29. Bölüm

KADİM KURDUN ORTAYA ÇIKIŞI

Merve Gündoğmuş
mervegndgms

Yeniden merhaba, iyi okumalarr ^^

Mallorn'un bulunduğu geniş ormanı terk ettikten sonra Eamon rotalarını güneye çevirmişti. Esasen dönüş yolunda Aerduin'e uğramayı düşünmüyordu, ancak Morrigan Loriel'i bir kez daha görmekte ısrar etmişti. Başta homurdanıp karşı çıksa da biraz düşündükten sonra prensesin bu isteğini her nedense onaylamıştı. Ona hayır demek oldukça zordu.

En azından Eamon bu geri dönüşleri sayesinde kasabadakilerden gerekli birkaç şeyi de satın almalarını sağlayabilirdi. Dağların eteklerinden, ovalardan ve nehirlerden aşıp gidecekleri yolları uzun sayılırdı, Morrigan'ın bu uzun yolculukta olabildiğince az sıkıntı çekmesini istiyordu.

Prenses birkaç adım önünde, Illarion'un kılıcıyla dalları temizlediği yolda ilerliyordu. Eamon'ın farkında değildi, meraklı ve temkinli bakışlarla etrafındaki bakir doğanın güzelliğini incelemekle meşguldü. Bazen gördüğü garip bir çiçeği koparıp çantasına koyuyor, bazen de kuşları gözleriyle takip ediyordu. Özellikle kuşlar bir hayli ilgisini çekiyor gibiydi.

O sabah yaptıkları antrenman Eamon'ın aklından bir türlü çıkmıyordu. Hissettiklerinin anlamını düşünüp duruyordu. Olabilir mi? sorusu zihninde dönüyordu, bu soru Eamon'ın kendisi hakkında bazı şeyleri de sorgulamasına yol açmıştı.

Antrenmanları boyunca büyüsü her seferinde Morrigan'ın tenine biraz daha yaklaşmıştı, Eamon aslında bunu onu kışkırtmak ve büyüsünü ortaya çıkarmak için yapmıştı. Ancak o alev topunun o mesafeden onu o kadar inciteceğini beklememişti, tıpkı o acıyı kendi kolunda da hissetmeyi beklemediği gibi.

Sanki kısa bir an için prensesle bedenen ve ruhen bir olmuş, aynı şeyi hissetmişlerdi. Morrigan'ın acısı onun acısı olmuş, Eamon'ın derinlerde uyuyan vahşi bir yanı prensesin acısını dindirmek ve onu koruyup kollamak istemişti. Onun acısı dinene kadar huzursuz olmuş, dindirmek için bir şeyler yapmak istemişti.

Asırlardır yaşayan yetişkin bir fey olarak bunun anlamını çok iyi biliyordu elbette. ... Bu kelime zevkle ürpermesine sebep olmuştu. Bu keyifli his de kendi içindeki sorgulamasının hiç beklemediği bir sonucuydu. Bu durum, Morriganla ilgili her şey Eamon'ın hoşuna gidiyordu.

Alında Morrigan'ı çok kısa bir süredir tanıyordu. Daha öncesinde resimlerini görmüş, hakkında Edric'ten çok şey duymuş olsa da yan yana olmak ve onu yavaş yavaş tanımak bambaşka bir şeydi. Morrigan'ın yanında kendisini köksüz bir ağaç veya boş arazilerde oradan oraya savrulan rüzgarlar gibi hissetmediğini fark etmişti.

Uzun yaşamı boyunca hep onu aramış gibiydi.

Onu daha çok tanımak, öğrenmek istiyordu. Yaşadığı keder ruhunu gölgelemiş, neşesini soldurmuş olsa da onunla bu yolda yürümek ve bu genç kızın kim olduğunu keşfetmek istiyordu. Yine de endişeliydi.

Bu karmaşık hislerle ona bir kez daha baktı.

Dalgın adımlarla Illarion'un arkasından yürüyor, çevresine bakınıyordu. Gümüşi saçları parıldıyor, ara sıra esen hayalet bir esinti buklelerini havalandırarak prensesin kokusunu ona taşıyordu.

Bu koku... Her geçen gün onun içine siniyor, Eamon için daha da anlamlı oluyordu. Çok uzun süredir evinden uzakta ve huzursuzdu. Emirler alıp vererek zamanını geçirse de yaşadığını söyleyemezdi. Morrigan'ın kokusu uzun asırlar sonra içinde huzur ve neşeyi uyandırmıştı. Yaşadığını hissediyordu.

Düşünceleri onun gördüğü ve Morrigan'ın farketmediği bir şeyle bölündü. Illarion kılıcıyla dalları budarken kalınca bir dalı kesmeye üşenip bükerek yolundan çekmek gibi bir şapşallık yaptığında Eamon içgüdüsel olarak harekete geçip kalın dalı Morrigan'a çarpmadan yakalamak için uzandı.

