

“Söylesene Eamon, daha ne kadar yolumuz kaldı?” Morrigan eyer üzerinde ve insan askerleri arasında, onların temposuna göre yaptıkları bu yolculuğu fazlasıyla yavaş ve sıkıcı bulmuştu.
Sınırda askerlerle karşılaştıklarında diğer formunu ve saçlarını görseler dahi küçük birliğin komutanı kimliği konusunda şüpheci kalmayı seçmişti. Bu da şaşırtıcı değildi, zira insanların feyler hakkında bilgileri genel olarak sınırlıydı.
Komutan orta yaşlı, genç askerlerine göre yapılı sayılabilecek ve kır saçlarına ela gözlerinin eşlik ettiği huysuz bir adamdı. Morrigan en sonunda komutana kimliğini doğrulayabilse de doğrulayamasa da onları kaleye götürmesi gerektiğini, aksi halde diyarın prensesini sınırdan çevirdiği için başının belaya girebileceğini söylemişti.
Neyse ki bu üstü kapalı tehdit işe yaramıştı. Komutan adının Alex olduğunu söyledikten sonra böyle bir sınır tehdidi karşısında olağan davrandıklarına dair bir şeyler mırıldandıktan sonra bir özür dahi dilemeden genç bir askeri yanına çağırtarak her biri için birer at getirilmesini emretmişti.
Her ne kadar Morrigan ılımlı davranmayı seçerek komutana haklı olduğunu ancak komşu halkları daha iyi tanıması gerektiğini söylese de Eamon adama dişlerini göstererek hırlamaktan geri durmamıştı.
Eh, bunu yaptığı için memnun olduğunu inkar edemezdi.
Askerlerin refakatinde oldukları için kaleye uçarak gidememişlerdi ve Morrigan buna baya bozulmuştu. Artık at sırtındayken ağır çekimde ilerliyor gibi hissediyor, uçmak için sabırsızlanan ve giderek sertleşen rüzgara kapılmak isteyen tarafını bir türlü susturamıyordu.
At sırtında dörtnala, mola vermeden birkaç saat boyunca yol gitmeleri gerekmişti. Artık hava kararmak üzereydi; tipi gitgide şiddetini arttırıyordu ve kar bozkırı andıran çorak araziyi tamamen kaplamıştı.
“Geldik sayılır, prenses. Şu kasabayı da geçtikten sonra başkent Ardmont’a giriş yapmış olacağız. Yoruldun mu?”
Başını sallayarak çevrelerini saran, tedirgin ve düşmanca bakışlarla onları süzen insan topluluklarına göz gezdirdi.
“Yalnızca çok sıkıldım. Burası biraz...” Doğru ve çevredeki kulakları tırmalamayacak kelimeyi bulamıyordu bir türlü.
Eamon anlayışla gülümsemişti. “O zaman dua edelim de misafirliğimiz olabildiğince kısa sürsün.”
Morrigan arkasına dönerek Brandon ve Envy’e baktı. Brandon’ın rengi biraz daha iyi olsa da halsizliği ve burada olmaktan duyduğu rahatsızlık her hareketinden okunabiliyordu. Envy’nin rahatsızlığıysa onunkinden çok daha beterdi, tanınmamak için pelerinine sığınmayı tercih etse de eksik parmağını görenlerin hayret dolu nidaları ve galiz küfürleri Morrigan’ın kulaklarına kadar geliyordu.
Prense dönerek “Umarım öyle olur, tanrılar yardımcımız olsun.” diye mırıldanmakla yetindi.
Yaklaşık bir saat sonra başkente girmiş, kaleye giden geniş anayolda ilerliyorlardı.
Morrigan’ın dikkatini çeken ilk şey, yabani bakışlarla onları izleyen insanların sefaletiydi. Çoğunun ayakları karın üzerinde çıplaktı ve kıyafetleri yırtık ya da yamalı, eski püskü çuval bezlerinden ibaretti. Saçlarının ve tenlerinin durumuna bakılırsa suya ulaşmakta da sıkıntı çekiyorlardı.
Buraya gelirken geçtikleri ufak tefek köy ve kasabalarda da durum benzer olsa da Morrigan başkentte bu durumun farklı olacağını düşünmüştü.
Şaşkınlık ve acıma duygusu giderek birbirine karışıp boğazında bir yumruya dönüşüyordu.
Halkı bu haldeyken kral ne yapıyordu? Nasıl fark etmez veya bu duruma gelinmesini engelleyecek bir şeyler yapmazdı? Hissettiği öfkeye karşılık dişlerini sıktı, sorumsuzluktan hiç hoşlanmazdı.
Kalenin avlusunu çevreleyen devasa duvarı bölen ahşap kapıya geldiklerinde iki yandaki askerler sağ ellerini baş hizalarına kaldırarak komutana selam verdiler.
Morrigan haklarını teslim etmeliydi, askerler onlara şöyle bir baktıktan sonra bir daha gözleri üzerlerine değmemişti.
“Selamlama hareketlerini görüyor musun?” Eamon kulağına eğilerek fısıldamıştı. “Ellerinde herhangi bir silah olmadığını ve zarar vermeyeceklerini karşılarındakine göstermek için ortaya çıkmış bir hareket, sonradan selamlaşma şekilleri olmuş.”
Morrigan ruhsuz bir şekilde güldü. “Birbirlerine karşı duydukları güven ne kuvvetliymiş.”
Oysa onun türü ellerini kalplerine götürerek, içten bir şekilde sevgiyle selamlaşmayı adet edinmişti.
Komutanın sert, tok sesle verdiği emir sonrası ahşap kanatlar kulak tırmalayan gıcırtılar eşliğinde açıldı.
İşte, umutlarının önemli bir kısmını bağladıkları kale tam karşılarındaydı.
Mimari sanatının tüm inceliklerinden uzak ve tamamen işlev düşünülerek inşa edilmiş devasa taş yığınları karşılarında yükseliyordu. Dikdörtgen formdaki dev ana yapıya farklı zamanlarda eklenmiş gibi duran devasa kulelerin yükselerek oluşturduğu, koyu kızıl renkli taş bloklardan ibaretti ve kesinlikle Ay Şatosu’nun sahip olduğu nazik işçilikten fersah fersah uzaktı.
Bir köşedeki geniş, camlarla kaplı kış bahçesi dışında geniş avlu neredeyse çıplaktı. Ardmont dağlarla kaplı ve iklimi sert bir yer olması sebebiyle korunaklı görülmüş ve bu sebeple başkent seçilmişti ancak yine de bu iklimde de yetişen yüzlerce güzel peyzaj bitkisi ve ulu ağaç türü vardı. Belli ki bu gerçek pek kimsenin umrunda değildi, özellikle de kalenin bahçıvanının...
Komutan atını onlara doğru döndürerek sırayla her birinin gözlerinin içine baktıktan sonra kabaca “Kimliklerinizi doğrulamamız gerekiyor, bunun için göstereceğiniz bir şey var mı?” diye sordu ve bir an göz göze geldikten sonra “Elbette siz hariç, prenses.” diye ekledi.
Eh, en azından askerlerine danıştıktan sonra nihayet ikna olmuştu. Morrigan, Envy ve Brandon’ın galiz küfürlerini işitince gülmemek için kendisini zor tuttu.
Eamon ve Riona hızlıca her daim boyunlarında taşıdıkları madalyonlarını çıkarıp gösterirken neredeyse sıkılmış gibilerdi. Bir kurt ve vahşi bir kedinin tüm ayrıntılarıyla işlendiği madalyonların arkasında kraliyet damgası vardı.
Elbette Alvaro’nun şatodan öylece kaçtıktan sonra gösterebileceği pek bir şey yoktu. Bu yüzden elini kaldırdı ve geometrik, girift desenlerden oluşan mor renkli tılsımını gösterdi. Bir simyacıya ait olduğu fazlasıyla belliydi ve onlardan çok az vardı, bir tanesinin de kraliyet mensubu olduğunu herkes bilirdi.
