23. Bölüm

KUTSAL ATEŞİN GAZABI

Merve Gündoğmuş
mervegndgms

Tekrar hoşgeldiniz, herkese iyi okumalarr

Kutsal Mallorn'un çevresindeki toprak alanda rastgele, bez bebekler gibi yayılmış cesetleri görünce Morrigan olduğu yerde kalakalmıştı. Saniyenin küçük bir kısmında gözlerinin önünde Caladwen Meydanı'ndaki cesetlerin görüntüsü zihninde bir şimşek gibi çaktı. Derin bir nefesi içine çekti.

Eamon derhal yanına geldi, iyi olup olmadığını kontrol ederken bir yandan da keskin gözleriyle çevreyi inceleyerek neler olduğunu anlamaya çalışıyordu. Çattığı kaşlarının arasında beliren ve gerginliğini yansıtan çizgiye bakılırsa o da neler olduğunu anlayamamıştı. Tetikteydi.

Şimdiye kadar birçok kayıp vermiş, habis şeylere şahit olmuştu. Yaşadıklarının çok daha beterlerini de tarihin tozlu sayfalarının arasından kaçan hikayelerde işitmişti. Bunca şey yaşanmışken ve hala yaşanıyorken Morrigan'ın artık ağlamak, yas tutmak veya dehşete kapılmak gibi bir lüksü yoktu. İçinde bulundukları vaziyette bu, onu yanındakilerin dostu ve bu ülkenin prensesi olarak işlevsiz kılardı.

Bu yüzden başını sallayarak içinde bulunduğu halden sıyrılmak için elinden geleni yaptı, her korktuğunda yaptığı gibi içgüdüsel olarak eli boynundaki gece taşına gitmişti. Illarion da şimdi yanlarına gelmişti, iki erkek fey de kendisine bakarak bir tepki bekliyorlardı.

Morrigan mide bulantısını bir kenara bırakarak ve berbat kokuyu görmezden gelerek en yakındaki cesede doğru yürüdü. Eamon ve Illarion da onun ardından başka cesetlere doğru ilerlemişlerdi.

Genç sayılabilecek bir kadın cesediydi şimdi başında durduğu. Morrigan daha önce hiç ölü birini görmemişti, ancak başında dikildiği cesedin görecekleri arasında en kötüsü olarak yerini hep koruyacağından emindi.

Ona neler olduğunu, nasıl bu hale geldiğini öğrenmeleri gerekiyordu. Bu yüzden cesedin yanında diz çökerek ona daha dikkatli bakmak istedi, ancak koku bunu yapmasını engelliyordu.

Hızlıca hançerlerinden birini çekti ve gömleğinin uzun eteklerinden bir parça kumaşı keserek ağzını ve burnunu kapatacak şekilde bağladı ve cesedi incelemeye koyuldu. En azından şimdi koku bir nebze daha katlanılabilir olmuştu.

Öleli dört veya beş günden az olmuş olamazdı, kurtçuklar ve çeşitli böcekler cesedi keşfedeli çok olmuştu. Bir zamanlar güzel bir sarı olduğu anlaşılan saçları kanla keçeleşmişti, gözleri açıktı. Henüz haşereler tarafından yenilmemiş olan tek göz, Morrigan'ın gördüğü en ölü bakışla gökyüzüne bakıyordu. Çürümeye yüz tutan solgun, morumsu yüzünden boynuna doğru tırmalama izine benzeyen kanlı çizgiler uzanıyordu. Morrigan'ın gözleri refleks olarak cesedin ellerine kaydı.

Morarmış ve çatlamış tırnakların arası koyu renkli kan ve deri parçalarıyla doluydu.

Morrigan cesedi iyice incelediğinde derinin olması gerektiği gibi gözükmediğine karar verdi. Doku bozulmuştu, eşit görünmüyor ve yer yer parlıyordu. Olmaması gereken şekilde.

Yanık izlerine benziyordu bunlar, bu ceset bir şekilde yanmıştı. Morrigan cesedin etrafındaki otların kavrulmuş olduğunu gördüğünde daha da emin oldu. Derhal ayağa kalkarak bir diğer cesede koştu.

Onun da durumu benzerdi, tıpkı baktığı diğer cesetler gibi. Hepsi yanmıştı, yanarak ölmüşlerdi.

Morrigan çevresindeki bedenlere göz gezdirdi, çeşitli yaralardan sızmış ve pıhtılaşmış kan izlerine baktı. Her ne kadar artık kurumuş olsa da kanın rengi ona doğru görünmemişti. Siyah ve morumsu kırmızının karışımı soluk tenlerin üzerinde çarpıcı derecede yanlış görünüyordu.

