bir bakışla prensi tepeden tırnağa süzdü.

Üzerindekiler yaka iplikleri alelade bir şekilde açık bırakılmış olan ve çıplak, kaslı göğsünü olduğu gibi açıkta bırakan bir gömlekle oldukça rahat görünen siyah, bol bir pantolondan ibaretti. Kumaşın gerilmesine sebep olan iri kollarının her hareketiyle kumaş davetkar bir şekilde aralanıyor ve onu bir yangının ortağı olmaya çağırıyordu.

"Ya? Ben de aynısını senin için söyleyecektim." Sinsi bir şekilde sırıtarak elini yüzüne dayadı ve dirseğini masaya koyarak ona doğru eğildi. "Bu konuda ne yapsak ki?"

Eamon dudaklarına hızlı ama ateşli bir öpücük kondurdu. Hoşnut, iç gıcıklayıcı bir hırıltı boğazından yükselerek onları çevreleyen geceye karıştı. Geri çekilirken "Beni böyle..." diye fısıldamıştı. Gözleri, öne eğildiği için aralanan yakası ve dudakları arasında geziniyordu. "...zorlamamalısın. Zamanı geldiğinde sana bunları ödetmek için bekliyor olacağım."

Morrigan güldü, ciddileşirken gözleri yine o şekilli dudaklara kaymıştı. "Öyle olsun o halde, bekliyor olacağım." diye fısıldadı. Derin bir nefes alarak serin havayı ciğerlerine çekti ve gerindi. "O zaman, şimdilik uyumaya geri dönüyorum. Belki rüya görürüm..."

"Aslında, sana göstermek istediğim bir şey var. Senin de görmek isteyeceğini düşünüyorum." Eamon derin bir iç çekti ve ayağa kalkarak ona elini uzattı.

"Gel, haydi."

Morrigan hiç düşünmeden o eli tuttu ve davetini kabul etti. Prensin ona ne göstermek istediğinden emin değildi ve merak da ediyordu ama neticede burası onun eviydi ve olasılıkların bir sonu yoktu. Eamon bir iki adım önünden hayalet kadar sessiz adımlarla ilerlemeye devam ederken ses çıkarmamak için hiçbir soru da soramıyordu.

Bir süre daha ilerledikten sonra parmak uçlarına basarak koridorlar arasında gezinmeye başladılar. Yüzündeki ifadeye ve kapıları takip eden bakışlarına bakılırsa Eamon'ın kapıları sayıyor gibi bir hali vardı.

Hızlı olsa iyi olurdu zira Morrigan esnemeye devam ediyor ve yürürken tökezliyordu.

Nihayet devasa, iki kanatlı bir kapının karşısına geldiklerinde Morrigan, bu kapının ardındakinin Eamon'ın odası olduğunu direkt olarak anlamıştı. Kızıl, turuncu ve sarı tonlarla bezenmiş kapının üzerinde bir çocuğun el yazısıyla -bir çocuğa göre aslında düzgün ve karakteritik bir el yazısı sayılırdı- ismi kazınmış olmasa da bunu anlamak kolay olurdu.

"İşte, burası benim odam. Yani ailemle birlikte burada yaşarken öyleydi." Prensin yüzünde coşkulu bir neşe vardı, dalıp giden gözleri anılarda dolaşıyor gibiydi. İçinde bulundukları ana geri dönmeyi başardığında "İçeri gelsene..." dedi, kapı tokmağını çevirerek kibarca buyur etmişti.

Kapı açıldığında ve bir zamanlar ona ait olan o dünya Morrigan'ı da içine aldığında Eamon'ın yüzünde çekingen bir ifade belirmişti. Ama burada olmasından dolayı bir şekilde mutlu olduğu da bakışlarından rahatça okunabiliyordu. Morrigan bir adım atıp içeri girerken sanki Eamon'ın benliğinin eşiğinden atlamış ve ruhunu gezintiye çıkmıştı.

Devasa odaya girdiğinde dikkatini ilk çeken şey, renkler olmuştu. Koyu kırmızı, altın sarısı ve beyazın ufak dokunuşlarıyla süslenen siyah ve gri oldukça şık duruyordu.

İkinci şeyse, resimlerdi. Beyaz ve altın sarısının iç içe geçtiği duvarların her biri onlarca nefes kesici derecede gerçekçi çizimle doluydu. Kağıtlar ufak bıçaklarla duvarlara sabitlendiğinden taştan duvarlardaki delik ve çizikler ilk bakışta fazlasıyla dikkat çekiyordu.

Morrigan parmaklarını kağıtların üzerinde dolaştırarak odayı gezmeye başladı. Bazıları değişik hayvan çizimleriydi, kömürle çizilmiş gibi duruyorlardı. Çarpıcı derecede koyu gölgeler ışıkla çarpışıyor ve ürkütücü bir gerçekliğe kavuşuyorlardı. Bazılarında antrenman yapan askerler vardı, bunlar daha çok oyalanmak için yapılmış şeylerdi.

Asıl güzel olanlar, bu çizimlerin üzerine sabitlenmiş olan portreler ve aile resimleriydi. Onlarca farklı, güleç yüz sabitlendikleri kâğıttan fırlayabilecekmişçesine Morrigan'a bakıyor gibiydi.

Siyah, parlak dolabın önüne geldiğinde durdu. Parmakları, dolabın kapağındaki işlemeli metal kulbun üzerinde bekliyordu.

"Sakıncası var mı?" Tek kaşını kaldırarak bu soruyu sorarken eğleniyordu.

Prens hakkında her geçen gün bir şey öğreniyor olsa da çocuk Eamon'ı tanıyor olmak çok garip bir histi. Neye benziyordu acaba? Siyah bukleleri başının üzerinde kuş yuvası gibi duran, iri yeşil gözlü ve somurtkan bir erkek çocuğu olabilirdi... Odada eskilerden kalma bir portre olduğunu umdu.

"Elbette hayır, sahip olduğum her şey senindir." Eamon gülerek yanıtlamıştı, ancak Morrigan kısa bir an için eli dolabın kapağındaki kulpta kalakaldı. Prensin dudaklarından içten ve hesapsız bir şekilde dökülen bu cümle, Morrigan'ın içinde bir şeylere dokunmuştu.

Hiçbir şeyi olmayan biri için, çok değerli sözcüklerdi bunlar.

Boğazındaki yanmayı görmezden gelerek ona gülümsedi ve dolabın kapaklarını açtı. Dore ve lame işlemeli çocuk kıyafetlerinin ne kadar küçük olduğunu gördüğünde istemsiz bir şekilde kıkırdadı. Karşısındaki devasa adamın bir zamanlar bunlara sığacak kadar ufak olduğunu düşünmek zordu.

Elving, belli ki işinin hakkını veriyordu zira Eamon onyıllardır buraya gelmemiş olsa bile birkaç parça da olsa ona uyabilecek kıyafet vardı ve her biri askılara özenle asılmıştı. Koyu yeşil, bordo, beyaz, krem ve siyah... Ütülenerek yan yana dizilmiş gömlek ve tunikler şık ancak sadeydi.

Tam da Eamon gibi pragmatist birinin zevkine uyuyorlardı.

Yalnızca bir askıda çok şık bir takım vardı. Zifiri siyah takımın ceketi kusursuz bir şekilde kesilmiş, yakalarının arasından sarkan metal zincirler ve kızıl-turuncu kol düğmeleriyle süslenmişti. Siyah, korseyi andıran bir yelek ve mükemmel çizgilere sahip bir pantolon da ona eşlik ediyordu.

"Bunu çok beğendim, hem şık hem de ezber bozan bir şey. Senin giyeceğin veya seçip alacağın bir şey değil gerçi..." Erkek takımlarında korse görmek, Morrigan için bir ilk olmuştu. Şatodaki terzisi bu takımı görse zevkten düşüp bayılırdı herhalde.

Eamon iç çekerek arkasından sarıldı, güçlü kolları bedenini adeta kuşatmıştı. Çıplak boynuna kondurduğu ağır, tatlı öpücükler karşısında ikisinin de nefes alışverişi gitgide hızlanıp derinleşirken Morrigan zevkle iç geçirdi.

"Mmhm, öyleyse yapacağımız ilk kutlamada buna uygun bir şey seçmen gerekecek. Bunu bana annen hediye etmişti, kıyafetler konusundaki alışılmadık zevkini bilirsin."

Morrigan donup kaldı. Oldukça uzak bir zamana ait bir anı, zihnine bir bıçak gibi saplandı.

Annesi o gün her zaman peşinde olan terzisini de alıp Morrigan'ın odasına gelmişti. Terzinin elinde siyah bir elbise vardı. Leydi Lalyn, coşkun bir heyecanla elbiseyi giymesini istemiş ve terzi kadına da ona yardım etmesini söylemişti.

Esasen terzi tek başına gelmiş olsaydı Morrigan sıvışmanın bir yolunu mutlaka bulurdu. Ancak konu annesi olduğunda, bunun bir faydası olmazdı. Hem, annesinin heyecanla irileşen ve içleri dahi gülen yeşil gözlerine bir kez baktığında karşı çıkıp hevesini kırmak da istememişti.

Tabii her zamanki gibi birkaç dakika içinde, elbiseyi giyip kendisini boy aynasında görene kadar çoktan bu kararından pişman olmuştu.

Simsiyah, yakasını açıkta bırakan elbisenin omuz askılarından tül bir pelerin dökülüyordu. Boyun kısmı ve omuzlarını süsleyen metal vatkalar birbirine sıra sıra sarkan gümüş zincirlerle tutturulmuştu. Her bir zincire dizilen mavimsi beyaz topaz taşları vahşi ama asil bir hava katıyordu. Morrigan'ın üzerindeki siyah kumaş adeta ikinci bir deri gibiydi. Leydi Lalyn, terziye bu elbisenin bir dans için tasarlanması gerektiğini söyleyerek oldukça gösterişli -hatta cüretkar- bir yırtmaçta karar kılmıştı. Yırtmacın olduğu gibi açığa çıkardığı bacağının üst kısmını da yine topazla süslenmiş zincirler sarkan bir takı süslüyordu.

Annesi ve terzi hayranlıkla dolu ve tatmin olmuş bakışlarını aynadan kendisinin üzerine dikerken o ise elbisenin derin göğüs dekoltesi ve darlığı karşısında somurtuyordu çünkü hiç rahat edememişti. Yine de günün sonunda elbise dolabının en özel köşesindeki yerini almıştı.

"Ah, anne..." Kendi kendine mırıldanırken sesi özlemle çatallaşmıştı. "Merak etme, buna kusursuz bir şekilde uyacak bir elbisem var."

Takım elbisenin olduğu askıyı bırakıp Eamon'a doğru döndü ve kollarını onun boynuna doladı. Annesinin bir şekilde şu an onları görebildiğinden ve göreceği şeyden hoşlanacağından emindi.

"Annem seni çok severdi, öyle değil mi? Daima bana senden bahsederdi, aramızı yapmayı dilediğinden emindim." O anları ve annesine nasıl direndiğini anımsayınca kendi kendine güldü. Kraliçe kendine has bir öngörüye sahipti ve haklı çıktığını görse muhtemelen o çınlayan kahkahasıyla güler, Morrigan'la kibarca dalga geçerdi.