Sıra onlara geldiğinde Envy ve Brandon bir an için bakıştıktan sonra omuz silktiler ve Envy eksik parmağını, Brandon da alt kolunun içine damgalanmış olan bir korsan işaretini gösterdi. Morrigan o işareti daha önce hiç görmemişti.
“Sizler geçebilirsiniz majesteleri.” Komutan başını hafifçe eğmekle yetinmişti. Türdaşlarına göz ucuyla bakarken yüzünde iğrenir gibi bir ifade vardı ve kaşları çatılmıştı. “Ancak onlar burada kalıyor, zira geçmelerine müsaade etmem mümkün değil.”
Kelimeler ve manaları ona ulaşırken Morrigan kanın beynine sıçradığını hissetti. Yaklaşan deliliğinin tadı dilindeydi ve büyüsü kafasının içinde uğuldamaya başlamıştı bile. Yabancı bir diyarda olması ve içinde bulunduğu durum umrunda bile değildi.
Fey ya da insan, hiç kimseden emir almaya niyeti yoktu.
Bu yüzden Alvaro “Eyvah...” diyerek güldüğünde onu hayal meyal işitebilmişti.
Morrigan, Eamon’a şöyle bir bakıp öne çıkarken yüzünde nasıl bir ifade olduğuna dair bir fikri yoktu ancak kapı muhafızları içgüdüsel olarak birer adım gerilemişlerdi.
Yaşlı komutan gerilemese de elinin hızla kılıcının kabzasına gittiği açıkça görülebiliyordu.
“Envy ve Brandon’ın önceki hayatlarında ne ya da kim oldukları artık bir anlam ifade etmiyor. Onlar artık bana ve aileme tabi, dolayısıyla...” Morrigan zehirli bir gülümsemeyle çenesini kaldırarak komutana baktı. “... ben nereye gidersem onlar da benimle birlikte gelecekler.”
“Üzgünüm majesteleri, saygısızlık etmek istemem ancak onlar hala...” Ah, komutan hepsinin ezbere bildiği gerekçeleri sıralayacaktı ve Morrigan’ın bu uzun, diplomatik konuşmayı dinlemeye hiç niyeti yoktu. Hava fazlasıyla soğuktu ve iyice kararmıştı.
“O zaman saygısızlık etme, Alex.” Gözlerini kıstı. “Buraya kötü niyetle gelmedik, bunu arkamızda bir ordu olmamasından anlayabileceğini düşünüyorum. Envy ve Brandon benim hem yoldaşım hem de maiyetimdir. Ve sen de bilirsin ki bir kraliyet ailesi mensubunun maiyeti, memleketi neresi olursa olsun...” Sustu ve gülümsemesi genişlerken bir kaşını kaldırdı.
“Artık o diyarın vatandaşı sayılır. Evet, durum buysa elbette maiyetiniz de sizinle gelebilir.” Yine de Alex’in Envy ve Brandon’a olan bakışlarından bu durumdan hiç hoşnut olmadığı aşikardı. “Ardmont Kalesi’ne hoş geldiniz. Beni takip edin, majesteleri. Sir Jervis kralımızı gelişinizden haberdar edecek.”
Bahsi geçen Sir Jervis kapı muhafızlarından biriydi ve emri duyar duymaz aceleyle selam verip avluya doğru fırlamıştı. Morrigan Komutan Alex’in ardından ilerlemek için atını sürerken avlunun çeşitli köşelerinde hizmetçiler ve askerler toplanmıştı bile. Toplanan bu meraklı kalabalık özellikle ona ve Eamon’a bakıyordu zira diğerlerini tanımaları pek olası olmasa da prens insanlar arasında bir hayli ünlüydü.
Morrigan şehvet ve beğeniyle prensi adeta okşayan gözlerden hiç hoşlanmamıştı.
Kalenin taş basamaklarının önüne geldiklerinde Eamon atından indi ve gülümseyerek onun da inebilmesi için elini uzattı ve inmesine yardım ederken onu kucaklayarak belinden kavradı. Morrigan'ın ayakları yere değse dahi bir süre kollarını gevşetmemişti. Yüz ifadesinden anlamasa da kıskançlığını ve rahatsızlığını hissetmiş olmalıydı, zira bu hareketindeki mesaj hem ona hem çevredekilereydi.
Kalenin taş basamaklarını birer birer tırmanıp onlar için açılan devasa ahşap kapının kemeri altından geçerken Eamon eğildi ve kulağına “Buradan sonra gözlerini dört aç, prenses. Burası bir kale değil, bir sürü cephesi olan bir savaş alanı gibidir.” diye fısıldadı.
Esasen kalenin içi pek de bunu yansıtmıyordu, bilakis Morrigan’ın gözlerinin değdiği her köşe oldukça zevkli döşenmişti. Dışarının yalınlığına karşıt olarak içeride lüksten kaçınılmadığı fazlasıyla aşikardı.
Yukarı katlara çıkan merdivenlerin olduğu bir karşılama salonuydu burası ve taştan duvarlarında ağırlıklı olarak ipekten dokunmuş duvar halılarıyla usta ellerden çıktığı belli olan portre tablolar ya da müstehcen duvar resimleri vardı. Birkaç camekanın içinde eski ancak oldukça iyi bakılmış silahlar sergileniyordu. Koyu, kırmızı bir halı onları kapı eşliğinden alıp merdivenlere doğru yönlendiriyordu ve geniş salonun dört bir köşesinde eski krallara ya da komutanlara aitmiş gibi görünen devasa heykeller vardı.
Merdivenlerden olanca hızıyla inen yaşlı bir adam tam Alex’in karşısında durarak gülümsedi ve onları selamladı.
“Hoş geldiniz majesteleri. Ben Edren, kalenin kahyasıyım. Keşke gelişinizden haberimiz olsaydı, böylece hazırlık yapmak ve-“
“Durum bunu gerektirmiş olmalı, Edren. Bu yüzden kısa kes ve misafirlerimize eşlik et.”
Alex’in bu kaba çıkışı ve sabırsızlığı Morrigan’ın sinirlerini bozmuştu, yaşlı adama karşı küçümseyiciliği oldukça haksız ve aleniydi. Bu yüzden öne çıktı ve Edren’e bakarak gülümsedi.
Madem burası bir savaş alanıydı, gözleri ve kulakları olacak müttefiklere ihtiyaçları olacaktı ve böyle bir iş için bir kahyadan daha uygunu olamazdı.
“Yarıda kesilse ve gerekli görülmese de sıcak ve nazik karşılamanız için teşekkürler, Sir Edren.” Delici bakışlarını bir an için Alex’e diktikten sonra yeniden yaşlı adama döndü. “Gelişimizin aciliyetiyle ilgili detayları kralınızla konuşmak isteriz.”
Kâhya saygıyla eğilerek “Nasıl isterseniz, majesteleri. Neredeyse akşam yemeği vakti, kralım aç olacağınızı düşündüğünden sizi evvela toplantı odasına almamı emretti. Kendisi de orada olacak, buyurun eşlik edeyim size.” dedi ve mermer merdivenleri aceleyle tırmanmaya başladı. Alex, homurdanarak basamakları ikişer üçer tırmanıp gözden kaybolmuştu bile.
Her ne kadar aç oldukları doğru olsa da misafirperverlik, yoldan gelmiş olanların toparlanıp temizlenmelerine ve dinlenmelerine müsaade edilmesini gerektirirdi.
Burada istenmedikleri ve hoş karşılanmayacakları aşikardı.
