
Müzik: The EverLove-Make Me Believe
Görsel: Tanrı Haleth
Bir kez daha ve bir süreliğine son kez, iyi okumalar :')
---------------------------
Eamon'a tutunarak yerinden kalkmaya çalışırken "A-aman ne güzel sürpriz..." diye homurdandı.
Prens kontrollü olmasına uğraşmadığı keskin bir sesle "Neden buradasın?" diye sordu. Çoktan ayaklanmış ve Morrigan'ın bir adım önüne geçerek ona siper olmuştu.
"Burada olmam gerektiği için." Dük neredeyse neşeyle, basit bir şekilde cevaplamıştı. "Tıpkı senin gibi, öyle değil mi Eleniel?"
Eleniel, Yıldız Işığı... Yol gösteren, dünyayı aydınlatan demekti. Annesi ona hep böyle seslenir, geceleri onu öpüp saçlarını okşarken kulağına bu ismi fısıldardı.
"Bana öyle seslenme!" diye kükredi, hiddet damarlarında dolanmaya başlamıştı. "Benim seninle hiçbir ortak noktam yok, hem de hiç!"
Eamon'ın göğsünden onu onaylarcasına tehditkâr bir hırıltı yükseldi.
Dük sabırla içini çekerken taş halkanın içine dalarak biraz daha yaklaştı. Baştan aşağı ruhu kadar kara olan giysileri bu yerle kusursuz bir biçimde uyuyordu. Sağ avucundan taşan siyah bir duman, kolunun çevresinde kıvrılarak geziniyordu.
Az önce o kara büyüyle ikisini de neredeyse öldürüyordu.
"Ya, öyle mi dersin Eleniel? Benimle ortak olan köklerini inkâr edebilir misin o halde? Nerede, nasıl var olduklarını bile bilmediğin halkını? Ya da buraya sırf daha fazla güç için geldiğini?" Onlara yaklaşan birkaç adım daha atarken siyah pelerini üzerinde süründüğü toprakla bütünleşmiş, dalgalanıyordu.
Bir kez daha "Bana öyle seslenme, Dük." derken hırlayan sesi artık hayvani içgüdülerinin tehditkârlığını taşıyordu. Nefret ettiği unvanını duymak, amcasının yüzündeki gülümsemenin donmasına sebep olmuştu.
Kendine hâkim olmaya ve içindeki vahşiliği dizginlemeye çalışırken çenesini kaldırarak karşısındaki yüze baktı. Görüşmedikleri bu kısacık zaman Dük'ü çok değiştirmişti. Onu önceki görüşlerinde oldukça zayıflamıştı, teni sağlıksız bir matlıkta ve griye dönüktü. Oysa karşılarındaki adamın teni mermer gibiydi ve sağlıkla ışıldıyordu. Şekilli ve kaslı gövdesi kıyafetinin düğmelerini zorluyor, sağlam duruşu tehditkâr duruyordu.
Dük'ün eski, gösterişli halinden tek bir farkı vardı şimdi: Bir zamanlar babasınınkilerin eşi olan zümrüt gözleri tehlikeli bir kırmızıyla karışıp bordomsu bir renk almıştı.
"Annemle ortak olan köklerimi ve henüz haklarında çok az şey bildiğim halkımı inkâr edemem, elbette sözcüklerine yalanın çatal dili değmediyse..." derken sesi, hissettiğinden çok daha yaşlı ancak keskindi. "Güce gelince... Sevip korumak için yemin ettiğim halkımı, dostlarımı ve diyarımı kurtarabilmek için onun peşinde olduğumu inkâr etmiyorum. Kaderimde bu varsa, seve seve kabulümdür."
Eamon'ın gururlu bakışlarını üzerinde hissetse de dönüp bakmadı.
Dük kara büyünün zehirli bir sarmaşık gibi sarmaladığı kolunu ona doğru uzatırken prens onu olabildiğince menzil dışında tutmaya çalışıyordu.
"Takdir ettim, prenses. Ancak sana söylemediler mi?"
"Neyi?" Morrigan yayını eline alıp bir ok sürerken Eamon da kılıcını çekmiş ve iki küçük bıçağı parmaklarının arasına sıkıştırmıştı.
Eamon ona doğru eğilip neredeyse duyulamayacak bir sesle "Ben onu oyalayacağım, sen acele et ve taşa git. Sakın tereddüt etme, tamam mı?" dediğinde Morrigan "Peki..." diyerek kabul etmek zorunda kaldı.
Büyüleri yoktu ve bu, sahip olacakları tek şans olabilirdi.
Dük genişleyen bir sırıtışla az önceki sorusuna yanıt verdi. "Gücün bir bedeli olduğunu, tabii ki."
Morrigan solunda kalan ve dibinden ışık sızan taşı belli belirsiz göz hapsinde tutarken "Yeterince bedel ödedim ben." diye karşılık verdi.
Öyleydi de.
"Bedelin başkaları olduğunu, evin olduğunu mu sanıyorsun prenses? Ödenecek olan bedel kendindir, her zaman hem de. Göreceksin, göstereceğim sana..."
Karanlık, amcasının avucundan taşarak onlara ulaşmaya çabalarken Morrigan okunu serbest bıraktı. Aceleyle bir ok daha almaya çalışırken Eamon da iki küçük bıçağı bir keskin nişancı eminliğiyle fırlatıp kılıcını eline almıştı.
Prens kemerinden çıkardığı ve az öncekinin -içindeki kar ve buz gibi parıldayan beyaz büyü dışında- tıpatıp aynı olan cam küreyi yere, çemberin merkezine doğru fırlattı.
Küre binbir parçaya ayrılırken parçalar arasından dünyalarına taşan sis ve duman dört bir yana yayılarak tüm alanı esir aldı. Kızıl gökyüzü bile gri bulutların engeline takılmıştı.
Eamon ona dönüp başını hafifçe sallarken dudaklarını oynatarak "Şimdi!" dedi ve aceleyle elinden yayını ve sırtından da sadağını aldıktan sonra ancak eğitimli bir askerin sahip olabileceği kadar sessiz adımlarla yer değiştirmeye başladı.
Morrigan tıpkı prensin ona söylediği gibi ardına bakmadan, tüm gücüyle siyah taşa doğru koşmaya başlamadan önce gördüğü kadarıyla ikisi de hedefi tam on ikiden vurmuşlardı.
Duman görüşüne engel olmadan önce Dük'ün başını eğerek geniş göğsüne yarısına kadar giren oka ve boynuna, kalbine saplanan bıçaklara baktığını gördü. Yüzündeki sırıtış bir musibetin habercisi gibiydi.
Eamon sürekli yer değiştirmeye devam ederken ara ara atış yapmaya devam ediyordu. Kafa karıştırıp sinir bozmaya, ona zaman kazandırmaya çalışıyordu.
Sonrasını göremedi, bir kükreme ve bir küfür işittiğinde çoktan devasa taşın önüne gelmişti.
Morrigan titreyen parmaklarıyla sıcak toprağı kazmaya ve parıltının kaynağına ulaşmaya çalışırken aklından onlarca şey geçiyordu. Acaba bu sağır edici uğultu kafasının içinde miydi yoksa dışında mıydı?
Artık önemli değildi, nihayet aradığı şeyi bulmuştu.
Defalarca kez gördüğü, onu adeta bir mıknatıs gibi kendine çeken, bunu yaparken de merakının esiri olmasına sebep olan ve isimsiz kehanetlere konu olan o şey bir sandıktı.
Parıltı, siyah ve beyaz kristallerle kaplanmış kadim sandığın içinden sızıyordu. Parmakları arasında tuttuğu şey, Morrigan'a bir an için hem yanıyormuş hem donuyormuş gibi hissettirmişti.
Sandığı evirip çevirirken Eamon ve Dük'ün seslerini duyamaz olmuştu artık. Her ne kadar şimdilik prensin iyi olduğunu hissedebiliyor olsa da bu durum her an değişebilirdi.
Oyalanmanın, durup düşünmenin sırası değildi.
Derin bir nefes alarak aceleyle sandığın nasıl açıldığını incelemeye koyuldu. İki avucuna sığabilecek kadar küçük bir sandıktı bu ve görünürde bir kilit yoktu. Kapağın üstü kulp görevi görmesi için bir elin dört parmağı girebilecek şekilde oyulmuştu. Morrigan parmaklarını bu oyuğa yerleştirirken işe yarar bir şey bulabilmek için dua etti.
Tutup güçlü bir şekilde çektiği kapak açılmadı.
"Yerle gök arasındaki tüm yaratıklar aşkına, neden açılmazsın ki?" Kendi kendine küfredip söylenerek kapağı çekiştirirken uzaklardan bir yerden Eamon'ın kükremesini duydu ve bir an için yakıcı bir acı, tılsımının olduğu elini dağladı.
Morrigan telaştan ne yapacağını bilemeyerek belindeki bir bıçağı çıkartıp sandığı kurcalamaya başladı. Biraz uğraştıktan sonra metali bir çıt sesiyle bıçağın ucu kırılmıştı.
Sinirden gülmekle ağlamak arasında bir hisle derin, titrek bir nefes daha alarak sakince yeniden incelemeye koyuldu.
----------------------------------
Karanlık dört bir yanını kuşatıp onu yalancı fısıltılarla dolu derinliklerine hapsetmeye çalışırken Eamon ondan kaçınmaya çalışıyor, adım atıp kıpırdanarak Dük için zor bir hedef olmaya çalışıyordu.
Sinsice arkasından ona sokulmaya çalışan kara dumanı hissettiğinde hırlayarak döndü ve kılıcını savurdu. Dağılarak çevreye yayılan duman, tıslayan fısıltılarla yeniden birleşti. Kadim, kara dille söylenen tılsımlı sözcükler dört bir yanında işitilmeye devam ediyordu.
"O herkesin dilindeki azametli, yenilmez prense bir bakın..." Sinir bozucu ve nahoş bir kahkaha, Eamon'ın kulaklarını tırmaladı. "Burada o engin büyünün tek bir kıvılcımını bile kullanamazsın ve benim büyümden de daha fazla kaçamazsın. Hadi ama... Neden uğraşıyorsun ki, prens?"
Bir kez daha ona dört bir yandan sokulan karanlığı dağıtmak için kılıcını etrafında savururken Eamon cevap verme gereği duymadı. Dük konuşmayı seviyordu ve ne kadar geç Morrigan'ı anımsarsa o kadar iyiydi.
Prensesin aradığı o şey her neyse çoktan bulmuş olmasını umuyordu. Ağır kılıcın terle kayganlaşan kabzasını daha sıkı bir şekilde kavradı.