"Ah, evet. Lalyn Hala ve ben birbirimizi severdik. Her ne kadar bulduğu her fırsatta kıyafetlerimin pespayeliğinden yakınıp bir eş bulabilmem için bir prens gibi giyinmem gerektiğini söylese de harika biriydi. Ben çocukken Şato'da oyunlar oynardık, ailem Öte Diyar'a göçerken beni ona emanet etmişlerdi."

Eamon derin bir iç çekişten sonra elini tuttu ve onu tam karşıdaki duvara doğru götürmeye başladı.

"Sana hatırlanmaya değer şeyleri çizdiğimi söylemiştim, hatırlıyor musun? Göstermek istediğim de hatırlanmaya değer bir şey..."

Kağıtlarla kaplı duvar karmakarışık gözükse de tam ortadaki devasa kâğıda çizilmiş olan resim ilk bakışta tüm dikkati cezbediyordu.

Kalem darbelerinin kusursuz bir şekilde resmettiği şey, kendi ailesiydi.

Leydi Lalyn, kucağında dört ya da beş yaşlarındaki Morrigan'a bakarak gülümsüyor ve bir sandalyede oturuyordu. Kızınınkilerden bir iki ton koyu olan gri buklelerin döküldüğü yüzünde şefkatin ve mutluluğun en yoğun hali vardı.

Babası ise annesinin yanındaki sandalyede oturuyor ve onlara bakarak kahkaha atıyordu, bir kolunu kraliçenin omuzlarına sarmıştı. Kahkaha atarken düşmesin diye de başındaki tacı tutuyordu, çok doğal ve neşeliydi.

Morrigan annesiyle babasının hemen arkalarında, ayakta dikilen abisi Edric'e bakarak gülücükler saçıyordu. Dalgalı saçları iki kuyruk halinde toplanmış olsa da asi bukleler, annesininkilere karışmıştı. Tasasız gülüşü baş döndürücüydü.

Edric'se şaşı yaptığı gözleri ve komik bir yüz ifadesiyle Morrigan'a bakıyordu, her zamanki gibi dalga geçip onu güldürüyordu. Oldukça eğleniyor gibi bir hali vardı. Eğlenmekten de öte, hepsi de çok mutlulardı.

"Eamon!" Şaşkınlıkla soludu.

"Hatırlanmaya değer, çok güzel bir andı. O gün Kral Gladtirith, Şato'ya aile portreleri çizdirmek için bir ressam çağırtmıştı. Kendi ailemle portremiz çizildikten sonra orada bekleyip halamı izlemek istemiştim. Sonra odama gidip bu anı çizmek istedim, çünkü ressamın yalnızca en kusursuz bulduğu halinizi resmedeceğini biliyordum. Yıllar içinde çok fazla şey gördüm ama mutluluk ve sevginin neye benzediği sorulsa, bugün hala bu resmi gösteririm."

"Teşekkür ederim, gerçekten. Ben, ben..." Cümlesini tamamlayamadı, boğazına yerleşen yumru ve kirpiklerine dizilen yaşlarla paramparçaydı.

"Biliyorum, Morrigan. Biliyorum güzelim, ben de onu özledim." Minnettarlıkla prensine bakarken Morrigan'ın parmakları, ailesinden geri kalan birkaç parça anıdan biri olan resmin üzerinde geziniyor ve onu ezberlemeye uğraşıyordu.

Bir süre hiç kıpırdamadan ve özlem dolu bir sükuneti paylaşarak orada durduktan sonra Morrigan, Eamon'ın elini tuttu ve "Seninle Karşılama Salonu'na gidebilir miyiz? Bugün çok kalabalıktı ama şu an kimsenin olmadığına eminim." diye sordu. Loş ışıkta parıldayan yemyeşil gözlerin ta derinliklerine, karşısındaki adamın ruhuna bakarken "Ben de sana bir şey göstermek istiyorum." diye fısıldadı.

Kısa bir an başını yana eğip gözlerini kısarak onu süzdükten sonra "Prensesim nasıl isterse." diyen Eamon elini tutarak onu odadan çıkardı. Sessiz hareketlerle ve arada birbirlerine gülümseyerek koridordan geçip merdivenlerden aşağı indiler. Birkaç mum hariç çok az ışık vardı, bu haliyle salonun eski çağlara has olan havası daha bir öne çıkmıştı.

Morrigan, kendi kendine gülümseyerek Eamon'ı çekiştirirken onun sorularla dolu bakışlarını sırtında hissedebiliyordu.

Yine de itiraz etmemiş ya da hiçbir şey sormamıştı, sanki Morrigan'ın onu götüreceği her yere razıymış gibi bir kabullenişle ses çıkarmadan onu takip ediyordu.

Nihayet devasa, şık aynanın karşısına geldiklerinde Morrigan, aynadaki yansımalarına sırıttı. Eamon'ın kolları otomatik olarak beline dolanmış, yüzüyse Morrigan'ın boynuyla omzu arasındaki girintiye mükemmel bir şekilde yerleşmişti.

"İşte, hatırlanmaya değer bir görüntü..." Eamon'ın tenine tapınmakta olan dudakları, bu cümleyi duymasıyla bir an için duraksadı.

"Yaşamımın geri kalanında aşkın ne olduğu sorulursa, zihnimde bu görüntü canlanacak." İtirafının açıklığı, Morrigan'ın yanaklarını pembenin koyu bir tonuna boyarken aynadaki gülümsemesi genişledi ve utangaç bir hal aldı.

"Şey, çizimim oldukça kötüdür. Bu yüzden resmimizi yapamam." Özür dilercesine gülümsedi, Eamon'ın koyulaşan gözleri aynadan yansıyıp gözlerine değdi.

"Merak etme, ben yaparım." diyen Eamon köprücük kemiğinin oradaki boşluğa bir öpücük kondurunca Morrigan'ın teni ürperdi. "Gerçi âşık olduğum kadınla geçirdiğim bu anı bırak, seninle ilgili herhangi bir şeyi milenyumlar sonra bile unutmama imkân yok ama olsun."

Morrigan bedenini çevirip ona yaslanır ve büyük bir tutkuyla kendisini o ukala dudaklara bırakırken bu sözleri düşünüyordu.

Aşk, insanlar için bağlayıcılığı ve hiçbir güvencesi olmayan alelade bir tutku haliydi; feyler içinse ömürlerini adadıkları ve dönüşü olmayan bir söz, bozulamaz bir aidiyet yeminiydi.

Eamon'la aralarındaki şeyin iki tanımdan da bir şeyler taşıdığına hükmetti. Dudakları, prensin diline yol açmak için aralanırken tutkuyu hissediyordu. Ruhu, bedeni ve kalbiyse tamamen ona aitti. Geri dönüşü olmayan bir biçimde her biri onun tarafından fethedilmişti ancak bu, hiçbir tarafın kaybetmediği bir mağlubiyetti.

"Kral'ın Asa'sı, Okyanus'un Kalbi'ne saplanıp çağrısını duyurmalı." Aniden taş duvarlarda yankılanan kalın, tok sesle birlikte ikisi de sıçradı.

"Ha? Kim o?" Kolları ve dudakları birbirinden ayrılırken Eamon ihtiyatla çevresine bakındı.

"Ben kimseyi görmüyorum, eğer biri yaklaşsaydı mutlaka duyardık."

"O zaman..." Prens şüpheyle aynadaki yansımalarına bakıyordu, kaşları gerginlikle bitişmişti.

"Evet, ayna olmalı. Onun konuşabildiği söylenegelmiş, öyle demiştin değil mi?" Dalgın bir edayla mırıldandı. "İyi de bu ne demek, ya da neden şimdi? Sen bir şey anladın mı?" Morrigan bir yandan aynanın dibine girmiş, sağı solu inceliyordu.

"Tanıdığım tek kralın Edric olması dışında hayır, hiçbir fikrim yok." Eamon omuz silkti.

Aynayı incelemeyi bitirip o da aynı şekilde karşılık verirken bir yandan esniyordu. Bu halini gören Eamon güldü. "Yarın üzerinde düşünürüz. Hadi, seni daha fazla konforlu yatağından alıkoymayalım. Açıkçası, birazdan şuraya düşüp uyuyacakmış gibi bir halin var ama neyse ki ben buradayım..."

Cümlesini tamamlar tamamlamaz Eamon tüm itirazları ve ciyaklamalarına rağmen onu kucaklayıp odasına götürürken yarı yolda haklılığı ispatlanmıştı bile. Prensin bedeni paylaştıkları anın güzelliğiyle ısınıp yanarken davetkar sıcaklık, Morrigan'ın göz kapaklarının ağırlaşmasını sağlamış ve huzurlu bir uykuya dalmasına neden olmuştu bile.

----------------------------------

Köşkte geçirdikleri üç gün, Morrigan'a hem çok uzun hem de çok kısa gelmişti. İlk gece yaklaşık on dört saat uyumuş ve güneş, köşkün tepesinde parıldarken ancak uyanabilmişti. Uyandığında yatağının yanında kıvılcımlar saçan ve alevlerden yapılma bir çiçekle terasa gelmesi gerektiğini söyleyen bir not bulmuştu.

Gülümseyerek not ve çiçeğin yanına ayılabilmesi için bırakılan kahve kupasını alıp bir yudum aldı. Alev alev yanan çiçeğin yanında durduğu için sıcak kalabilmiş olan sütlü ve şekerli kahvenin kokusu bile uykusunun açılmasını sağlamıştı. Hevesli ve iri yudumlarla kahveyi yudumlayıp bitirirken odasına göz gezdirdi.

Ayaklarını sürüyerek yataktan inmeyi başardığında gözüne çarpan ilk şey, ayak ucundaki pufa bırakılmış ve özenle katlanmış olan beyaz bir gömlek, siyah deri bir korse ve vücudunu sımsıkı saran siyah bir pantolondu. Hızlıca giyindi ve komodinin üzerine bırakılmış olan suyla da yüzünü yıkayarak kendisini odadan dışarı attı.

Çok iyi bir uyku uyumuştu, tamamen dinlenmiş ve zinde hissediyordu. Bu sebepten olacak ki etrafına daha dikkatli bakıyordu ve terasa giden koridorlardan birinde bir tablo dikkatini çekmişti. Leydi Eryn, yani Eamon'ın annesi, tablodan ona gülümsüyordu.

Prensin annesine benzediği bir gerçekti. Leydi Eryn'in gece karası saçları bir bulut misali göğsüne dökülüyordu ve derin, yeşil gözleri vardı. Bakışları hem azametli hem de çekiciydi.

Morrigan bir an bileğindeki kırmızı kurdeleye baktı ve sahip olabilecekleri o gelecekteki kızlarının kime benzediğini fark etti. Bu düşünce nefesinin kesilmesine ve tablodaki güzel kadını saygıyla selamlayıp aceleyle oradan ayrılmasına sebep olmuştu.