Morrigan'ın refleksleri iyiydi, kendisine doğru fırlayan dalı zamanında görmüştü ancak dal kalın olduğundan Illarion bıraktığında onun ummadığı kadar kuvvetli çarpmıştı. Bu yüzden darbenin şiddetiyle afalladı ve geriye doğru sendeleyerek Eamon'a çarptı.

İnce ama güçlü hatlara sahip beden göğsüne çarptığında Eamon elleriyle onu bileklerinden nazikçe kavrayarak dengesini tekrar sağlamasına yardımcı oldu. Kadınsı, gizemli koku onu sarmaladığında Eamon derin bir nefes alarak bu anın tadını çıkarmaktan çekinmedi. Yasemin, hanımeli, orman ve gece ayazının kendine has aroması birbirlerine karışarak duyularını uyandırdı.

Tüm içgüdüleri bu tanıdık kokuyla beraber onun dostu ve eşi olduğunu haykırıyordu.

Özenle kavradığı bileklerin altında atan güçlü nabız şimdi biraz hızlanmıştı. Eamon'ın yüreği de heyecanla çarpmaya başladı, ona yaslanmış halde duran prensesin bunu işitebileceği veya hissedebileceği gerçeğinden artık pek de çekinmiyordu.

Birkaç saniye öyle kaldıktan sonra Morrigan yavaş, dikkatli hareketlerle ayağa kalktı ve dala bakarak kıkırdadı. Illarion'un dikkatsizliği komiğine gitmiş gibiydi ancak Eamon aynı fikirde değildi.

Prenses arkasına dönüp ona bakarak "Ah, teşekkürler." diyerek gülümsediğinde bukleleri uçuşarak Eamon'ın omzunu okşadı.

Eamon ona gülümseyerek başını salladıktan sonra kılıcını çekti ve dalı tek hamlede kökünden keserek Illarion'a verdi. Morrigan'ın keyfini kaçırmamak için onu böyle uyarıyordu, yoksa onu o ağacın diğer bir dalına ayağından asma düşüncesi çok daha çekiciydi.

Öne geçerek ilerlemeye ve kılıcıyla yollarını açmaya devam etti.

Güzel bir havada, kuş cıvıltıları eşliğinde bir süre yol aldıktan sonra Aerduin'in taştan ve ahşaptan yapılmış haneleri yeniden görünür olmuştu.

Kasabanın meydanına geldiklerinde Morrigan tavernaya, Loriel'in bulunduğunu düşündüğü binaya doğru hareket etmişti. Eamon, bir süre onun ardından baktıktan sonra Illarion'a döndü ve "Prensesin Solonor'a ve sonrasında gideceği yerlere yaya olarak ilerlemesini istemiyorum. Bunu al ve gidip bize iki at bul, sonrasında da biraz erzak almanı istiyorum. Sıcak ve soğuğa uygun birkaç parça kıyafet de fena olmaz ancak zaman alacaksa şart değil. Hızlıca burayı terk edeceğiz, o yüzden acele et." dedi. Hemen ardından koyu renkli kadife bir para kesesini Illarion'a uzattı.

"İki at mı, majesteleri? Üç kişiyiz de..." Illarion elinde keseyle bir kaşını kaldırmış ona bakıyordu. Ona doğru elini boşver dercesine salladı.

"Benim ata ihtiyacım yok, sadece hızlı ol." Duraksadı. "Ha, bir de prensesin ara sıra da olsa temizlenebilmesi için malzemeler bul. Yolda neyle karşılaşırız bilmiyorum ama kandan kesinlikle hoşlanmıyor."

Genç asker başını sallayıp hızla sokakların arasında kaybolmuştu, Illarion binekleri bulabilirse çok iyi olacaktı. Ne kadar hızlı oraya ulaşırlarsa, Edric'i o kadar çabuk o hainin elinden kurtarabilirlerdi.

Tavernaya doğru yürürken düşündü. Aslında Eamon önden Solonor'a giderek durumu Riona'ya açıklayıp onu ikna edebilir ve birliklerin Morrigan ve Illarion gelene kadar hazır olmalarını sağlayabilirdi. Bu durum onlara fazladan zaman kazandırabilirdi, ancak Eamon yanında Illarıon olsa da ondan uzaklaşamazdı. Bunu biliyordu.

Bu yüzden bu rahatsız edici düşünceyi zihninden uzaklaştırdı. Sonrasında pelerinini örterek Morrigan'ın arkasından tavernaya girdi. Taverna bıraktıkları gibiydi, yalnızca etraftaki insanlar için artık tanıdık olduklarından düşmanca bakışlar yok olmuştu. O bakışlardaki düşmanlığın yerini tedirginlik almıştı.

Eamon'ın giriş yapmasıyla yine tüm gözler ona çevrilmişti. Onlara aldırış etmeden Morrigan'ın yanına gitti, prenses kasabaya girdikleri andan itibaren yine yüzünü pelerininin kalın kumaşının ardında gizlemişti. Bu yüzden yüzünü okuyamadı, ancak hemen karşısındaki Loriel'in yüzündeki dehşet ifadesine ve gözyaşlarının ıslak yollar çizdiği yanaklarına bakılırsa pek de hoş bir konuşma olmuyordu.