"Gerçekten, neden? Bugünün üzerinden binyıllar da geçse şu an -daha doğrusu birkaç hafta önce- sahip olduklarından daha fazlasına sahip olamayacaksın." Dük'ün sesindeki rahatsız edicilik yerini alaycı bir tona bırakmıştı. "Kısıtlı da olsalar zenginlik, ihtişam, ün, güç, bonkörce sana bahşedilen tek şey olan şu yüz ve belki bir eş... Ee? Neden yetinmelisin ki? Ya da hiç mi eksik olduğunu düşündüğün bir şey yok, prens? Sen de daha fazlasını istemez misin?"
Eamon bir an için kendi kendine güldü. Kim bilir, belki bazı feyler ve çoğu insan için bu cevaplaması çok zor olan bir soru olabilirdi. Ancak onun için hiç de öyle değildi.
O bunları düşünürken Eamon'ı çevreleyen o karanlık kafes de bu sorulara vereceği cevapları düşünmesini istercesine biraz gerilemişti. Yine de sesinin geldiği yöne bakılırsa hala karşısında dikilmekte olan Dük'ü göremiyordu.
"Şu an bunların birçoğuna sahip olmayan birine bunu sormanın iyi bir strateji olduğunu düşünüyorsun, öyle değil mi?" Eamon devam etmeden önce kendini tutamayarak bir kez daha güldü, karşısındaki adam kendi dehasını ne kadar da dev aynasında görüyordu!
Kemerinde asılı olan keseden bir cam küre daha çıkarırken -bu hariç son bir tane kalmıştı- konuşmaya devam etti. Belki de zaman kazanmanın başka yöntemlerini bulabilirdi.
"Ama maalesef, değil... Bazı insanların yüreğinde hiçbir şeyle dolmayan, hiçbir surette de kapanmayan bir boşluk vardır." Eamon kelimeleri özenle seçmeye dikkat ediyordu. "Elbette, bu hayatta her zaman her şeyin daha fazlasına sahip olunabilir; ki bunun bir sınırı olmadığını sen de ben de çok iyi biliyoruz, Dük."
Elbette biliyordu, insanların gözlerinde cayır cayır yandığını o haset ateşi yüzyıllardır zihnine kazınmış bir haldeydi. Derin bir nefes aldı ve sonucunun ne olacağını kestiremese de devam etti. "Tıpkı senin o boşluğun bunlarla dolmayacağını da çok iyi bildiğin gibi, değil mi?"
Eamon çevresindeki karanlığın hafifçe titreştiğini görebiliyordu ancak sebebinin şaşkınlık mı yoksa hiddet mi olduğunu bilmesinin bir yolu yoktu. Bu yüzden sessizliği bir cevap kabul ederek konuşmaya devam etti.
"Sevdiklerinin sende açtıkları o gediği doldurabilecek hiçbir zenginlik yok dünyada ve içten içe sen de her gün bunu düşünüyorsun, öyle değil mi? Suçlayarak..." Eamon bu iftiraları bizzat onun ağzından seneler önce duymuştu. "Her zaman yalnızca sevmek istediğin aileni seni sevmemekle, takdir etmemekle ve seni görmemekle suçluyorsun. Sana tüm bunları yapanların onlar olduğu düşüncesini ya da hala onları sevdiğin için kendine duyduğun nefreti güç ve mülkle silebiliyor musun bari?"
Bıçak gibi keskin sorusu geniş alanda yankılanırken kelimelerinin dolaysızlığı karşısında kendisi bile şaşkındı.
Titreşen karanlık yavaş yavaş geri çekilirken Eamon temkinli bir şekilde, bir elinde kılıcıyla çevresine bakıyordu. Cam küre hala parmaklarının arasındaydı.
Görüş alanı gittikçe genişledi, taş halkayı seçemiyor olsa da Dük'ün birkaç metre ötede onu gözlediğini görebiliyordu şimdi. Çenesini kaldırıp sert, amansız bir ifadeyle ona doğru yaklaşırken Dük Andohir'in botları adım adım toprağı dövüyor ve karanlık pelerini görünmez bir rüzgarla havalanarak ardından geliyordu. Elinde silahı yoktu, silaha ihtiyacı da yoktu.
Nihayet aralarında bir iki adımlık mesafe kalana kadar Dük yaklaştı, yaklaştı. Eamon'ın tüm içgüdüleri geri çekilmesi veya saldırması için bağırsa da öylece durup bekledi ve o ürkütücü melez gözlerin ta içine baktı.
Hala zamana ihtiyacı vardı ve eğer bu yüzleşme onlara zaman kazandıracaksa, varsın öyle olsundu. Parmakları kılıcının kabzasını sıkarken avuçları serbest kalamayan büyüsü ve adrenalinden dolayı terliyordu.
Dük Andohir nihayet tam karşısına geldiğinde durdu. Eamon'dan biraz kısa olsa da göz gözeydiler. Artık tamamen kırmızı olan gözleri birer kan pıhtısını hatırlatıyorlardı.
"Kelimeler en iyi dövülmüş kılıçtan bile daha derin keser, üstelik onların bıraktığı yaralar iyileşmez de... Bunun farkında olduğunu görüyorum, prens." Dük'ün yüzü giderek şeffaflaşıyor, griye çalıyordu artık. Eamon temkinli bir şekilde bir adım geriledi.
"Lakin silahın kelimelerinse, sana karşı kullanılmamaları için de dikkatli olmalısın. Senin burada bir başına, neredeyse silahsız, savunmasız bir halde karşımda olmanı sağlayan da sevgi değil mi?" Dudakları tatsız ve sahte bir gülüşle gerildiğinde, Eamon iki sıra halindeki keskin dişleri görerek bir adım daha geriledi.
"Evini, uğruna her gün canını riske ettiğin diyarını ve sevdiklerini kaybettin. O şımarık kaltak dışında hiçbir şeyin yok ve yakında o da ölecek."
Eamon'ın göğsünden yükselen tehditkâr hırlama alanda yankılandı.
"Sevgi sana bunların hiçbirini geri veremez ancak ben verebilirim." Dük haşmetli bir edayla ellerini iki yana açtı, sanki açgözlülükle tüm yeri ve göğü kucaklıyordu. "Sana tanrıların bile kafa tutamayacağı bir güç veririm. Evini, askerlerini, ülkeni ve hatta tacını da... Bu savaşta yanımda olursan, Eamon, sana dünyaya sahip bir kralın yanındaki koltuğu veririm. Bırak artık duygusallığı, komutan. Senin görevin, kazanan tarafta olmak değil mi? Yine öyle yap."
Söyleyeceklerini söylediğinde karşısında artık Dük yoktu. Daha doğrusu, Dük artık bir fey formunda değildi. Malekith'ten beri nesillerdir Firali'ler hakkında hikayeler anlatılagelmişti, Eamon sınırda vakit geçsin diye bu efsanelerin birçoğunu okumuştu. Ancak şimdi gerçek, satırlar arasında değil gözlerinin önünde duruyordu.
Üzerinde durdukları toprak kadar kara olan kıyafetleri yere düşerken Dük'ün kızıl gözleri, tepelerindeki gök gibiydi. Vücudu koyu griye çalan opak bir dumandan ibaret kalırken dikkatli bakıldığında kemikleri seçiliyordu. Aralık olan ağzından sıra sıra sivri dişleri gözüküyordu.
Eamon parmakları arasındaki cam küreyi sıkı sıkı tutarken son bir kez o gözlere bakarak çenesini kaldırdı.
"Önceki kral ve kraliçenin tüm çocuklarını ne denli sevdiği, saray yazıtlarında bile yazıyor. Bunu biliyor muydun?" Artık karşısında ifadeleri olan bir yüz bile yoktu, karanlık davarlar ise yeniden üstüne gelmeye başlamışlardı. Yine de Eamon konuşmaya devam etti.
"Her başarı, her bir takdir sözcüğü, her hediye ve her takdim... Saray yazmanları her birini yazmış. Seneler önce seni o odada kendi kendine konuşurken duyduğumda, gerçekten üzülmüştüm. Bu yüzden bulduğum her fırsatta ve her saraya gelişimde araştırdım. Kütüphanede, arşivlerde saatler geçirdim. Ne buldum dersin peki?"
"Ardı ardına yaptığın hatalara, türlü beceriksizliklerine rağmen seni koruyan bir baba... Tabii tembelliğine, sinsiliğine rağmen kimsenin sana bir şey demesine fırsat vermeyen ve seni sağ kolu yapan bir abi de... Kötülüğün seni çok, çok önceden ele geçirmiş olabileceğini ve gerçeklerin kafandaki vesveselerden çok başka olduğunu düşünmemiştin değil mi?"
Eamon samimiyetsiz bir şekilde güldü.
"Sorduğun sorunun cevabına gelince... Çok fazla şey kaybettiğim doğru... Şimdilik başımda bir çatı, emrimde askerlerim veya gücüm olmayabilir. Ancak değer verdiğim, sevdiğim insanlar hala yanımda ve fazlasına ihtiyacım yok." Çenesini kaldırarak sertleşen bakışlarıyla konuşmaya devam etti. "Görevim de halkımı, eşimi, evimi ve diyarımı korumaktır. Kazanan tarafta olmaya gelince..." Yüzünde inançtan doğan bir gülümseme belirdi. "Öyle de olacağım, merak etme."
Elindeki küreyi fırlatmadan önce "Ha, bu arada..." diye tekrar söze girdi. "Bir daha sakın eşimin adını o pis ağzına alma."
Bunları söyledikten sonra cam küreyi tüm gücüyle yere fırlattı. Şimşek, buz ve fırtınalar getiren büyü etrafta çılgınca esip gürlemeye başlarken Eamon diz çöktü ve kılıcını tüm gücüyle toprağa saplayıp ona tutundu.
Esen rüzgâr karşısındaki karanlık, kötücül figürü uçurup dağıtırken Eamon dağılan karanlığın arasında bir an Morrigan'ı gördü.
Avuçları arasında bir şey parıldıyordu.
--------------------------------
Morrigan nihayet sandığın tam önünde, baş parmağının sığacağı kadar bir boşluk fark ettiğinde Eamon'ın olduğu tarafta devasa bir büyü patlaması daha olduğunu gördü.
Büyü kürelerini birer birer kullandığına göre prensin daha fazla dayanması mümkün olmayacaktı. Bu yüzden aceleyle parmağını boşluğa soktu ve kapağı zorlamaya başladı.
Başparmağı sivri bir şeye denk geldiğinde acıyla küfretti.
"Ah!" Kendi kanının kokusu etrafını sarmış olsa da sandıktan gelen bir klik sesi ona bu ufak acıyı hemen unutturdu. Sanki kanı, sandığın anahtarı olmuştu.
Aceleyle kapağı açarken sandığın kenarlarından sızan ışık büyüdü, büyüdü ve büyüdü...
