
Gecikme için özür dilerim, iyi okumalar ^^
Üzerine boşaltılan bir kova soğuk su, onu huzursuz düşler diyarından alıp gerçek dünyaya fırlattı. Çıplaklığıyla buluşan damlalar titremesine sebep olmuştu, dişleri birbirine çarparken nerede olduğunu anlamaya çalıştı.
Yeniden taştan karanlık duvarları gördüğünde eskisi gibi hücresinde olduğunu sanmış olsa da bedenini duvara sabitleyen zincirler ve güçlendirilmiş metal kapı hücresine ait değildi. Biraz ötedeki masa ve üzerindeki tedirgin edici aletler de gözlerine yabancıydı.
Edric sağlam olan gözünü birkaç kez kırpıştırdıktan sonra bu odanın yeni, hiç tanımadığı bir yer olduğunu anladı. Onu zalim bir sevgilinin kolları gibi sarmalayan zincirlere, masa üzerindeki kesmeye ve oymaya yarayan bıçaklara ve katıksız bir dehşetin kokusunun sindiği duvarlardaki diğer aletlere bakılırsa bulunduğu yer bir işkence odasına benziyordu.
Ay Şatosu'nun en şiddet dolu yıllar boyunca bile bir işkence odası yoktu, hiçbir zaman da olmamıştı. Bunca asır gelip geçtikten ve tahtta oturan nice kraldan sonra gelip kurmaya çalıştığı bu korku imparatorluğunda Dük, bu yerin gerekli olduğuna hükmetmiş olmalıydı.
El ve ayakları, artık gökyüzünün mavisinden daha aşina olduğu siyah, kalın zincirlerle duvara bağlanmıştı. Soğuk taşlar çıplak tenini ısırırken kendi kendine güldü. Birkaç gün öncesine kadar küçük, karanlık hücresine küfrettiği günleri özleyeceğini hiç düşünmemişti. Ancak orada en azından Alvaro'yu görüp onunla konuşabiliyor, neler olduğunu öğrenebiliyordu. Şimdiyse bu küçük odanın sessizliği onu delirtiyor, zihniyle acımasız oyunlar oynuyordu. Duyularının eşiğini aşındıran tek şey kan, kusmuk ve idrar kokularının karışımıydı.
Kaç gündür burada olduğundan emin değildi, tekrar göz gezdirdiği odanın duvarları arasında ışık sızabilecek tek bir boşluk yoktu. Edric bir anlık şaşkınlıkla beraber saldırının üzerinden kaç gün geçtiğini de bilmediğini fark etti. Kaç gündür mavinin yeşili öptüğü özgür topraklara hasretti?
Bu odaya getirildiğinden beri hafızası bölük pörçüktü, en net olan şey ara ara odaya askerleriyle giren amcasının gölgelere sinerek onu izleyen silüetiydi. Hala Edric'i büyü için ikna etmeye çalışıyordu ve istediğini her alamayışında öfkesini farklı bir şekilde kusuyordu. Bu odada geçirdiği süre boyunca Edric, askerlerin yumrukları ve masanın üzerindeki işkence aletleriyle bir hayli haşır neşir olmak zorunda kalmıştı.
Onlarca defa denemiş olmasına rağmen bir kez daha toparlayabildiği tüm kuvvetle zincirlerini çekiştirdi. Kalın, siyah zincirler ağaçların toprağa tutunduğu gibi taş duvarın içine kök salmıştı sanki. Soğuk metal kelepçeler bileklerine gömülürken kendi kanının kokusu odaya yayıldı, başka da hiçbir şey olmamıştı.
"Hay... Hadi ama, lanet olsun!"
Nasıl olduğunu hatırlamıyordu ancak başına bir darbe almış olmalıydı. Harcadığı bu güç, zonklamanın kafasının içinde yayılmasına sebep oldu. Oda hafifçe dönmeye başladı, açlık ve zonklama yüzünden yeniden bilincini kaybetmemek için metalin tenine açtığı kesiklerin acısına odaklandı.
Derin derin nefes aldıkça odanın kokusu içini bulandırmıştı ama işe yarıyordu işte. Edric her yanı ağrıyan bedenine şöyle bir göz gezdirse de kuruyup tenine yapışan kan pek bir şey görmesine izin vermedi.
Metal kapı çığlıklar atarak ve zorlanarak açıldığında Edric bakışlarını karşıdaki duvara sabitledi. Son günlere dair hafızasına doluşan resim ve sesler birazdan olacaklar hakkında fikir veriyordu.
Dük kasıla kasıla yürüyerek içeri girdi ve taş karşısında durdu. Siyah, üzerine yapışan bir tunik ve aynı renkte pantolonun altına deri çizmelerini giymişti. Bu odaya girerken pelerinini girişte onu bekleyen bir askere bırakıyordu. Edric onu izlerken kendi kendine kan sıçramasından endişeleniyor olmalı, diye düşündü.
