48. Bölüm

SEÇİM -FİNAL-(Kısım I)

Merve Gündoğmuş
mervegndgms

Müzik: SVRCINA-Meet Me on the Battle Field

Umarım siz de benim kadar heyecanlısınızdır, iyi okumalarr <3

--------------------------------

Geçmiş, karanlık kovuğundan çıkıp gelmiş ve sinsi sinsi şimdiye karışmaya başlamıştı.

Morrigan, onu ardında bıraktıklarından uzaklaştıran her adımıyla birlikte kendisini çepeçevre saran bu tekinsiz havaya haftalar öncesinden, Caladwen'deki o çadırda gördüklerinden beri aşinaydı.

Yine de hiçbir büyü ve gördüğü hiçbir şey, onu şu anda hissettiği yalnızlığa ve korkuya hazırlayamazdı.

Ardında onu bekleyen Eamon ve diğerleri, önünde onu bekleyen kaderi vardı. Ancak tam burada, adımları kızılca siyah toprağı ürkekçe döverken durduğu bu çorak yerde yapayalnız ve çıplak hissediyordu.

Gördüğü o kâbus ve Sehanine'in ona gösterdiği o görüntüler zihninde birbirine karışıp uğuldarken artık ona aşina gelen patikada ayaklarını sürümeye devam etti.

Karanlık topraktan yükselen sıcaklık karşısında şakaklarından süzülen ter damlaları çoktan yakasını ıslatmaya başlamıştı bile. Birkaç dakika için durdu ve kemerine sıkıştırdığı deri su matarasını çıkardı.

Yanına alıp alabildiği tek şey bu mataraydı.

Hala soğuk olan su, dudaklarından aşağıya inerken yanmakta olan içinin ürpermesine sebep oldu. Morrigan içinde bulunduğu duruma rağmen bu ufak lütuf karşısında memnuniyetle iç geçirdi. Böylesi çok daha iyiydi. Bu yerin insanın kafasını bulandıran bir tarafı vardı ve soğuk onu bir nebze kendine getirmişti.

Matarayı tekrar kemerine sıkıştırırken döndü ve geldiği yöne baktı. Havada kalın, gri bir duvak gibi asılı olan duman dönerek kızıl gökyüzüne yükseliyor, geçerken çıplak haldeki siyah ağaç dallarına dolanıyordu.

Bu ölü şehre giriş yaptığı taştan kemerli kapı artık gözle görülemeyecek kadar uzaklarda kalmıştı.

Önüne dönüp siyah, belli belirsiz patikada ilerlemeye devam ederken Morrigan'ın aklında hala geçmiş vardı. Kendi içinde cevaplayamadığı ya da sorduğunda cevap alamadığı sorular sanki onu içten içe kemiren haşereler gibiydi.

Daha önce gelmemiş olsa da Nymalin'i büyü, rüyalar ve öngörüler sayesinde defalarca görmüştü. Hatırladığı ilk seferde -Caladwen'deki çadırda yapılan büyü sayesinde gördüğü gelecekte- karanlık tepeler arasında yükselen bir kule, Edric ve onlara eşlik eden bir grup süvari vardı.

O süvariler her nedense bugüne kadar, Nymalin'e gelip bu tanıdık manzarayla bizzat karşılaşana kadar aklından tamamen çıkmıştı. Ancak şimdi ayrıntılar zihnine doluşuyor, ona üzerinde hiç düşünmediği şeyleri hatırlatıyordu. Gördüklerine dair tüm hisleri hala taze sayılırdı, patikayı adım adım ardında bırakırken hafızasını biraz daha zorladı. Örneğin o süvarilerden birinden gelen o koku hala burnundaydı. Şimdi düşündüğünde ona tuhaf bir şekilde tanıdık gelen köz ve orman kokusu...

Eamon'ın kokusu.

Ani fark edişin şaşkınlığıyla adımları bir an için tökezler gibi oldu. Bunca zaman nasıl anlayamamıştı ki? Nymalin'de o kuleye doğru ilerlediğini gördüklerinden biri Edric, diğeri de Eamon'dı.

Yeniden içinde bulunduğu ana döndüğünde yalnızlığın zehir gibi acı ve buz gibi soğuk sessizliğiyle karşılaştı. Düşününce... Büyü sayesinde gördüğü Nymalin, şu ankiyle aynı olsa da kule yoktu ve Morrigan bugün tamamen yalnızdı.

Tıpkı haftalar önce gördüğü ve korkuyla uyandığı o kabusta olduğu gibi.

O gün, o çadırda gördüğü geçmişin gerçekliğinden hiçbir zaman şüphe duymamıştı. Ancak gelecek, aşikâr bir şekilde artık aynı rotayı takip etmez olmuştu.

"Kader, seçimlerin başrolde olduğu gizemli bir oyundur." Kendi kendine mırıldanırken bu alıntıyı nereden hatırladığını düşünmeye başlamış ve adımlarını hızlandırmıştı. Alvaro olsa oldukça zayıf olan hafızasına laf ederdi elbette.

Bu düşünce sıkıcı yolda hiçbir şey yapmadan ilerlerken onu eğlendirip bir nebze olsun güç bulmasına sebep olmuştu.

Yine de bu çorak yerin insanın içini ürperten, tehlikeye karşı kendini korumak istemesine sebep olan en temel içgüdüleri kaşıyan bir atmosferi vardı. Morrigan bir kılıç kabzası veya yay tutmak için yanıp tutuşan parmaklarını yumruk yaparak ceplerine soktu.

Eh, alışkanlıklardan kurtulmak zordu.

Parmakları ılık, top gibi bir şeye değdiğinde ise şaşkınlıkla durdu.

"Bu da ne?" Camdan veya mermer gibi pürüzsüz bir şeyden yapılmış olduğunu düşündüğü küreyi tutup çıkardı ve merakla incelemeye koyuldu.

Minik, ceviz kadar ve küre şekli verilmiş camdan bir şişeydi bu gerçekten de. Metal bir tıpayla sımsıkı kapatılmıştı ve içinde parlak, sarı-kızıl kıvılcımlar birbirine dolanmış bir şekilde dönüyordu. Kürenin içindeki büyünün sıcaklığı, Morrigan'ın parmaklarını aşarak damarlarında dolandı ve kalbine ulaştı.