Morrigan'ın o zamana dek gördüklerinden çok daha azametli, çok daha korkunç bir güç sandıktan taşıp etrafa yayılarak tüm Nymalin'i kuşattı. Parıltı onu kör etmeden önce Morrigan gözlerini sımsıkı kapatmıştı.
Bir an için orada etrafı dinleyerek ve göremeden otururken bir şeyi fark etti. Artık rüzgâr tehditkâr bir hayvan gibi kükremiyor, ona Eamon ve Dük'ün seslerini taşımıyordu. Ağaç dalları savrulurken çatırdamıyor, hatta kilometrelerce öteden duyulabilecek olan Eamon'ın kılıcının metalik sesi bile ona gelmiyordu.
Sanki tüm şehir, ebediyen sessizliğe gömülmüş gibiydi.
"Artık gözlerini açabilirsin, Varis." Tok, derinlerden gelen bir erkek sesiydi onunla konuşan.
Gözlerini açtığında, Morrigan bir bakışta karşısında gördüğü adamın Tanrı Haleth olduğunu anlamıştı. Zamanın ve akışın tanrısı...
Burada olması kesinlikle beklenmedikti.
Uzun, koyu mor saçları bir nehir gibi yüzüne ve omuzlarına dökülen tanrının gözleri tıpkı anlatıldığı gibi limon sarısıydı. Lila kirpiklerin ardından onu izleyen gözleri, Morrigan' zamana hükmetmenin bilgeliğiyle bakıyordu. Üzerinde yakası göğsünü açıkta bırakan bir tunik, belinde eskiden yalnızca bilgelerin bağladığı bir kuşak vardı. Tuniğiyle uyumlu olacak şekilde koyu yeşil olan pantolonunun altında ayakları yalındı.
Çıplak göğsünde onun kim olduğunu anlamasını sağlayan ve en bilgelerin bile bilip duymadıkları kadim bir dilde yazılan karmaşık bir dövme vardı. İki elinde de birer kum saati taşıyordu.
Morrigan hala dizlerinin üstündeydi. Tanrı Haleth'in korkunç bir derinlikle onu izleyen gözlerine bakamıyordu.
"Neden şimdi buradasınız?" Sesi şaşkınlığının bir kanıtı gibi hafifçe titrekti.
"Önce ayağa kalk ve gözlerime bak, kızım. Fazla vaktimiz yok, anlıyorsun ya." Tanrı Haleth kendi kendine bu esprisine güldü.
Morrigan onun dediğini yaparken artık bomboş olan sandığı toprağın üzerine bıraktı. Başparmağındaki kan kuruyup tenine yapışmıştı artık.
"Şimdi buradayım, genç dişi, çünkü milenyumlardır bu anı bekliyoruz. Hepimiz hem de, yapılması gerekenin yapılması için..." Tanrı Haleth ona içtenlikle gülümsedi. Keskin, yakışıklı hatlara sahip yüzü aynı anda sanki hem genç hem de yaşlıydı.
Morrigan sorularını sormadan önce telaşla etrafına bakındı. Eamon neredeydi? Korku bir anda kalp atışlarını hızlandırırken bir yandan bakınmaya ve kıpırdanmaya devam ediyordu.
"Prensin hala orada, merak etme." Haleth bu haline güldü. "Sen ve benim dışımda bu topraklardaki kimse için zaman akmıyor şu an. Kara büyü benim gücümle çakışıyor, bu yüzden çok sürmeyecek ancak şimdilik endişelenmene gerek yok."
Morrigan'ın açık kalan ağzını kapatabilmesi birkaç saniye sürmüştü. B gerçeği sindirdikten ve Eamon'ın güvende olduğunu duyduktan sonra rahatlamıştı ancak ne var ki zihni yine soruların işgali altındaydı.
"Siz kimsiniz? Ya da beklediğiniz neydi? Ben hiçbir şey bilmiyorum." Gerçekten, neden onunla konuşan her bilge tanrıça ve tanrı sırlar dilinde konuşuyordu?
Bundan çok yorulmuştu.
"Zamanın kendisi kadar eski olan tanrıça ve tanrılar sen daha var olmadan da katliamları görüp duyuyordu, kızım. Kutsadığımız bu topraklardaki huzursuzluğun ve gölgenin ilelebet kaybolması için bekledik hepimiz. Bunu yapman için de seni, elbette..." Haleth omuz silkti.
Öfke, kanına karışan bir zehir gibi damarlarında yürürken geçtiği yerleri ateşe veriyordu sanki. Morrigan'ın büyüsü içinde titreşip parmak uçlarını zorladı ve teninin soğuktan zonklamasına sebep oldu.
Öfkesini yumruklarına hapsederken konuşmaya devam etti ancak sesi taşlarda çınlıyordu şimdi.
"Her neredeyseniz, tüm bunlar yaşanırken oradan izlemek yerine neden hiçbir şey yapmadınız? Onlarca tanrısınız!" Sınırda bekleyen gözyaşlarını hınçla geri itti. "İnanıp dualar ettiğimiz tanrıların yapması gerekeni de biz yapacaksak, işlerinizi yaptırmak için genç bir kızdan medet umacaksanız siz neden varsınız ki?"
Çok şeyi eksilmişti ve bunu sormaya hakkı vardı.
Haleth üzgün bir sesle ve dalgın bakışlarla "Çünkü kadim yazıtlarda bile geçmez ama biz tanrıların gücü, sizi ve tüm bu dünyayı yaratan Aveley ile Nimue hariç, bu dünyada oldukça zayıftır. Müdahale edemeyiz, istesek bile..." derken hüzün tüm yüzünü ele geçirmişti. "Nitekim istedik de... Yapabilecek olsaydım, eğer acıları silebilecek olsaydım tüm gücümü kullanırdım. Hepimiz yapardık, emin ol."
Bir hıçkırık boğazını tıkarken zorlukla "Onlar yapsaydı..." diyebildi. Doğanın tanrıçası Aveley ve yaratılışın tanrıçası Nimue'yi kastediyordu.
Haleth kederle gülümsedi. "Yaşam ve ölümün gücü denk değildir, kızım. Ne doğa ve de hayat durabilir öldüren karanlığın karşısında." Kısa bir an için sarı gözleri Dük'ün olduğu yere kaymadan önce "Öyle olduğunu sen de biliyorsun, değil mi? Kendin hayattasın, sevdiklerinin bir kısmı da öyle. Ancak ölenlerin acısı, içindeki yaşam ışığını yok etmeye ve seni dağlamaya devam ediyor." dedi.
Haklıydı.
"O zaman ben ne yapacağım?" Kırık dökük bir fısıltı eşliğinde dizlerinin üzerine çökerken bir damla yaş da yanağına süzülüyordu.
Haleth hem sıcak hem soğuk gibi hissettiren elini omzuna koyarak "Nasıl ki yaşam ve ölüm denk değilse, ışık ve karanlık da denk değil elbette. Yeterince yoğun ve sonsuz bir karanlık, ışığı bile yutabilir. Ancak şimdilik... Binyıllardır senin doğmanı bekliyoruz. Her ikisini de taşıyabilecek olan, o şekilde yaratılan olduğun için." dedi. Uzun, ince parmaklarında titreşen güç teninin karıncalanmasına sebep oluyordu.
Morrigan'ın kafası karışmıştı. Gücü, ay ve yıldızların ışığıydı; soğuk, parıldayan bir alevdi. Işığı anlamıştı, ancak ikisi de ne demekti?
"B-ben anlamadım. Önüne gelen bana Gecenin Varisi diyor ancak bende ışık dışında bir şey yok. Kara fey olduğum için mi, karanlıktan kastın bu mu?"
"Sorularla kaybedecek zamanımız kalmadı, Morrigan. Bir seçim yapman gerekiyor, hem de hemen." Zamanın tanrısı elindeki kum saatlerinden birine bakarken biçimli kaşlarının arasında sıkıntılı bir çizgi oluştu.
"Ne seçimi? Siz tüm kaderimi tayin etmişsiniz zaten." Homurdanarak bunu söylemekten kendini alamamıştı.
Haleth bir kaşını kaldırarak ona bakarken bilmiş bir tavırla sırıtıyordu. "Kaderin hala senin elinde, kızım. Bu, sen doğarken anne ve babanın sunduğu tek şarttı."
"Anne ve babam mı? Onlar tüm bunların olacağını biliyorlar mıydı yani? O zaman neden-"
Haleth sorularının nereye gittiğini görerek aceleyle onu durdurdu. "Hayır, hepsini değil. Ama seni dünyaya getirirken senin kim olduğunu ve günü geldiğinde nelerle savaşmak zorunda kalacağını biliyorlardı. Yine de... Günü geldiğinde bir seçim hakkın olmasını istediler." Haleth anlayışlı bir gülümsemeyle bakıyordu ona, her sözcüğünün Morrigan'ın içini nasıl yaktığını biliyordu. "Artık günü geldi ve ben de bu seçimi yapabilmen için geldim."
"Seçeneklerim nedir? Neyi seçeceğim?" Morrigan'ın sesi kuruydu.
"Ellerini uzat bana, Gecenin Varisi."
Morrigan hiçbir şey demeden kirli, yaralı ve kanla lekelenmiş avuçlarını Haleth'e uzattı. Zamanın efendisi o avuçları gördüğünde derin, kederli bir iç çekti.
"Böyle bir yükü taşımak için ne de küçük eller..." Bunu söylerken iki elindeki kum saatlerini Morrigan'ın avuçlarına yerleştiriyordu.
Gerçekten de... Zamanın yükü sandığından çok, çok daha ağırdı. Elleri ve dirsekleri bu yükün altında titrerken Morrigan beklentiyle Haleth'in yüzüne baktı. Bir damla ter saçlarının arasından süzülerek yanağına düştü.
"Bunlar sıradan kum saatleri gibi dursalar da aslında seçeneklerinin sonrasında yaşayacağın hayatlar."
Morrigan irileşmiş gözlerle kum saatlerine ve içindeki toz zerreciklerine baktı. Gerçekten de kaderi, kendi avuçlarının arasındaydı.
"Ama önce, birinin daha burada olması gerek. Sence de öyle değil mi?"
Haleth dingin bir gülümsemeyle ona bakarken Morrigan bir kez daha kör edici bir parıltı karşısında gözlerini kapatmak zorunda kalmıştı.
Bu sefer hangi tanrının başının belası olmak için geldiğini merak ediyordu. Merakla gözlerini açtı, Haleth'in yanında ona çok benzeyen bir adam gördüğünde donakaldı.
Bu, Zümrüt Diyar üzerinde nefes alıp veren herkesin karşılaşmak isteyeceği ve tek bir soru sormak için her şeyi yapabileceği biriydi. Tüm kaderleri tayin eden, onların hayatlarını kaleme alan Tanrı Theodas kolunun altında devasa bir defterle karşısında durmuş onu inceliyordu.