Morrigan tekrar hançerini çıkardı, içinden dua ederek cesetlerden birinin bileğinde hızlıca bir kesik açtı. Bu kutsal mabette zavallı bir cesede yaptığı saygısızlık yüzünden kendini kötü hissetse de neler olduğunu öğrenmek zorundaydılar, yapabileceği bir şey yoktu.

Yaraya dokunarak katılaşan kan pıhtılarının görüntüsüne göz gezdirdi, sanki siyah ve kırmızı aynı damarda akıyormuş gibi rengi bozuktu. Koku aynı anda hem fey hem Myr kokusuydu. Sanki ikisinin karışımı olan çarpık bir cesede bakıyordu, ancak cansız derinin üzerindeki damarlara benzeyen siyah şeritler ve korkunç yanıklar dışında ceset normal görünüyordu. Normal ancak hırpalanmış.

Yavaşça yüzünü örten kumaş parçasını indirdi ve "Eamon, Illarion. Şuna bir bakar mısınız?" diye seslenmesiyle iki erkek fey kendi inceledikleri cesetleri bırakarak derhal arkasında belirdiler. Her ikisi de kokudan hiç etkilenmemiş görünüyordu. Oysa Morrigan zavallı burnunu olabildiğinde az kullanmaya çalışıyordu. Ve pekala, bunun bile pek yardımı dokunmuyordu.

Kokuyu bir kenara bırakmayı deneyip onlara kesiği gösterdiğinde "Nasıl oluyor da aynı yaradan hem Myr hem de fey kanı kokusu alıyorum?" diye sordu, cevabı bilmediklerinden emin olsa da birinin bu olanlara anlam verebilmiş olmasını umuyordu.

Eamon kısa bir süre cesede baktı, gözlerini ayırmadan incelediği yanık izleri kafasını bir hayli kurcalıyor gibiydi. Sessiz hareketlerle ayağa kalkarak Mallorn'a doğru yürüdü. Elini kutsal ağacın beyaz, heybetli ve yılmaz gövdesine götürerek üzerindeki artık pıhtılaşmış kanlı parmak izlerine baktı. Hemen sonra ağacın önünde diz çöktüğünde Morrigan da ona doğru yürüdü.

Yanına geldiğinde eğilerek prensin omzu üzerinden nereye baktığını görmeye çalıştı. Toprağa bakıyor gibiydi ama Morrigan tam olarak neyi incelediğini anlayamamıştı. Biraz daha yakından bakmak amacıyla iyice eğildiği an Eamon da bir şey söylemek için ona doğru döndü.

İkisi de birbirlerine şaşırmış ve mahcup ifadelerle bakarken Morrigan içinden fazla yakın diye geçirdi. Yüzü kendininkinin hemen önünde duran Eamon başını çevirmek için fazladan birkaç saniye beklediğinde ve gözlerini gözlerine sabitlediğinde Morrigan'ın nefesleri hafifçe hızlandı. O gözler saniyenin ufak bir kısmında dudaklarına kaydığında ise kalbi tekledi.

Kendi gözlerinin de karşısındaki şekilli ve ukala dudakları keşfe çektiğini fark ettiğinde anın büyüsü Illarion'un "Hey, o izler de ne öyle?" sesiyle dağıldı.

Morrigan başına aldığı bela için çoktan pişman olmuştu, belli ki daha çok olacaktı...

Boğazını temizleyerek gözlerini tekrar toprağa çevirdi. Eamon da pek sık yapmadığı bir şekilde huzursuzca kıpırdandı. Morrigan seyrek otların üzerinde, cesetlere doğru giden yanık izleri olduğunu gördü. Her bir cesede doğru giden bir yanık izi vardı, oldukça düzgün izlerdi. Sanki hedefine giden oklar gibi şaşmaz bir rotayla ilerlemişlerdi sanki.

Prens kısa bir sessizliğin ardından "Cesetlerin yanık, Mallorn'un sağlam olduğunu düşünürsek, yanıklara sebep olan şey her neyse kaynağı Mallorn olmalı." dediğinde Morrigan da bu fikre katıldı. Eh, başka ipuçları da yoktu zaten.

Kısa bir an ağacın geniş gövdesinin karşısında durarak onu izledi, geçmiş atalarının kutsal bir emanetiydi bu ağaç. Neler olduğunu bilmeyi öyle çok istiyordu ki...