Morrigan diğerlerine şöyle bir baktı, hiç kimse yerinden kımıldamamıştı. Envy ve Brandon neler olduğunu anlamaya çalışsalar da diğerlerinin yüzlerine baktığında uğradıkları hakarete karşın kendilerini tutmaya çalıştıklarını görebiliyordu.
Hızlıca parmaklarını Eamon’ın titreyen eline dolayarak uyarı maiyetinde sıktı ve Sir Edren’i uyarırcasına öksürdü.
Yaşlı kâhya merdivenleri yarılamıştı, yaşından beklenmeyecek bir çeviklikle basamakları inerek yeniden yanlarına geldi. Yüzündeki mahcup ifadeye bakılırsa durumun gayet farkındaydı, öyle ki Morrigan konuşurken yüzündeki ifade daha da derinleşmişti.
“Sir Edren, sizden kralınıza uzun bir yolculuğun ardından ancak buraya varabildiğimizi anımsatmanızı rica edeceğim. Zira hiçbirimiz Zümrüt Diyar’ı bu şekilde temsil etmek istemeyiz. Bence Kral Ronan da kraliyet ailesine mensup misafirlerini böyle ağırlamak istemez, sizce de öyle değil mi?” Son cümlesi kasıtlı bir şekilde tıslar gibi çıkmıştı.
“E-elbette! Kralım bu sıralar çok yoğun, bu ayrıntıyı gözden kaçırdığına eminim! Ben kendisine ileteceğim, hemen dönerim. O sırada sizi bekleme salonumuzda ağırlayabilir miyim? Buyurun, bu taraftan.”
Sir Edren onları geniş, oldukça şatafatlı döşenmiş bir salona aldıktan sonra hızla gözden kaybolmuştu. Salonun mavi ve altın rengi ipek ve kadifelerle çevrili dört bir yanı, avluya bakan geniş pencereleri ve el dokuması halıları dışında tam ortasındaki mermerden oyulma devasa masa ve sandalyeleri göze çarpıyordu.
Riona elini masaya gürültüyle indirirken Morrigan güzelim masanın parçalanmamasını ummuştu.
“Ne büyük kabalık ama! Bize alelade elçilermişiz gibi davranıyorlar, buna inanamıyorum! Eğer mecbur olmasaydık, ben-”
Eamon kız kardeşinin sözünü keserek “Ama öyleyiz, Riona. Bu yüzden herkes kendine hâkim olacak, zor da olsa. En azından şimdilik...” dedi, yine de bunu söylerken yüzünü buruşturmuştu.
“Elbette bu mecburiyeti onlara hissettirmemeliyiz, aksi halde iş birliğine yanaşsalar bile bize sunacakları şartlar ağır olacaktır.” Alvaro, Riona’yı sakinleştirebilmek için kaşla göz arasında elini tutarken ciddiyetle konuşmuştu.
“Kesinlikle... Tabii bize diledikleri gibi davranmalarına izin vermek gibi bir niyetim yok, ancak bunu yaparken dikkatli olmamız gerekecek. Neyse, bakın, Sir Edren nihayet dönüyor.” Morrigan başıyla devasa kapının ardında koşturan yaşlı kâhyayı işaret etti.
Sir Edren odaya bir fırtına gibi, nefes nefese gibip aceleyle onları selamlarken “Kusura bakmayın, majesteleri... Kralım en içten özürlerini iletti. Bu sıralar sağlığı pek iyi olmadığından konuyu etraflıca değerlendiremediğini iletti ve bana akşam yemeğini biraz geç yiyebileceklerini, o sırada sizleri odalarınızın konforunda ağırlayacağımızı emretti.”
Yüzüne ağır ağır yayılan ışıl ışıl bir gülümsemeyle Sir Edren’e bakarak teşekkür etti. Dakikalar içinde gösterişli kalenin katları arasında dolanarak birer birer odalarına yerleştiriliyorlardı. Gerçi her birinin ayrı odalarda kalacaklarını öğrenince Morrigan'ın gülümsemesi biraz kaybolur gibi olmuştu.
Eamon “Yabancı bir kalede seni yalnız bırakmam mümkün değil, boşuna ısrar etme.” diye hırıldayarak Sir Edren’e kızmaya başlasa da Morrigan gece onun için kapısını açık bırakacağını ancak şu an güçsüz görünmenin ona bir prenses olarak faydası olmayacağını fısıldayarak prensi ikna etmişti. Eamon yemekten sonra hızlıca geleceğini söyleyerek durumu kabullenmişti, zor da olsa.
Yaşlı kahya Morrigan'ı kalenin en üst katındaki en şatafatlı ve büyük odalardan birine yerleştirmiş ve çıkarken de zeytuni tenli, genç bir hizmetliye banyo suyunu hazırlamasını emretmişti.
Genç kız işini yaparken ve hoş kokulu, davetkar buhar dört bir yana yayılırken Morrigan da daireyi gezmeye koyulmuştu. Altın varakların ve mor kadifelerin hakim olduğu oldukça lüks bir odaydı bu, üstelik de kendisine ait bir terası vardı. Duvarlarda insan diyarında ünlü olan ressamların çalıştığı çeşitli resimler asılıydı. Yatağın direklerinden sarkan ince tül korumalık dahi değerli taşlarla bezenmişti.
“Bu oldukça güzel bir oda...” diye konuşmaya başladığında genç, ufak tefek kız hafifçe sıçramıştı. “Boş durması çok yazık gerçekten. Daha önceki sahibi kimdi?”
“Veliaht prens Darren’in eski nişanlısına, Leydi Liliana’ya aitti, majeste.” Daha önce dikkat etmemişti ancak bu cılız, ürkek kız henüz çocuk yaştaydı. On üç, en fazla on dört yaşında olmalıydı.
“Ne oldu ona?” Hikâyeyi merak etmişti doğrusu.
Küçük, esmer elleri suyu devasa fıçıya dökerken bir an donakalmış, sonrasında titreyerek de olsa devam etmişlerdi.
“Öldü, majeste." Gözleri bir an için dalmış, konuşması onu nefes nefese bırakacak kadar hızlanmıştı. "Çok talihsiz ve vahşi bir olaydı, odayı ben temizlemiştim. Ah! Bağışlayın, bu çok uygunsuz oldu.” Kızcağız alelacele elindeki aromatik yağ şişelerini fırlatıp diz çökerek aman dilemeye koyulmuştu.
Morrigan küvete doğru ilerleyerek genç kızın karşısında durdu.
“Adın nedir?”
“A-Aria, majeste.” Henüz yeni yeni bir kadınınkine dönüşen vücudu tir tir titriyordu. Üniformasının yaka kenarındaki ufak bir morluk gözüne çarpınca Morrigan kızcağızın bu denli titremesinin sebebini gayet iyi anlamıştı.
Onun da diğer hizmet ettiği yaratıklar gibi biri olduğunu sanmıştı. Bu küçük kıza göre yalnızca başka türe aitti, ancak yine de soylu bir canavardı.
“Kaç yaşındasın peki?”
“O-on üç, majeste.” Gözlerini bir an olsun halının desenlerinden ayırmamıştı.
“Kalkabilirsin, Aria. Daha önce de insanların öldürüldüğü yerlerde bulundum. Bu beni etkilemez, merak etme.” Eh, yalan değildi. “Bunu raporlamayacağım, sen de karşılığında bana sırtındaki morlukları kimin neyle yaptığını söyleyeceksin.”
“Ama nasıl olur? Size bunu söylemem uygun olmaz, değil mi?” Ela gözlerini şaşkınlıkla kaldırarak Morrigan’ın ta derinliklerine bakmıştı. Bakışlarında endişe ve korkuya eşlik eden bir yudum umut vardı ve bu, Morrigan’ın gözlerini dolduracak kadar tanıdık geliyordu.
“Uygun olmayan, gördüğün muamele ama sen bunu zamanla anlayacaksın, küçüğüm. Şimdi söyle bana.”