Kan yanaklarına hücum ederken Morrigan çenesini dikleştirerek cevap verdi. "Sence haksız mıyım? Bana yazdığın kader, adil mi yani?"
Theodas defterini alıp parmaklarının bir hareketiyle büyülü sayfaların uçuşmasını sağladı. Nihayet bir sayfada durduğunda Morrigan'ın kalbi hızla çarpmaya, dizleri titremeye başlamıştı.
O sayfada tüm kaderi, seçimleri ve hayatı vardı. Her bir olasılık, her bir dönemeç satır satır o deftere dökülmüştü.
"Haklısın ufaklık, şu ana kadar kesinlikle değildi. Ama ne var, biliyor musun? Adalet, benim yazdığım kaderin seni sürüklediği yolda yaşadıklarınla kendini göstermek zorunda değil; doğru seçimleri yapıp yolun sonuna vardığında bunu çok daha iyi anlayacaksın. Ancak zaman..." Bahsettiği zamanın ta kendisine, yanında dikilen kardeşine bakarak buruk bir şekilde gülümsedi. "Yeter ki zaman, senin için yazılmış olanlara ve bana olan inancını önüne katıp götürmesin. Zira bu kadim sayfaların tek bir satırında bile o inanç olmadan yürüyebileceğin bir yoldan bahsedilmiyor."
Morrigan haklı olduğunu içten içe bildiği tanrıya bakarken bakışlarının sertleştiğini hissetti. "Bugünkü seçeneklerimi söyle o halde."
"Bugün sana verilecek armağan, ışığının gölgesidir. Bunca zaman sana 'Gecenin Varisi' denmesi bundandı, daima bunun sebebini merak ettiğini biliyorum." Theodas gözlerine ulaşmayan bir şekilde güldü. "Varisi olduğun şey, ışığını tamamlayacak bir karanlık. Karanlık Tanrı Asdum'dan çalınmış bir kara büyü... Tüm bunlara son vermenin tek yolu, O'nu yok etmenin tek yolu."
Bu fikir Morrigan'ı ürpertmek bir yana, iliklerine kadar tiksinmesine sebep olmuştu. Ondan her şeyini alan, her gördüğünde ve kokladığında özünü nefretle dolduran o gücün bir parçası olması düşüncesi onda koşarak kaçma isteği uyandırmıştı.
Kısa bir süre sessizlik oldu. Her şeyin donmuşluğundan doğan bu sessizlik öyle gürültülüydü ki, Morrigan çığlık atmak istiyordu.
"Başka bir yolu yok mu gerçekten de? Kendi gücüm ve ışığım yetmiyorsa, neden beni güçlendirmek yerine bu şekilde kirletiyorsunuz? Başka her şey olur, lütfen..." Sesi kırık bir fısıltıydı artık.
Zamanın Efendisi, işaret parmağıyla sol elindeki kum saatini işaret etti. Camın içinde sonsuz bir döngüde akmakta olan kum siyah ve beyaz renkleri paylaşarak parıldarken Haleth ona aradığı cevabı derdi.
"Doğanın kanunudur bu, kızım. Her ışık, parıltısının ihtişamına denk koyulukta bir gölgeyi de yaratır. Biri olmadan diğerinin varlığını sürdürebilmesi, söz konusu değil." Haleth kederle gülümsedi. "Tıpkı birini yok etmek için diğerinin de gücüne ihtiyaç olduğu gibi..."
"Peki ya diğer seçenek?" Umutla sordu.
"Diğer seçeneğin..." Theodas sözü devralmıştı. "...Kral Feanaro'nun kaderini paylaşmak. Bugün sana sunulan armağanı kabul etmezsen, O'nun karşısında yine de bir şansınız olması sağlanacak. Bugüne kadar yaşadığınız acıların kefareti olarak, bugün burayı nefes alır halde terk etmeyi hak ediyorsunuz." Theodas eliyle diğer kum saatini işaret ettiğinde kumlar önce siyaha, sonra tamamen beyaza dönerek akmaya başladı. "Sonrasında sevdiklerinden kalanların yanında olacağı huzurlu ve uzun yüzyılların olacak, Öte Diyar'a mutlu bir şekilde gidebileceksiniz. Ancak Malekith günü geldiğinde yine çıkıp gelecek ve yaşanması gerekenler, yeniden yaşanacak. Ta ki bizler yeni bir Varis yaratabilene ve diğer seçeneği kabul ettirene kadar, bu böyle sürüp gidecek."
"Ben ve sevdiklerim mutlu olacağız, ancak başkaları aynı acıları çekecek yani... Öyle mi?" Birilerinin sevdikleri olan başkaları, anne-babasının ve daha nice ölenlerin kaderini paylaşacaktı. Aynı acılar tekrarlanacak, aynı hikayeler anlatılacak ve acıyla kahramanlığın iç içe geçip kenetlenerek kendi ezgilerini oluşturduğu türküler yeniden yakılacaktı.
"Evet, öyle olacak. Hatta belki çok daha beterleri... Ancak ne sen ne de dostların o günleri görecek. Size çok uzak bir zamandan bahsediyoruz, kızım." Theodas omzundaki elini çekerek kardeşinin yanına döndü.
İster istemez Eamon'ın olduğu yere acılı bir bakış attı. Onunla, Edricle ve diğer dostlarıyla mutlu mesut yaşayabileceğini söylüyorlardı.
Gerçekten öyle miydi?
Seçeneklerini değerlendirmeye ve biraz tanrılardan uzak kalmaya ihtiyacı vardı.
"Biraz yalnız kalmak ve düşünmek için zamanım var mı? Çok değil, sadece biraz... Lütfen." Karman çorman bir halde Haleth'e baktı.
Zamanın Tanrısı cebinden eski, gümüş bir zincirli saat çıkararak baktı ve "Yalnızca beş dakikan var, prenses. Sonrasında büyünün etkisi geçecek." diyerek avuçlarındaki kum saatlerini aldı. Dirsekleri ve kaslarındaki ağrı, ona seçimini yapması için bir hatırlatıcı olarak miras kalmıştı.
"Merak etmeyin, geç kalmayacağım." dedikten sonra delibozuk adımlarla ve kafası karmakarışık bir halde taş halkanın Eamon'a yakın olan ucuna doğru gitti.
Prens halkanın merkezine yakın olan konumundan biraz gerilemişti. Bir elinde sıkıca tuttuğu gümüş kılıcıyla güçlü bir şekilde, dimdik durmuş çatık kaşları ve kıstığı gözleriyle karşısındaki bir şeye bakıyordu. Dük ortalıkta yoktu, şimdilik.
Morrigan yanından geçerken Eamon'ın parmaklarını okşadı. Teni, içinde hapsolmuş büyüsü yüzünden adeta yanıyordu. Onu orada bırakıp halkadaki taşlardan birine yaslandı ve düşüncelerini düzenlemeye koyuldu.
Anne ve babası bugünlerin geleceğini ve bir gün bu seçimi yapmak zorunda olduğunu biliyorlardı. Bu seçim hakkını ona ebeveynleri bahşetmişti, sırf bu yolda istemsiz bir şekilde yuvarlanarak ilerlemesin diye... Üstelik bunca yıl bunu ondan gizlemiş, mutlu ve tasasız yıllar geçirmesini sağlamışlardı. Minnettarlığının ve onlara olan borçlarının altında eziliyordu. Onların canları, ödemesi gerekenlere ödetmesi şart olan ağır bir bedeldi.
Edric'i düşündü. Onun da kendisi gibi haberi yoktu belli ki bu yaşanacaklardan. O da kendisi gibi, kendi kaderinin kurbanı olmuş ve acılar çekmişti. Seneler boyu dostu ve abisiydi, en sevdiğiydi. Onun ve Alvaro'nun intikamını alma isteği bir meşale gibi içinde yanıyordu.
Sonra Elamire vardı: kendi babası tarafından öldürülen kuzeni. Son günlerini hayal kırıklığıyla, perişan bir halde geçiren kardeşi... Çektiği acıların boşa olmamasını borçlu değil miydi ona da?
Bunu düşünürken aklına Odhran geldi. Binlerce yıl yaşamı izlemiş olan o gözlerde hala kederin nasıl yer edebileceğini ona anlatan, intikam için yardımlarına koşan komutan. Öte Diyar'a, ailesinin yanına gidip onların gözlerinin içine baktığında onurlu ve gururlu bir şekilde aldığı intikamdan bahsetmeyi hak etmiyor muydu o da?
Peki ya Illarion? Kendi abisi hayata sarılmıştı belki ama onun kardeşi, düşmanlarının elinde ölmüştü. Hayattaki tek ailesini, her şeyini kaybetmiş olan o asker için bu seçim ne ifade ediyordu?
Ya da zulmün altında inlemekte olan ve o zulmün torunları tarafından da çekilmesi ihtimalinden habersiz olan halkı? Prensesleri olarak onlar için hangi kararı vermeliydi? Bu yolda yürümeye karar verirse onların da kendisinin de acıları devam edecek, katmerlenecekti. Ancak şimdi vazgeçerse kısa bir süre sonra yaralarını sarmaya başlayabilirlerdi. Peki o zaman, onların değil ama çocuklarının gelecekleri yine kararmayacak mıydı?
Düşünceler bir kasırga halinde dönüp durmaya devam ederken Eamon'a baktı. Karanlıkta birbirlerini bulup sıkı sıkıya birbirlerinin ellerine tutundukları savaşçı prensi... Bu yolda onunla ilerlemeye gönüllü olan, her daim yanında olacak olan Eamon'ın bu seçenekler hakkındaki yorumunu tahmin edebiliyordu.
Sıcak taşa yasladığı sırtı sanki minnettarlıkların, borçların ve alınması gereken intikamların yükü altında bükülüyor gibi hissediyordu. Bencil olma lüksü var mıydı li?
Peki bu, onu nasıl bir kız yapardı? Onlar gerçeği hiç bilmeyecek olsa da halkının karşısında nasıl bir prenses olur, o tacın ağırlığını nasıl taşırdı?
Dostlarının, sevdiklerinin ve günü geldiğinde karşılaşacağı annesiyle babasının yüzüne baktığında neler hissederdi?
Derin bir nefes aldı ve ayaklandı. Adımlarını yaşlı bir kadın gibi sürürken tüm bunların cevabını çok iyi biliyordu, çünkü kendisini çok iyi tanıyordu.
Bencil değildi, hiçbir zaman da olamamıştı.
Günler, haftalar önce Eamon'a "Artık bitsin istiyorum." Demişti. İstediği öyle veya böyle bir sondu, erteleme değildi.
Yaşanacağını bildiği acıların üstüne mutlu bir hayat kuramazdı. Gölgeli düşüncelerden sıyrılıp gülümseyemez, geceleri o kabuslardan kaçamazdı.