Morrigan birkaç kez Şato'nun silah depolarında bu şeylerden görmüştü. Bu bir büyü bombasına benziyordu, içindeki alevden kurdelelere bakarken özlemle içini çekti.

Prens onunla vedalaşırken kaşla göz arasında cebine koymuş olmalıydı.

"Ah, Eamon..." İstemsiz bir şekilde gülümsüyordu şimdi. Tanrıçanın emrine rağmen prens tamamen korunmasız bir halde bu yere adım atmasına izin vermemişti. Tam da onun gibi bir eşten beklendiği gibi...

Cam küreyi dudaklarına götürüp öptü ve yeniden cebine tıkmadan önce başını gökyüzüne kaldırarak her şey rağmen tanrılara, ona Eamon'ı verdikleri için şükretti.

Onca olan bitene rağmen kaybedecek çok şeyi vardı ve bu yol yürümeye değerdi.

Yine de daha ne kadar yürüyeceğini merak ederek bir adım daha atarken bıkkınlıkla siyah, parıltılı bir taşı tekmeledi ve patikanın dışına attı.

Esasen yorulmuştu ve çizmelerinin içine hapsolan ayaklarının sıcak ve yorgunluktan dolayı şiştiğini de hissedebiliyordu. Yine de Morrigan ne kadar süredir burada olduğunu kestiremiyordu. Çünkü güneş, Nymalin'i çepeçevre saran gri bulutları, duman ve sis tabakasını aşamıyordu. Kan yağmurlarıyla yıkanmış gibi duran kızıl gökyüzüne bakarken güneşi, ayı ve yıldızları özlediğini fark etti.

Hafifçe yokuş yukarı tırmanmaya başlayan patikada zorlanarak da olsa ilerlemeye çalışırken aklına bir kez daha Eamon düştü. Nefes nefese durdu ve geldiği yöne doğru bir kez daha baktı.

Duman çevresinde yoğunlaşmaya, dönerek yükselerek geride kalan yolu ve çıplak ağaçları görmesine mâni oluyordu. Morrigan o an içten içe rüyasında gördüğü o açıklığa varmak üzere olduğunu anladı.

Onu o tanıdık açıklığa getirecek olan son birkaç adımı da tırmanırken kalbi, göğüs kafesindeki bir savaş davulu gibi gümbürdüyordu.

Duman perdesi ona yol verdiğinde nihayet o garip, keskin uçlu kayaların çevrelediği açıklığa gelmişti. Derin bir nefes alarak kalın sis ve duman duvarından tamamen ayrıldı ve ilerlemeye devam etti.

Dizlerinin titrediğini ve o anki acizliğini fark ettiğinde Morrigan hiç beklemediği bir öfkenin içinde büyüdüğünü hissetti. Bu seferki öfkesi ne tanrılara ne de burada olmasına sebep olanaydı.

İçinde kaynayan, patlamak üzere olan bir volkana benzeyen öfkesinin yaktığı kişi bizzat kendisiydi.

Morrigan çenesini dikleştirdi, adımları yere daha sağlam basmaya başlarken zihni de gitgide berraklaşmaya başlamıştı. Ne için burada olduğunu, kim olduğunu hatırladığı andı bu.

O, bu diyarın prensesiydi. Zulme uğrayan halkı için, işkence gören ya da ölen kuzenleri ve abisi için, ihanetin gölgesinde can veren anne ve babası için, hatta kendisi için... Herkes ve her şey için umut olabilmek uğruna buradaydı.

Yapayalnızdı, hiç kimsesi ve hiçbir şeyi yoktu. Silahı yoktu, hissedebildiği kadarıyla büyüsü bile yoktu. Yalnızca umudu, öfkesi ve kurtarmak istedikleri vardı.

Birbirine karışıp büyük bir öfkeye ve kararlılığa dönüşen hisleri ile koruması gerekenlerin ağırlığı omuzlarına acımasızca binerken, dizleri gereken kuvveti buldu ve sırtı dikleşti.

Tacı giyecek olan, ağırlığını da tek başına taşımayı göze alabilmeli çünkü...

"Yükümün bu kadar ağır olacağını söylememiştin ama..." Düşünceli bir şekilde mırıldanırken başını kaldırıp merakla etrafına göz attı.

Bu yakıcı öfkeyi kusabileceği bir şeyler arıyordu sanki.

Kapkara, sivri dişlere benzeyen kayalardan oluşan o halka tam önündeydi işte. Oldukça geniş, birkaç metre çapındaki alanın tam ortasında siyah metal yığınları duruyordu. En büyük kaya parçasının dibinden soluk bir parıltı sızıyor ve kara toprağın üzerinde oldukça dikkat çekiyordu.

Tam da hatırladığı gibiydi.

Henüz yaşanmayanlar tekerrür ederken Morrigan taştan halkaya yaklaşıp o metal yığınının ne olduğuna veya o parıltının kaynağına yakından bakmak istiyordu. Bunu yapmaya mecbur olduğunu ve bulması gereken şeyin orada olduğunu da biliyordu.

Bu yüzden birkaç adım daha attı, havayı ağırlaştırıp ışığı emiyormuş gibi görünen o kapkara yığın ilgisini çekmişti.

Aniden çıkıp onu çevreleyen rüzgârın taşıdığı uğursuz fısıltıları işitmeye başladığındaysa afallayarak durdu. Sanki zihni kötücül, kadim bir şeylerin saldırısına uğruyordu.

Gel... Nihayet... Dokun... Onlarca, yüzlerce fısıltı beynini oymak istercesine tekrar tekrar ve hiç susmadan uğulduyorlardı. Morrigan bu kakofoni karşısında oflayarak ellerini kulaklarına dayadı ve geçmesi için dua etti.

Ancak o, taş halkaya doğru ilerlemeye devam ettikçe rüzgâr şiddetlenmiş, sesler daha yüksek sesle konuşarak kahkahalar atmaya başlamışlardı.

Korkunç kahkahalar metal bir şeyin yırtılması ya da sivri bir şeyin bir taşa sürtünmesi gibi bir etki bırakıyordu kulaklarında.