Peşinden gelen siyah üniformalı askerler amcasının oturabilmesi için süslü, metal bir iskemleyi bırakarak odadan çıktılar.
Dük Andohir'in bacaklarını yere dayadığı iskemleyi yerde sürürken çıkardığı kulak tırmalayıcı ses, Edric'in kemiklerine işledi. Kaderini ellerinde tutan bu adam gözlerini vahşi bir hayvan gibi hiç kırpmadan üzerine dikmişti, Edric ister istemez ürperdi.
Abartılı hareketlerle iskemlesine yerleşen Dük, aç gözlerle Edric'i süzmeye devam etti. Oda karanlıktı, içerisinde yağlı fitil yanan bir lamba masanın üzerinde duruyordu. Lamba dışında bir de Dük'ün elindeki mum vardı.
Karanlıkta görmek feyler için hiçbir zaman sorun olmamıştı, ancak Edric bu sefer kendi gözlerinden şüphe etti. Başına aldığı darbe yüzünden yanlış görüyor olmalıydı.
Gözleri... Yeşilin o hoş tonundan geriye sadece çamurlu bir renk kalmıştı ve o da kırmızının canlı, vahşi bir tonuyla karışmıştı. Korkunçtu, ancak Edric'in tek gördüğü şey bu değildi.
Dük'ün teni koyulaşmış ve hafifçe şeffaf hale gelmişti. Sanki solmaya, kaybolmaya başlamış gibi.
Gözlerini kısarak ona sırıtan amcasını daha dikkatli inceledi, ancak bir anlığına görünen değişiklikler eski haline dönmüştü. Sorun onda mıydı? Başına aldığı darbe ve açlığın vurucu etkisi yüzünden emin olabilmesinin bir yolu yoktu.
Amcası gülümsemeyi bıraktı ve iskemlenin sırt kısmını Edric'e çevirerek ters bir şekilde iskemleye oturdu.
"Hm... Hâla amcana yardımcı olmamakta kararlı mısın, Edric? Hâla?"
Edric sadece ona gülümsemekle yetindi. Gülümserken gerilen dudağındaki bir yarıktan kan sızılmaya başlasa da umursamadı.
"Çok yazık... Sanırım yardımın, birçok kişinin hayatını kurtarabilirdi. Her neyse! Belki kardeşin daha işbirlikçi olur, ne dersin?" Yüz ifadesi gayet sakindi ve bu durum Edric'in hiç hoşuna gitmiyordu. Korkunç fırtınalardan önceki o tatlı, sahte sakinlik gibiydi.
Öfkeyle birbirine kenetlediği dişlerinin arasından sertçe "Onun adını ağzına alma!" diye soludu.
"Kader, taşları seçimlerimizden oluşan ve kendi ellerimizle döşediğimiz bir yoldur Edric. Kardeşinin de kendinin de kaderini sen inşa edeceksin. Seçiminle... Eğer tahttan feragat eder ve bana yardımcı olursan, kardeşinin yaşamasına izin veririm." Yüz ifadesi oldukça ciddiydi, belki de gerçekten doğru söylüyordu. Nitekim bir zamanlar ona güvenmiş olan babası ve annesi, Öte Diyar'daydı.
Hayır, bu hiç mantıklı değildi. Amcasının tahtı bu kadar istemesinin hiçbir anlamı yoktu, zaten çoktan her şeye sahipti. Sembolik bir taca neden ihtiyaç duyacaktı ki? Tacı olmadan diyarın mutlak kontrolüne sahip değildi belki, ancak üzerinde yaşayanların kaderleri onun elindeydi neticede.
"Tahtı neden bu kadar çok istiyorsun? Bir kralın yapabildiği ancak senin şu an yapamadığın ne var ki, söylesene?" Bunu söylerken ağzındaki kan tadından kurtulmak için onun ayaklarının dibine tükürdü.
Dük, ona küçümseyen gözlerle bakarak başını onaylamaz bir şekilde salladı.
"Yönetenin gücünün kaynağı ne olursa olsun, çocuğum, kalıcılığını meşruiyeti belirler. Seneler boyu babanın gölgesinde tacı ve tahtı olmadan emirler yağdıran bir dük olarak kalmak için mi beklediğimi sanıyorsun?" Tatsız bir şekilde güldü, birkaç saniye sonra gülümsemesi soldu ve gözlerinde karanlık bir hırs oynaşmaya başladı. "Hayır, kesinlikle hayır... Herkesin önünde eğildiği ve kabul ettiği gerçek bir kral olacağım, en az aptal Gladtirith kadar gerçek bir kral."
Babasının ölümünün acısı kalbinde bir ateş olarak yanmaya devam ediyordu ve henüz küllenmemişti. Ona edilen hakareti yutarken Edric neredeyse boğulacağını hissetti.
"Hizmet ettiğin karanlık prens, sana bunu mu teklif etti? Gerçek bir kral olmayı?"
"Hayır, o sadece gerekli olan gücü vermeyi teklif etti. Sen de beni küçümsüyorsun, değil mi sevgili yeğenim? Beni, o güçle yaptıklarımı ve yapacaklarımı... Öyle olsun. Biz işimize bakalım."