Eamon'ın yanından geçerken parmaklarının ucunda yükselerek prensin sıcak, yumuşak dudaklarına tüy kadar hafif bir öpücük kondurdu.
"Şu karanlık dünyada pusulam ve ışığım olduğun için teşekkür ederim." dedikten sonra biraz ileride onu bekleyen iki kardeşe doğru ilerledi.
"Evet, Gecenin Varisi. Düşündüğümüzden erken geldin, kararını verdiğini varsayabiliriz sanırım." Haleth saatine bakarak sırıttı.
"Ben onun için ortada verilecek bir karar olduğunu düşünmüyorum, Haleth. Kaderi, o daha buradan uzaklaşmadan önce netleşmişti zaten." Theodas kardeşine bakarak gülümsedi.
"Evet, öyleydi. Yalnızca bitmesini -ama gerçekten bitmesini- istiyorum. Bunun için gereken her neyse, kirlenmek de dahil, yapacağım; üzerimdeki borçların ağırlığıyla, alınmamış intikamların yüreğimdeki korlarıyla söylediğiniz gibi mutlu mesut yaşayamam." Kararlılık sesini kuşatmıştı.
Yine de yürüyeceği yolun zorluğu ve bulaşacağı karanlığın koyuluğu onu korkutuyor, tüm bedeninin titremesine sebep oluyordu.
Elini karşısındaki kadim tanrılara uzattı, ikisinin de gözleri titreyen parmaklarına kaymıştı. Boğazını temizleyerek dikkatlerini korkunun değil kararlılığın yuva yaptığı gözlerine çekti.
"Verilmesi gereken neyse alacağım. Sadece... Yine kendim olacağım, değil mi? O'nun gibi, ya da diğerleri..." Cümlesinin tamamlayamadı.
Çok, çok korkuyordu bundan.
"Birini iyi ya da kötü yapan, seçimleri değil midir? Seni sen yapan da seçimlerin değil mi? Kendin olarak kalmayı seçersen, öyle olacaktır ufaklık. Hem pusulan sağlamsa, karanlıkta dahi yolunu bulursun." Theodas elini tutup ona göz kırparken yüzünde çarpık bir gülümseme vardı.
Morrigan birbirine dolanan hislerine rağmen bu gülümsemeye karşılık verirken bir nebze olsun rahatlamış hissediyordu kendini.
"Peki o halde, hazırım."
Theodas "Sehanine'in kim olduğunu biliyorsun, öyle değil mi? Karanlık Tanrı Asdum ve Işık Tanrıçası Isva'nın kızı... Bunu vermek için Asdum'u o ikna etti. Karanlık Tanrı, bunun işe yaramayacağından o kadar emindi ki... Dilerim ki dalga geçtiğini başına getirecek sen olursun." derken birleştirdiği avuçlarının arasında simsiyah bir şey parıldıyor ve etrafa duman halinde yayılıyordu.
"İlk zamanlar zor olacak, kim olduğunu ve neden bu yolun başında olduğunu sakın unutma. Yolun doğru ve ışığın parlak olsun, genç Varis." Haleth birkaç adım geri giderken görüntüsü solmaya başlamıştı.
Theodas avucunda o karanlıkla ona doğru adım attığında Morrigan'ın kalbi göğüs kafesini delecek gibiydi. Kadim tanrı avuçlarını araladı ve bir elini Morrigan'ın iki göğsünün ortasına, tam da kalbinin çılgınca atışlarını sürdürdüğü yere koydu.
Morrigan'ın gözleri kayarken duyduğu son şey deliler gibi titreyen ve şoka giren bedeninin artık kaybolmuş olan Theodas'ın ellerinin arasından kayarak toprağa çarpışı oldu.
Sonrası karanlıktı.
-------------------------------------------
Eamon elinde kılıcıyla etrafına bakınırken tuhaf bir şeyler olduğunun farkında olsa da neler olduğunu tam olarak anlayamamıştı.
Dük ortalarda yoktu ve karanlık duman tamamen kaybolmuştu. Neredeydi? Çevresine bakınırken huzursuzluk bir dağın tepesinden yuvarlanan bir kartopu misali içinde büyüyüp duruyordu.
Kemerine uzanarak elinde kalan son cam küresini aldı. Kürenin içi koyu yeşil, bulutsu bir büyüyle doluydu. Bunu da kullandıktan sonra Eamon'ın doğaçlama yapması gerekecekti.
"Az önceki saldırıyı bir 'Hayır' olarak kabul ediyorum o halde, prens." Ayrışmış duman formu yeniden bir bütün halini alırken Dük'ün sesi neredeyse üzgündü.
Eamon bir kez daha saldırmadan önce "Öyle yapmalısın, çünkü teklifine cevabım kesinlikle hayır." demekle yetindi. Kılıcını savururken Dük'ün uçuşan formu dalgalansa da dağılmamıştı.
Çenesi hoşnutsuzlukla kilitlenirken bu canavar karşısında biraz daha dayanmanın yollarını arıyordu. Eh, pek de bir seçeneği yoktu.
Elindeki cam küreyi havaya fırlatarak kılıcıyla olanca gücüyle vurdu. Küre, ışık hızında ilerleyerek Dük'ün yan tarafındaki bir kayaya çarptı ve etrafa garip, yeşil bir gaz yaymaya başladı.
Fearghal'in büyüsü dokunduğu yeri eritiyordu. Dük derhal duman formunda dağılıp kaçışırken tıslaması Eamon'ın kemiklerinin titremesine sebep olmuştu.
Gri dumanın yeşil olana değdiği her seferde kükremeler işitilse de kahrolası herif bu formda oldukça çevikti ve iyi bir iş çıkarıyordu.
O ne yapacağını düşünüp özenle yeşil dumandan uzak durmaya çabalarken aniden yer sarsılmaya ve kayalar kütürdemeye başladı.
Eamon'ın kalbi korkuyla hızlanırken ağzından bir küfür çıktı. Sarsıntı şiddetlenirken siyah, obsidyen kayalar birer birer devrilmeye başlamışlardı.
"Ne yapıyorsun sen?" Dük'ün sorusu telaşlıydı, o da anlamamıştı.
Bunun tek bir anlamı olabilirdi: Her ne oluyorsa bu, Morrigan'la ilgiliydi. Eamon telaşla en büyük kayanın yer aldığı yeri görmeye çalışsa da havada asılı olan duman görüşünü engelliyordu.
"Ben değil..." diye mırıldanırken Dük'ün de telaşla etrafa bakınmaya çalıştığını görebiliyordu.
Ağaçlar çatırdamaya, yer daha güçlü sarsılmaya devam ederken aniden çıkan bir rüzgâr korkunç bir kuvvetle toprağı kaldırıp kaldırıp vurmaya başladı.
Ancak neler olduğunu anlamaya pek fırsatı olmadı. Morrigan'ın olması gereken yerden gelen bir büyü dalgası -olması gereken gibi değildi, simsiyah bir büyüyle iç içe geçmişti- tüm Nymalin'e bir tsunami gibi yayılırken ona ve Dük'e de çarpmış, ikisini de yıkmıştı.
İkisinin de haykıracak kadar bile vakitleri olmamıştı. Zihninin işleyişi hızla yavaşlar ve etraf kararırken Eamon'ın dudaklarından dökülen son kelime, Morrigan'ın ismi oldu.
Gözleri kapanmadan önce Eamon'ın giderek ufalanan dikkatini iki şey çekmişti. Biri taş halkanın merkezindeki siyah yığının garip bir şekilde hareketlenmeye başlamasıydı.
Diğeri ise o anda yeniden görmeyi hiç beklemediği kutsal Kaknüs Kuşu'nun yerden kalkmaya çalışan Dük'ün başına gelip kendisine bakarak Dük'le birlikte yanmaya başlamasıydı. O bakışta bir vedayı andıran bir şeyler olduğunu o halde bile anlamıştı.
"Teşekkürler ve elveda..." diye mırıldanırken bilinçsizliğin sonsuz diyarına olan yolculuğuna çoktan başlamıştı bile.
-------------------------------------
Boğazındaki kasların ani gevşemesiyle havayı hızla ciğerlerine çekip öksürürken Morrigan'ın ilk düşündüğü şey, ne kadardır orada baygın bir halde yattığı olmuştu.
Telaşla ayağa kalkmaya çalışırken ayakları birbirine dolandı ve kendini dizlerinin üzerinde buldu. Öfke içinde kaynarken boğazından yükselen hırıltı ona tamamen yabancıydı, çok daha hayvaniydi ve kontrol edemiyordu.
Bir kez daha denedikten sonra tökezleyerek de olsa ayağa kalkmayı başarmıştı. Başını eğerek ellerine baktı.
Tılsımı değişmişti. Gece mavisi ve gümüş renkli tılsıma siyah ve metalik gri helezonlar eklenmişti. Karmaşık ve birbirine geçen desenler bileğinden dirseğine doğru kayboluyordu. Gömleğini araladığında omzuna tırmanıp oradan da göğsüne uzanan ve nihayete eren tılsımı gördü.
Beyaz teninin üzerinde anlamını çok iyi bildiği o siyahı görmek, içindeki öfkeyi yeniden körüklemişti. Ancak bu tiksinme anı, zihninde oldukça berrak bir şekilde beliren bir düşünceyle bölündü.
Eamon.
Morrigan henüz bu yeni deneyimlerde kaybolan bedende kendisini tam olarak bulamamıştı belki ama şu anda bu önemli değildi. İkiz hançerlerini avuçlarında sımsıkı tutarak tüm gücüyle, ciğerlerini patlatırcasına koşmaya başladı.
Kaybolmaya yüz tutmuş, garip ve yeşilimsi bir duman havada asılı duruyordu. Morrigan dumanın çevresinden dolandığında yerde hareketsiz bir şekilde yatan Eamon'ı gördü.
Kalbi bir kuş gibi korkuyla, panik halinde çırpınırken kulakları uğulduyordu. Yaşlarla bulanıklaşmaya başlayan gözleri yarı görmez bir halde koşarak kendini yere, prensin yanına attı ve ne olduğunu anlamak için bedenini yoklamaya başladı.
Görünürde bir yarası yoktu, herhangi bir taze kan kokusu da almıyordu. Telaş içinde fiziksel ve ağır bir yarası olsa bunu fark edeceğini hatırladı. Ona bir şey olsaydı, mutlaka hissederdi...
"Eamon? Eamon, beni duyuyor musun? Aç gözlerini, tanrı aşkına!" Sesi gözyaşlarının etkisiyle çatlarken hala ümitsizce neler olduğunu anlamaya çalışıyordu.
Titreyen parmaklarını prensin burnuna ve dudaklarına götürürken onun nefes almadığını fark etmişti. Bir hıçkırık dudaklarının arasından kaçarken Morrigan korkuyla prensin inip kalkmadığını fark ettiği göğsüne kulağını dayadı ve dinledi.