Oradaki ilk sabahlarının devamı pek de hoş geçmemişti ama yine de aralarında yaptıkları fikir alışverişi oldukça faydalı olmuştu. Eamon ve Morrigan, Morrigan'ın utançtan kızarmasına ve Edric'in alaycı bakışlarına rağmen o gece aynanın onlara olan sözlerini diğerlerine ilettiklerinde Alvaro, kafasında bir şimşek çakmış gibi sandalyesinden fırlamış ve odasına koşmuştu. Döndüğünde elinde ufak bir deri parçasına sarılmış olan kahverengi bir kristal ve Hagas'ın Kitabı vardı. Karamelli şekerlemeleri andıran taşla gizemli kitap masanın ortasında dururken Edric ve Alvaro onlara bildiklerini anlatmışlardı.

"Bir süre taşın üzerinde çalışmış olsam da Dük'ün benden istediğini yapıp etkisini genişletmeyi başaramadım, neyse ki." demişti kuzeni. "Zaten bunu başarabilir miyim, emin değilim."

"Ayna okyanusa olan yolculuğumuz hakkında konuşmuş, değil mi? Ve siz de kral derken beni kastettiğini söylüyorsunuz." Edric, kral kelimesini söylerken hafifçe irkilmişti.

"Meşru kral olan sensin, dolayısıyla öyle olmalı." Riona, Edric'e bakarken gözlerini devirmişti.

"Eğer öyleyse..." Abisi garip taşı avcuna aldı. "...bir şekilde o asaya ihtiyacımız olacak demektir."

"Elimden birçok değerli ve tehlikeli taş geçti ama hiç böyle bir şey duymadım." Envy, Edric'in avcundaki taşı kendisininkine alıp kristali güneşe tutmuştu. "Mercan denmesinin sebebi okyanustan çıkıyor olması olmalı. Belki de bölgeye has bir şeydir ve okyanus feyleri taş hakkında daha çok şey biliyordur."

"Bizim de duyduğumuz bir şey değil." Fearghal ve Odhran'ın da bir fikri yoktu.

"Etki için miktar önemli, söylediğinize göre. O halde belki asa için daha fazlasını da okyanusta bulabiliriz..." Illarion, Alvaro'ya bunları söylediğinde prens emin olamayan bir ifadeyle ona bakarak başını salladı.

"Belki de bulamayız." demişti taşı yeniden alırken. "Bu yüzden elimden geleni yapıp taşın üzerinde çalışmam gerekiyor. Ve eğer asa, Okyanus Feyleri'nin Adası'nda Edric' e lazım olacaksa... Eh, bu durumda ben de sizinle gelmeliyim."

Morrigan, Alvaro'nun bunu söylerken hayal kırıklığıyla dolu olan gözlerini Riona'ya diktiğini fark etmişti. Riona da kaşlarını çatmış ve bakışlarını, kenetlediği ellerine dikmişti.

"Hazırlıklara yardım eden bir simyacı olmayacaksa, benim geride kalmamın da pek bir anlamı yok aslında." Riona'nın bu sözleri üzerine şaşkın bakışların tamamı onun üzerine dönmüştü.

"Öyle bakmayın, benim askerlerim her daim savaşa hazır olmak için eğitilirler." Prensesin çenesi gururla havaya kalkmıştı ve ukala bir şekilde gülümsüyordu. "Uzun yıllar boyunca Solonor'dan çıkamadım ve şimdi tüm macerayı ben hariç herkesin yaşaması fikri çekici gelmiyor. Üstelik Brion yapılacak tüm hazırlıklarla ilgilenebilir." Omuz silkti. "Her ihtimale karşı bensiz de işleyen bir sistem var orada, merak etmeyin."

Diğerleri için bu cümleler ikna edici olabilirdi ancak bir kadın olarak Morrigan, Riona gibi bir prensipli kadının ve yüzyıllardır görevinin başında olmuş bir komutanın macera peşine düşmeyeceğinin gayet bilincindeydi.

Morrigan, Riona'nın böyle davranmasındaki yegane sebebin Alvaro'nun değişen planları olduğunu fark ettiğinde tüm sabah sırıtmıştı.

"Aslında, uzun bir okyanus yolculuğu olacak ve kara büyü diyarı etkilemeye başlamışken okyanusun öfkesinden korkmak akıllıca olacaktır." Fearghal, hoşnutsuzlukla başını salladı. "Riona'nın hava üzerindeki kontrolünün bizimle olması, Dük'ün filosu peşimize takılırsa büyük avantaj olacaktır."

Odhran bu fikir hoşuna gitmiş gibi başını onaylarcasına salladı. Eamon ve Edric de aynı fikirdelermiş gibiydi. Böylece, Riona ve Alvaro'nun onlarla gelişi kararlaştırılmıştı.

Bu konuşmadan sonra konu, Edric ve Alvaro'nun durumuna gelmişti.

"Burada en fazla birkaç gün kalabiliriz. Aslında derhal yola çıkmalıyız. Dük birkaç gün sizi aramak için her yeri didik didik edecek..." Odhran'ın gözleri abisinin ve kendisinin üzerindeydi.

"...ve sonrasında aramaları genişletecek. Okyanus'a gidiyor oluşumuzu tahmin etmek veya izimizi sürmek onun için çok da zor olmayacaktır." Morrigan, Odhran'ın sözcüklerini tamamladığında her birinin kaşları çatılmıştı.

"Belki de ben sizi iyileştirebilir ya da en azından iyi hissetmenizi sağlayabilirim." Morrigan bunu yapabilir miydi emin değildi ama onlar için denerdi.

"Hayır, yapamazsın. Öyle bir yaralanmadan sonra senin de tüm gücün yerinde olamaz." Fearghal derhal karşı çıkmıştı. Morrigan kaşlarını çatsa da içten içe onun haklı olduğunu biliyor, daha ziyade bedeninde bu gerçeği hissediyordu.

"Sanırım bu konu halledilebilir, öyle değil mi Elving?" Eamon bir kaşını kaldırarak onlara çay servisi yapmakta olan feye sormuştu.

"Elbette, majesteleri. Aslında bu öğleden sonra gelmesi için tanıdığım ve güvendiğim bir şifacıya haber verdim bile, birkaç saate burada olur."

Riona bir kaşını kaldırarak bir yandan çay fincanını alırken bir yandan da "Hiç değişmemişsin, Elving. Hala herkesten bir adım önde yaşıyorsun." demiş ve alçakgönüllü kâhyanın memnuniyetle gülümsemesine sebep olmuştu.

"Siz gelir gelmez haber toplaması için yardımcılarımdan birini başkente yollamıştım, dilerseniz çağırtayım zira sanırım bir an önce duymanız iyi olacak." Elving, endişeli bir sesle bunları söylemişti ve bu, Morrigan'ın kulaklarına belanın ayak sesi gibi gelmişti.

"Elbette, hemen gelsin lütfen. Çok teşekkürler, Elving. Riona'nın da dediği gibi hala formundasın." Eamon fincanı kaldırarak ona gülümserken hafifçe eğilmişti. Saygı ve hayranlığı kolayca yüzünden okunabiliyordu.

Kahya Elving, saygılarını sunup hızla arkasını dönüp kapıların ardında kaybolmuş ve yerine genç, atik görünümlü bir feyi yollamıştı. Erkek fey eğilerek saygılarını sunduktan sonra anlatmaya başlamıştı ve her kelimesi, Morrigan'ın kalbine birer hançer gibiydi.

"Dük her yerde delirmiş gibi sizi arıyor, majesteleri." diye söze başlamıştı. "Başkentteki her konut, her dükkân ve hatta ahırlara bile bakıyorlar. Aramalar esnasında kraliyet askerlerine Myrler eşlik ediyor ve bazen..." Genç adam huzursuzca kıpırdanmıştı, rahatsız olduğu ancak bu rahatsızlığın boyutunu saklamak istediği her halinden belliydi. "...bazen bu aramalar sürerken kaba kuvvet kullanılıyor. Maalesef birçoğu kanlı bitiyor. Başkente yakın olan bazı kasabalara da baskınlar düzenlenmiş ve üzülerek söylemeliyim ki çoğunda kurtulan olmamış."

Masadaki herkes donakalmıştı. Dük şimdi de onların pes edip ona koşmaları için halklarını katlediyor ve bunu göstere göstere, hiç çekinmeden yapıyordu. Kraliyet imkanları, avuçları arasında tuttuğu muazzam bir güçtü. Dolayısıyla ne onlardan ne de savaşçılıktan uzak olan halktan çekiniyordu.

"Bir de buraya gelirken gözlemlediğim kadarıyla, şehir ve kasabaların dışında da bazı şeyler bozulmaya başlamış. Diyarın her yerinde sadece Myrler değil, garip yaratıklar dolanıyor. Hayvanlar, insanlara saldırmaya yelteniyor ve doğa bozuluyor. Ağaçlar ve bitkiler ölmeye başlamış bile." Genç, düzgün yüz acıyla sıkışmıştı sanki. "Son olarak, Şato'da da bir hareketlilik söz konusu. Bir yolculuk hazırlığı gibi görünüyor, fazla bilgi edinemedim ama başkentteki aramalar tamamlandıktan sonra amcanızın yola çıkması çok sürmez gibi duruyor. Gözlemlediklerime dair raporum bu kadar, majesteleri."

"Çok teşekkür ederiz, genç dostum. Çekilebilirsin, yorulmuş olmalısın." Edric dalgın gözlerle bakmış ve çok uzaklardan geliyormuş gibi bir sesle mırıldanmıştı. Saygılarını sunan feye zoraki bir şekilde gülümseyebilmesi için birkaç saniyeye ihtiyaç duymuştu.

"Eh, belli ki bir an önce yola koyulmamız gerekiyor. İki gece daha burada kalalım ve sonrasında ayrılalım." Riona o komutan sesiyle konuşmuştu. Sonrasında Alvaro'ya döndü, sesi hafifçe yumuşamıştı. "Sanırım sen de o sürede şu taş ve Hagas'ın Kitabı'nı incelesen iyi olur. Belki işe yarar bir şeyler çıkar."

Alvaro onaylarcasına başını salladı, o sırada Odhran kendi kendine kıkırdıyordu. Hepsi de dönüp tuhaf bakışlarla kadim komutana baktı.

"Belki de kader, tekrar tekrar üzerinde yürüdüğümüz çember şeklinde bir yoldur." Kendi kendine mırıldanarak masadan kalkar ve hızlı adımlarla onlardan uzaklaşırken hala ruhsuz ruhsuz gülüyordu.

O günün ilerleyen saatlerinde köşkün kapısı çalmış ve karşılarında pelerinine sarınmış bir dişi fey belirmişti.

Neredeyse ortalama bir insan erkeğinin boylarında, uzun kolları ve bacakları olan bir kadındı. Pelerinini sıyırıp attığında deri ve kürklerden yapılma vahşi giysileri ortaya çıkmıştı. Ayaklarında çizme veya herhangi bir ayakkabı yoktu.

