18. Bölüm

TANRIÇA'NIN REHBERLİĞİNDE

Merve Gündoğmuş
mervegndgms

 

Müzik: Brunuhville-Meaning of Life

Görsel: Illarion (ismi bölüm içinde geçmese de kendisi geçiyor)

İyi okumalar!

Morrigan telaş içinde ve terden sırılsıklam bir halde gözlerini açtığında bir an nerede olduğunu, günün hangi saati olduğunu algılayamadı. Gördüğü kabusun etkisiyle yataktan sıçradığında Eamon'ın endişeli yüzünü kendininkinin birkaç santim uzağında buldu.

Islak saçlarından damlayan su, prensin çıplak göğsünü ve düğmeleri iliklenmemiş gömleğini ıslatmıştı. Düzgünce giyinmek için vakit bulamamış gibi dağınık bir hali vardı. Omuzlarına dokunan siyah saçları kurulanmadığından daha da koyu görünüyordu, birkaç dikkat dağıtıcı tutam esmer tenine tutunmuştu.

Bir an için korku ve endişeyle hızlanan nefesleri birbirine karıştı, gözleri birbirine kilitlendi. Tanıdık yeşil gözlerin içinde bir an kaybolmuştu, bu tanıdıklık ruh halini hemen değiştirmişti. Prens gözlerini kaçırarak boğazını temizledi, derhal kendisini toparlayarak Morrigan'dan uzaklaştı. Bir an için hiç uyanmayacağını sanmış gibiydi. Onu kollarından sıkıca kavrayan eller sıcaklıklarını da alarak teninden ayrıldıklarında Morrigan ürperdi.

Gerçekliğe, o ana dönmeye çalışan gözlerini kırpıştırarak odayı süzdü. Eamon'ın büyüsüyle çevrelenmiş yatağın başındaki mumlar hala yanıyordu, sade ve loş odayı gördüğünde tavernada olduklarını hatırladı. Güvendeydi, sorun yoktu. Burada ona kimse zarar veremezdi.

Korkuyla hızlanan nefesi bir süre sonra normale döndüğünde "K-kabus... Sadece bir kabus gördüm." dedi. Uykuyla derinleşen sesi hala rüya aleminin derinliklerinden geliyormuş gibiydi, kendi kulağına bile yabancıydı.

Eamon hiçbir şey söylemeden ayağa kalktı ve yatağın başındaki komodinin üzerindeki bardağı doldurarak Morrigan'a uzattı. Titreyen elleriyle bardağı aldığında birkaç damla su tenini ıslattı.

Su bardağını almak için bir an her zaman kullandığı sol elini uzatmışsa da elindeki kanlı, koyu renkli kesiğin sebep olduğu acıdan dolayı bardağı sağ eliyle almaya karar vermişti. Her hareketini, nefes alışını bile dikkatle izleyen Eamon elbette bunu da fark etmişti.

Kanın kokusu ona ulaşmıştı, burnundan birkaç küçük nefes aldıktan sonra "Bir dakika..." diyerek bardağı komodinin üzerine bıraktı. İri, sıcak elleri Morrigan'ın ufak ve korkudan soğumuş ellerinin üzerine kapandı. Avuç içlerini büyük bir dikkatle yukarı doğru çevirdiğinde çevresi morarmış olan kanlı kesiği gördü ve kaşları çatıldı. Yaranın taze olduğu belliydi ancak Morrigan birkaç saniye öncesine kadar uyuyordu, soran gözlerle ona baktı. Nazik parmaklar yarayı canını acıtmamaya özen göstererek inceledi, fazladan bir an daha o parmaklar ellerinde gezindikten sonra elleri yeniden özgür kaldı.

Morrigan bir şey demeden önce bardağa uzanarak sudan büyük bir yudum aldı, yaşadığı dehşetten dolayı boğazı kurumuştu. Bardağı yerine bıraktıktan sonra banyoya doğru ilerledi, bir çift delici ve soru soran göz onu takip ediyordu.