Kalbi atmıyordu.
Nasıl olurdu bu? O nefes alırken ve hayattayken bunun mümkün olmaması gerekirdi. Ne yapacaktı?
"Düşün, düşün kahrolası..." Zihni sanki bomboştu, aldığı tüm eğitimler ve tüm bildikleri uçup gitmiş gibiydi.
Aceleyle Eamon'ın gömleğini açtı ve ellerini sert, hala sıcak olan göğsüne dayayarak dua etmeye başladı. Büyüsünün işe yaraması için, onu kurtarabilmek için...
Parmaklarının ucundaki parıltıyı gördüğünde umutla ağlamaya başladı. Yaşamının özü olan tüm büyüyü kendinden ona aktarırken şifa için, onu kendisine bağışlamaları için bildiği tüm tanrılara dua ediyor ve bir yandan da hıçkırıyordu.
Gözyaşları prensin yanaklarına dökülürken büyüsü aktı, aktı ve aktı...
Saniyeler dakikalara, dakikalarsa korku dolu kötücül düşüncelere dönüşüp giderken Morrigan kendi ömrünün de tükenmeye başladığını hissediyordu.
Eamon onun kalbiydi, onsuz ne yapardı? Pusulası, ışığı...
Hıçkırıkları uzamaya ve acı dolu, kulakları sağır edecek çığlıklara dönüşmeye başlamıştı.
Onun yüzündendi.
Eğer o olmasaydı, prens buralara kadar gelmezdi ve hala nefes alıyor oldu. Onun yüzünden, güçsüz bir şekilde bu lanet yere ayak basmıştı ve yine onun yüzünden...
Yanlış seçimi yapmıştı. Hepsi, o uğursuz karanlık büyüyü ve bu meşakkatli yolu seçtiği içindi. Bayılmadan önce kendi isyankâr büyüsünün o karanlığa dolanıp bedeninden taştığını çok iyi anımsıyordu.
O yapmıştı. Eamon'ın katili kendisiydi.
Şiddetli bir titreme bütün bedenini ele geçirirken bu düşünce ona paslı bir bıçak gibi saplanmıştı ve olduğu yerde dönüyor, onu yavaş yavaş parçalıyordu.
O neden yaşıyordu o halde?
Bir elini nefes almakta zorlandığı boğazına götürdü. Öksürükleri boğazını parçalarken diğer elinin tırnakları tenine saplanmaya başladı. Kontrol edemiyordu.
Tam o anda, her şeyin bittiğini düşündüğü anda, parmaklarının altındaki göğsün yavaşça inip kalkmaya başladığını hissetti. Hıçkırıkları umutlu iç çekişlere dönüşürken kulağını bir kez daha o güçlü, sıcak bedene yasladı.
Gümbürdemeye başlayan kalbin sesi karşısında iç çekişleri mutlu kahkahalara dönüşmüştü. Hem nefes alamamacasına ağlıyor hem de çılgın gibi kahkaha atıyordu.
"Eamon? Buradayım, aşkım. Beni duyuyor musun? Hadi, bak bana." Gözyaşlarının etkisiyle sesi çatlamıştı.
Kısa bir süre hiçbir şey olmadı.
Tam bir kez daha şansını denemek üzereydi ki Eamon gözlerini açarak ona baktı ve "Bana ilk defa öyle seslendin, prenses. Bunun için illa ölmem mi gerekiyordu yani?" diye çıkıştı.
O yeşil gözleri yeniden karşısında görmek, ah... Morrigan sevinçten ne yapacağını bilemiyordu. İki eliyle Eamon'ın yüzünü kavradı, parmakları onun hala normalden çok daha sıcak olan tenini okşarken bu anın gerçek olduğundan emin olmaya çalışıyorlardı.
"Teşekkür ederim, prens..." dedikten sonra dudakları, başını kucağına yerleştirdiği Eamon'ın dudaklarına kapandı. Düşünmüyordu, yalnızca ikisinin de buna ihtiyacı olduğunu hissetmişti.
Kaybetme korkusu, sevinç ve yorgunluk iç içe geçmiş ve ikisinden daha büyük bir şeylere dönüşmüştü sanki. Dudakları büyük bir açlıkla birbirleri için aralanan kapılara dönüşürken işittikleri metalik bir ses ikisinin de durmasına neden oldu.
Eamon hızla ayaklanırken kılıcını eline aldı ve elini tutarak onu yanına çekti.
"Artık yanımdan ayrılma, tamam mı? Bize iyi gelmiyor, görüyorsun ya... Ya birimiz ölüyoruz ya da başka saçmalıklar oluyor."
Morrigan gülerek parmaklarını sıktı. "Hiç öyle bir niyetim yok, bundan sonra tüm tanrılar da gelse bırakmam seni. Ömrümden kaç yıl gitti, haberin var mı?"
"Bunu duyduğuma sevindim, prenses, ama... Baksana, şu ne sence?" Gözlerini kısmış, artık tamamı yıkılmış olan taş halkanın merkezindeki siyah yığına bakıyordu.
Morrigan hayal mi görüyordu, yoksa metal zırh parçaları hareketlenerek bir erkek silüeti mi oluşturuyordu?
"Ah, bu iyi bir şeyin habercisi olamaz kesinlikle." Morrigan endişe içinde Eamon'a döndü. "Az önceki patlamanın Dük'ü öldürdüğünden eminim, şurada siyah bir kül yığını var ve ancak onun olabilir. Bu ne ya da kim o halde?"
Eamon kaşlarını çatarak "Aslında o patlama değil, dostumuz kaknüs kuşu öldürdü Dük'ü. Kendisi de onunla birlikte yok oldu." derken gözleri hala o figürün üzerindeydi.
"Kaknüs kuşu mu? Bunu duymayı beklemiyordum doğrusu. Zavallı yaratık... Ama gerçekten, Dük öldüyse bu şey ne?"
"Öğrenmenin tek bir yolu var, öyle değil mi? Hadi."
İkisi de birbirlerinin ellerini bırakmaya gönüllü değillerdi, ancak karşılaşacakları şeyin ne olduğunu bilmediklerinden silahlarına ihtiyaçları vardı.
Morrigan hançerlerini aldıktan sonra halkanın merkezine doğru adım adım ilerlemeye başladılar. Yaklaştıkça, zırhın içindekinin kim olduğunu daha iyi görür olmuşlardı.
Gözlerine kadar tamamen karanlık olan silüeti daha da yakından gördüklerinde, Morrigan'ın sırtından soğuk terler boşanmaya başladı. Korku, bedeninden bir şok dalgasının geçmesine sebep olurken okkalı bir küfür şaşkınlıkla aralanan dudaklarının arasından kurtuldu.
"Lütfen bana şu an düşündüğüm şeyin doğru olmadığını ve hayal gördüğümü söyle, Eamon." Korkuyla kısılan sesi ve sözcükleri sallanıyordu.
"Bu gerçekten de o gibi görünüyor. Ama nasıl..." Dönüp ona baktığında Eamon'ın da yüzünde aynı dehşet ifadesinin yer ettiğini gördü.
"Biliyor musun artık 'Nasıl?' ve 'Neden?' sorularını sormayı bıraktım. İkisi de hayatın bize gösterdiği yabancı yüzleri ya da önümüze çıkardığı garip sürprizleri karşısında çaresiz kalıyorlar nasıl olsa."
Oldukları yere mıhlanmış gibi aniden duraksamışlardı ve kesinlikle daha fazla yaklaşmak istemiyorlardı. O şeyle aralarında iki metre falan olmalıydı, fısıltılarını ya da ayak seslerini duyar duymaz onlara doğru dönmüştü.
Karanlık Tanrı Asdum, bu dünyadaki tüm habis ve kötü şeylerin karanlık efendisi, tüm haşmetiyle karşılarında dikiliyordu. Beyazı olmayan, simsiyah gözleri dipsiz birer kuyu misali ikisinin de üzerindeydi ve onları boğuyordu. Kaç milenyum öncesinden kaldığı unutulan yazıtlar ve kitaplarda tarif edilen o oniks gibi gözler, gümüşi-siyah keçi boynuzları, aralık ağzından çıkan çatallı dili ve yaban domuzunu andıran dişleriyle onu tanımak hiç ama hiç zor değildi.
Neredeyse üç metreden uzun olmalıydı, siyah zırhı metal gibi görünse de tüm ışığı emen korkunç bir gölge formuydu. Zırhı görmelerine engel olsa da Morrigan o kapkara tenin üzerine ateşle damgalanan korkunç rünleri gözünün önüne getirebilecek kadar iyi biliyordu.
Elinde en karanlık efsanelerde anlatılagelen Nuruhai isimli kılıcını tutuyordu. Kılıç, Morrigan'la hemen hemen aynı boydaydı ve kabzasından metaline kadar kara büyüyle dövülen çelikten yapılmıştı. Üzerinde garip, keskin hatlı helezonik şekiller vardı.
Asdum hızla döndü ve kollarını açarak onları adeta selamladı.
"Selam olsun, Gecenin Varisi'ne ve onun eşine... Nihayet bu topraklara ayak basabilmemi sağlayan genç kara feyle karşılaşabildim."
"Neyden bahsediyorsun sen?" Kendi sesi sanki çok uzaklardan geliyordu. Eamon'ın anlam vermeye çalışan bakışlarının ağırlığını üzerinde hissedebiliyordu.
Asdum gülerek, neredeyse neşeli bir şekilde yanıt verirken kollarını indirdi. Zırhlı elleri, toprağa bir dikili taş misali sapladığı kara kılıcın kabzasında buluştu.
"Sana öyle diyorlar, değil mi? Işığın ve karanlığın gücüne aynı anda sahip olan küçük, talihsiz kız... Kara feylerden olan ama güneşin altında aydınlığın çocuklarıyla yaşayan... Benim küçük mirasçım." Karanlık tanrı keyifle gülerken çatal dili dikkat dağıtıcı bir şekilde dudaklarının arasında gözüküp kayboluyordu.
"Morrigan?" Eamon bir adım önde, tetikte bekliyordu. Kılıcının ucunu Asdum'a doğrulturken bir an bile tereddüt etmedi.
"Ben senin hiçbir şeyin değilim. Ödünç aldığım güç, bir amaç uğruna verildi bana. Gücün kim tarafından verildiğinden çok, ne için kullanıldığı önemlidir. Öyle değil mi?" En azından Morrigan öyle olmasını umuyordu.
"Belki öyledir, küçük kız. Ama belki de değildir... Belki de almayı istediğin intikamla teslim olduğun, sana güç değil zayıflık getirir." Devasa kılıcı kaldırıp zırhının kemerindeki kınına sokarken metal metale sürtünerek iç gıcıklayıcı bir ses çıkardı. "Sonucu ne olursa olsun, nihayet bu topraklara ayak basabiliyor oluşumu sana borçluyum."