Zeytuni tenine kontrast oluşturan parlak sarı gözleri bir kedi gibi her birini inceliyordu. Beyaz-buz mavisi, karmaşık ve aykırı görünümlü tılsımı uzun el parmaklarını sarmalayıp bileğine, oradan da dirseğine tırmanıyordu. Morrigan'dan yaşlı, Edric ve Eamon'dan genç gibi görünüyordu.

"Nimue..." demişti tok, ahenkli sesiyle. "Bir iş için buradaydım ve eski dostum Elving, beni ormanıma giden yolun yarısından döndürdü. Dediğine göre bir şifacıya ihtiyacınız varmış." Sarı gözler her birinin üzerinde dolandıktan sonra Edric ve Alvaro arasında gidip gelmeye başlamıştı.

"Dostumun haklı olduğunu görüyorum. Başınıza fena şeyler gelmiş gibi... Elving bize içki getirirken siz de bana neler olduğunu anlatın haydi."

Şifacı'nın yerine göre yabani, yerine göre samimi olabilen ilginç bir havası vardı. Hikayelerini anlatıp Edric'in ve Alvaro'nun başına gelenlerden bahsettiklerinde üzülmemiş ya da onlara acımamıştı. Yalnızca suçlu olanlara karşı duyduğu yakıcı bir öfkeyle dişlerini göstermişti.

"Tacı giyecek olan, ağırlığını da taşıyabilmeli..." demişti. Gözleri, Edric'in gözlerindeydi. "O, bunu yapamıyor ve el koymaya çalıştığı şeylerin ağırlığı altında ezilerek gün be gün deliriyor. Tanrılar onu istemiyor..." Gözlerini kapatıp işaret parmağını önce gökyüzüne, sonra da Edric'e ve kendisine doğrultmuştu. "...onlar seçimlerini çoktan yaptı. İki kardeşi seçtiler."

"Edric, tahtın meşru varisi evet. İyi de bunun benimle ne alakası var ki?" Şifacı'nın kehanetleri andıran sözleri bir şekilde Morrigan'ı rahatsız etmişti.

Kadın bir engerek gibi ona dönmüş, sonra aniden gülümsemişti. Sarı gözleri odaksız, orada değilmiş gibi bakıyordu.

"Ah, küçük kız kardeşim... Sen, hepimizin hayal edebileceğinden daha ihtişamlı şeyler yapacaksın. Kardeşler, kardeşleri birleştirecek... Unuttun mu?" Son cümlesini söylerken gözleri Edric ve Morrigan'ın arasında gezinmişti.

"Bunu daha önce de duymuştum..." Morrigan, dönüp arkasındaki Fearghal ve Odhran'la göz göze gelmişti. Nimue nasıl oluyor da Hikayeci'nin bu kadim komutanlara söylediği cümleyi birebir biliyordu?

"Airen Klanı'ndansın, öyle değil mi?" Fearghal büyülenmiş gibi bakıyordu. "Onlar hem şifacı savaşçılar hem de tanrıların kutsadığı kahinlerdir. Hatta..."

"Hatta, kehanetlerimizi korumak için izole bir yaşam süreriz ki tanrılar bizleri lanetleyip verdiklerini geri almasınlar. Evet, şimdi işimize bakalım." Nimue kadim komutana hafifçe başını eğerek gülümsemişti ve ayaklanmıştı.

Şifacı, köşkü avucunun içi gibi biliyormuşçasına kalkmış ve uzun, sonu gelmeyen koridorların birinde bulunan ve reviri andıran bir odaya girmişti. Ardından gelen ve onu hiçbir şey demeden Edric ve Alvaro gergin gözüküyorlardı.

Nimue, onlara dönerek böyle büyük bir şifa verme denemesi için odaklanmak zorunda olduğunu ve önce Edric'in gelmesi gerektiğini ve diğer herkesin dışarıda bekleyeceğini söylemişti. Morrigan karşı çıkmak istese de bu kadına söyleyebileceği hiçbir şey yoktu, haklı olduğunu ve işini yapmasına izin vermesi gerektiğini biliyordu.

Yine de bunu biliyor olmak, kapalı kapının ardında beklemenin ve odadan taşan mavimsi-beyazımsı ışığı izlemekle yetinmenin bir işkence gibi gelmesine mâni olmuyordu. Eamon onu kendisine çekip sarmalamış, sakinleşmesi için saçlarına bir öpücük kondururken kapının altından sızan ışık gözlerini alıyordu.

Beklemek, Morrigan'ın hiç sevemediği bir şeydi ve kendi başına bir işkence yöntemi olabilirdi.

----------------------------------

"Yaşadıklarını gördüm, tanrılar görmeme izin verdiği için. Burada yalnızız ve sen de ben de ruhunda açılan yaraların asla tam anlamıyla iyileşemeyeceğini biliyoruz, Edric." Şifacı dişinin sözleri ve bu sözleri söylerkenki sakinliği karşısında Edric hafifçe irkilmişti.

"Bedenini iyileştireceğim ve yeniden doğmuşçasına iyi hissetmeni sağlayacağım. Ancak, ruhuna gelirsek..." Sarı kedi gözlerinde garip, anlayışı andıran bir şey parıldadı. "...onun için anlatman gerekiyor. Kız kardeşine, kuzenlerine, komutanlarına ve hatta kaderini paylaşan prense anlatamadıklarını... Yaşadıklarını zaten biliyorum ama bana hissettiklerini ve düşündüklerini tüm açıklığıyla anlatmalısın."

"Her şeyi yeniden hatırlamanın şifayla ne alakası var? Bu bana nasıl iyi gelecek ki, Nimue?" Anlatmak istemiyordu. Çünkü dudaklarına vurduğu mühür bir kez kırılırsa bir daha durabileceğinden şüpheliydi. Utanç verici korku, dehşet ve itiraf etmek istemediği daha birçok his dışarı kaçacaktı.

Edric, onu köşeye sıkıştırdığını ve bu talepten kurtulacağını düşünüyordu ki Nimue ona sımsıcak bir şekilde gülümsedi. Beklediği tepki bu değildi, afallamıştı.

"Belki anlatırken iyi gelmeyecek ve üzüleceksin, evet. Ama sonrasında yüklerinin bir kısmından kurtulup özgürleşeceksin. Bunları her gün görüp konuştuğun ve sevdiğin insanlara anlatamazsın, değil mi? Üzülmelerini ve sana acımalarını istemiyorsun, iyi bir asker gibi..."

Doğruydu. Kötü şeyler yaşamıştı ve bunlarla başa çıkacak gücü kendinde bulabileceğine inanıyordu. Ama sevdiği, önemsediği insanların onun yüzünden üzülmesi... Bununla başa çıkabilecek kadar güçlü değildi.

Bu yüzden "Teşekkür ederim, şimdiden..." diye mırıldanarak revirin ahşap, beyaz çarşaflarla bezenmiş karyolasına uzandı. Nimue de bir sandalye çekti ve yatağın yanına oturdu. Uzun, zarif parmaklarını Edric'in başına koydu. Elleri soğuk ve ferahlatıcıydı, Edric gözlerini kapatarak hissettiği rahatlamaya karşın iç geçirdi.

"Şimdi, anlat bana. Bırak bedenin gibi ruhun da kapılarını iyileşmeye açsın ve şifayı kucaklasın."

Beyaz bir parıltı, sanki parıldayan öğlen güneşinin altında uyuyakalmışçasına göz kapaklarının ardından ve kirpikleri arasından sızarken Edric'in özenle koruduğu mühür kırıldı. Yaşadıkları karşısında hissettiği ve ruhunu her gün kamçılayan o dehşet, utanç, çaresizlik ve güçsüzlüğün iç içe geçerek oluşturduğu acımtırak his dudaklarından akarak bu yabancı dişinin zihnine giden yollarını buldu.

Nimue'nin işi bittiğinde serin, uzun parmakları Edric'in gözyaşlarını siliyordu. Gözlerini açtı ve kendisine şefkatle gülümseyen, çarpıcı sarı bakışlarla karşılaştı.

"Artık özgürüm..." dudaklarından dökülen son sözcüklerle birlikte hem gülmeye hem de ağlamaya başlamıştı. Nihayet içindeki denizin fırtınası dinmiş, dalgalar ruhunu dövmeyi bırakmıştı.

----------------------------------

Edric ve Alvaro, Nimue'nin büyüsünün enginliğinde kendilerini toparlamıştı ve Elving sayesinde yolculuk hazırlıkları da tamam sayılırdı. Son gece, nihayet odasına giderken Morrigan garip bir şekilde hüzünlü hissediyordu. Kısa bir süre için burada kalmış olsa da bu garip, gizemli yere sandığından daha çok alışmıştı.

Üzerini değiştirip günün yorgunluğuyla birlikte devasa yatağa kendisini attı. Derin bir nefes alırken vedalaşırcasına odasına göz gezdiriyordu.

"Bir yaz gecesi rüyası gibi, göz açıp kapayıncaya kadar geçti ve gitti..." diye mırıldandı.

"Rüya denebilecek kadar sevdin mi burayı, prenses?" Rüzgârın dokunuşlarıyla uçuşan tüllerin arasından iri bir kol uzanarak kapısını tıklattı.

Morrigan keyifle sırıtırken "Evet ama ne yapıyorsun orada? İçeri gelsene." diye seslendi.

"İzinsiz girmek istemedim." diyerek eşikten adım atan Eamon da ona gülümsüyordu.

"Ah, bu çok... zarif. Ama senin yanıma gelmek için izne ihtiyacın yok, prens. Yanın, daima benim yanım olacak."

Eamon yüzünde çarpık bir sırıtışla yanına gelip yatağa oturdu. Elleri, ellerini kavrayıp yuttu.

"Yola çıkmadan önce nasılsın diye bakmak istedim."

Morrigan yeşil gözlerin derinliklerine baktı. "Bilinmezliğin ve yaklaşan savaşların gerginliği dışında mı? Sanırım iyiyim..."

Eamon ellerini bıraktı ve onu sımsıkı sarmalayıp göğsüne bastırdı. Tutturduğu düzenli ama hızlı ritimle gümbürdeyen kalbi gürültülü ve sıcak, kaslı göğsü ve onu sarmalayan güçlü kolları güven vericiydi.

"Her şey yoluna girecek, Morrigan, hepsini beraber halledeceğiz. Yalnız değilsin, biliyorsun ya?"

Şimdilerde bu cümleyi duymaya öyle ihtiyacı vardı ki... Eamon'ı sımsıkı kucakladı, köz ve orman kokusunu içine çekti.

"Teşekkür ederim, varlığınla varlığımı kutsadığın ve ne zaman ihtiyaç duysam yanı başımda olduğun için..." Sesi, tüm güçleriyle sarılıyor olmaları sebebiyle boğuk çıkmıştı. Kelimeleriyse sesinin çok ötesinde bir güce sahipti.

Eamon'ın sırıtışı, sesine de yansımıştı. "Şey, aslında tam olarak bunun için geldim." Bir an için duraksadı, sanki söyleyeceği şeyi ölçüp tartıyor gibiydi. Sonrasında pes etmiş olacak ki aniden "Bu gece beraber uyuyalım mı?" diye sordu.