"...Bunu bulduğum dişinin üzerinde senin kokun vardı, bir ihtimal Vena'nın olabilir mi?" Morrigan hüzünlü sesiyle konuşmayı devam ettirirken bir anlığına pelerininin içinde kaybolup tekrar beliren avucunda bir kolye vardı. Gümüş zincirin ucunda morun göz alıcı bir tonunun siyaha karıştığı bir opal taşı sallanıyordu.

Loriel titreyen elleriyle kolyeyi aldı, taze yaşlar eski göz yaşlarının yollarını yeniden ıslatıyordu şimdi. Çenesi titriyordu, çöken omuzları ve paramparça olmuş bir ifadeyle Morrigan'a sarıldı ve hıçkırmaya başladı.

Prensesin afalladığını anlayabilmek içini yüzünü görmesine gerek yoktu. Yine de kucaklamaya karşılık verdi, Loriel'i saran kendi küçük elleri de hafifçe titriyordu. Eamon, Morrigan'ın Loriel'i çok iyi anladığını biliyordu. Keşke bu kadar iyi anlamasaydı, diye düşünürken endişeyle ona bakıyordu.

"O-ona ne olmuş? Göremem sanırım, değil mi? Öyle olsa tek başınıza gelmezdiniz. En azından bilmek istiyorum. Ah, tanrılar..."

Hıçkırıkların arasında duydukları bu cümleler iç parçalayıcıydı. Morrigan, Loriel'den uzaklaşarak ona baktı. Hıçkırıklarını tutmaya çalışırken sarsılan dişiyi omuzlarından güven verici bir şekilde kavradı.

"Onu son kez görmeni sağlayamam, maalesef. Bunun nasıl hissettirdiğini çok iyi biliyorum ama inan böylesi daha iyi... Sadece, güvende olmanız için ormandan uzak durun ve kasabadan mecbur olmadıkça ayrılmayın. Burada en azından bir aradasınız, anlıyorsun beni değil mi?"

Zavallı dişi iç parçalayan bir şekilde ağlıyor olmasına rağmen başını hafifçe salladı.

Eamon tavernadaki kalabalığa dönerek "Hepiniz, Caladwen'de olanları duymuş olmalısınız. Kayıplarınız için üzgünüz. Yasınızı elbette tutun, ancak güvenlik önlemlerini arttırmak ve kendinizi korumak zorundasınız. Kasabanın tüm giriş ve çıkışlarına gözcüler dikin. Büyü ve silah kullanabilen kim varsa diğerlerine öğretmeli ve kasabanın sınırlarını korumalısınız. Bu sınırları terk etmeyin ve ne pahasına olursa olsun ormana gitmeyin." dedi.

Bir asker ve bir komutan olarak onlar için yapabileceği başka hiçbir şey yoktu. Bu durum canını sıksa da elinden bir şey gelmezdi.

Sonrasında Loriel'le hızlıca vedalaştılar, meraklı ve korku dolu bakışları ardlarında bırakarak tavernadan çıktılar. Beraber kasabanın güney çıkışına doğru ilerlerken ikisi de pek konuşmadı.

Belki sessizlik değil ama görünmez de olsa havada yayıldığını hissettiği umutsuzluk ve keder rahatsız ediciydi. Eamon bu hisleri herhangi bir şey söyleyerek kovamayacağını çok iyi biliyordu.

Bazı hisler içinizi üşütür, kalbinizi dondururdu. Sözler bu buzu kıramazdı.

Bu yüzden, hiçbir şey demedi. Ancak sessiz bir davet ve teklifle elini kaldırarak yanında yürüyen bezgin ve yaralı prensese uzattı.

Küçük, üşümüş el bir an tereddüt etse de avucunun içine kayarak parmakları arasında kaybolduğunda Eamon rahatladığını hissetti. Ve onun için orada olmasının bir anlamı olduğunu.

Morrigan hafifçe titreyen sesiyle "Ben de onları son bir kez görmek, en azından uğurlamak isterdim." dediğinde Eamon bu koyu, her daim canlı kalacak hüznü kendi içinde de hissetti. Ne var ki bunu hafifletmek için yapabileceği hiçbir şey yoktu. Kavradığı ufak eli sıktı, kendi dilinde seninleyim diyordu.

Illarion güney çıkışından aşağı kıvrılan yolun başında onları bekliyordu. Eamon'ın dediği gibi iki atın dizginlerini tutuyordu, heybeler dolu gibiydi. Kısa sürede iyi bir iş çıkarmıştı. Onları gördüğünde bakışları birbirlerine kenetlenmiş olan ellerine kaydı, gözleri muzipçe parlasa da akıllıca davranarak herhangi bir yorum yapmadı.

Morrigan atları gördüğünde onu bırakarak sevinçle ellerini çırptı. "Tanrım, ne kadar güzeller! Bir atın dostluğunu ne kadar da özlemişim... Alagos'u gerçekten çok özledim ama seninle de iyi arkadaş olacağımıza eminim." Beyaz kısrağın burnunu büyük bir sevgiyle okşuyordu.