Dük oturduğu sandalyeden kalktı ve gürültülü, sakin adımlar atarak tam önünde durdu. Gözlerini hiç üzerinden ayırmadan "Getirin." diye seslendi.
Metal kapıyı bağırtarak açtıktan sonra içeri dalan genç bir asker, elindeki bir kitap ve ufak bir şişeyi Dük'e verdikten sonra eğilerek onu selamladı ve odayı terk etti.
Dük, tekrardan sandalyesine yerleşti ve küçük, kırmızı sıvıyla dolu şişeyi parmakları arasında çevirerek incelemeye başladı. Cam şişenin içindeki sıvının tekinsiz bir görüntüsü vardı.
Edric bilmek istemeyeceğinden emin olsa da yine de soracaktı. En azından başına gelecek şeyin ne olduğunu bilmeyi hak ediyordu. Ve eğer bir şekilde buradan sağ çıkabilirse, bunların ne olduğunu bilmesi işlerine yarayabilirdi.
"Nedir o?"
Amcası sorusunu görmezden geldi, garip ve odaksız bakışlarla ona bakıyordu. Belli ki onun da kendi soruları vardı.
"Seni sen yapan yegâne şey nedir? Hiç düşündün mü bunu, Edric?"
Edric hazırlıksız yakalanmıştı, cevabı bildiğinden bile emin değildi. Dük ona binlerce şey sorabilir, daha fazlasını da söyleyebilirdi. Ancak dudaklarından dökülen bu soru çok tuhaf, alakasız görünmüştü Edric'in gözüne.
Başını yana eğerek karşısında elindeki şişeyle bakışmakta olan amcasına baktı.
"Birçok şey olabilir sanırım bunun cevabı. Sen hangisini soruyorsun, Dük?" Onun kendisine bu şekilde hitap edilmesini sevmediğini çok iyi biliyordu, bunu öğrenebilecek kadar baş başa vakit geçirmişti amcasıyla. Keskin bakışlar yeniden tüm ağırlıklarıyla onu dürtmeye başladı.
"Doğru... Ama üzerine düşünülmemiş, alelade ve kaçamak bir cevap bu. Ben cevaplayayım o halde, prens. Seni sen yapan şey, zihnindir." Elindeki minik şişeye bakmaya devam ediyordu.
Edric bu konuşmanın gittiği yeri hiç ama hiç sevmemişti. Amcasının şişedeki parlak, kırmızı sıvıya bakarken yüzünde beliren zafer ifadesini de.
"Evet, zihin. Parmak izi gibi kişiye özel bir şey..." Durdu ve gözlerinin ta derinliklerine baktı. Edric bedeninin çıplaklığından ziyade, bu bakış altında ruhunun çıplak olduğunu hissetti.
"Birbirine benzeyen iki insan bulabilirsin, hatta birbirinin tıpatıp aynı görünen iki insan da bulabilirsin. Ama bırak aynı olmayı, iki zihnin birbirine benzemesi bile pek olası değildir. Çünkü zihin, yaşantılar ve hislerle yoğrulup şekillenir. Nihayetinde seni sen yapan, kimliğini inşa eden şey de işte budur."
Cebine tıktığı şişeden sonra elindeki kitabı havaya kaldırarak ona doğru tuttu.
"Peki bunun ne olduğunu biliyor musun?"
Edric, amcasının iri parmakları arasında tuttuğu eski, kalın kitaba baktı.
Yüzyılların, belki de binyılların yıprattığı derinin koyu yeşil rengi yer yer kahverengiye dönmüş ve onu süsleyen gümüş yaldızlar da solmuştu. Üzerinde karmaşık, Edric'in daha önce hiç görmediği bir desen vardı. Eskimiş cildi çevreleyen mekanizmayı kapalı tutan kilit koparılmıştı. Kalın, ağır bir kitaba benziyordu ve Edric bu kitabı gayet iyi tanıyordu.Tam da Alvaro'nun tarif ettiği gibiydi, Hagas'ın Kitabı.
Elbette amcasının bunu bilmesine gerek yoktu, bu yüzden kaşlarını çatarak anlamaz bir ifadeyle ona baktı. Hiçbir şeyden haberi yokmuş gibi.
"Buna Hagas'ın Kitabı derler, masallardaki kara fey Hagas'a aittir. Binlerce yıl önce yazdığı bu kitap, türümüze dair nice sır ve cevapla doludur." Bir an için duraksadı. "Yüzündeki ifadeye baktığımda, en azından ismini duyduğunu anlayabiliyorum. Ama ben bugün sana hikayesini de anlatacağım, neticede bu bizim ufak aile sırrımız." Küçük bir çocuk gibi kıkırdadıktan sonra sandalyesinde daha da yayılarak hikayesine başladı.