Morrigan'ın hızlanan kalp atışları ondan önce yanıt vermiş olsa da durdu ve düşündü. Bu, yalnız uyuduğu gecelerde hayalini kurmadığı bir şey değildi. Sevdiği adamın yanı başında uyurken onu sarmalayan sıcaklığı ve onun kolları arasında uyuduktan sonra sabah ilk göreceği şeyin o olması düşüncesi...

"Evet..." diyebilecek kadar sesini bulmayı başardı. Kanın yanaklarına doğru tırmanmaya başladığını hissedebiliyordu.

Eamon'ın yüzü aydınlanmıştı. "Ama önce yapmamız gereken bir şey var." diyerek elini tuttu ve Morrigan'ın ne olduğunu sormasına fırsat vermeden onu yataktan nazikçe kaldırarak paylaştıkları balkona götürdü.

Yıldızlı gece göğü her zamanki gibi nefes kesiciydi ve ay da sanki ayrı bir parlaktı bugün. Morrigan metal sarmaşıklardan ve iç içe geçmiş çiçeklerden oluşan trabzanlara ellerini dayayarak gözlerini kapattı. Nazikçe saçlarından akan rüzgâr, geceliğinin eteklerinin uçuşmasına sebep oluyordu.

"Öyle güzelsin ki..." Eamon'ın kolları beline dolandı, sıcak ve sert bedenine yaslanan Morrigan'ın bedeni evini bulmuş gibiydi. O memnun bir halde iç geçirirken Eamon güldü, kahkahası Morrigan'ın bedeninde yankılandı.

Boynuna kondurulan sıcak, ürpertici öpücüklerin arasında "Asıl sen...mükemmelsin." diye fısıldadı. Eamon karşılık olarak memnun, ufak bir ses çıkarırken nefesi Morrigan'ın tenini okşadı.

"Her şey bitip bu diyar yeniden bizim olduğunda..." diye fısıldamaya devam etti, prens köprücük kemiklerinin biraz üstündeki şah damarında dişlerini gezdirirken. "...buraya geleceğiz, sen ve ben. Balayı için."

Eamon bir an için bir heykel gibi donakalmıştı. Yeniden kendisine geldiğinde "Bana evlenme teklifi mi ediyorsun, prenses?" diyerek güldü.

Morrigan tek kaşını kaldırarak sordu. "Eğer öyleyse ne olmuş?"

"Ah." Morrigan saçlarının arasına kondurulan bir öpücük hissetti. "Esasen bu beni hayatta tutmak için yeter de artar bile. Her şeyin yolunda gitmesi için yıldızları yerinden oynatmam gerekse bile yapacağım." diye devam ederken hala gülüyordu. Bir süre sonra sustu ve Morrigan onun hafifçe hareket ettiğini hissetti. Artık gülmüyordu ama nefes alışverişlerinden dahi heyecan ve mutluluk okunabiliyordu.

"O zamana kadar, bunu takar mısın öyleyse? Her şey bittiğinde, bu diyardaki hiç kimsenin görmediği kadar güzel bir yüzük yapacağım sana. Bunu nişan hediyesi olarak kabul edebilirsin." Sesi biraz mahcup, biraz muzırdı.

Morrigan'ın gözlerinin önünde beyaz altından yapılmış gibi görünen bir madalyon belirdi. İncecik zincirin ucunda sallanan madalyonun dairesel desenleri arasına alevler, bu alevlerin ortasına da bir hilal kazınmıştı.

"Bu anneme aitti, babamın ona düğün hediyesiymiş. Benden hep onu eşime vermemi isterdi, ben de öyle yapıyorum." Morrigan'ın iki eliyle, adeta kırılacakmış gibi tuttuğu madalyonun yüzeyinden yansıyan ay ışığında mükemmel gözüküyordu.

"Eamon, bu çok güzel... Ne diyeceğimi bilemiyorum, gerçekten." Aldığı hediyenin anlamı karşısında gözlerine mutluluk gözyaşları dolmuştu.

Eamon'ın kolları omuzlarının üzerinden uzandı ve elleri ellerinin üzerine kapandı. "Odhran ve Alvaro'dan onu zarar görmeyecek hale getirmelerini istedim ve bizi anımsatacak bir iki şey ekledim, artık senin... Açsana."

Morrigan, madalyonun minik düğmesine basınca ufak bir klik sesi eşliğinde kolye açılıverdi. Madalyonun iç yüzeylerinin birinde bir ayna vardı. Mor kadifeyle kaplı diğer iç yüzeyinin üzerinde ise özenle katlanmış bir kâğıt duruyordu.

Morrigan'ın ağzı hayretle açık kalmıştı.

"Yoksa bu..." Cümlesini tamamlayamadan Eamon madalyonu parmakları arasından alıp katlanmış kâğıdı eline tutuşturdu.

"Evet, hatırlanmaya değer demiştim."

Morrigan belli belirsiz titreyen parmaklarıyla kâğıdı açtı. Bir kitap sayfası büyüklüğünde olan kâğıda özenle, tüm ayrıntılarıyla çizilen ve sonra da renklendirilen resim ağzını açık bıraktıracak kadar gerçekçiydi. Buraya geldikleri ilk geceye, ayna karşısında durdukları o ana ait bir resimdi.

"Yan yana veya ayrı, ne zaman bu aynaya baksan gözünde ikimizin canlanmasını istiyorum. Resim de bunun bir hatırlatıcısı, böyle bir anı ölümsüzleştirmemek yazık olurdu." Prensin sesi derinleşmişti, yanağına bir öpücük kondururken hızlıca kâğıdı ondan aldı.

Morrigan itiraz edemeden ustaca hareketlerle kâğıdı katlayıp yerine koydu ve madalyonu kapattı. Bir saniye sonra ince zincir Morrigan'ın boynundaydı ve madalyon da göğüslerinin arasına kusursuz bir şekilde yerleşmişti.

"Madem ölümsüzleştirdin, ben de onu sonsuza kadar takmak istiyorum. Benim için onu hiç çıkmayacak şekilde sabitler misin, prens?" Parmakları madalyonun ılık metali üzerindeydi, sanki ona sarılıyormuş gibi.

"Emin misin? Gerçi su, ateş, ışık, ya da herhangi bir büyüyü geçirmeyecek şekilde tasarlandı ama..."

"Eminim, Eamon. Hadi." Sesi itiraz götürmeyecek bir tondaydı.

"Pekâlâ, bana bir saniye ver... İşte oldu. Sana çok yakıştı, biliyor musun?" Morrigan bir an için zincirin ensesine değen kısmının havalanıp ısındığını hissetti, sonrasında ılık metal yeniden tenini öpmüştü.

Morrigan kaşlarını çatıp dudağını büzerek "Ezbere konuşmaya utanmıyor da... Henüz yakışıp yakışmadığını görmedin ki!" diye lafı yapıştırdı. Bir yandan da Eamon'ın sarmaşıkları andıran kollarından sıyrılıp yüzünü ona dönmüştü.

"Hangisi daha fena bilmiyorum, bu mu yoksa evlilik teklifime cevap vermemen mi..."

"Cevap mı? Cevabım, ölümsüz ve geri döndürülemez bir şekilde boynunda duruyor prenses." Eamon onu öpmek için uzanırken fısıldamıştı. "Ama illa duymak istiyorsan, evet. Öte Diyar'a ve sonrasında her ne varsa oraya kadar, hatta orada da seninle olacağım. Şimdi ve sonsuza dek..."

Öpücükleri ardı ardına verilen sözler, sorulan sorular ve cevapların bir karışımı gibiydi. Ay ışığı onları yıkamaya devam ederken Eamon, Morrigan'ı kucaklayarak odaya doğru ilerledi. Morrigan itiraz etmek veya cevaplamak istese de dudakları bunu yapmaktan yana değillerdi, daha önemli bir işleri vardı. Eamon onu yatağa yatırırken bile ondan uzaklaşmak istememişlerdi.

Prens üzerinden aşıp yanına, yatağın diğer tarafına zıplarken kendi kendine söyleniyordu.

"Bu yatağı son kez uyumak için kullanıyoruz, prenses. Oldukça rahat ve potansiyeli harcanıyor, bilirsin ya..." Morrigan inanamayan gözlerle ona baktı ve bedeninin her köşesine yürüyen sıcaklığı da alarak ondan uzaklaşıp arkasını döndü ve örtüyü boynuna kadar çekti.

Eamon hala kıkırdıyordu. Yatak onun gülüşüyle hafifçe sallanırken prens onu kollarına aldı, bir yandan da dünyanın en sahici olmayan taklidiyle esniyordu.

Bir süre sonra bu taklit, gerçeğe dönüştü. Morrigan'ın son hissettiği şey, saçları arasından tenine değen tatlı nefeslerdi.

----------------------------------

"Bu silahlar kesinlikle kusursuz. Bunları nereden buldunuz, cücelerin mahzenlerinden mi?" Alvaro bir arbaleti incelerken hayranlıkla iç geçiriyordu.

"Aslında bu gayet mümkün, onlar büyükbabamdan kaldılar. Büyük Savaş zamanı cüceler, feyler için silahlar yaparlarmış. Öyle değil mi, Odhran?"

Odhran gümüş bir kılıcın dengesine bakıp onaylarcasına sırıtırken gözleri, geçmişe yolculuk eden bir adamınkiler gibi odaklarını kaybedip buğulandı.

"Evet, öyleydi. Fiziksel olarak yapabilecekleri pek bir şey yoktu ancak hala yaşadıkları dağların kalbinde öylece durmak da istemediler. Onlar harika demircilerdir ve hala Hylanor Dağı'nın sıcak kalbinde yaşamaya devam ederler."

Alvaro elindeki arbaleti indirirken irileşmiş gözlerle komutana bakıyordu. Morrigan, simyacı prensin bu meraklı ve büyülenmiş halini komik bulmuştu; kendi elindeki yayı incelerken keyifle güldü.

"Peki neden binyıllardır onları gören pek kimse yok? Dağların altından hiç çıkmadan nasıl yaşam sürüyorlar ki?"

"Çünkü yeryüzünün debdebesiyle daha fazla uğraşmak istemediler." Riona elindeki iri bir kılıcı savururken Alvaro'ya döndü, kılıcın ucu prensten tarafa bakıyordu. "Denilene göre, toplu halde yaşayan diğer tüm yaratıklara katlanma zahmetini çekmektense dağların derinliklerinde tarım ve hayvancılık yapabilmek için büyü kullanıyorlarmış."

Morrigan onları izlerken Eamon'a doğru eğilerek fısıldadı. Prens de bir gürzü incelemekle meşguldü, bir an için ona doğru yaklaşarak sözlerine kulak verdi.

"Sence de Riona, Alvaro'nun yanında onun gibi sert ve ciddi bir kadından beklenmeyecek kadar konuşkan olmuyor mu?" Kıkırdamaktan zar zor konuşmuştu.

Eamon somurtarak homurdandı. "Evet, maalesef tam olarak öyle oluyor. Çok sinir bozucu..." Prens bir an garip, muzır bir bakışla kendisini süzdü. "Alvaro da eskisi kadar seninle ilgilenmiyor, öyle değil mi? Edric anlattı, dediğine göre sana o kadar hayranmış ki sen ondan kaçıp..."