"Gerçekten, neyden bahsettiğini sanıyorsun sen?" Eamon kelimeleri adeta tükürürcesine söylemişti.
"N-nasıl?" Morrigan bir rüyada, daha doğrusu bir kabusta gibi sorarken neler olduğunu yavaş yavaş anlamaya başlamıştı.
Başından beri, herkesin ona cevapları bulacağı yer olduğunu söylediği bu yerin her şeyin nihayete varacağı yer olduğunu sanıyordu. Ancak hiç de öyle olmamıştı ve bunu korkuyla çarpan yüreğinin ta derinliklerinde hissedebiliyordu.
Yaşam, hiçlikten doğar. Yoktan var olursun ve bu dünyaya gelirsin ancak bir daha o hiçlik noktasına asla dönemezsin. Çünkü 'Bitti!' dediğin her yer, önündeki tümsekten dolayı ilerisini göremediğin bir yoldaki durak yerindir yalnızca. Ölüm bile, Morrigan, bir başka yaşamın sözünü vererek gelir. İnsan, içinden çıktığı o hiçliğe bir daha hiçbir zaman ulaşamaz ve akıp giden ömürle birlikte sürüklenmeye devam eder...
Bir kamp ateşinin etrafında Odhran'ın fısıldadığı bu sözcükler kafasının içinde dönerken ayak sesleri yeniden içinde bulunduğu ana dönmesini sağladı.
Dük'ün ve Malekith'in ölümüyle yatışıp nihayete ereceğine inandığı savaştaki asıl düşmanları, en başından beri Asdum'du. Karanlık Tanrı birkaç adım atıp yeniden durduğunda bu zamana kadar bunu nasıl kimsenin, tanrılar dahil kimsenin, fark etmediğini düşünüyordu.
Hiddetle sıktığı bıçak kabzalarından acıklı gıcırtılar geldi. Eamon bir ona, bir Asdum'a bakarak neler olduğunu anlamaya çalışıyor, bir yandan da onu ara ara çekiştirerek aradaki mesafeyi koruyordu.
"Aslında her şey, sizin Bilinmez Diyar ya da Tanrılar Diyarı diye bildiğiniz Amalaith'te başladı. Sanırım o zamanlar bu dünya ne sizin ne de başka bir ırkın yaşamadığı küçük, tatlı bir yerdi." Zırhlı parmaklarıyla ufuk çizgisini ve çevrelerindeki her şeyi işaret ediyordu. "Engin ve heyecan vericiydi, evet... Zamanın başlangıcından beri tüm tanrılar olarak tıkıldığımız o sıkıcı, çorak topraklara hiç benzemiyordu. İşte bunu fark ettiğimde, buraya gelmek istedim."
"Sıkıldığın için mi buradasın yani?" Eamon'ın seside alçaltıcı bir şeyler vardı, adeta hakaret ediyordu.
Prensin sorusuna karşılık Asdum güldü. "İkinizin de gücü bu dünya gibi engin, ancak bunu hak etmeyecek kadar gençsiniz."
"Senin ziyaretini diğer tanrılarınkilerden farklı yapan nedir peki? Bunun benimle alakası ne?" Ayrıntıları merak ediyordu.
"Çünkü ben buraya ziyaretçi olarak gelmedim. Gelmek istedim, çünkü bu dünyanın benim olmasını istiyorum. Alacağım da..."
Morrigan'ın kanı, korkunun soğukluğuyla damarlarında donmuştu sanki. Elleri, işittiklerinin etkisiyle hafifçe titriyordu.
"Seninle alakasına gelince... Bir Tanrı'nın yeryüzüne kendi bedeniyle gelebilmesi için ne gerekiyor, biliyor musun? O tanrının bir parçasının oradaki bir bedende yaşıyor olması, öyleymiş yani. Bunu keşfetmek benim için ne kadar zor oldu, size anlatamam." Kara gözleri keyifle kısılmıştı. "Ancak biz tanrılar, nasıl desem... O küçük delikte o kadar dip dibe yaşıyorduk ve her yaptığımız o kadar sıkı gözetleniyordu ki, bunu başarabilmem için bir şeyler düşünmem gerekti."
Elbette gözetleniyorlardı, Tanrılar Tanrısı Torion'un hükmündelerdi.
"Hepsi planın bir parçasıydı. Malekith, Dük, saldırılar... Hepsi, öyle değil mi?" Morrigan'ın başı dönüyordu. Elleri tutunmak için titrerken hafifçe Eamon'a yaslandı.
"Öte Diyar adına..." Eamon da en az kendisi kadar şaşkındı.
Asdum yüzlerindeki şaşkınlığı izlerken çatal dili gülümsemek için gerilen dudaklarında geziniyordu. Tüm tanrıları ve onları oyuna getirmiş olmanın zevkini yaşıyordu elbette.
"Siz ışık feyleri nedense tüm tanrıların favorilerisiniz ancak kara feyler planım için o kadar kullanışlıydı ki... Küçük, sahte vaatlerin çarpık ruhlar üzerindeki harap edici gücü sayesinde bugün buradayız. Başlangıçta Malekith bir Firali'ye dönüştüğünde, ona bahşettiğim gücün buraya gelmemi sağlayabileceğini sandım. Ancak hayır, sağlamıyordu. Ruhumun bir parçasını vermem gerekiyordu ve bu dünyada bunu taşıyabilecek bir beden yoktu."
Hayır, hayır... Lütfen sus. İçindeki o vahşi, dağıtmak ve kudurmuşçasına yok etmek isteyen karanlık taraf Asdum'un bir parçasıydı. Morrigan binlerce yıllık kirli bir planın sonucunda bir hilenin parçası olarak doğmuştu.
Dizlerinin titrediğini hissediyordu. Eamon'ın da kendisi gibi kaskatı kesildiğini hissetti.
"O zaman benim doğacağımı biliyordun, öyle mi?"
Karanlık tanrı başını sallarken sıkılmış gibiydi. "Elbette, diğerlerini kurtuluşunuz için gücümün gerekli olduğuna ikna eden ve bu vesileyle senin doğumunu sağlayan bendim. İşte, bugüne böyle geldik. Teşekkür olarak en azından sorularının cevaplarını veriyorum sana, bu kadarını hak ediyorsun doğrusu."
Asdum birkaç saniye için, bu gerçekleri sindirmelerini istercesine, hiçbir şey söylemedi. Ancak sonradan bir şeyi söylemeyi unutmuş gibi yeniden sözlerine devam etmeye karar vermişti.
"Bir de sürekli peşinde olduğunuz Malekith veya öldüğünü düşündüğünüz Dük konusu var, değil mi? O da şöyle..."
Elinin bir hareketiyle iki karanlık figür yeniden toprağın üzerinde şekil buldu. Duman gibi, dağınık ve kırmızı gözlü iki figürün biri Malekith, diğeri de Dük'tü.
"Şaka yapıyor olmalısın..." Eamon'ın gözleri fal taşı gibi açılmıştı.
"Ruhlarını bana teslim edenler ölemezler, ancak yaşayamazlar da... Sonsuza kadar hükmüm altındalar." Bunları söyledikten sonra eğlenir bir ifadeyle ikisine bakarak güldü. "Yüzünüzde tiksintiyi görüyorum. Özünün tiksindiği karanlığın bir parçasıyla sefil var oluşunu devam ettirmek zorunda olmak nasıl bir his, Morrigan? Veya onunla aynı ruhu paylaşmak nasıl, Eamon?"
Morrigan cevap vermek için ağzını açsa da sesi çıkmadı, Eamon da bir şey söyleyemeyecek kadar afallamıştı.
Malekith'i kandırmış ve binyıllar önce Büyük Savaş'a neden olmuştu. Tanrılar da dahil herkes asıl düşmanın o olduğundan habersiz bir çare aramış ve nihayet onun kapısını çalmışlardı.
Çünkü karanlığı yok etmek için karanlığa ihtiyaçları vardı. Ya da belki de yürekten inandıkları bir başka yanılsamaydı bu da.
Morrigan çığlıklar atarak, tepinerek gülmek istiyordu. Kendisine mâni olabilmek için dudaklarını ısırırken Eamon endişeyle onu izliyordu.
Çare sandıkları şey, sorunlarının ta kendisiydi. Ve barış getirmek uğruna verdikleri mücadele de onları asıl savaşın tam ortasında elleri kolları bağlı bir halde bırakmaktan başka bir işe yaramamıştı.
Hayat, insanı en beklemediği yerden ve en acımasız şekilde vurulmak konusunda katiyen hayal kırıklığına uğratmıyordu.
Asdum birkaç saniye daha onları izledikten sonra pis bir sırıtışla çatal dilini çıkardı ve ellerini sallayıp Malekith'le Dük'ün ona mahkûm olan ruhlarını yok ettikten sonra aniden değişmeye, erimeye başladı. Heybetli vücudu eriyik parçalar halinde toprağa düşerken karanlık, bir sarmal misali onu içine çekti ve dönerek tekrar yükseltmeye başladı.
Asdum, az ötede yerde külleri duran Dük Andohir olarak karşılarında dikiliyordu artık.
"Bugün keyfim oldukça yerinde, dolayısıyla sizin özgürce gitmenize izin vereceğim. Ancak..." Sesi aniden gece yarısı ayazı gibi soğumuş, adeta buz kesmişti. "...bir daha karşıma çıkarsanız, en karanlık kabuslarınızın bile gözünüze tatlı görünmesini sağlayacak bir sonla karşılaşırsınız. Zaten kendi içindeki savaş, bunu yapamayacağınız kadar çetin olacak. Bu yüzden, Varisim, işime burnunu sokmamanı tavsiye ederim. İkinizin de..."
"Bir tanrı olarak yaptığın ilk ve son hatanın bu olmasını sağlayacağım, yemin ederim."
Asdum gürlemeyi andıran bir kahkahayla gülerken siyah pelerinini savurdu ve ardında derin bir sessizlik bırakarak onu sarmalayan karanlığın içinde kayboldu.
Gittiğinden emin olduklarında, Morrigan artık onu taşıyamayan dizlerinin üzerine çöktü. İçinden ağlamak da dahil hiçbir şey gelmiyordu. Kafasının içindeki sessizlik, kulaklarını adeta sağır ediyordu.
Eamon kılıcını toprağa saplayıp yanına diz çöktü, hala aynı endişeli ve kafası karışık bakışlarla onu izliyordu. Asdum'un sözlerini ve kastettiği planı bir çırpıda anlayabilecek kadar zekiydi elbette. Yalnızca kendisindeki değişikliğin ne olduğunu tam olarak anlayamıyordu, çünkü mirasçısı olduğu ve ruhunda kanlı bir savaş başlayan gücü ve etkisini henüz tam olarak kavrayamıyordu.