Neredeyse kimsenin hatırlayamayacağı kadar uzak zamanlarda kara feyler, ışık feyleriyle birlikte yaşarlardı. Henüz birbirlerinden savaşın iki tarafı keskin kılıcıyla ayrılacaklarını kimse bilmezken, olabildiğince uyum içerisinde yaşamaya çalışan iki halklardı.
Diğer feyler doğarken Işık Tanrıçası Isva tarafından kutsanırlardı. Kara feylerse Gecenin Tanrıçası Sehanine'in kutsamasına sahiplerdi. Bu iki halkın inançları, duaları, kalpleri ve dünyaya bakışları birbirlerinden çok farklıydı.
Işık feylerinin istekleri basit, hırsları sönüktü. Doğanın ve toplumlarının onlara verdikleriyle yetinen, sade zevkleri olan yaratıklardı. Onlar kalplerine katıksız bir sevgi üflenen ve yaratılıştan "iyi" olanlardı.
Ancak kara feyler öyle değildi. Işığın yumuşak dokunuşuyla saf fey bedenlerine sahip olsalar da gecenin karanlığının işlediği kalpleri tıpkı insanlarınki gibiydi. Yaratılışları nötrdü, kader çizgisinin hangi tarafında yürümek istedikleri onlara kalmıştı. O çizginin gölgeli tarafında yürüyenlerin kalplerindeki merhamet az, içlerindeki kapanmak bilmez boşluksa devasaydı.
Sürtüşmelerin bitmediği, huzursuzluğun öfke ve kıskançlıkla harmanlanıp güneşi örten bir bulut misali diyarın tepesinde dolandığı yılların ardından nihayet bu iki uyumsuz topluluk arasında savaş patlak verdi.
Bir tarafın huzur isteği, diğerininse kazanma hırsı hırçın okyanuslar gibi sonsuzdu. Savaş sürdü, sürdü... Karanlığın gücünü kullananlar ve ışığın taraftarları arasında üstün gelebilen çıkmadı. Sayısız fey öldü, toprak içtiği çocuklarının kanını kusmaya başladı.
Nihayet iki tanrıça, nesillerin tükenmemesi ve çocuklarının yitip giden eski öykülerden ibaret kalmamaları için yeryüzüne indi. Bunun sonucunda Sehanine ve Isva, çocuklarının bir arada yaşayamayacaklarını anladılar ve onları ebediyen birbirlerinden ayırmaya karar verdiler.
Işığın kutsadıkları, güneşin doğup battığı ormanların arasında ve mavi göğün altında yaşayacaklardı. Gecenin çocuklarıysa yeryüzünün altında, Sehanine'in topraklarında yaşayacak ve hüküm süreceklerdi. Bir taraf nihayet çöldeki su gibi aradıkları huzur ve barışa kavuşurken, diğer taraf keşfedip paylaşılacak yeni topraklara gidecekti. Herkes mutluydu.
Bilinmez Diyar'daki saraylarına dönmeden önce Tanrıça Sehanine, kutsadıklarının bazılarıyla Isva'nın yanına geldi. Ondan aydınlık tarafta yürüyedurmuş bu kara feylerin yeryüzündeki yaşamlarına devam edebilmeleri için onayını istedi. Anlatılan odur ki, Kader'in Tanrısı Theodas yeryüzünde yaşaması gereken kara feyler olduğuna hükmetmişti. Isva'nın diyebileceği bir şey yoktu, tanrılar bile kadere boyun eğmeliydi.
Mevsimlerin yuvarlanıp gittiği gibi nesiller gelip geçti ve bu diyardan göçüp giden kara feyler unutuldu. Yeryüzünde bozgunculuğun yeniden ayyuka çıkmaması için, kalan az sayıda kara feyin kökenlerinden bahsetmeleri yasaklandı. Yeryüzünün feylerine bir zamanlar dostları, komşuları olan kara feyler unutturuldu. Onlara dair tüm yazıtlar yok edildi, yalnızca artık kimsenin inanmadığı efsaneler kaldı.
Hagas da yeryüzünde yaşayan kara feylerden biriydi. Savaş nihayet sona erdiğinde henüz yalnızca birkaç yüzyıl yaşındaydı. Diyarı dolaşıp ozanlık yapar, kahramanlık ve neşe dolu öyküler anlatırdı.
Hagas, halkı yeryüzünden sürüldüğünde ailesinden ayrı düşmüştü. Defalarca kez tanrılara yerinin burası olmadığından dem vurup sitem etmişse de duaları da yakarışları da yanıtsız kalmıştı.
Üstelik Hagas, kara feylerin doğasını ve ışık feyleriyle aralarındaki farkı ilginç buluyordu. Onların unutulmaması gerektiğini, yaşananlardan ancak ders alınabileceğini ve zamanı geldiğinde barış içinde bir arada yaşanılabileceğini savunuyordu. Hayatı boyunca iki halkın insanları arasında gezip dolaşmış ve onları gözlemlemişti. Gözlemlerini ve onu hayrete düşüren şeyleri yazdığı defterleri vardı.