Musluğu açarak soğuk suyu birkaç kez yüzüne çarptı. Saçlarının birkaç tutamından ve yüzünden damlayan suları umursamadan doğrularak aynaya baktığında hissettiğinden daha iyi göründüğüne karar verdi. Suyla buluşan yarası da artık kanamıyordu.

Kabusundaki o yaratık her neyse ödünü patlatmıştı, Morrigan gerçekten öleceğini sanmıştı.

Suyu kapatarak odaya girdiğinde Eamon'ı yatakta oturur ve banyonun kapısına bakar halde bulmuştu. Onu gördüğünde hafifçe doğrulsa da bir şey demedi. Belli ki ne gördüğünü, o kesiğin nasıl gerçekleştiğini deli gibi merak ediyordu ama henüz anlatmak isteyip istemediğinden emin olamadığı için soramıyordu.

Banyodan aldığı havluyu prensin kafasına attı ve yatağa oturdu. Prens bir süre kafasında havluyla öyle kalakaldığında kıkırdadı, havluyu indirip ona şaşkın şaşkın baktığında kıkırdamaları kahkahalara dönüştü. Eamon da bir gülümsemeyle karşılık verdiğinde rahatlamıştı, onu endişeli görmek istemiyordu. Ancak hemen sonra prensin ciddi yüzü geri döndü, o anlatana kadar da gidecek gibi görünmüyordu.

"Rüyamda sanırım Nymalin'deydim, yani o gün Feanor'u gördüğüm yere benziyordu. Simsiyah parıldayan bir şeyin etrafında keskin dişlere benzeyen taşlar vardı. Toprak..." Devam ederek rüyasını tüm ayrıntılarıyla anlattı. Düştüğü ve elini kestiği anı da es geçmedi.

Hemen sonra "Uyuyordum, rüya görüyorum değil mi? Öyleyse nasıl oluyor da bu yara uyandığımda da burada oluyor?" diye sordu. Kesik tüm gerçekliğiyle zonkluyordu. Prensin kafası karışmıştı, çatık kaşlarının gölgelediği gözler hala yarayı incelerken prens "Bunun bir rüya olmadığını düşünsek iyi olur sanırım, belli ki ucuz kurtulmuşsun." Bunu söyledikten sonra çenesi bu düşünceyle bir an kasılmıştı.

Ah, artık geceleri nasıl uyuyacaktı? Uyanıkken Eamon onu her şeyden koruyabilirdi, peki kabuslardan onu kim koruyacaktı?

Korkuyla yutkundu, bunu bir sonraki gece düşünecekti. Bu konuyu bir kenara bırakarak "Peki Mallorn ne demek?" diye sordu.

Eamon tedirginliğini görmüştü, dalgın dalgın başını salladı. Onun da aynı şeyleri düşündüğü belliydi, bunun üzerine tekrar konuşacakları belliydi. "Mallorn, Feanor'un Malekith'i defettikten sonra ülkedeki her şehri gezip bir tane diktiği kutsal bir ağacın eski dildeki ismidir. Derler ki, bu ağaçlar diyarın topraklarını büyüyle kutsar ve bereketlendirir. Eski çağlardan beri bu ağaçlar diyarın şehirleri üzerinde yükselir, onları korurlar."

Eamon'ın eski dildeki kelimenin ne olduğunu bilmesine sevinmişti. Demek her şehirde yükselen kutsal ağaçlara verilen bir isimdi... Peki Gecenin ve Ayın Tanrıçası neden rüyasında ona bunu söylemişti? Neden şimdi?

"Eamon, başkentin Mallorn'u tam olarak nerede, biliyor musun?" Kalbinin derinliklerinden gelen ses bu sorunun cevabını çoktan biliyordu.

"Burada, Aerduin'de. Aslında bu gece gideceğimiz ormanın kalbinde yükseliyor."

Morrigan bunun normal bir rüya olmadığını anlamıştı, başını salladı. "Bu gece, bu kasabada kalırken bu rüyayı görmem rastlantı olabilir mi sence?"