“Bu, siz soylu misafirimizden gelen bir emir olduğuna göre...” Gözleri bu zekice keşifle parıldamıştı. “Veliaht prensimiz zaman zaman hizmetçilerini terbiye ederken k-kırbaç kullanır.”
Kırık dökük bir sesle söylenen bu utanç dolu birkaç kelime, Morrigan’ın dilinde çılgınca bir öfkeyi tatmasına yetmişti.
Morrigan kızın omzuna dokunarak kalkmasını işaret etti ve “Paylaştığın için teşekkürler, Aria. Şimdi biraz yalnız kalabilir miyim?” diye sordu, yüzüne güven verici bir gülümseme kondurmuştu.
“Ah, elbette! Banyo suyu mükemmel olmalı, bir şeye ihtiyacınız olursa lütfen seslenin, odanızın önünde olacağım.”
Aria’nın çıkışıyla birlikte Morrigan yolculukta perişan olan kıyafetlerini sabırsızlıkla üzerinden atıp sıcak suyun rahatlatıcı kollarına atmıştı kendisini.
Bir bez alarak aromatik yağların yumuşattığı tenini hızlıca ovalamaya başladı. Yolculuğun kiri üzerinden akıp gittikçe yorgunluğu da tüm ağırlığıyla üzerine çökmeye başlamıştı.
Saçlarını da yıkayıp buklelerinin arasındaki minik yaprak ve çamurlardan kurtulduktan sonra bornozunu giydi ve saçına yardım edebilmesi için Aria’yı çağırdı.
“Saçlarınız çok güzel, majeste. Suya yansıyıp dalgalanan ay ışığı gibi...” Aria havluyu nazikçe dolaştırırken bu görevi bir hayli sevmişe benziyordu.
Kısa bir süre sonra saçları tamamen kurutulmuş ve sıcak çubuklarla bukleleri belirginleştirilerek kısım kısım geriye toplanmıştı. Eh, giyindikten ve hafif bir makyajdan sonra hazır olacaktı.
Aria, yatağın üzerindeki katlı elbiseyi tutup açtığında Morrigan’ın ağzı bir karış açık kaldı.
“Şaka yapıyor olmalısın! Kimin fikriydi bu?”
Siyah, uzun kollu ve dardan genişe dizlerinin aşağısına dökülen bu kadife elbise oldukça şık ve uygun olarak nitelendirilebilirdi. Tabii kaburgalarının altına kadar inen V şeklindeki derin dekoltesi ve kasıklarının üzerine kadar bir yırtmacı olmasaydı... Gerçekten, o dekolte neredeyse göbek deliğine dek inecekti. Yırtmaçsa bambaşka bir mevzuydu...
“Elbise, Veliaht Prens Darren ve Kraliçe Tessa’nın size hediyesi, majeste.”
Harika, artık onu giymek zorundaydı. Bıkkın bir nefes vererek bornozunu omuzlarından sıyırdı ve elbiseyi üzerine geçirerek Aria’nın elbisenin belindeki ipleri kendisi için sıkıp bağlamasına izin verdi.
Aynalı masaya oturup Aria’nın maharetli ellerine yüzünü teslim ederken yansımasıyla bakışıyordu. Elbise, göğüslerinin kıvrımlarını cüretkâr bir şekilde ortaya koyarak aşağılara iniyordu. Güzeldi ama, böyle bir akşam yemeği için abartı değil miydi?
Çok öncelerden, diplomasi dersleri aldığı dönemlerden bir bilgi süzülerek zihninde belirmişti. Özellikle insan diyarında, kraliyet ailesinin kadın üyelerinin de bulunduğu görüşmelerde kıyafetler eğer belirli bir standartta olmazsa saygısızlık ve hakaret olarak kabul ediliyorlardı. Tarihlerinde bu sebeple çıkan savaşlar dahi mevcuttu.
Eamon'ın burayı neden bir savaş alanına benzettiğini şimdi daha iyi anlıyordu. Kendi kendine bu basit, alelade çabaya gülerken Aria'nın garip bakışları aynadan kendisininkileri bulmuştu.
Birdenbire aklına bir fikir geldi.
“Bana bir iğne, gümüş bir iplik ve bir de makas getirebilir misin, Aria? Sen gelene kadar makyajımı kendim yapacağım.”
Genç kız yardım etmek hevesiyle başını sallayarak aceleyle gittikten sonra Morrigan gözlerine ince bir sürme çekti ve bordo bir ruju gözüne kestirerek özenle sürmeye koyuldu.
Aria döndüğünde onu beğeniyle süzüp iğne ve ipliği ona uzatmıştı.
“Şimdi şöyle yapacağız...” Morrigan aklındaki tasarımı genç kıza anlattıktan ve Aria’nın maharetli elleri hızlıca dileğini yerine getirirken akşam yemeği saati de gelmişti.
Morrigan engelleyemediği bir sırıtışla örümcek ağı şeklindeki dikişlerle kapattırdığı dekolte ve yırtmaca baktıktan sonra gece taşını boynuna taktı ve nefret ettiği topuklu ayakkabıları ayağına geçirdikten sonra kapıyı çekerek odadan çıkmıştı ki birine çarptı.
“Eamon! Sen burada ne arıyorsun?” Başını ovalarken -gerçekten acımıştı- prens gülerek alnını öptü.
“Odam seninkinin yanında, prenses. Fazla uzağa gideceğimi düşünmedin, öyle değil mi?” Bir adım geriye çekilip baştan aşağı, ağır ağır onu süzmeye koyulmuştu.
Bu o kadar uzun sürdü ki, Morrigan kanın boynundan yüzüne doğru tırmandığını hissedebiliyordu.
“Söylemeden geçemeyeceğim, büyüleyici görünüyorsun.” Elini eline alıp öperken gülümsemesi çarpıcıydı.
Eh, prens de hiç fena görmüyordu doğrusu. Siyah gömleği ve aynı renkteki takım elbisesine gri bir boyun bağı ve koyu bordo, bir omzunun gerisine atarak kendi yorumunu kattığı bir pelerin eşlik ediyordu.
“Sen de öyle, prens. Kıvılcımlarının masayı tutuşturmamasını umalım.”
Eamon kahkaha atarak koluna girebilmesi için yanındaki yerini almış ve onu yemek yenilen ana salona, giriş katına indirmişti. Neyse ki kral, kraliçe ve veliaht prensle aynı anda gelmeyi başarmışlardı.
Kral Ronan simsiyah saçlarına artık aklar eşlik eden, altmışlarının başında gibi görünen ve buz gibi mavi gözleriyle dikkatlice onları süzen bir adamdı. Kraliçe Tessa ise kırklı yaşlarının ortasında, sarı saçlı, küçük siyah gözleriyle ve tilki gibi ifadesiyle sinsi ancak güzel bir kadındı.
Şu anda elini ona uzatmakta olan Prens Darren ise babasının siyah saçlarına ve buz mavisi gözlerine sahip, uzun boylu, çapkın bakışlı bir genç adamdı. İsteksizce elini ona uzattığında normalden çok daha tutkulu bir şekilde elini öpmüş ve biraz da uzun süre tutmuştu.
Morrigan elini çekerken prensin ona attığı bakışta rahatsız edici, tuhaf bir şeyler vardı. Alelacele ancak vakur bir şekilde kral ve kraliçeyi de selamladı.
Kral Ronan başıyla onu selamlarken Kraliçe Tessa “Size gönderdiğim elbise, bu...” diye başlamıştı ki kendisini toparladı ve “...tam tahmin ettiğim gibi, size çok yakışmış.”