Telaşla uzanıp prensin ağzını kapatırken "Şşt!" diye sertçe fısıldadı. Somurtma sırası ondaydı, gözlerini devirerek devam etti. "Evet, görüyorum ki Edric hiçbir şeyi atlamamış. Hiçbir şey sormadım, tamam mı?"

Eamon güldü, elindeki gürzü son bir kez çevirirken tehlikeli ve amansız görünüyordu. Silah ahenkle elinde dans ederken çok rahat konuşuyordu. "Riona'nın bu hali işime geldiği için mutlu mu olmalıyım, yoksa onu ve Alvaro'yu en yakın nehre mi fırlatmalıyım bilemiyorum ama peki..."

"Neden işine gelsin ki?" Morrigan prensin bu söylediğini anlamamıştı doğrusu, bu durum onun için ancak sinir bozucu olabilirmiş gibi görünmüştü ona.

"Bu sayede Alvaro'yu senin etrafında görmek zorunda kalmıyorum, prenses. Bu kesinlikle kız kardeşimi âşık olurken izlemekten daha sinir bozucu olurdu, inan bana."

Morrigan ağzı açık bir halde Eamon'a bakakalmıştı. Eamon ona şöyle bir bakıp güldükten sonra boğazını temizleyerek sesini yükseltti ve "Her şey ve herkes hazır mı?" diye sordu.

Morrigan bu soruyla birlikte şöyle bir etrafına göz gezdirdi. Köşkün bodrum katlarından birinde, bir silah odasındaydılar. Taştan duvarlarındaki onlarca meşalenin aydınlattığı odanın her yerinde silahlar ve zırh parçalarıyla dolu dolaplar, camekanlar ve fıçılar vardı.

Askerler de dahil herkes zırhlarını giymiş, silahlarını ve gerekli araç gereçleri kuşanmışlardı. Morrigan bir tek kendisinin hazır olmadığını fark ettiğinde aceleyle raflara göz gezdirmeye başladı.

"Pekâlâ, herkes yola çıkmaya hazır görünüyor. Öyleyse hazır olanlar diğer hazırlıklar için Karşılama Salonu'na çıkabilir!" Edric'in sesi taş duvarların arasında eski ihtişamıyla yankılandı.

Birer birer herkes oradan ayrılırken Morrigan telaşsız bir şekilde çevresine bakınmaya devam etti. Kısa bir an odanın kapıya yakın olan köşesinde beğeniyle sırıtan Envy'i gördü. Elindeki L şeklindeki eğik, keskin uçlara sahip metale bakarak sırıtıyor ve kapıya doğru ilerliyordu.

"Envy silahıyla oldukça mutlu görünüyor ama ben hala bir şey bulamadım." derken gönülsüzce kısa bir kılıcı aldı.

"Binlerce yıllık bir silah deposundayız, Morrigan. Silah deposunda nasıl silah bulamayabilirsin ki?" Eamon'ın alaycı sesi odada dolaştı. Prens bir yandan baldırlarına parlak, koyu renkli metalden oluşan zırh parçalarını bağlamakla meşguldü. Onlardan başka kimse kalmamıştı artık...

Bezginlikle gözlerini devirip ofladı. "Bir kılıcım var, bir yayım ve senin verdiğin ikiz hançerlerim de ama ben daha özel bir şey arıyorum. Belki daha az belirgin ve... Hey, baksana! Şu nedir?"

Ayaklı camekanın ardındaki kadife bir yastığın üzerindeki şey, bir bilekliğe benziyordu. Dolanan bir yılan şeklindeki metale hayvanın her bir pulu dahil tüm ayrıntıları işlenmişti, açık ağzındaki dişleri ustura keskinliğindeydi.

Vahşi olduğu kadar nefes kesici bir güzelliği vardı.

Eamon yanına gelmişti, camekana bakarken loş meşalelerin gölgeleri arasında gözleri ışıldadı.

"O bir aile yadigarı... Büyükannemin de büyükbabamla uyumlu olacak şekilde bir savaşçı olması seni şaşırtmaz, değil mi? Bu, onun en sevdiği silahıydı. Bilekliğe benzeyebilir ama o bir çoklu silah, bir kırbaç ya da bir sopa olarak kullanabilirsin onu." Prensin sesindeki hayranlık aşikardı.

"Bu nasıl mümkün oluyor ki?" Morrigan daha önce hiç böyle bir şey görmemişti.

"Cücelerin işlerine akıl sır ermez derler, ne denir ki?" Eamon güldü. "Sonrasında bu ilginç silah, nesiller boyu ailemizin savaşçı kadınları tarafından kullanılmış. Bir süredir de burada duruyor."

Morrigan hayranlıkla iç geçirdi. "Riona böyle güzel bir şeyi neden almadı ki öyleyse? Çok işe yarar bir şeye benziyor doğrusu..."

"Söylediğine göre tarzına uymuyormuş. Ne demişti? Ah, evet... Onun için yeterince keskin değilmiş, fazla merhametli kalıyormuş. Hatta bu yüzden onu bana verdi." Prens camekanın kapağını açıp gümüş bilekliği çıkartmadan önce Riona işte dercesine omuz silkti.

"Düşündüm de..." Eamon, Morrigan'ın sağ elini tutup bilekliği koluna geçiriverdi. Yılanın açık, tehditkâr ağzı elinin sırtında kalmış; kıvrılan kuyruğu ise bileğinden yukarıya, dirseğine doğru uzanmıştı. "...Bu kesinlikle sende mükemmel durdu, üstelik savaş tarzına da uyuyor. Evet, işte... Artık senindir."

Morrigan'ın parmakları soğuk, yıllanmış gümüşü okşadı. Bu sert, bükülmez metalin nasıl değişip esneyebileceğini aklı almıyordu.

"Ama bunun aile yadigarı olduğunu söylememiş miydin? Bunu öylece bana veremezsin ki, Riona istemese bile ailenin diğer dişileri bunu sorun etmez mi?"

Eamon omuz silkti, zırh parçalarından bir başkasını bağlamayı bitirmişti. "O normalde anneme aitti ama anne ve babam Öte Diyar'a göçeli çok oldu, biliyorsun. Riona da istemediğine göre, kimse bir şey diyemez. Hem..." İşini bitirip yanına gelmişti. "...Artık sen de benim ailemsin, Morrigan. İzin ver ben de seninki olayım, tamam mı?"

İçtenlikle gülümserken bilekliğini bir kez daha okşadı. Bu düşünce, zaman zaman onu ürperten buz gibi korkuların üzerine nazik bahar yağmuru gibi yağıyor ve umudunu yeşertiyordu: Daha güzel günlerin umudunu. Eamon tek başına varlığıyla Morrigan'ın daha güzel günlere ulaşabileceklerine inanmasını sağlıyordu.

Parmak uçlarının üzerinde yükselerek kollarını Eamon'ın boynuna doladı ve yanağına bir öpücük kondurdu. Nazik bir öpücüktü bu, arzudan çok minnet ve saf sevgiyi taşıyordu tenleri arasında.

"Teşekkür ederim, Eamon. Ona layık olacağıma söz veriyorum. Ama... Zırh konusunda ne yapsak? Sanırım ben diğerlerine göre biraz ufak tefek kalıyorum." Kendi kendine güldü.

Eamon onu şöyle bir süzdü, Morrigan o bakışlardaki oyunbazlığı görmezden geliyordu.

"Eh, askerlere göre evet. Ama Riona'yla hemen hemen aynı boydasınız ve ben şurada sana uyacak bir şeyler gördüğümden eminim. Haydi, diğerlerine yetişmemiz gerek. Riona ve Odhran'ın bekletildiklerinde ne kadar huysuz olduklarını tahmin bile edemezsin, prenses."

Morrigan bu düşünceyle gerçekten ürpermişti, bu yüzden bileğinden tutup onu çekiştiren prensin adımlarına ayak uydurdu.

----------------------------------------------

Edric Ana Salon'da Elving ve Riona'yla konuşup son hazırlıkları da tamamlarken Odhran ve Fearghal de asansör görevini gören ve onları yeniden Eryn Tepesi'nin ormanları süpüren eteklerine bırakacak olan mekanizmanın başına geçmiş, askerleri birer yollamakla meşgullerdi. Hep birlikte tepenin aşağısındaki ahırlarda toplanacaklardı.

Esasen Edric'e pek bir iş kalmamıştı, Elving her şeyi neredeyse korkunç bir çabukluk ve şaşmazlıkla halletmişti. Giyecekler, yiyecekler, lazım olabilecek her türlü kamp malzemesi ve hatta yolda durup temizlenebilmeleri için gerekli malzemeler... Edric'in aklına bile gelmeyen tonlarca şey çoktan heybe ve çuvallara doldurulmuş, askerler eşliğinde birer birer götürülmekteydi.

Sıkıntıyla ofladı, bir yandan da etrafına göz gezdiriyordu. Bir köşede kendi ufak çantasıyla uğraşan Envy ve Riona'ya yardımcı olmak için heybelerin ya da çuvalların taşınıp kümelenmesiyle uğraşan Illarion dahil herkes oradaydı. Fearghal ve Alvaro, lazım olabileceğini düşündükleri birkaç çeşit şifalı taş, bitki ve tohum almak için Elving'in yanındaki genç feylerden biriyle ortadan kaybolmuşlardı. Odhran ise bir an önce ayrılmaları gerektiği konusunda huysuz, yaşlı bir adam gibi uzunca bir süre söylendikten sonra ahırların oraya gitmişti.

Bir tek Eamon ve Morrigan ortalıkta gözükmüyorlardı.

Yola çıkmak için uğraşıp çabaladıkları her dakika, birer iğneye dönüşüp Edric'in sinir uçlarına saplanıyor gibiydi. İçgüdüleri şu anda güvenli bir yerde olduğunu biliyor ve buradan ayrılmanın tekinsiz olduğu konusunda attıkları çığlıklarla ruhunun duvarlarını sarsıyorlardı. Dahası, bir kez daha kardeşiyle yollarının böyle ayrılıyor olması, yaşadıkları yüzünden Edric'e sanki yeniden kötü bir şeyler olacakmış gibi hissettiriyordu.

Sanki bir kez daha ancak bu sefer sonsuza kadar elleri birbirinden ayrılacakmış gibi geliyordu. Zümrüt Diyar'ın uçsuz bucaksız ormanlarında, ovalarında ve artık şehirleriyle kasabalarında da kol gezen ölüm ve vahşeti ya da Dük'ün onları aradığını düşününce, Edric Morrigan yanında değilken yaşayacağı endişeyi tahmin bile edemiyordu. Sanki bir parçası, bir uzvu ondan uzaklaşıp kayıplara karışacakmış gibi hissediyordu.

Dahası, Edric kız kardeşine karşı bu denli acımasız ve katı olan Tanrılara karşı gitgide büyüyen bir öfke ve isyanın içinde kök saldığını hissediyordu.