"İyi iş çıkardın, çaylak. Haydi bir an önce yola koyulalım." Atlara binmeleri için işaret etti.

"Ee, Eamon. Sen ne yapacaksın?" Morrigan üzengiye ayağını atıp çoktan kısrağın üzerindeki eyere yerleşmişti. Oralarda onları bekleyen başka bir at var mı diye çevresine bakınıyordu.

Eamon sırıttı, tepkilerini düşünmek hoştu.

"Görürsünüz, haydi."

Illarion da boz renkli aygıra atladıktan sonra ikisi de bir nida eşliğinde dizginleri çekerek dört nala yola koyuldular.

Eamon yeterince ilerlemeleri için biraz bekledi, daha sonra yolun orman içinde belli belirsiz bir patikaya dönüştüğü kısma kadar koştu. Hemen sonra içindeki güce seslendi, uzanarak o gücü kucakladı ve onunla adeta bir oldu.

Büyü, içindeki o parlak çekirdekten taşarak bedeninin her zerresine ulaştı. Uzun zamandır bu hissi tatmıyordu. Teninde hissettiği rüzgârın dokunuşuyla onu sarmalayan sonsuz güce derinlerden yükselen özgürlük ve neşe eşlik etti.

Tatlı bir sıcaklık tüm bedenini sarmaya başladığında daha da hızlandı. Biraz sonra bir parıltı eşliğinde bedeninin değişimini hissetti. Duyuları keskinleşti, kasları güçlenerek şekil değiştirdi. Artık iki ayağının üzerinde koşmuyordu.

----------------------------------------------------

Morrigan evine dair her şeyin yanında biricik dostu ve sırdaşı Alagos'u ne kadar özlediğini karşısında bu güzel kısrağı görene kadar hiç fark etmemişti. Alagos, Edric'in Morrigan'a on sekizinci yaş günü hediyesiydi ve o günden beri hiç ayrı kalmamışlardı. Ta ki hainin saldırısının gerçekleştiği ve kendisinin evinden çok uzaklara sürüklendiği o matem dolu güne kadar.

En azından Alagos'un iyi olduğuna inanıyordu, dünya üzerinde herhangi bir yaratığın atlar gibi akıllı, masum ve zararsız canlılara zarar vermek için bir sebebi olabileceğine inanmıyordu. Üstelik Alagos diyarın en güçlü ve akıllı atlarından biriydi. En uzun yolculuklara dayanabilmesi, üzerindeki dostunu ne olursa olsun taşıyabilmesi için büyülü yemlerle beslenmişti.

Kısrağın üzerinde oturup dörtnala koşarken en azından onun için endişelenmesine gerek olmaması onu sevindirmişti. Yüzünün bir nebze gülebilmesi için az da olsa iyi şeyler oluyordu. Saçlarını dağıtıp dalgalandıran rüzgâra karşı keyifle gözlerini kapattı, çevresindeki irili ufaklı canlıların seslerine kulak verdi.

Illarion arkasında atını sürüyordu, toynakların düzenli gürültüsünü duyabiliyordu. Eamon henüz ortalıkta görünmese de Morrigan onun bir şekilde onlara yetişeceğine emindi. Artık onun çevresinde olmaması eksik hissettiriyordu.

Eksik... Bu kelime onu düşündürdü, nihayetinde birkaç saat önceki antrenmanlarına götürdü.

Büyüsüyle çalışmayı sevmişti, zor da olsa kendisini daha işe yarar hissetmesini sağlıyordu. Zamanı geldiğinde, herkese hak ettiğini verebilmesi ve adaleti sağlayabilmesi için ona çok ihtiyacı vardı. Elbette kendisini koruyabilmek için de.

O güne kadar hiç korunmaya ihtiyacı olabileceğini düşünmemişti gerçi. Saray muhafızları veya kraliyet orduları olsa da Morrigan bunların hep formalite olduğunu düşünmüştü. Yine de Edric'le büyürken onun sürekli daha iyi olmaya çalıştığını ve güçlendiğini görmek ilgisini çekmişti. Belki de bu ilgi yüzünden, iyi bir eğitim almıştı ve hiçbir zaman tam olarak korunmasız sayılmazdı. Çıplak elleriyle ve dişleriyle dahi kendini korumanın bir yolunu bulabilirdi. Bunun için ağabeyine müteşekkirdi elbette.

Büyüyle kendisini koruyabilmek güzeldi. Ancak Morrigan üzerine biraz düşündüğünde, başına gelenlere rağmen Eamon'la karşılaşmasından itibaren hep güvende ve korunup kollanmış hissettiğini, bu hissin onun yanında olduğu sürece kendisini kucaklar olduğunu fark etti.

Bir de antrenmanda olanlar vardı tabii. Üzerine düşünmek için çok fırsatı olmamıştı ama şimdi dönüp baktığında deneyimlediği şey... Çok tuhaftı.