Genç Hagas halkının öykülerini anlatmayı istese de tanrılar herkesin iyiliği ve barışın kalıcılığı için ona yasağı anımsattılar. Nihayetinde Hagas, sahip olduğu tek dostuna anlattıklarından sonra yeryüzünde sükuneti isteyen tanrıların iradesiyle konuşma yetisini kaybetti ve kendisine kimsenin bilmediği bir dağın başında bir yer verildi. Artık ebediyen orada yaşayacaktı.
Öte Diyar'a gitmeye karar vermeden önce, Hagas bir gün birilerinin bulacağını umut ederek yaşamını, gördüklerini ve gezginliği esnasında öğrendiklerini yazdı. Yazdıkları, koca bir kütüphanenin tozlu raflarını dolduran sayısız kitap oldu. Işık feyleri ve karanlık feyler hakkındaki en bilinmeyenleri derlediği kitabınaysa Hagas'ın Kitabı dedi.
Hagas'ın dostu yaşlı, çok yaşlı bir ışık feyiydi. Hagas'ın öyküsü dilden dile dolaşsa da ancak çocuklara anlatılan masallara dönüşmelerine izin verildi.
Artık Hagas genç değildi, nihayet Öte Diyar'a göçmenin vakti gelmişti ona göre. Yıllar geçer ve takvim yaprakları değişirken yazacaklarını da mürekkebini de tüketmişti. Tanrılara artık zamanının geldiğini haber verdiğinde onlardan yaşamak zorunda kaldığı bu hayatın kefareti olarak bir dilek hakkı istedi.
Dileği, yaşlı dostunu son bir kez daha görmekti. Hagas'ın dostu henüz Öte Diyar'a göçmemişti, tanrılar ondan esirgedikleri karşılığında dileğini kabul ederek onu dostuyla buluşturdular.
Hagas, yazdıklarından ve kütüphanesinden bahsetmek istese de bir sorun vardı: Kütüphanesinin nerede olduğunu bilmiyordu. Tanrılar onu, yeryüzünün hiç keşfedilmemiş bir köşesine saklamışlardı ve yerini ancak onlar bilip tarif edebilirlerdi.
Böylece Hagas, eski dostuna kütüphanesinin penceresinden baktığında gördüğü tek şeyi gösteren bir işaret bıraktı: Bir uçurumun kenarındaki tek söğüt ağacının kökleri arasından akan bir şelale.
Hagas Öte Diyar'a gittikten sonra dostu onun bıraktığı ipucuyla iz sürmeyi denese de çabaları onu kütüphaneye götürmeye yetmedi. Nihayet eski dostun ömrü de vefa yönünden yorgun düştü ve Hagas'ın İşareti sonraki nesillere aktarıldı.
Kütüphane, içindeki gizemler ve o gizemlere yaraşan cevaplar çocuklara anlatılsa da masallardan ibaret olarak kaldı.
Hikayesini bitirdikten sonra bir an için durdu ve Edric'in tepkisini izledi.
Edric elbette Hagas ve kara feyler hakkında bir şeyler duymuştu ama bildikleri efsanelerin derlemeleri üzerine kurulan varsayımlardan ibaretti. Bu topraklarda gerçekten başka, farklı bir fey halkının yaşadığını tahmin bile edemezdi. Kafası karışmıştı.
"Sen tüm bunları nereden-" Amcası sözünü kesti. Bugün konuşkan günündeydi belli ki.
"Ben tüm bunları nereden biliyorum? Annen sayesinde elbette." En yakın arkadaşıyla bir sırrını paylaşan genç bir kız gibi çevresine bakarak fısıldadı. "O da bir kara feydi çünkü, tıpkı benim gibi. Üstelik o, Hagas'ın dostunun soyundan geliyordu."
"Saçmalık... Öyle olsa bilirdim, tüm bunları bana anlatmış olurdu." Edric amcasının bir kara fey oluşuna hiç şaşırmamıştı, çarpık benliği bunun en iyi ispatıydı. Ancak annesi... Buna kesinlikle inanmamıştı, mümkün değildi. Yine de bunun üzerine düşünürken amcasının İşaret'i ve kütüphaneyi nasıl ya da nereden bulduğu sorusu kafasını kurcalıyordu.
Dük bilmiş bir tavırla güldü ve ayağa kalktı. "Hayır, bilemezdin. Çünkü sana anlatamazdı, kendisi bile bilmiyordu ki... O kadar uzun zaman geçti ve o kadar çok şey unutuldu ki, Hagas'ın İşareti ne idüğü belirsiz bir bulmaca halini aldı. Onun adı anılmaz oldu. Hatta sevgili kraliçenin ailesi artık bu işaretin masallardan etkilenen ya da hayal kurmayı abartan bir atanın muzırlığı olarak görüyordu. Zavallı Lalyn, nereden bilebilirdi ki?"
"Öyleyse sen nasıl bilebildin?" Madem annesi bu işaretin ne olduğundan ve anlamından habersizdi, öyleyse Dük nasıl anlamıştı?