"Hiç sanmıyorum." Şafağın sökmesine bir iki saat vardı, ormana gitmek için yola çıkabilirlerdi. Böylece kasaba halkı ve askerler tarafından ormanın -ve varsa izlerin- bakirliği bozulmadan etrafı da inceleyebilirlerdi. Böylece diğerleri aramaya devam ederken onlar Mallorn'a gidebilirlerdi. Eamon da aynı fikirde olacaktı ki "Eğer şimdi çıkarsak Mallorn'a da gidebiliriz." dedi.

Prens bunu dedikten hemen sonra ayaklandı, Morrigan'ın kafasına attığı havluyla ıslak saçlarını gelişigüzel kuruladıktan sonra havluyu bir kenara attı ve düğmelerini ilikledi. Usta parmakları hızlıca kendilerine verilen görevi yaparken Morrigan'ın gözleri bir an Eamon'da takılı kaldı.

Ne zaman önünde yeni bir yol belirse prens ondan önce o yola giriyor, onu da ardında götürüyordu. Buna minnettardı, zira bilinmeyen bir yola atılan ilk adım dibi görünmeyen bir suya atlamakla eşdeğerdi.

Hızlıca botlarını ayaklarına geçirdi, terden ve sudan bir kısmı yüzüne yapışan bir kısmı ise hala yaptığı topuzda hapsolan saçlarını açarak parmaklarıyla taradı. Gevşek bir örgüyle asi tutamları yatıştırdı. Silahlarını alıp pelerinini giydiğinde çoktan hazırdı.

Prens de hazır görünüyordu, o kadar silahı bu kısacık sürede kuşanabilmesi de ayrı bir başarıydı. Hala nemli olan saçlarının rengi şafağın henüz aydınlatmadığı gece göğünden daha koyu gözüküyordu, prens o koyu dalgaların üzerine pelerinini örttüğünde odadan çıktılar.

--------------------

Tavernanın ana salonunda çok az kişi kalmıştı, aşağı indiklerinde Loriel temizlik yapıyordu. Şafağa kadar kendini meşgul edip düşünmemeye çalışır gibi bir hali vardı, elleri mekanik hareketlerle işlerini yaparken dalgın gözleri hüzün ve endişeyle bir noktaya sabitlenmişti. Merdivenlerden indiklerinde başını kaldırdı, gözlerini kısarak imalı imalı baksa da bir şey sormadı.

Loriel'e herhangi bir şey deme gereği duymadan kendilerini gecenin kollarına bıraktılar. Kasabada hemen hemen hiçbir ışık yanmıyordu, bir zamanların eğlence merkezi olan yerin bu hali Morrigan'ın canını sıkıyordu. Kasvet sanki havaya karışmış içlerine işliyordu.

Esin* tenlerinin açıkta kalan kısımlarını tatlı tatlı okşarken kasabanın kuzeyine, Ulu Çınar'a doğru ilerlediler. Bunu yaparken tüm duyuları hassaslaşmış, kaybolanlara dair bulabilecekleri en ufak bir iz için tetikteydi.

Güneş gece göğünü ağır ağır yırtarcasına aydınlatana kadar ormanın içerisinde dolansalar da buldukları tek şey sessizlikti, kasabalıların ölülerinden de dirilerinden de bir iz yoktu. Karanlığın sarmaladığı orman, tan yerinin ışımasıyla aydınlanmaya başladığında çınarın altına gittiler.

Burası çınar ağaçlarının bulunduğu, sessiz ve huzurlu bir ormandı bir zamanlar. Kasabalılar bu ormana gelir, işlemek için seçtikleri ağaçları keserlerdi. Bu onlar için huzurlu, hoş bir ritüel gibiydi. Belirledikleri ağaçları kesmek için ağacın önünde diz çöker, onlara sağladıkları için teşekkür ederlerdi. Kestikleri her ağaç için iki fidanı hemen diker, daha sonra ağaçların ve ormanın tanrıçası Aveley'e Ulu Çınar'ın gölgesinde dua ederlerdi. Zümrüt Diyar'ın toprakları büyülü ve her daim bereketli olsa da buradaki ağaçlar çok daha hızlı büyürdü. Ulu Çınar işte bu ormanın içinde tüm heybetiyle yükselir ve ormanın çocuklarının dualarına şahitlik ederdi.