Eamon'ın yumruğu soğuk ve parlak kalkana inip Morrigan onu buz gibi soğuk büyüsüyle yaktığında, acısını kendisi de hissetmişti. Rahatsız, hayalet gibi bir histi ama orda olduğuna hiç şüphe yoktu. Gözleri içgüdüsel olarak etrafta prensi aradı, henüz yanlarına gelmemişti.

Bir başkasının hissettiklerini hissetmek çok garip bir şeydi, ancak Morrigan için asıl önemli olan sebepti. O anda annesinin sürekli Eamon'dan bahsedişi geldi aklına.

Eamon, annesinin yeğeniydi ve birçok sebepten dolayı ünü tüm diyarda yayılmış bir feydi. Kraliçe yeğenini her zaman çok sevmişti ve uzun bir süredir diyarın birçok yerinde aldığı görevler sebebiyle onu pek göremiyordu. Morrigan onun prensten bu kadar bahsetmesinin sebebinin onu özlemesi olduğunu düşünürdü hep.

Ama bazen, annesinin sözlerinde bir ima da hissederdi. Prensin ne kadar yakışıklı ve güçlü olduğunu, buna rağmen dişilere pek de düşkün olmadığını anlatırken Leydi Lalyn kızına onun gibi birini bulması gerektiğini söylerdi. Morrigan, diğer erkeklerin de Edric gibi olmasından korktuğuna dair bir şeyler gevelediğinde kahkahalarla gülerlerdi.

Bu hatıralar yüzünde ufak bir tebessüme sebep oldu. Annesi onun en yakın arkadaşıydı, onu gerçekten çok özlüyordu. Bu yakıcı özlem hep onunla olacaktı.

Şimdi Eamon'ı tanımaya başlayınca, Morrigan annesine hak vermediğini söyleyemezdi. Prenste insanı kendisine hayran bırakan bir şeyler vardı.

Elbette çok yakışıklıydı, hatta annesinin anlattıklarından daha da çok. Bazen durup sadece onu izleyesi geliyordu. Ve kesinlikle çok güçlüydü, Morrigan'ın bunu görmek için de fırsatı olmuştu. Ancak ona gitgide daha çok hayran olmasının sebebi bunlar değildi.

Sert ve otoriter görüntüsünün altında Eamon çok düşünceli ve hassas bir erkekti. Belki az konuşuyordu ama neyi nasıl söyleyeceğini, onu nasıl rahatlatacağını iyi biliyordu. Karanlık düşüncelerini aydınlatan, onu rahatlatan bir yapısı vardı. Morrigan onun yanında olduğunda hiçbir şeyi eksik değilmiş gibi hissediyordu.

Birine yaslanabilmenin, zor zamanlarında yanında birini bulabilmenin değerini anlayabilecek kadar kayıp yaşamıştı. Bu yüzden, bazen durup tanrılara teşekkür ediyordu. Onun için.

Ve eğer aralarında gelişen şey, bugün olanlar... Eğer anlamı kraliçenin umduğu gibi bir şeyse, eğer Eamon gerçekten eşiyse, Morrigan çok mutlu olurdu. Öyle olduğunu düşünmek için sebepleri vardı, bunu zaman gösterecekti. Kalbi heyecanla titredi.

O bu düşüncelerin içindeyken, devasa siyah bir şey yanlarından büyük bir hızla geçtiğinde irkildi. Dizginleri sıkıca çekerek atını durdurdu, Illarion da arkasında durmuştu şimdi.

İri bir fey erkeğiyle yaklaşık aynı boyda, kalın ve simsiyah postu ve yemyeşil gözleri olan bir kurt önlerinde dikilmiş onlara bakıyordu. Morrigan orada öylece dikilen kurdun zümrütler gibi parıldayan gözlerinde muzip bir bakış olduğuna yemin edebilirdi. İri pençeleri üzerinde muzaffer bir edayla dikilip tepkilerini ve hareketlerini izlerken rüzgar postunu dalgalandırıyordu. Dikilen kulaklar ilgiyle çıkardıkları sesleri dinliyordu. Çok... Güzeldi. Güzel ve etkileyici.

Hemen arkasında bulunan Illarion hayret ve hayranlık karışımı bir haykırışla "Vay be..." diyebilmişti sadece. Morrigan da aynı fikirdeydi.

Atından çevik bir hareketle atlayarak kurdun yanına doğru ilerledi, kurt da birkaç adım atarak karşısına dikilmişti. Ona bakıyor, bir şey söylemesini bekliyordu. Morrigan onu şöyle bir kokladıktan sonra kahkahasına engel olamadı.

"Şey, hala kendin gibi kokuyorsun. Islak bir köpeğe sarılmış kendin gibi." dediğinde prens o formda bile homurdandı. Hırıltısının titreşimlerini Morrigan tüm kemiklerinde hissetti.

Elini kaldırarak güzel, siyah kürkü okşadı. O kürkün altındaki kas ve kemiklerde muazzam bir güç yattığını hissedebiliyordu. Eh, prensin ata neden ihtiyacı olmadığını anlamıştı. Her ne kadar Morrigan onun diğer formunu bilse de bu sanki bir masalmış gibi geliyordu, göreceğini ummamıştı. Edric'in diğer formunu bile yalnızca bir kez görebilmişti.