Morrigan galiz bir küfür eşliğinde olduğu yere çöktü. Dizi keskin uçlu bir kaya parçasına denk gelmişti, kendi kanının kokusu burnuna dolarken taş halkaya doğru döndü.

Parıltı artık daha güçlüydü.

Sesler sanki rüzgarla toprağın üzerinde gezinmiyor, kafatasının çeperleri arasında yankılanıyordu. Gürültü arttı, sesler yükseldi ve yükseldi...

Morrigan boğazından boğuk, acılı bir hırıltı çıktığını duyduğu anda karşısında bir ışık hüzmesi gördü.

"Tam zamanında..." diye çıkışırken burnundan hafifçe kan sızılmaya başlamıştı.

Sehanine her zamanki gibi göz alıcı görünüyordu elbette. Mermer teninin üzerinde siyah, tül bir elbise ve onu tamamlayan gümüş bir kemer vardı. Ayın ve yıldızların ışığını dünyaya bahşeden teni ışıl ışıldı.

Onun gelişiyle çığlık çığlığa kalan huzursuz sesler yavaş yavaş uzaklaşmaya, kaçışırcasına kaybolmaya başlamıştı. Morrigan hafifleyen acı karşısında elinin tersiyle burnunu sildi ve dizlerini silkeleyerek çöktüğü yerden kalktı.

Hafifçe de olsa yalpalayışı ve kızıl kanın parıldadığı teni Sehanine'in keskin gözlerinden kaçmamıştı.

Tanrıça endişeyle gülümsese de hiçbir şey söylemedi ve nazik bir tavırla elini kaldırarak siyah, keskin kayalardan en büyüğünün dibinde parıldayan şeyi işaret etti.

Bak, Gecenin Varisi...

Bakıyordu, ancak rüyasındakinden ya da Sehanine'in ona bahşettiği görüntülerdekinden farklı bir şey görememişti. Zayıf, soğuk pırıltı titreşerek merakını cezbetmeye devam ediyordu ve onu harekete geçirecek olan fitili de çoktan ateşlemişti.

Kadim Tanrıça geldiği gibi yeniden kaybolmuştu. Biraz olsun yardım etmek şöyle dursun, şu anda silahsız bir şekilde bu korkunç yerde geziniyor olmasının sebebi de aslında o sayılırdı.

Yine de Morrigan korkmuyordu artık.

Gelecek, ancak gizemini koruyabildiği sürece insanı korkudan titretme gücüne sahip ve kudretliydi belki de. Şimdi burada, birazdan yaşanacak dakikalar ezberinde olarak yoluna devam ederken Morrigan'ın bu zamana kadar içinde besleyip büyüttüğü korkunun tüm sesi soluğu kesilmişti.

Ya da kabullenip teslimiyet gösterebilmek miydi acaba birazdan yaşanacakları bilmesine rağmen onu böyle sakin kılan? Bilemiyordu ki...

Artık geriye kalan tek şey, sessiz fısıltıları en tiz çığlıklardan bile daha çok huzursuzluk veren bir merak ve teslim olmayı reddettiği bir yorgunluktu.

Merakını susturmak ve tüm bunları nihayete erdirecek şey her neyse onu bulup ilerlemek istiyordu. Halkını ve onu bekleyen çetin günlere karşılık daha güçlü olma ihtimali nasıl çekici olmazdı ki?

Bu düşüncelerle birlikte ilerlerken geniş taş halkanın sınırına gelmişti. Morrigan temkinli ve sakin bir biçimde son adımını atarken derin bir kükreme yeri ve göğü sarstı.

İşte, nihayet beklediği olmuştu ve o buradaydı.

----------------------------------

Nymalin'in giriş kapısını oluşturan kemerin gölgesini ne kadar takip ederse etsin, güneşin uğramadığı bu lanet yerde Eamon zamanı kestiremiyordu.

Bu ölü şehirde gölgeler bile kımıldamaz olmuştu sanki.

Morrigan gittiğinden beri geçen ve sayamadığı her dakika, özüne darbeler indiriyor ve mutlak kontrolünün ağır ağır ufalanarak kaybolmasına sebep oluyordu.

Kara toprağın üzerinde attığı voltaların bıraktığı belli belirsiz izlere bakarken aklındaki sorular birer yılan gibi onu ısırıp zehirliyordu.

Sorularının cevapları bir kez daha belirsizlikti ve Eamon belirsizlikten hiç ama hiç hoşlanmıyordu.

Her işkence bir parça belirsizlikle başlar, Eamon... Birini kırbaçlayacak mısın? O kişiyi titreten ilk şey, kırbacın ne zaman ineceğini bilememektir. Ya da birini bir masaya bağlayıp kesip biçebilirsin de... O zaman da korku, işkencecinin ne yaparak başlayacağını bilememekten doğar. Eğitimli biri, fiziksel acıya oldukça iyi dayanabilir belki ancak belirsizlik, o direnci kıracak yegâne silahtır işini bilenler için.

Bir zamanlar Odhran amansız bir eğitimin ortasında ona böyle demişti.

Ne yapıyor acaba? İyi mi? Ya karşısına biri veya bir şey çıkarsa?

Bu sorular aklından ardı ardına geçerken Eamon bir kez daha öğretmeninin ne kadar haklı olduğunu idrak etmişti.

Eh, Morrigan'la aralarındaki bağ sayesinde en azından fiziksel olarak iyi olduğunu hissedebiliyordu. Ancak içini titreten korkusunu, bir kuş misali tedirginliği, bıkkınlığını ve her şeye rağmen çelik gibi olan kararlılığını da hissediyordu.

Tüm bu hislerle ne yapacağını, beklemeye nasıl dayanacağını bilemeyerek yürümeye devam etti. Yerinde durmak zordu, beklemek sinir uçlarına baskı yapıyor gibiydi.

Ne kadar zamandır beklediğini veya o giriş kapısının önünde dolaştığını bilmiyordu. Kendi hisleri ve Morrigan'ınkiler birbirine karışarak içini daraltırken sıkıntılı bir oflama hırıltı halinde dudaklarından kurtuldu.