"Karanlık Tanrı kulağıma fısıldadı."
Edric ürperdi.
"Senelerdir arıyordum, Edric. Uzun asırlardır o lanet olasıca işaretteki yeri arıyordum. Nihayet bulduğumda, tarihin kapısı önümde aralandı ve bana bilgeliğin gücünü sundu." Dük, kitabı gözleri önünde tutarak heyecandan titreyen sesiyle devam etti. Sıcak, ekşi nefesi Edric'in yüzüne vuruyordu.
"Bu kitap binyıllar öncesinin bilgilerini, yöntemlerini ve büyülerini saklıyor içinde. Bazıları komik şeyler, basit ve zararsız büyüler ya da acemi iksirler... Daha verimli hasatlar için bazı büyülü karışımlar gibi mesela." Genlerinin bahşettiği o yakışıklılığın ancak hayaleti kalmış olan yüzünü buruşturdu. Belli ki onu böyle delicesine heyecanlandıran, zayıflayıp birer pençeyi andıran ellerini beklentiyle titreten büyüler bunlar değildi.
Edric geniş bir sırıtışla ona baktı ve daha sonra atabildiği kadar güçlü bir şekilde kahkaha attı, gerilip çatlayan dudağından akan kan, hafifçe sızılmaya devam etti. "Şatonun balkonundaki saksılar için mi yani bunca çaba?"
Dük konuşkan günündeydi, ağzından ne kadar şey alabilirse o kadar iyiydi. Eğer buradan bir şekilde sağ çıkabilirse, günü geldiğinde kardeşinin elinden tutup evlerine dönebilmeleri için kullanabileceği her şeyi öğrenmeliydi. Bunun için aptal veya saf rolü oynamak zorunda olması sorun değildi.
"Kara feyler, kim ne derse desin arif bir halktı. Büyünün her çeşidini dener, kulaklarına en kudretli tanrıların fısıldadıkları güçleri ellerinde tutarlardı. O tanrıların iyi veya kötü oluşu kimin umrunda ki?"
Belli ki onun hiç umrunda değildi..
"Kitabın kalanı sadece kara feylerin yapabileceği çok daha güçlü ve karanlık büyülerle, kullanıldıklarında nice fey veya insanı korkuyla titretebilecek bilgilerle dolu. Görünmezlik, kendini çoğaltma, zihin kontrolü gibi şeyler denemişler. İnanabiliyor musun?"
Zihin kontrolü... Edric biraz düşündükten sonra şaşkınlık ve dehşet içerisinde amcasına bakarak başını hafifçe salladı. Dudaklarından çaresiz, kırık dökük bir "Hayır." sözcüğü döküldü. Bakışlarını karşılayan yüz, zalimlik ve zevkle yeniden şekil bulmuş gibiydi.
Demek biraz önce yaptıkları ve Edric'e alakasız görünen ufak sohbet hiç de alakasız değildi. Amcası ciddi ciddi onu kontrol etmeyi kafaya koymuştu.
Bu durumda Edric'e büyüyü yaptırıp tahta sahip olabilir miydi? Kral olabilir miydi? Tehlikeli derecede mümkün geliyordu kulağa.
Kendini toparlamaya çalıştı. Diyarda bunun cevabını bilebilecek tek kişi vardı ve o da karşısındaki bu yarı deli adamdı.
"İnanması zor değil mi? Bence de öyle... Bu yüzden düşündüm ki, belki sevgili yeğenimle birlikte bir deneme yapabiliriz. Her ne kadar bu, taç büyüsü için işe yaramasa da-"
"Nasıl yani?" Edric, her şeyi yitirmek ve içinde bulundukları savaşı kaybetmek üzereyken duyduğu bu cümle karşısında oldukça şaşırmıştı.
Dük, o korkunç gözlerini kısarak öfkeyle ona baktı. Şimdi oldukça sinirli görünüyordu.
Aslında duyguları o kadar ani bir şekilde değişiyordu ki, onu takip etmek imkansızdı. Bu durum, buraya kapatıldığı ilk günden beri Edric'in şahit olduğu bir değişimdi. Kendisini pençelerine bıraktığı kötülük, onu yılmaz kıskacına alıp esiri ettikçe amcası her geçen gün daha da dengesizleşiyordu.
"O büyünün işe yaraması için kendi iradenle tahtı teslim etmen gerek. Hareketlerini kontrol edebilsem de büyüyü etkileyecek olan derinlerdeki istek ve arzularını değiştiremem. En azından bildiğim kadarıyla." Ters ters bakıyordu.
Bu odaya geldiğinden beri belki de ilk defa Edric rahat bir nefes almıştı. Bu rahatlamanın yansıdığına emin olduğu bir ifadeyle gülümsedi.
"Sanırım bu senin için oldukça kötü bir haber, değil mi? Bana istediğini yapabilirsin, dayanabilirim biliyorsun. Ancak hiçbir zaman hayalini kurduğun gibi gerçek bir kral olamayacaksın."