Morrigan kraliçeye zafer kazanmış bir edayla gülümseyerek “Ah, tahmin etmeliydim. Gerçekten zevk sahibi bir hediye, çok teşekkürler majesteleri.” diye şakıdı. Demek rezil olmasını sağlamaya çalışan kişi bu ufak tefek sinsi kadındı.
Eh, burada kaldığı sürece ona dikkat etmesi gerekeceğini zihninin bir noktasına kazıdıktan sonra Eamon’ın koluna sıkıca tutunarak masaya ilerlemiş ve bir daha da Prens Darren’le ya da kraliçeyle göz göze gelmemeye özen göstermişti.
Hep birlikte masaya geçip yerleştiklerinde Kral Ronan şarap dolu kadehini masaya doğru uzatarak “Kadehimi prenses ve siz dostlarının ziyareti şerefine kaldırmak ve bir kez daha hoş geldiniz demek isterim.” demişti.
Sözcükler samimiyetten uzak, bekışlar birbiriyle çarpışan kılıçlar gibiydi.
Morrigan çenesini kaldırıp gülümsedi ve kadehini hemen önündeki kadehle tokuşturarak “Habersiz gelişimize karşın misafirperverliğiniz için kendim ve dostlarım adına teşekkür ederiz, majesteleri.” diye şakıdı.
Edric’in diplomatik görüşmeler için neden “Şeker kaplı sözcükler... Her biri aslında cam kırıklarıdır, Morrigan, görünüşte tatlı olsalar da keserler seni.” dediğini şimdi çok iyi anlıyordu.
“Plansız ziyaretinizi neye borçlu olduğumuzu merak ediyorum doğrusu...” Prens Darren tek kaşını kaldırmış, sinsi bir şekilde sırıtıyordu. “Hoş, durumdan kesinlikle şikayetçi değilim. Bu sayede senin gibi bir prensesle tanışma şerefine eriştim. Öyle değil mi, anne?”
Pekâlâ, resmiyete ve siz demeye ne olmuştu?
“Elbette, hayatım, elbette. Ancak prensesin bunca yolu gelmesi için çok önemli bir sebebi olmalı. Tanrım, haftalar sürmüştür herhalde...”
Eamon kadehini kaldırıp onlara katılırken gururlu bir ifadeyle Morrigan'a baktı ve “Yalnızca günler, majesteleri.” dedi. Aslında prens kurt formunda koşsaydı ve onlar da sırtında olsalardı yine benzer bir sürede varabilirlerdi gibi gelmişti ona.
Bir gün mutlaka yarışmalı ve bu konuyu netliğe kavuşturmalılardı. Bu düşünce Morrigan’ın prense sırıtmasına sebep oldu.
Prens Darren kadehini kaldırıp Eamon’ınkiyle tokuştururdu. “Dinlemek isteyeceğim bir hikâyeye benziyor, merak uyandırıcı...”
Cümlesini tamamlarken gözleri Morrigan’ınkilere kilitlenmişti.
Morrigan kadehteki şaraptan iri bir yudum alırken delici bakışları görmezden geldi ve Kral Ronan’a dönerek “Sanırım bu konuyu yemeklerimizi yedikten sonra konuşsak daha iyi olabilir. Zira tadınızı kaçıracak haberlerle geldik, hazırlığınızın ve bu güzel yemeklerin boşa gitmesini hiç istemem.” dedi.
Her şey bir yana, tüm o uçuştan sonra deliler gibi acıkmıştı ve düzgün bir yemek yemeyeli de uzun zaman olmuştu.
Kral gergin ve ruhsuz bir şekilde gülerek “Elbette, acıkmış olmalısınız. Mutfaktakilerin sizin için hazırlık yapma fırsatları olmadı ancak ellerinden geleni yaptılar. Lütfen, buyrun.” dedi ve şarap kadehini bırakarak yemeğin resmen başlayabilmesi için çorbasından bir kaşık aldı.
Devasa masanın üzeri neredeyse hiç boş yer kalmayacak şekilde yemeklerle donatılmıştı. Morrigan iştahla yemeye başlarken hazırlık yapsalar ne olurdu diye düşünmüştü. Zihninin azımsanmayacak bir kısmı insan diyarının sokaklarındaki perişanlıkla kale duvarları arasındaki lüks ve şatafatı karşılaştırmakla meşguldü.
Ah Tanrılar, parmakları arasındaki kaşık ve çatal bile som altındandı...
“Eh, Kral Gladtirith ve Kraliçe Lalyn nasıl, prenses? Huzurlu hükümdarlığınızın onların eliyle devam ettiğini umuyorum, zira babam kendilerinden her daim övgüyle bahseder.”
Prens Darren’in sorusuyla birlikte elindeki kaşık bir an için havada kalmıştı. Eamon, Envy ve diğerlerinin endişeli bakışlarını üzerinde hissedebiliyordu.
“Maalesef, prens, annem ve babam geçtiğimiz haftalarda gerçekleşen hain bir saldırıda vahşice katledildi.” Açıklama yaparken sesi hissettiğinin aksine hissizdi. Eamon masaya yasladığı elini destek olmak isteğiyle sıkıca kavramıştı.
“Ah, ne büyük talihsizlik... Siz Öte Diyar’a inanıyordunuz, değil mi? Tanrılarınız onları kutsasın.” Gerçekten bir duygu barındıran tek tepki Kraliçe Tessa’dan gelmişti. Kral Ronan ve Prens Darren karafaları karışmış bir halde önce birbirlerine, sonra da kendisine bakıp taziyeye benzer bir şeyler mırıldanmakla yetinmişlerdi.
Kral Ronan tabağındaki eti kesmeye çalışmayı nihayet bırakırken “Peki bu nasıl oldu, prenses?” diye sordu.
Derin bir nefes alarak “Pekâlâ, madem şimdi konuşmak istiyorsunuz...” dedi ve her şeyi anlatmaya başladı.
Oyun çoktan başlamıştı.
---------------------------
“Dümen sana emanet, Illarion. Talimatlarımı saniyesi saniyesine takip etmelisin, yoksa hepimiz ölürüz. Şimdi...” Edric dalgaların ve Kraken’in öfkeli uğultusunun arasında sesini duyurabilmek için haykırıyordu. “...Sancak alabanda! Bizi ikiye ayırmadan ya da direklerimizi parçalamadan önce gemiyi çevirip mesafeyi açmamız gerek.”
Kaçmaları mümkün müydü emin değildi ancak durup öylece bu şeyle savaşamazlardı. Edric’in sayamadığı kadar çok dokunacı vardı ve bir kısmı onları oyalarken diğerlerinin gemiyi parçalaması işten bile değildi. Tek parça kalabilmek için aynı anda hem savaşmaları hem de hiç durmadan hareket etmeleri gerekiyordu.
“Deniz mahsulleri salatası günü sanırım, ha dostum?” Fearghal’in gri gözlerinin yerini yeşilin zehirli bir tonu alırken ilk şaşkınlığın ardından neşesi geri gelmeye başlamıştı. Edric dalgaları delip aralarından yükselen yosun ve sarmaşıkları görünce bu şakacılığın sebebini anlamıştı.
“Bir solungaçlının atıştırmalığı olmak için yaşamadım ben onca yüzyıl bir dağ başında...” Odhran’ın kılıç ve bıçaklarının keskin ağızları derin mavilikleri yarıp tepelerinde öfkeyle dönmeye başlamıştı bile.
Edric kılıcını çekerken bir yandan da okyanusun ortasında olmanın verdiği coşku ve savaşacak olmanın getirdiği heyecanla kükreyen büyüsünü kontrol altında tutmaya çabalıyordu. Gücün baskısı yüzünden kemikleri sızlıyordu, bu yüzden bir parça büyünün parmaklarından dökülüp kılıcının ağzına dolanmasını ve keskin çeliği çevrelemesine izin verdi.