Şimdi bu ağacın altında toplanmalarının sebebi dualar etmek değil, dağılarak akıbetleri belli olmayan kardeşlerini aramaktı.

Ulu Çınar'ın altında toplananların sayısı otuzu geçmezdi, ancak hiç yoktan iyiydi. Toplananların arasında bir düzine kadar asker vardı, üzerlerinde üniformaları olmasa da Morrigan onları orduya has işlemelere sahip olan kılıçlarından tanımıştı. Daha fazla gelen yok gibiydi, birazdan dağılıp kayıp kasabalıları aramaya başlayacaklardı.

Fazla dikkat çekmemek ve sorulara maruz kalmamak adına kalabalıktan biraz uzakta, bir ağacın altında duruyorlardı. Kime konuşmuyordu, insanların yüzünde artık nelerin olacağını kestirememekten doğan bir endişenin hayaleti yer etmişti. Eamon kollarını bağlayarak yaslandığı ağaca yaslanmayı bıraktı ve "Askerlerden biriyle konuşsam iyi olacak, ordudaki ve şehirdeki askerlerin kalanının durumunu öğrenmek istiyorum. Burada bekle, hemen dönerim." diye mırıldanarak kalabalığa doğru ilerledi.

Eamon, Morrigan'ın Edric için ne kadar endişelendiğini biliyordu, bu yüzden Edric'i -ve ileride onları-nelerin beklediğini bilmek istiyordu herhalde. Güzel bir düşünceydi bu. Bu, yolculuklarının devamında kimlerden nasıl sakınacaklarını bilmek için de gerekliydi.

Sessizce Eamon'ın arkasından seğirttiğinde savaşçı bir an için öylece durdu, sonra arkasına dönerek Morrigan'a gülümsedi. Ona katılmasını söyler gibi başını bir kez salladıktan sonra yürümeye devam etti.

O an Morrigan prensin cüssesinin tehditkarlığına, üzerindeki onca silaha ve yüzünü koyu gölgelere hapseden pelerine rağmen "dostça" gözüktüğünü düşündü. Bunun nasıl olduğuna dair pek bir fikri yoktu zira başkalarının öyle düşünmediğine emindi ancak umurunda da değildi. Hiçbir zaman arkada kalmayacaktı, prensin yanından bir an olsun ayrılmadan onu koruduğu gibi o da onu kollayacaktı.

Kalabalığın arasına karıştıklarında gözler yine onlara döndü, en azından önceki kadar korkutucu değillerdi. Biraz ötede bir ağacın önünde yere çökmüş, dalgın gözlerle elindeki kılıca bakan askerin yanına gittiler. Elinin üzerinde altın rengi helezonlarla parıldayan tılsım Morrigan'ınkine çok benziyordu, demekki aralarında pek yaş farkı yoktu. Kıvırcık kumral saçları ve altın rengi iri gözleri daha da küçük görünmesine neden oluyordu.

Genç asker onları gördüğünde kaşları çatıldı, tepeden tırnağa onları adeta içen gözleri şüpheyle kısılırken ağır hareketlerle ayağa kalktı ve tam karşılarına dikildi. Altın rengi gözler profesyonel olduğu her hallerinden belli silahlarının üzerinde gezindikten sonra bir tehdit algılamış gibi kısıldı. Ups, belli ki bu konuşmayı kimliklerini gizleyerek yapmak bir hayli zor olacaktı.

Y.N: Esin, sabahları esen hafif yel demek :)

Herkese merhaba, bu bölümden sonra temponun hızlandığına şahit olacağız bu yüzden hiçbir ayrıntıyı kaçırmayın :) Yorum ve özellikle oylarınızı bekliyorum, fikirlerinizi de lütfen paylaşın. Çarşamba günü görüşmek üzere!

Bölüm : 28.08.2024 15:27 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...