Ona gülümsedikten sonra atına geri döndü, iki at da onun normal bir kurt olmadığını ve tehlike teşkil etmeyeceğini anlamış gibilerdi. Morrigan sakince bekleyen atının eyerine yerleştiğinde Eamon hızlı, ritmik bir koşu tutturarak onlara öncülük etti. Yakın zamanda yorulmayacağına hiç şüphe yoktu.

-------------------------------------------

Bu şekilde yaklaşık yirmi veya yirmi beş mil ilerlemiş olmalıydılar. Yalnızca bir kez, sazlıkların çevrelediği bir gölün kenarında durmuş ve atlarını sulamışlardı. Zaman, orada avuçları arasında tutmaya çalıştığı o azıcık su gibiydi. Hep akıp gidiyordu ve Morrigan'ın bunu engellemek için yapabileceği hiçbir şey yoktu. Kaybedecekleri dakika ve saatlerin onlardan neyi koparıp alacağı düşüncesi onları kamçılıyordu.

Şansları yaver giderse dördüncü günün şafağında Solonor'da olmayı bekliyorlardı. İki gün boyunca güneye ilerleyecek ve oradaki bir köyden eksilen erzaklarını aldıktan sonra Solonor'a ulaşabilmek için rotalarını doğu yönüne çevireceklerdi.

İlerleyişleri akşam güneşi kızıl boyasıyla ağaçların tepelerini göz alıcı turunculara boyayana kadar sürdü. Güzel orman patikasının soluna saptıklarında Niele Nehri'nin ana koluna ulaştılar. Genişçe, çok hızlı akmayan bir nehirdi. Efsaneye göre bu nehir, Büyük Savaş'ta ölen fey savaşçıları için ağlayan tanrıçaların gözyaşlarından oluşmuştu.

Nehir kenarına geldiklerinde Morrigan atından aşağı atlayarak heybesindeki yiyecekleri ve gerekli bazı şeyleri indirmeye başladı. Bir hırıltı işittiğinde durdu ve yaptığı işi bir kenara bıraktı. Kadim kara kurt fey formuna geri dönmemişti.

Bir sorun olmalıydı.

Eamon çevresine dikkatle bakınıyor, bir heykel gibi kımıltısız bir şekilde duruyordu. Kulakları dikilmiş, boğazında uyarı manasına geldiği belli olan bir hırıltı vardı. Başını eğerek uzun, sivri dişlerini göstermeye başladığında sesleri Morrigan da duydu.

Kalabalık bir gruba ait olduğu belli olan ritmik adım sesleri onlara doğru yaklaşıyordu. Illarion çevresine bakarak kaşlarını çattı ve hemen yanına geldi, ikiz baltalarını kavramış bekliyordu. Morrigan da sakin hareketlerle hançerlerini çekerek çevresini kolaçan etti.

Duyuları alarma geçmiş bir halde çevresini dinliyordu ancak yine de siyah, dikenli iri bir ok saçlarını savurarak tam yanından geçip hemen arkasındaki ağaca saplandığında afalladı.

Myrler çok nadir silah kullanırlardı, kullandıkları silahlar da genelde ilkel şeyler olurdu. Belki yontulmuş bir dal veya en fazla çeşitli boyut ve şekillerde taşlar. Ancak genelde kullandıkları şey pençeleri oluyordu, silah teknolojisine sahip olabilecek kadar zeki bir tür değillerdi. En azından bu zamana kadar.

Oysa şimdi ağaçların arasından fırlayıp etraflarını kuşatan yaratıkların ellerindeki silahlar hiç de ilkel durmuyordu. Siyah metal ve ahşaptan yapılmış yay ve oklar, kılıçlar, kalkanlar ve zırhlar... Hepsi de yeniydi ve Morrigan'ın görebildiği kadarıyla gayet usta işiydi. Üstelik hepsi de onlara doğrultulmuştu. Hançerlerini daha sıkı kavradı ve hangisinden başlaması gerektiğini hesaplamaya başladı.

O sırada iri siyah kurt büyük bir kükremeyle iri pençelerini havaya kaldırdı ve küçük yaratıkların arasına daldı. Sivri dişler birkaç yaratığı birden parçalamış, pençeleri derin yarıklar açmıştı. Aman vermeden katliamına devam eder ve hırıltısı toprağı titretirken ölümcül bir güzelliği vardı. Tehditkar görünmesi gerekirdi, ancak Morrigan'a öyle gelmiyordu.

Illarion hemen arkasındaydı, sırtı ona dönük bir şekilde elindeki baltalardan birini üzerine doğru gelen Myr'in kafasına fırlattı. Balta kafatasını yardığında parlak kemiğin beyazlığı, siyah kanla tezat oluşturmuştu. Genç adam baltasını o kafatasından çekmekte zorlanınca okkalı bir küfür savurdu, Morrigan kıkırdadı.