Aniden tarih kitaplarının tozlu sayfaları arasından kopu aklına düşen bir fikirle “Güneş...” diye mırıldandı.
“Illarion, senin gücüne ihtiyacımız var. Güneş derin sularda yaşayan canlıları zayıflatır, olabildiğince parlak olmalı!”
O lafını bitirir bitirmez korkunç bir uğultuyla birlikte geminin omurgasına bir darbe daha inmişti bile. Illarion bir koluyla dümeni yakalayıp keskin bir manevrayla onları ters yöne çevirirken bir yandan diğer elini gökyüzüne uzatmıştı.
Tüm gücüyle parıl parıl parlayan güneş ışınları güvertenin dört bir yanında ışıldamaya başlarken okyanusun yüzeyini de sıvı altın gibi gösteriyordu.
Devasa kollardan biri kulakları sağır eden bir başka kükremeyle birlikte güvertenin tam ortasına inmek üzereyken Fearghal galiz bir küfür eşliğinde onu yakalamayı başarmıştı. Odhran hızlıca saldırırken bir yandan da onu yakalamaya çalışan diğer küçük kollardan kaçınmaya çalışıyordu. Komutan küçük olan kolları bıçaklarıyla parçalamakta başarılı olsa da büyük olanlar daha sert bir dokuyla kaplı olduğundan hala hareket edebilecek kadar tek parçalardı.
Kraken’in gemilerin orta güverte ve direklerini hedef aldığı doğruydu demek... Esasen henüz gemiye tırmanmamış olmasının yegane sebebi, tüm gücüyle etrafı aydınlatan Illarion’un büyüsü ve Fearghal'in karmaşık bir ağa dönüşmüş gibi göünen büyülü yosun ve sarmaşıklarıydı. Aksi halde çoktan yan taraflarından tırmanıp tepelerine binmiş ve onları ikiye ayırmış olurdu ki Edric’in okuduğu nice hikayedeki denizcilerin sonu böyle gelmişti.
Odhran sıkıntıyla oflayarak “Edric!” diye haykırdı. Canı yandıkça gürleyen ve kükreyen yaratığın ve güverteyi döven buz gibi dalgaların sesi arasında sesini zar zor duyurabilmişti. “Bırak şu kılıcı! İşe yaramıyor, görüyorsun. Sana farklı şekillerde ihtiyaç var, evlat. Yapabileceğinden eminim, haydi!”
Edric kılıcını kınına soktu ve bir an için karşısındaki yaratığa bakakaldı. Kraken tüm engellemelerine ve zayıflamış olan gücüne rağmen en büyük iki kolunu geminin kenarlarından uzatarak kendisini yukarı çekmeye başlamıştı bile. Gün ışığının yer yer yaktığı ve pis kokulu dumanlar tüten teninden yer yer açık pembe eti gözüküyordu. Fearghal’in zehirli sarmaşık ve yosunları onlarca kolu zar zor tutuyordu ve Odhran’ın bıçakları her biri birer mermer kolon kadar kalın olan kollara ancak yüzeysel zararlar veriyordu.
Bu şekilde en fazla on, ya da on beş dakika dayanabilirlerdi.
Illarion bir kez daha keskin bir manevrayla onları rüzgarı arkalarına alacak şekilde çevirince bir an için dengesini kaybedip tökezledi.
Büyü coşkun bir deniz gibi içinde akıyordu ve kendisini eskiden olduğu gibi gayet iyi hissediyordu aslında ama... Kalbinde, derinlerde bir yerde yaşadıklarının ardından kalıcı bir hasar almış olmanın, ruhen sakatlanma ihtimalinin korku ve endişesi vardı. Orada durmuş Kraken’in bir kan pıhtısı gibi mor-kırmızı gözlerinin ta derinliklerine bakarken ve geminin güvertesinde çatırtılar işitilirken eli içgüdüsel olarak boynundaki madalyona gitti.
Yaşananları geride bırakmak için çok uğraşmıştı, o anlar birer birer gözünün önünde belirirken Edric bunu yapabilmek için ihtiyaç duyduğu güce sahip olduğunu nihayet anlamıştı. Daha da önemlisi, bunu yeniden hissedebiliyordu.
Onun ve diğerlerinin çabalarının boşa gitmesine izin vermeyecekti.
O güvertedeki kolların ve yosunların üzerinden atlayarak ilerlemeye başlarken büyü omurgasından aşağıya inip kemiklerini birer birer kırarak tekrar birleştirmeye, onu yeniden yaratmaya başlamıştı. Değişim tanıdık açık mavi parıltısıyla onu kucaklayıp diğer formuna ulaştırırken Edric, geminin kıç kısmına doğru tüm gücüyle koştu ve kendisini boşluğa bıraktı.
Büyüyen bedeni ve uzuvlarıyla, içinde akan muazzam güçle birlikte mavimsi beyaz kanatlarını çırptı ve gökyüzüne doğru yükseldi.
Bir an için aşağıya baktığında içinde bulundukları durum gözüne daha da kötü görünmüştü. Kahretsin, acele etmeliyiz... Eh, kelimeler dostlarına ulaşsa da yalnızca birer gürleme ve kükremeden ibaretlerdi. Edric çevik hareketlerle bedenini sabırsızca ileri doğru attı ve daha da yükseldi. Lacivert, belli belirsiz ufuk çizgisinin eğimi giderek belirginleşiyordu.
Yaratığın mor, aç gözlerinin kendi üzerine kilitlendiğini fark etmişti. Devasa kollar kendisine uzansa da fazlasıyla hantallardı.
Edric birdenbire kanat çırpmayı bıraktı ve burnunu aşağıya çevirerek kendisini boşluğa bırakarak düşmeye başladı. Kanatlarını gövdesine yapıştırarak kendisini rüzgâra teslim etti, bir ok gibi dönerek inerken çevresi ancak bir bulanıklıktan ibaretti.
Korkunç bir hızla hedefinin üzerine doğru inerken Kraken’in gözünü isabet almıştı. Tüm hızı ve gücüyle yaratığın sol gözüne çarparken keskin çenesi ve burnu yumuşak dokuyu parçalayarak yapışkan sıvıya bulandı.
İğrenç... Öfkeyle kükreyip tekrar yükselirken bir yandan da deliler gibi çırpınan kollardan kaçınmaya koyulmuştu. Neyse ki tam o anda Fearghal ustalıkla ve tüm gücüyle tepki vererek yaratığı bir kez daha kıskacına almayı başarmıştı. Odhran’ın amansız bıçakları da diğer kolların icabına bakmıştı. Illarion son bir kez daha keskin bir manevrayla geminin sarsılmasına sebep olsa da Kraken sağlam kalan dört koluyla geminin gövdesine mengene gibi sarılmıştı ve bırakmaya da hiç niyeti yoktu.
Buradan sonrası tamamen kendisindeydi.
Kanat çırpıp bir kez daha yükselirken derin bir nefes aldı, büyüsünün serin dalgaları boğazından yükseliyordu.
Bir an için zihni geçmişe gitmişti.
Yıllar önce, Morrigan henüz küçük bir kızken büyü ve elementler hakkında sorular sormayı pek severdi. Bir gün onu şatonun bahçesindeki çeşmede alıştırma yaparken görünce suyun nasıl bir silah olarak kullanışlı ya da tehlikeli olabileceğini merak etmişti.
“Sakın unutma, Morrigan... Sana yaşamı armağan eden, nefes almanı sağlayan şeyler sana karşı silah olarak kullanılmaya uygun ilk şeylerdir aynı zamanda. Nasıl ki bir şeyin azlığı zararlı olabiliyorsa, fazlalığı da pekâlâ felakete dönüşebilir.” Huysuz ve inançsız bir ifadeyle onu süzen kız kardeşine gülümserken bunları söylemişti o gün.