Kız kardeşinin zorlu kaderini biraz bile kıskanmıyordu ancak elinde olsa bu yükü onun yorgun omuzlarından almak için her şeyi yapardı. Annesinin veya onun birer kara fey olmaları, işittikleri kehanetler, belirsizliklerle dolu bir gelecek ve karşısına çıkmak için can atan kadim ve korkunç engeller... Şimdi onu bu engebeli yolda yalnız bırakacak olması canını sıkıyordu.

Eh, en azından Eamon'ın onunla olacağını bilmek bir nebze içini rahatlatıyordu. Kader bu sefer işini düzgün yapmıştı, böyle bir yolda Morrigan için daha uygun bir dost düşünemezdi.

Bunları düşünürken Eamon ve Morrigan'ın merdivenleri tırmanarak ona doğru geldiklerini gördü. Sanki bunların hiçbiri umurlarında değilmiş gibi gülerek, şakalaşarak yanına gelirlerken tasasız ve fazlasıyla aşık duruyorlardı.

Edric istemsizce sırıttı, bu halleri bulaşıcı olmalıydı.

Morrigan'ın göğsünde, kolları ve bacaklarında gümüş renkli zırh parçaları vardı. Zarif motiflerin işlendiği metal, pencerelerden giren güneş ışığını mükemmel bir şekilde yansıtırken kız kardeşinin saçları da bu parıltıdan payına düşeni almıştı. Dirseğini Eamon'ın kaburgalarına geçirirken yıldızlar kadar parlak ve tasasız görünüyordu.

Kardeşinin yanında yürüyen kuzeninin yüzüne baktı. Bakışları kesiştiğinde Eamon'ın da benzer endişelere sahip olduğunu ancak Morrigan'a hissettirmemeye çalıştığını anladı.

"Nihayet siz de hazırsınız sanırım, değil mi?" Tek kaşını kaldırarak alayla sordu.

"Eamon sayesinde biraz uzun sürdü ama evet, hazırız."

"Benim sayemde mi? Bu zırhta ısrar eden sendin, onu mahfazasından çıkarmak için resmen savaş verdim ama aldığım teşekküre bak." Kuzeni gözlerini devirmişti.

Morrigan, Edric'in her zaman komik bulduğu bir ifadeyle gözlerini kısarak Eamon'a baktı. "Yakışacağını sen söyledin! Her neyse..." Abartılı bir tavırla buklelerini Eamon'a doğru savurdu. "Neredeyse herkes ahırların oraya gitmiş bile, artık biz de mi gitsek?"

Edric başını sallayarak bu teklifi onayladı. "Gitsek iyi olur. Hey Illarion, her şeyi aldılar mı? Elving bir şeyler daha verdiyse hiç şaşırmam. O acımadığına göre tanrılar atlarımıza acısın!"

Illarion son bir çuvalı kucaklayıp sırıttı. "Sanırım bu sonuncusu, efendim. Öyle değil mi, Elving?"

Kâhya kafa sallayıp gülümsedi ve hafifçe eğilerek onları selamladı.

"Tanrıya şükürler olsun, bir çuval ya da heybe daha taşıyacak halim kalmamıştı doğrusu!" Illarion belini tutarak ofladı, bir yandan da onlara gülümsemeye çalışıyordu.

"Sen kiminle gideceğine karar verdin mi Illarion? Edric ve diğerleriyle Okyanus'a mı gideceksin, yoksa askerlerle birlikte Solonor'a mı?" Morrigan merakla asker dostlarına bakarken Edric de bu sorunun cevabını bu genç feyden hiç duymadıklarını fark etti.

"Şey, majesteleri... Collin kısıtlı zamanınızda size bahsetme fırsatı bulabildi mi bilemiyorum ancak biz, okyanus kıyısındaki ufak bir balıkçı kasabasında büyüdük. Dolayısıyla hayatımın ilk yılları ağ atarak, gemilerle açılarak geçti." Buruk bir gülümsemeyle ona bakan Edric, Illarion'un yüzünde kardeşiyle olan anılarından oluşan bulutları gördü. "Ve fark ettim ki majestelerinin ne gemisi var ne kaptanı ne de okyanus hakkında bilgisi... Dolayısıyla, sizin için de sakıncası yoksa..." Duraksayarak kendisine doğru dönmüş, saygıyla hafifçe eğilmişti. "...size yardımcı olmak isterim. Orada bulacağınız alelade bir denizciden daha faydalı ve güvenilir olabileceğimi düşünüyorum."

Edric kendisinin yüzünde de Eamon ya da Morrigan'ın yüzünde yer alan boş bakışın olduğundan kesinlikle emindi.

Illarion kesinlikle haklıydı. Bunca kişiydiler ve şimdiye kadar böyle bir ihtiyaçları olduğunu nasıl kimse dile getirmemişti ki?

Edric kendi kendine hayıflandı. Bunu çok önceden hesap etmiş olması gerekirdi, o bir komutandı ne de olsa. Bedeni iyileşse de zihninin eski günlerinden uzak olduğunun ufak bir kanıtı olmuştu bu. Ufak, ancak tatsız bir kanıt... Yine de geçen günlerle birlikte gitgide daha iyi olacağına olan inancı tamdı, bu yüzden bu ruh halini derhal üzerinden attı ve Illarion'a döndü.

"Elbette yoldaşım olmanı isterim, Illarion. Tecrübelerinin faydasını göreceğimizden hiç şüphem yok." Ona gülümserken elini de omzuna atmıştı. "Hadi, benimle gel de artık aşağı inelim."

Morrigan ve Eamon'a iki parmağını şakağına götürerek alelade bir selam verdikten sonra mekanizmanın olduğu kısmı örten kapıyı açarak Illarion'la birlikte bir hücreyi andıran kabine girdi.

Parmakları, birkaç gün önceki kadar olmasa da hala titriyordu. Yine de Edric bu yere son bir kez bakarken iyileşmekte olduğunu hissetti, ve şükrederek gülümsedi.

---------------------------------

Morrigan hoşnutsuzlukla gökyüzüne bakarken vahşice esen, kükreyen rüzgâr ve tepenin eteklerinde olmalarından dolayı uçabilecekmiş gibi hissediyordu.

Biraz önce kısa süreliğine parıldayan güneş yerini yeniden gri bulutlarla gürleyen, buz gibi yağmura ve fırtınaya gebe bir gökyüzüne bırakmıştı. Fırtınayı sırtlanan bulutlar, Şato'nun bulunduğu yönde yavaş yavaş kümeleniyorlardı.

Neyse ki artık herkes hazır bir şekilde, yüklerin pay edildiği atlarına binmek için bekliyordu. Kısa da olsa bekledikleri ayrılığı başlatacak olan veda, nihayet onları yola düşürmek için gelmişti.

Oysa Morrigan vedaları hiç mi hiç sevmiyordu.

"Asker, at bin!" Riona'nın sesi, gök gürültüsü gibi alanda yankılandı. Eyerlerine atlayan askerlerin çıkardığı eş zamanlı seslerden sonra işte, hepsi bu kadardı. Herkesin kendi yoluna gidebilmesi için her şey hazırdı.

Yolları burada ayrılıyordu ve her yol bir başka belirsizliğe doğru gidiyordu. Morrigan boğazına yerleşen yumrudan kurtulmaya çalışırken endişe ve keder karışımıyla Edric'e baktı.

"Gel buraya, ufaklık." Edric kollarını açmış, yüzünde hissettiği hiçbir duyguyu sızdırmayan sıcacık bir gülümsemeyle onu bekliyordu.

Morrigan koşar adımlarla kendisini abisinin kollarına attı ve ona öyle bir çarptı ki, Edric tüm cüssesine rağmen dengesini yeniden bulabilmek için bir iki adım gerilemek zorunda kaldı.

"Birkaç gün sonra sana yetişeceğim, abi. Beni beklerken başını belaya sokmamaya çalış tamam mı?" Sesi boğuk çıkmıştı.

Edric'in kahkahası, yanağını yasladığı göğsünde yankılandı. "Denerim, ne diyebilirim ki... Biliyorsun bana güven olmaz. O yüzden gecikme, ufaklık, olur mu? Neyle karşılaşacağını bilmiyorum ama tanrılar seni korusun." Abisi derin bir iç çekti. "Sağ salim bir şekilde bana dönmeni bekleyeceğim."

"Döneceğim, söz... Seni özleyeceğim. Tanrılar sizinle olsun, Edric. Seni seviyorum." Son kelimeleri söylerken sesi bir fısıltıya dönüşmüştü. Abisinin beline doladığı kollarını ondan ayırmak çok zor gelmişti ama diğer dostlarıyla da vedalaşmalıydı.

Alvaro, Edric'in tam yanında duruyordu. Onun önünde durduğunda Morrigan aniden bir zamanlar Alvaro'nun yanındayken hissettiği o rahatsızlığın tamamen kaybolduğunu hissetti. Karşısında duran ve ona olağan ancak samimi bir gülümsemeyle bakan kuzeni, onun yaşıtı bir dostuydu yalnızca. Nihayet birbirlerine bakış açıları eşitti.

"Her şey böyle olduğu için üzgünüm." diyebildi, nitekim öyleydi de.

"Ben de öyle ama ne derler bilirsin: 'Eğer hala nefes alıyorsan atlattığın zorlu günlerin sonrası, okyanusta fırtınaya yakalanan bir geminin ertesi gününe benzer. Belki tayfadan eksilenler olmuştur, belki gemi biraz hasar almıştır ama...'"

"...ama okyanus artık sakindir ve ufuk da hala oradadır." diye Alvaro'nun sözlerini tamamladı.

Prens göz alıcı bir kahkahayla güldü. "Kitap okumayı hala çok sevdiğini görmek güzel."

Omzunu silkti. "Sadece şu aralar pek vakit bulamıyorum diyelim." Morrigan bunları söylerken gülümsüyor olsa da gülümsemesi soldu, uğuldayan rüzgâr huzursuzluğunu yeniden ayyuka çıkarmıştı.

"Kendine dikkat et, olur mu Alvaro? Mümkünse abime de... Sizi ancak sizin anlayabileceğinizi biliyorum, bu yüzden onun yanında ol lütfen."

"Hey, ben hala buradayım! Ayrıca beni emanet ettiğin adama bak, aç kalsak bir tavşan bile avlayamaz ve kıvranarak ölürüz." Edric gözlerini devirdi.

Prens elini sallayarak ustaca konuyu geçiştirdi. "Merak etme, sen gelene kadar Elving'in verdiği çuvalları bitiremeyeceğimize göre açlıktan ölmeyeceğiz." Kıkırdayan Alvaro, rahat bir tavırla gülümsedi. Morrigan onun rol yeteneğinin Edric'ten bile daha iyi olduğunu düşünüyordu. "Sen de kendine dikkat et, Morrigan. Tanrılar seni ve yolunu gözetsin."

Morrigan ona şöyle bir sarıldı. Aniden gelen bir içgüdüyle birlikte kolları kucaklamalarını sonlandırmadan önce kuzeninin kulağına bir başka alıntı fısıldadı.

"Gerçek sevgi ve uyumu bulduğunuzda, kalbiniz bunu beyninizden önce anlar. Bu yüzden kalbiniz pusulanız olsun, onun sizi götürdüğü yolda ilerlerken beyninizin size vuracağı zincirler önemsizdir."