Tam yeniden adımlarını hızlandırmış ve yeni bir yöne doğru yürümeye başlamıştı ki, nefesi boğazında tıkanınca durmak zorunda kaldı.

İçgüdüsel olarak eli belindeki kılıca gitse de bunun bir anlamı yoktu. Kendisine ait olmayan bir korku, bir kasırgaya dönüşerek ruhunu dağıtmaya başlarken elleri titredi ve göğsü hızla inip kalkmaya başladı.

Kendi korku ve endişesi, Morrigan'ınkilerin karşısında bir toz zerreciği kadar kalmıştı. Onu bu kadar korkutan neydi?

Bunu düşünmeye fırsat bulamadan avucunda keskin bir acı hissetti. Kanın aşina olduğu sıcak dokunuşunu teninde hissedince başını eğdi ve avucuna baktı.

Eamon sersemlemiş bir halde taze, kızıl yaraya bakakaldı. Oldukça derin ve kanlı kesik, titreyen avucunda öylece duruyordu. Neler oluyordu?

Burada durup beklerken bunu bilmesinin hiçbir yolu yoktu.

Telaşla ve küfrederek kapıya koşarken son adımını atmadan önce görünmez bir duvara toslamış gibi durdu.

Verilecek olanı veren, ancak bu şartla verdi sana... Tanrıça, Morrigan'ın tek başına ve silahsız bir şekilde Nymalin'e girmesi konusunda oldukça net konuşmuştu.

Eğer şimdi içeri girerse, her şeyi mahveder miydi?

Avucundaki sızı kendini hatırlatmak istercesine bir kalp atışı gibi zonklarken ani bir şekilde kararını verdi. Onu orada tek başına, korunmasız bırakması mümkün değildi ve bunu kesinlikle yapmayacaktı. Sonucunun ne olacağını sonra birlikte düşünebilirlerdi.

Morrigan gideli baya olmuştu ancak Eamon kurt formunda oraya doğru yola çıkarsa birkaç dakika içerisinde ona ulaşabileceğini tahmin ediyordu. Zaman, tehlikenin dokunuşuyla akışı hızlanabilen bir mevhumdu dolayısıyla Eamon o kısacık dakikalarda başka bir şey olmaması için dua ediyordu.

Onca yıllık eğitiminde öğrendiği üzere korku ve endişeyi bir kenara atarak derin bir nefes aldı ve mümkün olduğunca çabuk şekil değiştirdi.

İşte, bir kez daha dört pençesinin üzerindeydi ve Nymalin'in giriş kemeri de tam önündeydi. Hırlayarak öne atıldı ve tüm gücüyle, olabildiğince hızlı bir şekilde Morrigan'a doğru koşmaya başladı.

Rüzgâr gibi taş kemerden geçmek ve patikaya ulaşmak üzereydi ki bir büyü duvarına çarptı ve yere düştü.

Neyse ki kurt formunun dayanıklılığı sayesinde pek bir şey hissetmemişti, biraz sersemlik dışında bir sorunu yoktu. Olabildiğince çabuk pençelerinin üzerine dikilip dengede durmaya çalışırken hafifçe sendeledi.

Nihayet öfkeyle büyü duvarının neden aniden orada belirdiğini anlamaya çalışarak etrafına bakınırken kaybettiği zaman sebebiyle gitgide daha çok hiddetleniyordu.

Ön pençesindeki yara bu hisseti beslemek istercesine zonklamaya devam ediyordu.

Tanrıça Sehanine çatık kaşları ve göğsünde birleştirdiği kollarıyla bir ışık huzmesinin içinde belirdiğinde onu durduranın kim olduğu da anlaşılmıştı.

"Tekrardan merhaba, prens." Sesinde iğneleyen bir şeyler vardı.

Eamon sabırsızlıkla homurdandı, gözleri tanrıçayla kemerli kapının arasında gidip geliyordu.

"Hissettiğin endişe öyle yoğun ki seni aşıp gök kubbeyi dolduruyor, neredeyse tadını alabiliyorum." Kollarını indirirken onu sarmalayan kumaş uçuşuyordu. "Ama buraya girme iznin yok, en azından henüz... Kadim tanrıların kararlarına karşı gelemezsin, onun için ne hissedersen hisset. Faydasız..."

Eamon'ın yüreğindeki ağırlık gitgide artıyor, nefes almayı dahi zorlaştırıyordu. Son bir kez bir Sehanine'e, bir taş kemerli kapıya baktı.

Kararını vermişti.

Hepinizin canı cehenneme, kadim pislikler... Sehanine'in de diğerlerinin de onu formuna rağmen anlayabildiklerinden oldukça emindi.

Taş kemerli kapıdan olabildiğince uzaklaştı ve durduğu yerde pençelerini toprağa geçirdi, öfkeden tüyleri diken diken olmuştu ve koşmaya hazırdı.

Sehanine kapının tam önünde duruyordu, gözleri Eamon'ın kurt gözlerine değdiğinde kaşları şaşkınlıkla kalktı. İrileşen yeşil gözlerinde inanamazlık vardı.

Eamon göğsünden kopan bir kükreme eşliğinde tüm gücüyle koşmaya başladı. Koştu, koştu ve koştu... Büyü duvarına birkaç adım kala Sehanine'le bir kez göz göze geldi, tanrıçanın gözlerinde kendi öfkeli bakışlarını ve onun gerisinde de nihayet yavaş yavaş oraya yerleşen kabullenişi gördü.

Burnu kapıya değmek üzereyken durdu ve ona bakmaya devam etti.

Ne yaparsan yap ona gitmenin bir yolunu bulacağım ve bunu sen de biliyorsun. Ben bir yolunu bulmak zorunda kalmadan önce bırak da geçeyim işte. İç sesi sinirli ve sabırsız bir kararlılık taşıyordu.

Sehanine kayan bir yıldız misali gözden kaybolmadan önce "Pekâlâ, öyle olsun Alevzen Prens. Ancak bil ki, bunun ağır bir bedeli olacak." derken bu hareketini onaylamadığı her halinden belliydi.

Onu o zaman düşünürüz.