Kanat çırpmayı bırakıp kendisini rüzgarın akışına bırakarak dönerken sivri dişler ve dikenli pullarla kaplı çenesini araladı ve gücün akıp gitmesine izin verdi.
Kör edici bir hızla boğazından yükselerek fışkıran turkuaz, parıltılı su tüm tazyiğiyle Kraken’in kollarından en büyük olana çarptı ve onu bir dal gibi ikiye biçti.
Dehşet ve acıyla taçlanan öfkeli çığlıkla birlikte diğer üç kol da tutunmayı bırakmış, Illarion usta bir dümen hareketiyle aniden ileriye fırlayan gemiyi toparlayarak bu kıskaçtan kurtarmayı başarmıştı.
Yelkenler yeniden şişip gemiyi hızla ileriye taşırken Edric bir zafer çığlığıyla döndü ve acıyla suların arasına gömüldüğünü gördüğü Kraken’e doğru uçarak son bir kez saldırıya geçti.
Bu sefer devasa bir balonu andıran kafanın tam üzerini hedef almıştı. Tüm gücüyle bir nefes alıp verirken büyü bir kez daha kendisinden taşarak hedefini tam isabetle buldu.
Devasa bir topu andıran kafa, tazyiğin etkisiyle delinip parçalarına ayrılırken ortalık bir hayli karışmıştı. Kan, doku ve kemik parçaları havada uçuşuyor, dalgaları kızılın göz alıcı bir tonuna boyuyordu. Son kez cılız, derinden gelen bir kükreme işitildikten sonra devasa yaratık kendi kanıyla kızıla boyanan dalgaların arasında batmaya başlamıştı.
Artık hareket etmediğinden ve tamamen yok olduğundan emin olduğunda Edric gemiye doğru uçup kendisine gülümseyen dostlarının arasına inerek kendi formuna döndü. Dönüşürken dizlerinin titrediğini hissederek güvertenin ıslak döşemelerinin üzerine diz çökmüştü.
Dilinde kan tadı vardı.
Başı hafifçe dönse ve midesi biraz bulansa da beklediğinden daha iyi hissediyordu. Başına toplanan komutanlara ve Illarion’a hafifçe gülümseyerek “İyiyim, merak etmeyin. Yalnızca uzun zaman olmuştu, giderek daha iyi olacaktır.” dedi, kusmayacağından emin olur olmaz ayaklanmıştı.
“Elbette öyle olacak, evlat. Diğer formlarınız bu bedeninizle tam olarak ilintili değil, o yüzden sen çoktan iyileşmiş olsan da diğer bedeninin iyileşmesi biraz daha zaman alacaktır.” Odhran elini dirseğine yerleştirip kalkmasına yardımcı olmuştu.
Fearghal coşkuyla sırtına vurarak “Aynen öyle, en fazla birkaç hafta daha gerekecek gibi görünüyor. İyi iş çıkardınız, Majesteleri.” dedi, yüzünde zafer dolu bir sırıtış vardı.
Illarion tutunduğu halatlardan güverteye zıplarken yüzünde coşkun bir gülümseme vardı, altın sarısı ışınlar yerlerini yavaş yavaş güneşin normal, şimdi onlara cılız gelen ışıltısına bırakmışlardı. “Haberler iyi, majesteleri. Fırtınaya ve Kraken’e rağmen yarın öğlen saatlerinde adaya iniyor olacağız, prensesin bıraktığı küre sayesinde rüzgar bizden yana... Şu ilerideki kayalık, yolu yarıladığımızın bir göstergesi.” Illarion birkaç mil ötedeki horozu andıran koyu renkli bir kayalığı işaret ediyordu.
Edric geminin kıç kısmındaki halatlara tırmanarak geride bıraktıkları kızıl sulara ve dalgaların arasına gömülmekte olan devasa et ve kemik parçalarına baktı. Eli içgüdüsel olarak boynundaki madalyona gitmişti.
Bir an için büyülü, serin ve iyileştirici dalgaların ruhunun her bir köşesinin yıkayıp geri çekildiğini hissetti. Mide bulantısı kaybolmuştu ve artık kulakları kalp atışlarıyla uğuldamıyordu.
“Zor olanın buraya kadarki kısım olmasını umalım o halde...” diye fısıldarken gözleri lacivert ufuk çizgisindeydi.
----------------------------------
Geçen tüm o haftalarda yaşadıklarının üzerinden tekrar tekrar geçmek, Morrigan’ı hem yormuş hem de incindiği yerleri bir kez daha dürtüp kanatmıştı. Derin bir nefes alıp Kral Ronan’ın yüzüne kırılgan bir sükunetle bakarken zorlansa da bunu katiyyen belli etmemişti.
“Bu çok... Şaşırtıcı. Ancak yine de, beklenmedik olduğunu söyleyemem.” Prens Darren’in yüzündeki üzüntü, gözlerine ulaşmaktan fazlasıyla uzaktı.
Kral Ronan buz gibi bakışlarını oğlunun üzerine dikerken “Şaşırtıcı ve üzücü evet, kesinlikle. Prens, amcanızla diplomatik tanışıklığımız sayesinde edindiği izlenimden bahsediyor diye tahmin ediyorum.” diyerek ona dönmüştü. Bu sırada Morrigan yalnızca, Oğlundan çok daha sıkı bir oyuncu, diye düşünmüştü. “Haksız da sayılmaz, esasen. Amcanızı yazışmalarımızdan tanırdım, öne çıkmayı seven ve hırsları olan bir adam gibi gelmiştir bana hep.”
Morrigan zihninde titreşen öfkenin onlara ulaşmasına engel olmak için dirseklerini masaya yaslayarak ellerini birbirine kenetledi. Annesi bu hareketini görse onaylamaz bakışlarla kafasını sallardı.
“Bu... Çıkarımlarınızdan babamın da haberi var mıydı, majesteleri?” Olmadığından emindi.
“Ah, elbette...” Yalanlar, yalanlar... “Babanızla bu hususta ayrıca bir temasımız olmuştu ancak kendisi, nasıl desem, kardeşinin iyi niyetine koşulsuz şartsız güvenmeye daha yatkındı.”
Babası gerçekten de amcasına itimat ederdi, ancak arkasından dolaşılarak gerçekleştirilen böyle bir diyalogdan Kral Ronan onu haberdar eder miydi, ya da haberdar etse dahi babası gerçekten kardeşine güvenmeyi mi seçerdi acaba? Bu asla bilemeyecekti.
Gerçekler ve yalanlar birbirine karışıp zihninde uğuldamaya başlamıştı.
“Nihayetinde size bir ittifak teklifiyle geldik, Kral Ronan. Yaklaşan bu savaşta insanlar ve feylerin karanlığın karşısında omuz omuza durmasını umuyoruz.” Morrigan derin bir nefes alarak nihayet geliş amaçlarına getirmişti konuyu.
“Beni sakın yanlış anlama, Morrigan, ancak bu meseleyi Prens Edric’le konuşmamız gerekmez miydi? O nerede?” Prens Darren’in aleni küçümsemesi karşısında Morrigan dişlerini sıkarak bir hırıldamayı yutmuştu. Diğer dostlarının da dikkatle kendisini süzdüklerini hissedebiliyordu.
“Elbette, babanızın bu meseleyi Kral Edric’le konuşması daha doğru olurdu prens." Kelimeleri birer birer, üzerine basarak vurgulamıştı. "Ancak durumlar şu an için bunu gerektiriyor, zira kendisi de bambaşka bir diyarda benzer bir amaç için bulunmakta.” Gözlerinde gümüşi bir şekilde parıldamakta olan öfkeli büyüsünün farkında olsa da aldırmadan buz gibi bakışlarını prense çevirmişti.
Doğrusu Prens Darren’in sandalyesinde huzursuzca kıpırdandığını görmek öyle tatmin ediciydi ki...