"Bu da ne demek?" Alvaro'nun kafası karışmış görünüyordu, yine de içgüdüsel olarak gözlerinin Riona'ya değişi Morrigan'ın gözünden kaçmadı.

"Yakında anlarsın, kuzen." demekle yetindi.

Alvaro'nun yanında, iki adım uzağında Riona duruyordu. Morrigan onun önünde durdu ve çenesini dikleştirerek cesur bir şekilde gülümsedi. Ona karşı ilginç bir şekilde mahcup hissetse de -belki de abisiyle aralarındaki ilişkidendi- ya da yaptıkları için ona minnettar olsa da Riona için bunların önemi olmadığını biliyordu. Onun saygı duyduğu yegâne şey cesaretti.

Morrigan tüm korku ve endişelerine rağmen kendinden emin görünmeye çalışıyordu.

"Yardımın için hep minnettar kalacağım, Riona. Belki geç tanıştık ama senin gibi yürekli ve iyi kalpli bir dişiyi tanıdığım için çok mutluyum." İçtenlikle elini uzattı.

Riona'nın zümrüt gözleri kısa bir an için bileğinden kıvrılarak tırmanan yılanda takılı kaldı. Keskin yüz katları sıcak bir gülümsemeyle yumuşarken yeşil gözleri yeniden kendisininkileri buldu.

"Nihayet sahibini bulmuş, ha? Çok yakışmış, benden iyi kullanacağına da eminim." Eli sıkıca kendi elini kavradı. "Ben sadece bu diyarın bir komutanı ve ailenin bir üyesi olarak yapmam gerekeni yaptım, Morrigan. Minnettar olunacak bir şey yok."

"Hem..." Parmakları onunkileri daha da sıkarken Riona'nın yüzüne sinsi bir gülümseme yerleşti. "Burnu havada ve soğuk abimi yola getiriyor olduğunu görmek bana yeter. Baksana, beslenmeyi bekleyen bir kedi gibi."

Morrigan, biraz ötedeki Eamon'a baktı ve kıkırdadı. Eh, Riona pek haksız değildi.

"Ben de seni tanıdığım için mutluyum. Seni bekleyen şey her neyse, onun da üstesinden geleceğinden eminim. Yaşının çok ilerisindesin. Yakında görüşmek üzere." Elleri ayrılırken bir abla edasıyla omzunu sıvazladı.

Nihayet sıra Odhran ve Fearghal'e gelmişti. İki kadim komutan, iri yumruklarını göğüslerine yerleştirip başlarını hafifçe eğmişlerdi.

Morrigan bu saygı değer, yaşlı feyleri karşısında böyle görünce boğazına bir şeyler oturdu. Kendi yumruğunu göğsüne götürüp eğilirken "Size de minnettarım, binlerce yıllık sessizlikte bulduğunuz huzuru bozup buralara kadar geldiğiniz için. İkinizle de tanışmak büyük bir onur."

"O onur bize ait, prenses. Kendi adıma konuşmam gerekirse, Solonor'dan biraz sıkılmaya başlamıştım." Fearghal umursamaz bir ifadeyle omuz silkerken gökyüzünde bir şimşek çakınca -aynı şimşekler Riona'nın gözlerinde de çakıyordu- boğazını temizledi. "Binlerce yıl yaşayınca, rutinin sıkıcılığı daha bir fark edilir oluyor."

"Olacağını umduğumuzdan çok daha cesur ve güçlüsün, dostumun kanı. Yolun açık olsun." Odhran nadir gülümsemelerinden birini bahşetmişti ona.

Komutanları aşıp Illarion'un önünde durdu. Genç askerin altın bakışları, kendi bakışlarına delip geçen bir hüzünle birlikte değdi. O bakışlara aynı şekilde karşılık verirken ikisinin de irisleri bulutlanıp nemlenmişti.

Kaybın acısı ne geçip gidiyor ne de azalıyordu. Morrigan alıştığını, en azından bir gün alışacağını düşünse de yas dilini konuşan hangi bakışa denk gelse o acıyı aynı şekilde yerinde buluyordu. Değişmiyordu, yalnızca yatağına yerleşmiş bir kaya gibi göğsünde ağırlık etmekle kalıyordu.

"Kardeşin için üzgünüm, tıpkı kuzenim için olduğum gibi... Sen ve ben, onların intikamını alacak olanlarız Illarion. Kaderlerimiz belki de bunun için birbirine düğümlendi, bu yüzden kendine iyi bakmalısın. O günleri hep birlikte göreceğiz."

Illarion, yanağına süzülen bir damla göz yaşını silerek gülümsedi ve yumruğunu göğsüne yasladı. Başını, yüz ifadesini gizlemeye yetecek kadar eğmişti.

"Sağ salim dönüşünüzü bekleyeceğim majesteleri." Morrigan onu selamladı, genç askeri utandırmamak için omzuna şöyle bir vurarak onu hızlıca geçti.

Geriye bir tek Envy kalmıştı. Morrigan karşısına geldiğinde genç kız çarpıcı turkuaz gözlerini adeta yüzüne sabitlemişti. Kızıl saçları vahşi rüzgarla savruluyordu. Yüzünde hesaplayan, kestirmeye çalışan bir ifade vardı.

Ani bir hamleyle boynuna sıkıca sarılan kollar karşısında Morrigan şaşkınlıkla iç çekti.

Onu bağrına basan bedenden coşkun bir sevgi, saygı ve endişe birbirine karışarak akıyor ve kalbine işliyordu. Tam o şaşkınlıktan sıyrılıp kollarını ona dolayacaktı ki Envy yapmaması gereken bir şey yapmış gibi aceleyle ve mahcup bir tavırla geri çekildi.

"Kaderin işine karışmayacağım, seni bekleyen şey her neyse onunla yüzleşmen gerektiğini biliyorum. Ancak bir arkadaşımı kaybetmiştim, bir tanesini daha kaybetmek istemiyorum. Karşına her ne çıkarsa çıksın dikkatli ol, Morrigan."

Morrigan, Envy'nin minik ve nasırlarla dolu ellerini sımsıkı kavrayarak ona gülümsedi.

"Merak etme, hiç öyle bir niyetim yok. Ben gelene kadar Edric için donanmanın en güzel, en hızlı gemisini çal. Tamam mı?"

Aniden ortalığa çöken sessizlik karşısında onlara doğru bakan şaşkın kafalar karşısında hem o hem de Envy kahkahayı bastı.

"Ne? Okyanus Feyleri'nin Adası'na ışınlanmayı mı planlıyorsunuz?" Bir kaşını kaldırarak ortaya doğru sordu.

"Aslında ben bu konuyu halledebilirdim. Uçabiliyorum, biliyorsun ya?" Edric de aynı ifadeyle karşılık verdi.

"Yaşadığın ona şeyden sonra diğer formunun nasıl etkilendiğini bilmiyoruz, bu riski alamayız. Hem..." Bir an duraksadı, ifadesiyle uyumlu bir şekilde sertleşen sesi dikkat çekiyordu. "...eğer bir terslik olursa bir kısmımızın gemiyle uzaklaşması gerekebilir."

"Ne tersliği?" Soru Riona'dan gelmişti.

"Bilmiyorum ancak sizden başka kimseye körü körüne güvenmemek için yeterince sebebim var."

Edric ve diğerlerinin bu dediğini sessizce onaylamaktan başka şansları yoktu.

"Gemi işi bende, merak etme. Döndüğünde rıhtımda seni bekliyor olacak." Envy tilki gibi sırıtıyordu.

İşte, herkesle vedalaşmıştı. Eamon da hızlı, resmi hareketlerle ve kısa cümlelerle herkesle vedalaşarak hızlıca yanına geldi. Yalnızca Edric'e ve Odhran'a sarılmış, Riona'nın da saçlarını karıştırmıştı.

Kız kardeşi karşılık olarak ona hırlayınca Morrigan güldü.

Kalabalık bir gruplardı ve belki de dışarıdan bu vedalaşma uzun sürmüş gibi durabilirdi. Ama Morrigan'a dakikalar birbirlerini gereğinden fazla kovalamışlar gibi gelmişti. Yanında dikilen prensle bakışları birbirine değdiğinde sessizce başını eğdi.

Artık yola koyulma zamanıydı.

Yan tarafından parlayan ışıkla birlikte elini gözüne siper etti. Eamon'ın değişen bedeni uzayıp şekillenirken kısa bir an için hiçbir şey göremedi. Tekrar görüşüne kavuştuğunda devasa, siyah kurt yanında dikiliyordu.

Morrigan hızlı, çevik hareketlerle kalın posta tutunarak Eamon'ın üzerine yerleşti. Sırtındaki devasa, ağzına kadar dolu çanta ve zırhının sıkı iplikleri yüzünden biraz zorlansa da yerini aldığında yumuşak tüyleri okşadı.

Eamon, Edric ve diğerlerine dönerek gürler gibi havladığında Morrigan yola çıkmak üzere olduklarını anladı ve dönüp gülümseyerek ailesine ve dostlarına el salladı. İşte, yine o garip his gelip içine yerleşmişti.

Geri dönemeyeceğinden değildi, hatta Morrigan sağ salim döneceklerinden şüphe dahi duymuyordu. Ancak döndüklerinde aynı kişi olmayacakmış gibi geliyordu ona. Nymalin'de her ne varsa ya da her ne olacaksa onun yüzünden değişip dönüşmekten korkuyordu. Belki de bu manasız ve temelsiz korkunun sebebi, Dük'ün ona kendisi hakkında söyledikleriydi.

"Sen hissetmiyor musun, farklı olduğunu?" demişti. "Öfkeyi, nefreti, yok etme isteğini..."

Olmak istemediği birine dönüşür müydü? Canavarlarla kavga ederken canavarlaşır ve bir şeyleri kaybeder miydi? Bundan korkuyordu.

Parmakları bu düşünceyle birlikte yumuşak tüylere gömülüp onları sıkıca, adeta bir atın yelesiymiş gibi kavradı. Eamon son bir kez havlayıp gürleyerek yönlerini kuzeybatıya çevirdi ve hızla koşmaya başladı.

Hız, ilk anda nefesini keserek şaşırmasına sebep olmuştu. Öyle ki, saniyeler sonra ardına baktığında yalnızca orman içindeki belli belirsiz patikayı ve bulanıklaşan ağaçları görebildi.

Nymalin'e, kaderlerinin belirleneceği şehre giderken tüm korkuları vahşi rüzgâra karışarak dağıldı ve kayboldu. Zihni berraklaşırken geride kalan tek şey, Eamon'ın toprağı döven pençelerinin sesiydi.

-------------------------------------------

Yine beklenenden uzun olan bir aradan sonra birlikteyiz, bölümün ikinci kısmı yaklaşık bir veya iki saat sonra sizlerle olacak. İkinci kısmın sonunda buluşalım, olur mu? Söyleyeceklerim var :')

Lütfen oy ve yorumlarınızı esirgemeyin ^^ Sevgiler

 

Bölüm : 28.08.2024 15:54 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...