O, ağaca doğru birkaç adım atarken Eamon ve Illarion diğer cesetleri ve yanık otların üzerindeki kahverengi-siyah izleri kontrol ediyorlardı. Mallorn'un karşısında durdu ve elini uzattı. "Ama Mallorn cesetleri ned-"diyerek dokunurken aniden zihninde beliren görüntüler cümlesini tamamlamasına engel oldu.

------------------------------------

Bu sefer gördükleri, Caladwen'deki çadırda yaşadığı tecrübeden oldukça farklıydı. Başka bir yere gönderilmemişti, şimdi yaşadığı şey daha çok rüya görmek gibiydi. Sanki her şey yaşanırken o da bir yerde durmuş olan biteni izliyordu. Görüntü ve sesler o kadar canlıydı ki, Eamon ve Illarion'un arkadan gelen sesleri ve elini yasladığı Mallorn olmasa kafası karışabilirdi.

İki erkek fey ismini söyleyerek ona sesleniyorlardı, Morrigan telaşlanmamaları için "Sanırım... yani, geçmişte gibiyim. Mallorn bana bir şeyler göstermek istiyor olmalı. Endişelenmeyin." dedi. Bir yandan da gördüklerine odaklanmaya çalışıyordu.

Mallorn'u çevreleyen sık ve kutsal ormanın sınırında, bir ağacın arkasındaydı şimdi. Etrafına biraz bakındığında ağacın biraz uzağında yaklaşık bir düzine fey gördü. Dişi ve erkek feyler Morrigan'ın daha önce hiç görmediği kalın ve simsiyah zincirlerle ayaklarından bağlanmışlardı. Umutsuz ifadelerine karışan delicesine endişe buradan bile görülüyordu. Rüzgâra karışan korkularının kokusu Morrigan'a çarptı. Buraya pek gelen olmazdı, neden oradalardı? Kim onları zincirlerdi ki? Sıradan feylere benziyorlardı.

Her feyin başında bir asker vardı, başkentte görevli olan askerlerin üniformalarını giyiyorlardı. Morrigan onlara bakarken çocukken Elamire'le oynadıkları kuklalar aklına gelmişti, bu askerler de en fazla o kuklalar kadar irade sahibi duruyorlardı.

Bir başka askerin sert komutuyla beraber askerler birer darbe ile önlerinde duran feylerin diz çökmelerini sağladılar. Hemen sonra her birinin elinde metal, iri birer şırınga belirmişti.

Şırınga mı? Neden? diye kendi kendine düşünürken bir asker hareketlendi.

Asker teker teker zincirleri çıkarmaya başladı, kasabalılar hala elleri ve kollarının etrafına sımsıkı sarılmış iplerle bağlılardı. Her biri de oldukça hırpalanmış haldeydi, ipleri koparıp hareket etmeleri imkânsız görünüyordu.

Ardından yine sert, tek bir emirle o şırıngalar halkı olan insanların boyunlarına saplandığında Morrigan sakin kalabilmek için tüm iradesini kullanmak zorunda kaldı. Neredeyse yanlarına koşarak o askerleri buna pişman edecekti, bunu yapmayı deli gibi istiyordu.

Ancak gözü sarı saçlı bir dişi feye takıldığında yalnızca bir izleyici olduğunu anlamıştı. Bu feyler şimdi Mallorn'un etrafında cansız bir halde yatan kasabalılardan başkası değildi. Bu gördükleri geçmişin tezahüründen başka bir şey değildi. Çaresizliğin boğazında yarattığı düğümü yutarak izlemeye devam etti.

Şırıngaların içindeki siyah, garip sıvılar o bedenlere karıştığında Morrigan o zamana kadar duyduğu en korkunç çığlıkları duydu. Çaresiz, acı dolu çığlıklar ormandaki bütün yaratıkların susup kaçışmasına sebep oldu. Omurgasından aşağı inen ürperti tüm bedenine yayıldı.

Tanrılar, tanrılar... O şırıngalardaki şey Myr kanına benziyordu, emin olamazdı gerçi. Ama neden bunu yapmışlardı? Bu feyler normal halktandı, kendi halinde kasabalılardı. İşlerine yaramazlardı ki...

Hemen sonra kasabalılar teker teker yere yığılmaya ve yığıldıkları yerde sudan çıkarılan balıklar gibi çırpınmaya başladıklarında, Morrigan izlemeye devam etmekte gerçekten zorlandı. Yaşadıkları dehşet ve acı onlara her ne yapıyorsa onları tutan ipleri parçalayarak bilinçsizce koşuşturmaya başladılar. Çığlıklar hiç kesilmiyordu, nereye gittiklerinden bile haberleri olmadan Mallorn'a doğru koşuyorlardı.