Sağ eliyle kavradığı hançerini yaratıklardan birinin boğazına sapladı, aynı anda da soldan yaklaşan birinin karnına bir tekme savurdu. Üst kolunu hedefleyen bir kılıçla karşılaştığında büyüsünü yüzeye taşımayı denedi, hemen gözlerinin önünde beliren kalkanın parıltısında zaferle gülümsedi. Karşısındaki Myr tıslayarak gözlerini kapattı, bir saniye sonra hançeri çirkin yaratığın boynunda derin bir yarık açmıştı.

Püsküren ve elini ıslatan sıcak, kötü kokulu kandan tiksinerek "Iyy!" diye tısladı. Üzerine gelen başka bir Myr'in de bağırsaklarını deştiğinde eğilerek yaratığın paçavrayı andıran giysisinden bir parça kopardı ve umutsuzca ellerine ve tenine sıçrayan kandan kurtulmayı denedi. Bıçağın soğuk metali elinden kayıyordu ve bu güvenli sayılmazdı.

Eamon sayesinde Illarion ve Morrigan'a çok da iş kalmamıştı gerçi. Kara postu, sıra sıra sivri dişleri ve devasa pençeleriyle prens ölümün dört ayak üzerinde yürüyen haline dönüşmüştü. Yaratıkların yeterince akıllı olan bir kısmı onu görünce can havliyle kaçmışlardı.

İşini bitirip başını kaldırdığında etrafları yeterince akıllı olmayan cesetlerle doluydu, Eamon'ın çenesinden damlayan kürkü kadar kara damlacıklar yeşil otları kirletip lekeliyordu.

Prens cesetleri çekiştirerek üst üste yığmaya başladıktan sonra kulaklarını dikerek kafasını kaldırdı ve onlara baktı. Onların da aynını yapmasını istiyordu belli ki.

Böylece kara, şekilsiz cesetlerden ufak bir tepecik oluşturdular. Tepeciğin karşısına geçtiklerinde üçü de biraz yorulmuştu. Eamon'ın tüyleri dikilmişti, Morrigan tiksintiden olduğunu düşündü. Prense kesinlikle hak veriyordu. Ağzında bu kokuyu -ve tadını- kesinlikle istemeyeceğinden emindi.

Kadim kurt yanına gelerek kocaman burnuyla onu dürttüğünde "Hey!" diye ciyakladı, dengesini neredeyse kaybediyordu. Eamon'ın fey formu da diğer erkeklere göre iriydi ancak bu formu devasaydı.

O burun cesetleri işaret etmiş olsa da Morrigan hiçbir şey anlamamıştı. Hemen sonrasında prens derin bir nefes vererek adeta ofladı. Nefesini vermeyi bıraktığında çirkin, kara bedenlerden oluşan dağ alevler içinde yanmaya başladı.

Alevler yükselerek parlak gökyüzüne değmeye başladığında Morrigan çelik gibi bakışlarla kıvrılan alevleri izliyor, kendi anne babasının hiç yapılmayan cenaze törenini düşünüyordu. Bedenlerine ne olduğunu, Dük'ün cesetlerine merhamet gösterip göstermediğini ancak tanrılar bilebilirdi.

Çenesini dikleştirerek bir süre acımasız alevleri izledi.

Alevler koyu renkli dumanların arasından yükselmeye devam ederken tekrardan yola koyuldular.

Saatler geçip atlar artık yorulduktan sonra Eamon aniden durdu, hırlayarak etrafı kokladı. Kokladığı havada her neyin izini bulduysa onun peşinden gidiyordu şimdi, yönlerini keskin bir açıyla kuzeye çevirmişti.

Illarion ve Morrigan merakla birbirlerine baktılar, ikisi de havayı kokluyorlardı. Yol arkadaşına bakarak gülümsedi, görünüşe göre ikisinin de prensin neyin peşinde olduğuna dair bir fikri yoktu. Bu yüzden ona yetişebilmek için ayak -ya da pati- izlerini takip ederek atlarını sürdüler.

Karanlık çökmeye ve gölgeler kuytu köşeleri esir almaya başlamıştı şimdi. Eamon her neyin peşindeyse onu hallettikten sonra oturup bir şeyler yemeli ve en azından birkaç saat dinlenmelilerdi, şafaktan sonra yola devam edeceklerdi.

Morrigan ardından giderken Eamon'ın başkente nasıl birkaç günde ulaşabildiğini anlamıştı. Esen rüzgarı takip ediyormuş gibi hissediyordu. Bir günde kat edebildiği mesafe çok daha fazla olmalıydı, ancak atlar onun kadar dayanıklı değillerdi.

Takipleri onları genişçe bir gölete çıkarmıştı. Sazlıkların ve böğürtlen çalılarının çevreleyip gizlediği gölet, yakamoz yüzünden elmaslarla doluymuş gibi parıldıyordu. Çalılıkları göz alıcı renklerle bezeyen çeşitli renklerdeki yemişler, kuşları bu alana çekiyordu. Neşeli şakımaları Morrigan'ın kulaklarını doldurdu. Güneş batmak üzereyken son bir gösteri yapıyor ve göz alıcı bir şekilde parıldıyordu.