Büyü duvarı mütevazılıktan uzak bir ışık saçarak parçalara ayrılır ve kaybolurken Eamon gözlerini kapattı ve koşmaya başladı. Geniş düzlükte yankılanan şangırtıları ve üzerine dökülen parçaların kürkünü aşıp tenine saplanmasını umursamadan yola koyuldu ve çılgınlar gibi koşmaya başladı.

Bu yaptığının bedelinin ne olacağını veya yaralarını düşünmek için bir an bile durmadı. Yaralar iyileşir, bedeller ödenirdi neticede ancak tüm bunları ancak ikisi de nefes aldıkları sürece yapabilirlerdi.

Nymalin'in kalbine, o taş halkaya giden yol zihnine kazınmış olsa da buna ihtiyacı yoktu. Morrigan'ın kokusu belli belirsiz patikanın üzerindeki havaya taptaze ve güçlü bir şekilde kazınmıştı.

Geliyorum, yalnızca biraz daha dayan... Nefes nefese koşmaya devam ederken tekrar tekrar içinden bunları tekrarlıyor ve duyulmasını umut ediyordu.

Yaraları çoktan iyileşmeye başlamıştı, bu yaptığının karşılığını ise Nymalin'de bulacaktı.

Bir yol ne kadar uzun sürebilirdi? Eamon, pençeleri toprağa ardı ardına saplanıp kapkara tozları etrafa saçarken dar ve şekilsiz yolda değil de sonsuzluğun bizzat kendisinin avucunda ilerlemeye çalışıyormuş gibi hissediyordu.

----------------------------------------

Morrigan karşısında beliren yaratığın gözlerinin içine bakarken boğazının kuruduğunu hissetti.

Kara, taştan çemberin hemen önünde bir muhafız gibi dikilen ve ona bakarak kükreyen yaratığın sırtlanımsı yüzü rüyalarındakinden bile daha dehşet vericiydi. Yer yer çürüyen koyu gri bedeninden kısımlar halinde fırlayan siyah kürkü kanla keçeleşmişti.

Dört kolu ve kaslı bacakları vardı. Ustura keskinliğindeki pençelerinden damlayan kanın kırmızılığı, siyah toprağın üzerinde adeta parıldıyordu. Yaratığın kapkara iki çift gözü kendisinin üzerine kilitlenmiş ve ölüm vadeden bir bakışla açılmıştı.

Rüzgâr arkasından eserken Morrigan'ın saçlarını havalandırdı ve burnunda ve dizlerinde kurumuş olan kanının kokusunu karşısındaki korkunç yaratığa taşıdı. O kara gözler kokuyu alır almaz hoşnut bir şekilde irileşmişti.

Ah, bu kesinlikle iyi değildi.

Telaştan ve korkudan sıyrılıp bir umut büyüsüne uzanmayı denedi. Devasa güç içinde kıpırdansa bile Morrigan'ın parmaklarında büyünün kırıntısı bile yoktu.

Hiçbir şey olmamıştı.

Bu cehennem gibi yerde hem silahsız hem de savunmasız kalmıştı.

Morrigan bu düşünceyle yüzünü buruşturdu ve aceleyle titreyen elini cebine sokarak yanındaki tek silahı, Eamon'ın ona verdiği ufak cam şişeyi yakaladı. Yapabileceği tek şey, onu doğru anda kullanıp taş çemberi aşarak tanrılar lanetleyesice şey her neyse onu bulacak zamanı kazanmak ve o "armağanın" işe yarayacak bir şey olması için dua etmekti.

Yaratık kükremeye ve burnundan solumaya devam ederken ona doğru adım adım yaklaşmaya başlamıştı. Aralarında yalnızca birkaç metre vardı, devasa cüssesi her adımında toprağın inleyip sarsılmasına sebep oluyordu.

Aralarındaki mesafeyi mutlaka korumalıydı, eğer bu şey ona es kaza yaklaşırsa Morrigan'ın sonraki bir dakikayı görmek için bile pek şansı kalmazdı. Gözlerini o korkunç, obsidyen gibi gözlerden ayırmadan yavaşça gerilemeye başladı.

Ayağı daha önce orada olmadığına emin olduğu bir şeye takılıp düştüğünde bedeni Edric'in ona öğrettiği gibi kendisini dengelemek için çabaladı. Avuç içleri çaresizce tutacak bir destek aradı.

Buldu da... Yanı başına düştüğü keskin, mermere benzeyen koyu renkli taş ıslak bir sesle avucuna saplandığında istemsizce inledi.

Kanın bakırımsı ve tuzlu kokusu bir kez daha -ancak bu sefer daha güçlü ve taze bir şekilde- havaya yayılırken karşısındaki yaratığın burun delikleri genişledi. Keskin dişleri aralandı ve çatallı dili sanki lezzetli bir yemeğin karşısındaymışçasına dişlerinin üzerinde gezindi.

"Ah! Hay ben..." Galiz bir küfürle yerde sürünerek mesafeyi yeniden açtıktan sonra aceleyle ve çevik bir hareketle kalkıp tüm gücüyle koşmaya başladı.

Sarsılan toprak ve oldukları yerde hafifçe inip kalkan taşlara bakması, o korkunç şeyin kendisini takip ettiğini anlamak için yeterliydi. Korkunç, öfkeli kükremeler bu anlayışı pekiştiren nahoş bir gerçekti yalnızca.

Morrigan hiçbir zaman sakar bir kız olmamıştı. Yaşı genç olsa da çok küçük yaşlardan beri ciddi bir eğitim alıyordu, ne olursa olsun her durumda ayakları yere sağlam basardı.

Bu yüzden hafifçe başı dönüp bir kez daha tökezleyerek düştüğünde bunun kendisiyle alakalı olmadığını ve yukarıdan onu izleyen tanrıların kendilerince eğlenmekte olduğunu düşündü.

Bu sefer boylu boyunca düşmüştü ve kendisini destekleme fırsatı bile bulamamıştı. Eh, ona doğru koşan ve gittikçe yaklaşan devasa yaratığı görmek de ancak dizlerindeki tüm gücün boşalmasına sebep olmuştu.

O yerinden kalkana kadar o yaratık çoktan ona ulaşmış olacaktı.