Bu koşuşturmaca esnasında bazen birbirlerine, bazen ağaçlara çarpa çarpa ilerliyorlardı. Düşüyor, kalkıyor ve tekrar düşüyorlardı. Çevrelerini ve nereye gittiklerini görecek halde değillerdi, akıllarını kaçırmış gibiydiler. Başı kesilen tavuklar gibi diye düşündü. Sadece Mallorn'a doğru çekiliyor, delirmiş gibi o yöne doğru koşuyorlardı.

Kasabalılar koşuşturmaya ve çarpıp durmaya devam ederken çığlıklar artık vahşi hayvanlarınkileri andıran böğürtülere dönüşmeye başlamıştı. Birkaç tanesi kendi elleri ve tırnaklarıyla yüzleri ve boyunlarını tırmalamaya, derisini yırtmaya başladığında Morrigan midesinin kasıldığını hissetti.

Artık Mallorn'un gölgesi altına gelmişlerdi, ağaca yaklaşarak çığlıklar atmaya çevresindeki havayı yumruklar gibi yapmaya devam eden bir kişi Morrigan'ın dikkatini çekti. Yüzü, boynu ve elleri kan içindeydi. Hızla koştuğu ağacın gövdesine sertçe çarptığında bir çatırtı eşliğinde yere devrildi. Morrigan zavallı feyin oracıkta öldüğüne emin olsa da kolları ve bacakları hala deliler gibi kasılıyordu. Aman Tanrım.

Nihayetinde bu keşmekeş devam ederken Mallorn aniden parıldamaya başladı, ehlileştirilemez bir parıltının esir aldığı beyaz gövdesine bakabilmek çok zordu. Alevlerin rengini taşıyan yaprakları şimdi kutsal ağacın dev bir meşaleye dönüşmüşçesine alevlenmişti.

Mallorn, Morrigan'ın atasından miras kalan alevin gücüyle, duman çıkarmadan cayır cayır yanıyordu.

Kutsal ağacın gövdesinden çıkan ve şeritler halinde toprağın üzerinde kasabalılara doğru ilerleyen parlak, amansız alevler göz açıp kapayıncaya kadar hedeflerine ulaştı.

Kutsal ateşin dokunduğu hiç kimse alev almamıştı, ancak sanki özleri tutuşmuş gibi içten dışa doğru yanıyorlardı sanki.

Çığlıklar dayanılmazdı, Morrigan kulaklarının bu yüksek perdeden sesleri daha fazla kaldıramayacağını düşünse de ona dalga dalga dehşeti taşıyan bu sesler çok geçmeden kesildi.

Ağacın çevresine doğru çekilen kayıp kasabalıların hepsi, birkaç saniye içinde ölmüştü. Sanki o sıvının değdiği, dolaştığı içleri kavrulmuş, yanarak yok olmuştu. O korkunç alevlerin üzerlerinde bıraktığı tek iz, özlerini kavuran ısının dışavurumu gibi onları damgalayan kabarmış ciltleriydi.

Daha az önce canlı olan, onları arayan sevenleri olan kasabalıların ağzınlarından ve burunlarından dumanlar yükseliyordu şimdi. Ve bu manzara Morrigan'ın zihninden asla silinmeyecekti.

Dumanlar yükseldikçe çevreye yayılan koku berbattı, Morrigan öksürerek kolunun yenini burnunu kapatmak için kullandı. Başını çevirip çevresine baktığında o kukla askerlerin uzaktan kasabalıları izlediklerini ve bir şeyler not ettiklerini gördü. Kısa süre sonra çoktan kaybolduklarında dumanlar hala gökyüzünde kıvrılıyordu.

Morrigan öğürmeye başlamıştı ki koku hafiflemeye, çevresini saran görüntü saydamlaşmaya başladı. Bu anıyı oluşturan renkler soluklaştı, soluklaştı. Ta ki tamamen yok olana kadar.

Morrigan da tekrar normal duyularına kavuştu, şimdi yine Mallorn'a yaslanmış cesetlerin başında duruyor, onlara bakıyordu. Ancak bu sefer onlara ne olduğunu biliyordu.

--------------------------------------------------------------

Herkese merhaba, bölümü bir süre önce yazmıştım ve az önce editledim. Ancak bir hayli hastayım, bu yüzden ne kadar oldu bilemiyorum jkffvkdkbd Olmadı iyileştiğimde düzenlerim artık, siz ne dersiniz? Lütfen oy ve yorum bırakmayı unutmayın, teşekkürlerr <3 Haftaya görüşmek üzere, hoşçakalın.

 

Bölüm : 28.08.2024 15:31 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...