Dük'ün yüzündeki o sert ifade çatırdayan bir maske gibi parçalara ayrıldı, şimdi kıkırdıyordu. Pek de etkilenmiş gibi görünmüyordu, bunun üzerine Edric'in kalbi uğursuz bir hisle ağırlaştı.
"İz Sürücüler'in tamamı kardeşinin peşinde... Ya onlar tarafından yakalanacak ya da seni kurtarmak için kendi ayaklarıyla bana gelecek. İşte o zaman ya sen onun canı için kendi isteğinle bana tahtı teslim edeceksin..." Merhametin kırıntısını bile taşımayan bir gülümseme gitgide yüzüne yayılıyordu. "...ya da sevgili kardeşin senin halini gördükten sonra bana teslim olarak büyüe yardım edecek. Kısacası her iki şekilde de amacıma ulaşmış olacağım, nasıl olacağı umurumda bile değil. O yüzden işimize bakalım."
Cebine tıktığı, kırmızı sıvıyla dolu olan küçük cam şişeyi çıkararak avucuna aldı. Şişenin ağzını kapatan mantar tıpayı dişleriyle sıkıştırarak açtı, tükürdüğü mantar taşların üzerinde sekerek ritmik bir ses çıkardı.
Dük, sağ eliyle Edric'in çenesini kavradı. Edric geri çekilmeye, başını oynatmaya çalışsa da gücü yetmedi. Bu kuvvetin kaynağı, ona tüm bunları bahşeden efendisi miydi yoksa karşısındaki adamın her zaman içinde taşıdığı nefret ve öfke miydi bilemiyordu. Tek bildiği, zorla ağzını açan o mengene gibi parmakların tutuşundan kaçamadığıydı.
"Tadı kötüyse kusura bakma, işe yaraması için benim kanım gerekiyordu. Ve seninki elbette." Gözlerinde çılgın bir bakışla sırıtarak cam şişeyi zorla açtığı ağzına doğrultup dikti.
Parlak, kırmızı sıvının tadı acı otlarla karıştırılmış kan gibiydi. Bakırımsı tat ve yoğun sıvı midesini kaldırsa da Dük, Edric'in öksürmek veya kusmak üzere olduğunu çoktan fark etmişti. Boşalan şişeyi hızla yere fırlatarak bir eliyle Edric'in ağzını, diğer eliyle de burnunu kapattı.
Zehir gibi acı olan sıvı boğazından aşağı akarak yolunu bulurken geçtiği yerleri ateşe veriyordu. Nefes almaya, kusmaya çalışsa da amcasının tüm kuvvetiyle bastırdığı terli elleri buna engel oluyordu.
Dük, Edric'in sıvının tamamını içtiğinden emin olduktan sonra ellerini yüzünden çekti. Ciğerlerine aniden hücum eden hava, Edric'in öksürmesine neden oldu. Çaresizce derin derin nefes almaya, içtiği şeyin onu nasıl etkileyeceğini anlamaya çalışıyordu.
Dük Andohir, burun buruna olacakları bir şekilde yüzlerini hizaladı. Bakışları vahşi hayvanlarınkiler gibi tekinsiz ama bir o kadar da heyecanlıydı. Bilinmezleri saklayan bir kutuyu açıp bakmakta olan birinden dalga dalga yayılan o engellenemez his gibi bir heyecandı.
Edric, neler olduğunu anlamak için telaşla bedeninin tepkilerine odaklanmaya çalıştı. Sanki damarlarında dolaşan kan ısınmaya, onu yakmaya başlamıştı. Şakaklarından ve saçlarının arasından süzülen ter damlacıkları, göğsüne damlıyordu.
O bu değişimin telaşındayken Dük'ün bakışları değişti, yüzüne doğru hırlayarak dişlerini boynuna geçirdi.
Biraz şaşkınlıktan, biraz tenine geçirilen sivri köpek dişlerinin yarattığı acıdan Edric'in boğazından kurtulan bir çığlık hırlamasıyla karışarak duvarlarda inledi.
Kollarını ve bacaklarını çaresizce oynatıp çırpınırken zincirlerin şangırtılar eşliğinde duvarı dövdü. Başını çevirerek sivri dişlerden uzaklaşmaya çalıştığında yırtılan derisinden çıkan garip ses keskindi.
Dük, iki üç adım geriye doğru sendeleyerek giysisinin yeniyle dudakları ve çenesine yayılmış olan parlak renkli kanı sildi. Dudaklarında vahşice parlayan kan, tuniğinin kolunu lekeleyip tenini kızıla boyadı.
"Damarlarında dolaşan gücün, öfke ve tiksintinin tadını alabiliyorum. Bense sana hep hayran oldum, Edric. Keşke işe yaramayan yarı insan bir kızım yerine senin gibi bir oğlum olsaydı. Zeki, güçlü... Ah, bir de itaatkâr olduğunda öyle çok işime yarayacaksın ki!" Kahkahası, kanı damarlarında kaynayıp beynini kavururken dahi soğuk bir dokunuş gibi Edric'in tüylerini ürpertmişti.