Tıpkı kendisi gibi onun da hissettiklerini hissedecek ve bu karanlık duygularla boğuşacak olduğunu anımsadığında Morrigan'ın içi sızladı.
"Sen iyi görünmüyorsun, Morrigan. Tuhaf bir şeyler olduğunu hissedebiliyorum, sorun ne? Malum olanın dışında yani..." Eamon okkalı bir küfrederken kollarını omuzlarına ve beline doladı.
Bu cümle, Morrigan'ın içindeki bir şeylerin kilidini açmıştı. Dudaklarından kurtulan kahkahaların her biri, vahşi birer çığlığı andırarak göğe karışırlarken bedeni onu sarmalayan güçlü kolların arasında sarsılıyordu. Çığlıkları kendi kulaklarını bile tırmalayan ağıtlara ve anlamını kendisinin bile bilemediği sözcüklere dönüşürken Eamon onu göğsüne bastırmaktan başka bir şey yapamıyordu.
"Bırak çıkıp gitsin, Morrigan. İyi gelecek olan buysa, serbest bırak güzelim." Eamon çığlıklarının arasında saçlarını düzeltirken kulağına bunları mırıldanmıştı.
O anda, içindeki bir şey gözlerini açtı ve sabırsızlıkla, vahşice kıpırdanmaya başladı.
"U-uzaklaş, uzaklaş benden..." O şey her neyse, şimdi büyük bir açlıkla kendisine bakıyor ve dışarı çıkmayı bekliyordu. Morrigan daha fazla bu çılgın arzuyu kontrol edemeyecekti.
Eamon'ın itiraz etmesine fırsat bırakmadan kendisini onun tutuşundan kurtardı. Titreyen avuçlarına bakarak ağlarken göğsünden yükselen gürlemeyle birlikte avuçlarını iki yana, kızılca gökyüzüne doğru açtı.
Gümüş ve karanlık büyü birbirine dolanarak onu içine çekip gökyüzüne yükselirken Eamon'ın kederli bir şekilde içini çektiğini hayal meyal duymuştu.
Kendi isyanı, ne yapacağını bilememekten kaynaklı korkusu ve seçiminin sonuçlarını düşündükçe hissettiği öfke, büyüsüyle birlikte bedenini zincirlerinden kurtulan bir hayvan gibi terk ediyordu.
Morrigan eğer aklını yitirmediyse kendisinin de ağır ağır o hayvana dönüştüğünü hissediyordu. Bedeni büyüyüp genişlemeye, kemikleri yer ve şekil değiştirerek yeni oluşan kemiklere yer açmaya başlamışlardı.
"Eamon!" Korkuyla soludu, onu göremiyordu.
"Korkma, ben buradayım. Bu bir dönüşüm sadece, tuhaf olsa da sakın korkma..."
Boyu uzadı, uzadı... Öyle ki koyu renkli bulutların arasında uçuyormuş gibi hissetmeye başlamıştı. Bir kez daha avuçlarına bakmak istediğinde pullarla kaplanan bedenini ve ellerinin yerini alan pençelerini gördü.
Tanıdık formu gördüğünde derinlerde bir yerde bir rahatlama hissetti. Demek uzun yıllardır ne olacağına dair Edric'le iddiaya girdikleri diğer formu simsiyah bir ejderhaydı.
Ancak bu rahatlama çok, çok derinlerde kalmıştı ve giderek sönüyordu. Hissettiği asıl şey kandırılmaya karşı hissettiği öfke ve ruhunda taşıdığı o parçaya karşı duyduğu tiksintiydi.
O anda tüm bu şehri, ya da ondan geri kalanları, yakıp yok etmek istiyordu.
Varlıklarından yalnızca hissederek emin olabildiği kanatlarını çırpıp gökyüzüne yükselirken aklından geçen de buydu. Yakacak, yok edecek ve dağıtacaktı.
Yükseldiği yerde başını eğip derin bir nefes alırken bunun hazırlığındaydı. Kendisini kaybettiği, zihnindeki sağduyulu o sesi duyamadığı o anda ona doğru bakıp gülümseyen Eamon'ı görünce, korkunç bir güçle taşan nefesi boğazında tıkandı.
Pusulası, ışığı... Orada durmuş, sanki Asdum'un anlattıklarını duymamış ve içindeki yıkım arzusundan bihabermiş gibi bir gülümsemeyle hayran, gururlu bir şekilde onu izliyordu. Aşkı, inancı ve güveni yüz hatlarından taşıyor ve ona kadar ulaşıyordu.
İçindeki o garip arzunun aniden solmaya başladığını hissetti. Dinginlik yavaş yavaş ona doğru gelirken isyanı yorgunlukla karışarak göğsünde birikti. Morrigan gökyüzüne doğru kükrerken tüm bu hislerin de havanın ciğerlerini terk edişi gibi kalbini terk ettiğini hissetti.
Gri, devasa bulutlar birbirine dolanan ışık ve karanlıktan oluşan bir hortumla yarılarak dağıldılar.
Kendisini aniden çok, çok yorgun hissetmeye başlamıştı. Öfkeli değildi, yıkmak şöyle dursun parmağını bile kıpırdatmak istemiyordu. Sadece Eamon'ın yanında durup dinlenmek istiyordu.
Kanat çırpmayı bırakarak alçalırken şiddetle estirdiği hava, Eamon'ın siyah saçlarını dağıttı. O ise hala gülümsemeye ve onu izlemeye devam ediyordu.
Siyah, sıcak toprağa ayak bastığında bir kez daha iç içe geçen iki büyü kendisini sarmalayıp kucakladı. Değişim bir kez daha tüm vücudunu yıkıp baştan inşa ederken acıyı görmezden gelerek öylece durdu.
Yeniden kendisi olarak yere çöktüğünde şaşkın, ne yapacağını ve ne diyeceğini bilemez bir halde Eamon'a baktı. Karman çormandı...
Prens bu halini görerek ayağa kalktı ve ona doğru ilerleyerek yanına geldi, küçük ellerini kendi avuçlarına hapsederken derin bir anlayışla gözlerine bakıyordu.
Sol elini avuçları arasına alarak dudaklarına götürdü. Tılsımındaki yeni, karanlık ve aydınlık helezonların iç içe geçmeye başladığı yeri öperken gözleri gözlerinden bir an olsun ayrılmamıştı.
"Geçiş'ini tebrik ederim, prenses." Morrigan'ın durup tılsımındaki değişikliğin anlamını düşünecek fırsatı bile olmamıştı. Doğru ya... Artık ölümsüzlüğün gücüne, zarafetine sahip bir bedeni ve keşfedilmesi gereken çok daha engin bir gücü vardı.
"Teşekkürler." Bu tek sözcükten başka ne söyleyebileceğini bilemiyordu. Kelimeler sanki kendisinden kaçıyor, zihninin gerilerine saklanıyorlardı. Bir süre birbirlerine tutunur halde öylece dururken ikisinin de durup dinlenmeye ihtiyacı olduğu belliydi.
"Bitti mi?" Dakikalar sonra bu sessizliği bozan Eamon olmuştu. Ne garip bir soruydu...
Onları yeniden çok uzaklara götürecek patikaya bakarken "Hayır, yeni başlıyor." diye cevap verdi.
Seçimini yapmış, kaderin ona sunduğu haritada ilerleyecekleri rotayı elleriyle çizmişti. Onu sımsıkı tutan prensine döndü, derin ve bir o kadar da kararlı bir halde kendisine kilitlenmiş bakışlarına karşılık verirken buruk bir şekilde gülümsüyordu.
Şimdi önlerinde yürünmesi gereken yeni ve başlangıçtakinden çok daha uzun, çok daha çetin bir yol vardı.
---------------------- SON -------------------------
Evet, yaklaşık 1,5 yıllık bir maceranın sonuna geldik. İzninizle birkaç kelam etmek isterim, zira oldukça duyguluyum :') (Lütfen bu kısmı sonuna kadar okuyun, önemli)
Bu kitap benim giderek içine gömülmek zorunda bırakıldığım bir karanlık ve yalnızlığın içinde debelenirken yazmaya başladığım bir eserdi. Bu dünyadan kaçmak için kendi kendime inşa ettiğim o dünyayı bağırmak, anlatmak istemiştim.
Zaman geçtikçe o karanlığın tonu değişti, bazen koyulaştı bazense sızan ışıkla aydınlandı ancak aradığım mutluluğu bu sayfaların arasında buldum. Geçen onca zamanla birlikte bu kitap benim için yaşam enerjimin kaynağı haline geldi.
Şimdilik son satırlarımı paylaşmış olsam da hiçbir şey bitmedi. Bu geçici bir veda zira kısa bir ön hazırlık döneminden sonra ikinci kitapta yeniden buluşacağız sizlerle. O yüzden buruk değil, mutluyum. (Siz de bu kısma kitapla ilgili genel yorum ve eleştirilerinizi bırakabilirseniz beni çok mutlu edersiniz ^^ Şimdiden sağolun)
Eğer buraya kadar bana ve bu maceraya eşlik ettiyseniz size çok büyük bir saygı ve sevgi duyduğumu bilmenizi istiyorum. Okuduğunuz için, oylarınız ve güzel yorumlarınızla destek olup motivasyon kaynağım olduğunuz için çok teşekkür ederim. Ve tabii ki kurguda ve editte en büyük yardımcım, emeği büyük olan arkadaşım @hoNora00'a da teşekkür ederim <3 Burada çok güzel insanlar tanıdım, her biriniz çok değerlisiniz.
Bundan sonraki sürece gelirsek... Kitabım üzerinde gerekli düzenlemeleri yapıp yayınevlerine göndermeyi planlıyorum. Belki hayal ama hayat sürprizlerle dolu, öyle değil mi? Bunun dışında yakın zamanda bir Instagram hesabı açıp tanıtım videoları ve içerikleri paylaşmayı planlıyorum. Bu konuda bir duyuru bölümü yayınlıyor olacağım, lütfen takipte kalın ^^
Bir de açıkçası Wattpad'in de Inkspired'ın da bildirim sistemleri berbat ve bu, kaynaşmamıza engel oluyor. Bir Whatsapp grubu kursam, katılmayı düşünür müydünüz? Tanışıp kaynaştığımız ve kitap üzerine fikir ve önerilerimizi paylaştığımız bir yer olsun çok isterim. Bu kısma yorum bırakırsanız bu konudaki katılımınızı öngörüp mesajla size ulaşabilirim :)
Evet, her şey yeni başlıyor ve dilerim yeni kitapta da beraber oluruz. Bu süreçte kitabımı paylaşıp önererek bana destek olursanız çok mutlu olurum. Yeniden görüşmek üzere, şimdilik hoşçakalın :')
Merve
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 7.17k Okunma |
727 Oy |
0 Takip |
51 Bölümlü Kitap |