Çabucak cebindeki minik cam şişeyi parmaklarının arasına aldı ve olanca gücüyle ona doğru yaklaşan yaratığa doğru fırlattı.

Minik şişe o şeyin hemen ayaklarının dibindeki bir kayaya denk gelmiş ve korkunç bir uğultuyla parçalanarak cehennemi serbest bırakmıştı.

Ani bir patlamayla kızıl gökyüzüne karışan alevler yaratığı kuşatarak çıtırdamaya başladı. Neyse ki o ürkütücü kükremeler gitgide tizleşerek yerini ciyaklamalara bırakmıştı.

Kendisinin bile haberi olmadan cebine tıkılan küçücük şişe, sevgiyle cesaret edilmiş ufak bir hile... Hayatını kurtarmıştı işte. Alevler yaratığı tutuşturup kavururken çok daha naif bir sıcaklığı da yüreğinde hissediyordu.

Morrigan bu birkaç saniyeyi toparlanıp ayağa kalkmak için kullandı. Şakaklarından akan tere karışan tozla toprak çamurlaşıyor ve gözlerini yakıyordu. Sırtında sebebini anlayamadığı, hayalet bir acı vardı.

Tam toparlanmış ve o soluk parıltının onu beklediği yöne doğru koşmaya başlamak üzereydi ki, irileşen gözlerle olduğu yerde kalakaldı.

O kadim, engin büyü yaratığı öldürmeye yetmemişti. Kara kürkünün yanmasıyla kısım kısım koyu renkli eti açığa çığan yaratık çılgınca yanan bir meşale gibi üzerine geliyordu şimdi.

O şeyin boğazından kopan acılı ve öfkeli hayvani haykırış, Morrigan'ın tüylerini diken diken etmişti. Tereddüt etmeden, sendelemeden ona doğru adeta uçan yaratık karşısında yapabileceği hiçbir şey yoktu artık.

Yine de mücadele etmeden ölmeyecekti elbette, böyle kolay bir yenilgi için çok uzak bir yoldan gelmiş ve çok fazla şey feda etmişti. İçinden tüm sevdiklerinin ona yardım etmeleri için dualar ederken ve ölümün soğuk, ekşi nefesini ensesinde hissederken bir damla bile gözyaşı dökmedi.

Son bir kez yere çöküp savunma pozisyonu alırken beklenmedik bir biçimde sakindi. Başına gelecekleri kabullenmişti, ancak teslim oluyor da sayılmazdı.

Son zamanlarda her dövüşte onu koruyan kalkanı sanki yine yerindeymiş gibi sağ kolunu kaldırdı ve kendisine siper etti. Alacağı darbenin şiddetini hafifletebilmek umuduyla hafifçe eğilmişti.

Eğer yalnızca kırılan bir kol ve omuzla kurtulabilirse, darbenin etkisiyle ölmüş gibi rol yapacak ve sonrasında da taş halkaya doğru son sürat koşacaktı. Ne kadar tehlikeli oluşa olsun bu şey pek zeki gibi durmuyordu, bu şekilde onu atlatma ihtimali olabilirdi.

Bu yüzden yaratık pençesini kaldırdığında derin bir nefes alarak gözlerini yumdu ve acının yakıcılığında kavrulmayı beklemeye koyuldu.

O kısacık anda, ona doğru inen keskin pençelerin havada çıkardığı sesi işitirken ölecekse de en azından hızlı bir ölüm olmasını diledi. Kısa bir yaşam sürmüş olsa da düşmanının elinde sürünmeden, onurlu bir ölümle anne ve babasının yanına gitmek isterdi.

Bekleyişini nihayete erdiren hamle havada vızıldarken aklından geçen son şey Edric ve Eamon'a ne olacağı oldu.

Vızıltı sona ermişti. Ancak Morrigan ne beklediği keskin acıyı hissetti ne de pençelerin kemiğe sürterken çıkarması gereken o korkunç sesi veya kendi acı dolu çığlığını işitti.

Yalnızca göz kapaklarının ardından bile ona ulaşabilen soluk bir parıltı görmüş ve o sırtlanımsı yaratığın hoşnutsuz homurtusunu işitir olmuştu. Neler olduğunu ve hala nasıl yaşadığını anlamak için telaşla gözlerini açtı.

"Seni yalnız bırakacağımı mı sandın, prenses?" Yaratığı engelleyen kılıcını iterken Eamon şöyle bir döndü ve ona baktı. Birbirine kenetlediği dişlerinin arasından taşan sesi ciddi ve alınmış gibiydi.

Morrigan siper ettiği kolunu indirirken şaşkınlıkla bir çocuck gibi poposunun üstüne, yere düşmüştü. Gözlerini kırpıştırdı ve bunun nasıl mümkün olduğunu anlamaya çalışırken bir an için ona bakakaldı.

"E-Eamon? Senin burada ne işin var?" Sesi bariz bir şekilde titriyordu ancak Morrigan sebebin korku mu, hayret mi yoksa hissettiği müthiş rahatlama mı olduğunu bilemedi.

Sis ve dumanın birbirine kenetlenerek oluşturduğu perdenin aralandığı yer hala aşikardı. Eamon'ı ardında bırakalı saatler olmuş olmalıydı, ona yetişebilmesinin tek bir yolu vardı.

Sımsıkı yumduğu göz kapaklarından bile sızan parıltının sebebini nihayet anlamıştı.

"Seni bir daha göremeyeceğimi sanmıştım. Az kalsın..."

Devamını getiremedi. İkisi de Eamon bir saniye daha geç gelse şimdiye ölmüş olacağının farkındalardı. Morrigan'ın boğazı bu düşünceyle düğümlendi.

Prens tanrıların ona ne yapacaklarını, sonucunun ne olacağını umursamamıştı bile. Her şeyi boş verip onun için buraya kadar koşmuş ve hiç düşünmeden ona siper olmuştu.

Eamon'ın kılıcı, hala onları hedefleyen pençeleri engelliyor olsa da harcadığı güç yüzünden kasları şişen kolu tehlikeli bir biçimde titriyordu. Nefret ve tiksinti dolu olduğundan emin olduğu bakışlarını yaratığın üzerine dikmişti, bu yüzden Morrigan yüz ifadesini göremiyordu.