Ağır kapı son bir kez açılıp kapandıktan sonra Edric tekrardan loş odada tek başına kalmıştı. Boğazındaki yara kapanırken birleşen deriden kaynaklanan kaşıntıyı hissetse de buna odaklanabilecek durumda değildi. Başı, bir mengeneyle sıkıştırılıyormuş gibi ağrıyordu.
Elleri, kol ve bacakları engel olamadığı bir şekilde kuvvetle sarsılıyordu. Oda gözlerinin önünde dönmeye başlamıştı ve saç diplerine kadar terlemiş, sırılsıklam olmuştu. Çok, çok sıcaktı. Bedeni içten tutuşturulmuş gibiydi.
Görüşü bulanmıştı ve kalbi, hiç olmadığı kadar hızlı bir şekilde göğüs kafesini dövüyordu. Nefes alışverişlerine odaklanarak sakinleşmeye çalışsa da başaramadı. Bilekleri, titremeleri esnasında kurtulmaya çalıştığı kelepçeler yüzünden kesiklerle dolmuştu.
Etraf karardı, karardı... Yeniden sonsuz bir karanlığın acımasız kucağında tek başına kalmıştı. Ancak bu sefer hiç ışık yoktu ve kimse onun için gelmiyordu. Yalnızdı.
Bir çift bataklık yeşili göz karanlığın içinde onu buldu ve bakışlarını üzerine dikti. Zihninde yankılanan kahkahadan ve o bakıştan kaçmaya çalışsa da artık onlarla tamamen baş başaydı.
Karanlığın içinde ne kadar süre o kahkahayı dinleyip o bakışların altında durdu bilmiyordu. Düşünceleri, tutuşan kâğıt parçaları gibi küle dönüşüp tedirginliğin rüzgarında savruldu. O kavurucu sıcaklık her şeyi yakıp yok etti ve yangın, ondan geriye hiçbir şey kalmayana de dinmedi. Düşüncelerinin kaybolan külleriyle birlikte benliği de söndü ve onu terk etti.
Yalnızdı. Görebildiği tek şey, o delici bakışlarla onu izleyen gözlerdi. Duyduğu tek şey, kahkaha eşliğinde onu çağıran sesti. O sesin kulağına fısıldadığı emirler içinde bir yerlere yerleşerek boşlukları doldurdu ve onu yeniden inşa etti.
Damarlarında yürüyen kan, o çağrıya karşılık vermek için daha bir hiddetle akmaya başlamıştı. Onu bu emre uymaktan alıkoyan engeller, hiddetinin karşısında gıcırdama ve çıtırtılarla yerlerinden söküldü. Çıplak ayakları soğuk taşlarla buluştuğunda üzerinden sarkan metal zincirleri avuçları arasında kavrayarak birer birer kopardı. Kanlı uzuvları hafiflemiş ve özgür kalmıştı artık.
Nerede olduğunu, kim olduğunu veya nereye gittiğini bilmiyordu. Tek bildiği, o karşı konulamaz çağrıya cevap verebilmek için var olduğuydu. Yönünü, kafasının içinde işittiği o fısıltılar tayin edecekti. Onu hapseden odanın kapısına doğru yöneldi. Dışarı çıkıp onu çağıran sesi takip etmenin vaktiydi artık.
Önünde duran ağır kapının herhangi bir kulpu yoktu. Yolunu kapatan kapıdan kurtulabilmek bir adım geriye attı, hızla kaldırdığı yumruğu kapının yüzeyine indirdiğinde metal ezildi, yüzeyinde iri bir çukur oluştu.
İkinci yumruğu, kapının menteşelerinden kurtularak koridora fırlamasına sebep oldu. Dışarıda bekleyen ve onu izleyen adamlar geri çekilmişti.
Artık özgürdü.
Loş, rutubet kokulu koridorları aydınlatan kandillere göz gezdirdikten sonra onu tahta doğru götüren yoldan ilerlemeye devam etti.
Fısıltılar uğultulara, uğultular tekrardan kahkahalara dönüşürken huzur ve sessizlik dolu karanlığın dokunuşu tenini süpürür olmuştu. Elini tutan ve yanında olduğunu, yalnız olmadığını anlatan kadim bir dost gibi.
Koridorları, sabırsızlığının yakıt olduğu bir süratle aşarken bir daha karşısına çıkan olmadı.
---------------------------
Herkese tekrardan merhaba, nasılsınız? Bölümü nasıl buldunuz, yorumlarınız ve oylarınızla bilmeme izin verirseniz çok mutlu olurum <3
Bir sonraki bölüm ortalama olarak on gün sonra gelir diye düşünüyorum, panomdan duyuruyor olacağım. O zamana kadar hoşçakalın, görüşmek üzeree
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 7.17k Okunma |
727 Oy |
0 Takip |
51 Bölümlü Kitap |