Morrigan buranın efsanelerde anlatılan tanrılara ait bahçelerin ufak bir köşesi olabileceğini düşündü.

Eamon yanına gelerek koca, ıslak burnuyla onu dürttü, sol ön patisini kaldırarak göleti ve onu işaret ediyordu. Morrigan üstüne başına baktı.

Üzerine sıçrayan siyah kan gömleğinin önünü ve klapalarını lekelemişti. Ellerine, boynuna ve çenesine sıçrayan ve kuruyup kalan damlacıklarsa teniyle kontrast oluşturuyordu. Eh, keçeleşmiş ve uçları siyaha bulanmış saçları da pek iyi durumda değildi. Elbette o lanet yaratıklar yüzünden kötü de kokuyordu.

Prens bu formdayken ona daha da berbat kokuyor olmalıydı.

"Pekâlâ, sanırım hepimizin kandan ve şu çirkin kokudan kurtulmaya ihtiyacı var." Suya doğru ilerledi ve yüzeydeki yansımasını izledi. Tanrılar adına, berbat görünüyordu...

Illarion atının heybesini biraz karıştırdıktan sonra elinde irice bir paketle koşarak yanına geldi. Siyah damlacıkların lekelediği yüzü aydınlanmıştı, beyaz dişlerini gösteren bir gülüşle Morrigan'a bakıyordu şimdi. Paketi çok değerli bir şey tutarmış gibi bir dikkatle ona uzattı.

"Majesteleri sanırım sizin için bunu almamı isterken bir hayli öngörülü davranmış, işte burada."

Morrigan pakette ne olduğunu anlayamamıştı, parmakları arasında küçük, düzgün ve sert bir şey hissediyordu. Güzel çiçek kokuları -yasemin, gül, hanımeli, portakal çiçeği- hafif hafif burnuna geliyordu. Merakla Eamon'a baktı, ancak o iri yeşil gözlerini suya dikmiş bir şeyler düşünüyordu.

Paketi bağlayan hasır ipi çözdüğünde avucunda tuttuğu o düzgün ve güzel kokulu şeyin el yapımı bir sabun olduğunu gördü. Bunu beklememişti, bir kez daha ona bakmamak için çabalıyormuş gibi görünen prense baktı.

Bir ihtimal ona ailesinin katlini anımsatan bu siyah kanın lanetli kokusunun onu bambaşka bir şekilde tiksindirdiğini, her seferinde nasıl irkildiğini fark etmiş olabilir miydi?

İçinden Eamon'ın ruhuna bu kadar yakından bakmış ve onu bu kadar iyi anlamış olmasının gerçek olmasını diledi.

O sabuna bakarak sırıtıp bu fikirle sarhoş olurken şıpırtılı sesler eşliğinde üstüne sıçrayan su onu kendine getirdi. Sırılsıklam olmuştu, ıslak kıyafetleri tenine yapışmıştı ve hafifçe de üşüyordu.

Neşeli bir havlama işitti, inanamayan gözlerle gölete baktığında iri siyah kurdun pençelerini kullanarak suyun içinde ustaca yüzdüğünü gördü.

Kurtlar suyu sever miydi ki? Morrigan bundan şüpheliydi ancak belli ki en azından bu kurt seviyor gibiydi.

İri pençeler bir süre suyun içerisinde hareket etti, Morrigan suyun dalgalanması kadar pürüzsüz pati hareketlerini büyük bir ilgiyle izliyordu. Bu devasa kurdun vahşi görüntüsüne rağmen prensin asilliğine dair de bir şeyler taşıdığını fark etmişti.

Biraz yüzdükten sonra Eamon göletin içinden çıktı, Morrigan ve Illarion'un ona şaşkınlıkla karışık bir ilgiyle baktıklarını fark etmiş gibi duraksadı. Tam aralarına geldiğinde haşmetli hareketlerle silkelenerek berrak su damlacıklarının binlercesiyle onları ıslattı. Illarion, Morrigan'ın şaşkın yüz ifadesini gördüğünde bir kahkaha patlattı.

Bir süre sonra kahkahası Morrigan'a da bulaşmıştı. Pekâlâ, Morrigan onun görüntüsü dışında hiçbir şeyinin değişmediğine emin olmuştu. Formu ne olursa olsun Eamon yüzünü güldürmenin bir yolunu buluyordu.

Islak iri burun belinden dürtükleyerek onu gölete yönlendirdiğinde iç geçirse de itiraz etmedi. Birkaç gün daha yabanda ilerleyeceklerdi, Riona'yla bu halde tanışmaya hiç niyeti yoktu.

-------------------------------------------

Bir cumartesi gününden daha selam, nasılsınız? Bne fena sayılmam. Geçen hafta ufak bir aksaklık sonucu bölüm atamamıştım, bu yüzden bu hafta uzun ve -bence- güzel bir bölümle özür dilemek istedim :) Umarım beğenmişsinizdir, oy ve yorumlarınızı eksik etmezseniz çok mutlu olurum. Haftaya görüşmek üzeree <3

 

Bölüm : 28.08.2024 15:39 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...