"Tanrıların canı cehenneme..." Prens kılıcı diğer eliyle de desteklerken adeta kükremişti. Eğer o an büyü kullanabiliyor olsaydı, Morrigan yaratığın çoktan kül olacağından emindi.

Bir kez daha rüyaları ve gerçek birbirine karışırken minnettarlıkla gözlerini gökyüzüne çevirdi.

Prens kılıcına son bir güçle yüklenirken kendisinden birkaç kafa uzun ve bir hayli ağır olan yaratığın dengesini kaybederek birkaç adım geriye doğru sendelemesine neden oldu. Sonrasında da hırlayarak tam göğüs kafesine tüm gücüyle bir tekme attı.

Birkaç metre öteye fırlayan korkunç iblisten çatırtılar geldi, yerde debelenerek ayağa kalkmaya çalışsa da başarılı olamıyordu. Islak hırıltılara bakılırsa kırılan kemikleri ciğerlerine saplanmış ve nefes almasını önlüyor gibiydi.

Tabii kısmen de olsa yanmış olmasının da bu zayıflıkta etkisi olmalıydı.

Eamon telaşsız, artık ölümün sesi olan adımlarla yaratığın yanına yaklaşırken başını bir kez çevirip kendisine baktı. Morrigan o gözlerde endişeyi, korkuyu ve dizginlemeye çalıştığı vahşi bir öfkeyi gördü.

Prens devasa kılıcı havaya kaldırdığında kutsal gümüşün üzerinde Nymalin'in kızıl göğünün yansımaları göründü. Eamon'ın hatları gerilen yüzünde merhametten eser yoktu.

Ağır kılıç amansız bir süratle inerek hala çırpınmakta olan yaratığın başını boynundan ayırdı. Siyah kan toprağa, Eamon'ın üzerine ve gökyüzüne püskürdü.

Yeniden ona doğru yürürken cebinden bir parça kumaş çıkarmış ve önce kıyafetlerini, sonra da kılıcını silmeye koyulmuştu. O bir askerdi, normalde bunu yapmaya ihtiyaç duymazdı ancak Morrigan'ın lanetli kandan hoşlanmadığını bildiği için yapıyordu bunu.

O gitgide kendisine yaklaşırken Morrigan hala yaşadığı şaşkınlıktan kurtulamamış bir halde toprağın üzerinde oturuyordu.

Nefes nefese bir halde elini Morrigan'a doğru uzatırken "Ne dedikleri umurumda değil, bensiz hiçbir yere gidemezsin." diyerek kararlı bir ifadeyle gözlerinin ta derinliklerine baktı.

İtiraz kabul eden ya da bahaneler bulup açıklama yapan bir bakış değildi bu.

Buz gibi bir şekilde yalnızca var olan, yerdeki ve gökteki her şeyin ya da herkesin kabul etmesi gereken bir gerçeği dile getiriyordu yalnızca.

Morrigan o eli tutarken gözlerine dolan yaşlara rağmen içtenlikle prense gülümsedi. Ölümle hep devam ettirdikleri danslarında bu sefer neredeyse tökezleyeceğini idrak etmesiyle üzerine çöken o korku ve paniği kaybolmaya yüz tutmuştu bile. Sanki yapmak üzere olduğu şeyi yapmak için aradığı o gücü artık bulmuş gibiydi.

Tıpkı o görüntüdeki gibi.

Ayağa kalkıp üzerini silkelerken Eamon'ın bakışlarına karşılık verdi, sanki nerede oldukları önemli değilmiş gibiydi. Sanki kim oldukları dışında hiçbir şey umurlarında değilmiş gibi...

"Sen inanılmaz bir adamsın, Eamon Eryn. Gördüğüm en dediği dedik, inatçı, burnunun dikine gidip kafasına göre iş yapan ve ve..." Ne diyeceğini bilemeyerek duraksadı.

Eamon kendini beğenmiş, çarpık bir sırıtışla "Bunların hepsi aynı anlama geliyor, prenses. Ve bir şey değil." diyerek karşılık verdi.

"İyi ki buradasın..." Artık yalnız ve korunmasız olmamanın verdiği rahatlama hissi o kadar yoğundu ki, neredeyse dizlerinin bağı çözülecekti. Kollarını prensin beline dolayarak her zamanki gibi ondan güç aldı ve yanağını göğsüne yasladı.

O kendini beğenmiş gülümsemesine ve rahat duruşuna rağmen prens kılıç tutmayan elini Morrigan'ın beline dolarken kalbi çılgınlar gibi atıyordu.

"Bu daha iyi, evet. Ödümü patlattın, tanrım..." Sitemkâr bir şekilde homurdanıyordu. "Bir daha sakın bana bunu yapma, tamam mı? Her ne olursa olsun, beraber savaşalım." Prens başının üzerine bir öpücük kondururken derin bir nefes aldı, sanki yaşamın özü, onun gümüşi tutamları arasındaydı ve o da bu özü içine çekiyordu.

Morrigan köz, orman ve soğuk havayı andıran o huzurlu kokusunu içine çekerken sadece başını sallamakla yetindi. Hemen sonra içinde bulundukları durumu hatırlayıp geri çekildi.

"Peki... Hadi öyleyse, şunları al da gidip şu şeyi bulalım ve sonra da bir an önce buradan gidelim. Gücüm bile bu yerden ürküp derinde bir yerlere saklanmış gibi, berbat bir yer." Elinde Morrigan'ın çantası, yayı, sadağı ve kılıcı vardı.

Morrigan kılıcını hızlı ve ustaca hareketlerle kemerine yerleştirdikten sonra çantanın içinden ikiz hançerlerini ve küçük bıçaklarını da çıkarıp yerine taktı.

Yayını ve sadağını da yerleştirirken bir an için duraksadı. "O yüzden mi büyün yerine kılıcını kullandın?"

Eamon yavaşça başını sallayarak onaylamıştı. "Sen de o yüzden savunmasız kalmadın mı? Öyle olmasa o şey çoktan ölmüştü."

"Büyü kullanmak konusunda hala acemi sayılırım, ben de sorun bende sanmıştım." Sıkıntıyla iç çekti, en azından Eamon için durum farklı olsa ne de iyi olurdu... Bu korkunç şehirde onlar o devasa taşa ulaşamadan önlerine başka neyin fırlayabileceklerini ikisi de bilemezdi.

Yeniden taş halkaya doğru ilerlemeye başlarken Eamon bu söylediğine güldü.

"Büyün senin bir parçan, öyle tehlikeli bir durumda seni korumak için senin emrini beklemez ki." Çevrelerindeki ölü ağaçları ve kızıl göğü incelerken gülümsemesi söndü. "Biz feyler gücümüzü doğadan, yaşayan şeylerden alırız. Ancak burada yaşayan tek bir zerre bile yok. Ne yerde ne de gökte... Bu yüzden bu ölümle lanetlenen şehirde büyü hiçbir fey için bir seçenek değil."

Ölümle lanetlenmek... Morrigan bunun sebebini biliyordu. Burası Malekith'in gerçekten "öldüğü" yerdi, ya da tarih boyunca herkes böyle bilmişti. Belki Malekith değildi ancak nice askerin burada vahşi bir şekilde katledildiği kesindi. Caladwen'de o çadırda gördüğü katliam manzarası gözlerinin önüne bir kez daha gelince Morrigan ürperdi.

Feyler diyarında "ölüm", diğer diyarlarda bilindiği anlamı taşımazdı. Ölüm, Morrigan'ın halkı için Öte Diyar'da yeni bir bedenle doğmak ve yalnızca huzurun kol gezdiği bu yerde sonsuz yaşama kavuşmaktı. Bu, onlara yaratılışın tanrıçası Nimue'nin bir armağanıydı.

Bu sebeple bu büyülü topraklar üzerinde işlenen ilk cinayet, bu şehrin mutlak ölümün kendisiyle lanetlenmesiyle sonuçlanmıştı.

"Peki o zaman nasıl değişebildin?" Kritik bir soru olabilirdi bu.

"Açıkçası, bilmiyorum." Eamon omuz silkmişti. "Belki de değişim, kendi içimizde dönüp yeniden kendimize yönelen bir büyü olduğundandır. Dışarı çıkmadığından yani..."

Morrigan'ın bu teoriden daha mantıklı bir cevabı yoktu.

Onlar el ele Nymalin'in en uğursuz yerine -taş halkanın merkezine- doğru ilerlerken Morrigan uzaklardan, kızılca gökyüzünün derinliklerinden kanat çırparak gelen bir kaknüs kuşu gördü. Alevler içerisinde süzülen kuş tepelerinde kanat çırparak onlara eşlik ediyordu şimdi.

"Bir misafirimiz var, baksana!" Eamon başını göğe doğru kaldırmış, gülümseyerek yoldaşlarını izliyordu.

"Bu kadar güzel bir yaratığın, her daim kötü bir şeylerin habercisi olması ne fena... Sence de öyle değil mi?" Morrigan da bir yandan yürürken kuşu izliyordu şimdi. Uzun, dalgalanan kuyruğu adeta bir renk cümbüşüydü.

"Bence bakış açısına göre değişir bu dediğin, prenses." Eamon artık kuşu değil, onu izliyordu. "Sen kötü şeylerin habercisi dersin, bense en karanlık durumlarda bile umudun ışığının varlığına dair bir simge..."

Morrigan tuttuğu iri parmakları hayranlıkla sıktı. "Bunu sevdim."

Nihayet taş çemberin merkezine gelmişlerdi. Morrigan'ın rüyasında ve Sehanine'in gösterdiği görüntülerde gördükleri o karanlık, garip yığının ne olduğu artık rahatça görülebiliyordu.

"Zırhmış meğer, uzaktan belli olmuyordu." O kapkara metal yığınında midesinin bükülmesine, teninin karıncalanmasına sebep olan bir şeyler vardı. Sanki hastalıklı, musibet bir şeye bakıyordu.

"Malekith'in zırhı olmalı bu." Bunları söylerken bile Eamon'ın sırtı dikleşmiş, duruşu gerginleşmişti.

"Öyle olmalı, insanın tüylerini diken diken ediyor zira." Derin bir nefes alarak Eamon'a baktı. "Haydi, biz işimize bakalım. Şu parıldayan şey, son durağımız."

Eamon başını sallayıp yola devam etmekle yetinmişti. Geniş taş çemberin merkezinden en büyük taşa doğru birkaç metre vardı.

Bu kısa mesafeyi tamamlamış, nihayet devasa taşın tam önüne gelmişlerdi. Siyah, parlak yüzeyli taş Eamon'dan iki hatta üç kafa daha uzundu ve dibinde gevşek, yeni kazılmış gibi görünen bir toprak yığını vardı. Kara toprak yığının derinliklerinden parlak, beyaz bir ışık sızıyor ve renk olarak tezat oluşturuyordu.

Morrigan dizlerinin üzerine çökerken "Nihayet..." diye fısıldadı.

Nihayet aradığı şey her neyse ona kavuşmuştu. Parmakları büyük bir merakla siyah toprağı kazmak için uzandı.

Ne zaman 'Nihayet bitti!' diyerek masadan kalkacak olursunuz, ancak o zaman hayatın size karşı oynayacak son bir kartı daha olduğunu fark edersiniz. O bitti demeden oyun bitmez, masa dağılmaz... Eamon büyük bir patlama sesiyle daha ne olduğunu anlamasına bile fırsat kalmadan onun üzerine kapanıp taştan uzaklaşmaları için çabalarken aklından bu söz geçmişti.

Morrigan bu sefer bu sözlerin sahibini çok iyi hatırlıyordu. Patlamayla birlikte duyduğu ve zemine çarpan taşların sesine karışan ukala kahkahanın sahibiyle aynı kişiydi.

Amcasıydı.

"Uzun bir süre bekledim ama gelmedin, Morrigan. Eh, ben de büyüklük bende kalsın diyip kendim geleyim dedim. Merhaba..."

------------------------------------------------

Kısım II'nin sonunda görüşmek üzere ^^

Bölüm : 28.08.2024 15:58 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...