“Zümrüt Diyar’ın kanunları gereği...” Eamon imalı bir gülümsemeyle önce ona bakmış, sonra da alevlenen bakışlarını prense dikmişti. “...Kraliyet ailesinin her ferdi temsil hakkına sahiptir ve buna göre diplomatik ilişkileri yürütebilir. Babanız prens olduğu dönemde Kral Edric’le temas kurmuş biri olarak bunu gayet iyi biliyordur.”
Prens Darren öfkeyle Eamon’a bakıyordu şimdi. İki prensin bakışları birbirine kilitlendiğinde Morrigan odanın aniden birkaç derece ısındığına yemin edebilirdi.
Kral Ronan, Morrigan gibi ellerini kenetleyerek buz gibi bakışlarıyla oğlunu uyardıktan sonra “Elbette, majesteleri, elbette... Oğlumun bu diplomatik ayrıntıdan henüz haberi olmasa da ben bu gerçeğin gayet farkındayım. Yalnız...” diye söze başlamıştı.
İşte, pazarlık başlamak üzereydi. Çıkarlar çarpışacak, karşılıklı ödünler beklenecek ve hesap kitaplar yapılacaktı. Gerekirse geçmiş de bu oyun masasına yatırılırdı.
“Biz insanlar, sizler gibi güçlerimiz olmasa da nüfus olarak kalabalık olmamız ve topraklarımızın çetin yapısı sebebiyle avantajlı bir konumdayız takdir edersiniz ki. Üstelik sizinle taraf olmak, kuvvetli bir düşmanı alenen karşımıza almak demek... Bizim bundan çıkarımız ne olacak, prenses?” Kral arkasına yaslanarak ukala ve hesapçı bakışlarıyla onu süzmeye koyulmuştu.
“Kaldı ki, tarih benzer bir savaşı bizlere getirmiş ve seçim yaptırmıştı. Şimdi neden farklı bir karar verelim ve geçmiş ittifakımızın bizlere sağlayabileceği güvenlik ihtimalini yok ederek bir maceraya atılalım? Ne uğruna?” Kocasının eline uzanırken kraliçe de bilmiş bir tavırla Morrigan'a bakıyordu şimdi.
Anlaşılan bu kadının tilkiye benzeyen tek şeyi yüzü değildi. Morrigan bu ufak tefek, sessiz kraliçeden böylesi bir bilgi birikimi ve hesapçılık beklemeyen dostlarının şaşkın bakışlarına hafifçe gülümsedi. Eamon’ın ifadesindeyse yalnız kendisinin okuyabileceği bir tiksinti vardı.
Prens Darren parmaklarını masaya vurarken sesli düşünmeye başlamıştı. “İşittiğimiz kadarıyla şatonuz işgal edilmiş, halkınız darda ve ordunuz da ele geçirilmiş vaziyette prenses. Yanınızdaki dostlarınıza bakınca...” Gözleri Envy ve Brandon’ın üzerinde dolandı. “...Müttefikiniz olmak pek de cazip ve prestijli bir şeymiş gibi gelmiyor kulağa doğrusu.”
Pekala, bu kadarı fazlasıyla yeterliydi. Eamon’ın büyüsüyle ısınan oda aniden buz kesmişti. Oyalanmaları için parmakları arasında tuttuğu çatal hafifçe parıldamaya başlamıştı ki aceleyle derin bir nefes alarak kendisini toparladı.
Kontrol, kontrol en büyük güçtür Morrigan, kontrol et... diye kendi kendine tekrarlıyordu.
Mahvetme lüksünün olmaması çok üzücüydü.
“Envy benim çok kıymetli bir dostumdur, Prens Darren. Canım kendisine emanettir. Bu topraklarda nasıl anıldığı ayrı bir konu zira sizler daha iyi bilirsiniz; insan halkı bir süredir oldukça zor koşullarda yaşıyor ve yaşamak için bir şeylere mecbur kalmaları oldukça yaygın, insani bir gerçek. Brandon ise benim şahsi korumam ve rehberimizdir. Bunun dışında...” Derin bir nefes alarak kartlarını oynamaya başlamıştı.
Eli, onların aktardığı kadar zayıf olmaktan ziyadesiyle uzaktı.
“Aktardıklarınız doğru olsa da tarihi bu kadar iyi bilen sizlerin de anımsayacağı üzere biz feyler ülkelerine ve milletlerine bir hayli düşkün yaratıklarız. Bu yüzden, eninde sonunda halkımın örgütlenmiş bir halde savaşmaya hazır olacağını söyleyebiliriz. Üstelik siz insanların aksine, bizim tüm halkımız savaşçıdır. Okyanus Feyleri’nin de tüm deniz gücüyle bizimle olduklarını varsayarsanız...”
Kral Ronan kaşlarını hayretle kaldırarak “Öyle mi? İşte bu, tarihin tekerrür etmediği bir husus.” diye söylenmişti. Kraliçe ve prensin yüzleri de karmaşık ifadelerle donanmıştı. Nihayetinde bahsettiği devasa bir deniz gücü ve çok büyük bir avantajdı.
Şimdilik bu bir yem olsa da Morrigan'ın Edric'e bu konudaki güveni tamdı.
“Bununla birlikte, Feyler Tarihi’ni araştırırsanız, Asdum’un bizim diyarımız ya da Myr Diyarı ile yetinmeyeceğini de anlarsınız. Kara ve hava güçlerine sahip olacak olan Varallhann’la en geniş sınır da size ait olduğundan, örgütlenen ve insanlarla birlikte sınırda konuşlanacak büyü yapabilen feylere ya da deniz kuvvetlerimize ihtiyacınız olacaktır.” Ukala bir gülümsemeyle arkasına yaslanırken Prens Darren ve Kral Ronan’ın yüzündeki hayret ifadesini keyifle süzdü.
Kraliçe Tessa’nın yüzündeyse geçmişle olası gelecek senaryolarını kıyaslayan sıkıntılı bir ifade vardı.
Son kartını da masaya bırakırken Morrigan azımsanmayacak bir yorgunluk ve keyif hissediyordu. “Bu savaş, taraf olmayanın bertaraf olacağı ancak bizim karşımızdaki tarafı seçenin de seçiminin mutlak suretle kendi aleyhine olacağı bir savaş, majesteleri. Şimdi, teklifimize ne diyorsunuz?”
“Prenses, bu...” Prens Darren sıkıntılı bir ifadeyle lafa girse de Kral Ronan elini kaldırarak oğlunu susturdu.
“Durduğunuz yeri ve aktardıklarınızı çok iyi anlıyorum, prenses. Ancak bizlerin de bunu kendi içimizde değerlendirmek ve kurulumuzu toplayıp danışabilmek için zamana ihtiyacımız olacaktır, takdir edersiniz ki. Çok uzun olmayacak bu süre zarfında kalenin keyfini sürün lütfen.”
“Elbette, sizleri ağırlamak bizim için büyük bir onur olacaktır. Her şeyle bizzat ben alakadar olacağım.” Kraliçe Tessa’nın yüzünde gözlerine ulaşmayan bir gülümseme vardı.
Morrigan bu kadından hiç ama hiç hoşlanmamıştı. Ancak buna odaklanmak yerine, masadaki dostlarının ve Eamon’ın gurur dolu bakışlarının tadını çıkarmaya karar vermişti.
“Elbette kapsamlı bir değerlendirme yapmanız gerekecektir ve ben de kralımız da bunun farkındayız. O halde izninizle, majesteleri, bizler odalarımıza çekilsek iyi olur. Zira sizlerin de bildiği gibi uzun yoldan geldik.” Masadan kalkarken diyarında adet olduğu üzere Kadim Dil’de afiyetler dilemiş ve yumruğunu göğsüne yaslayarak selam vermişti.
Gölgelerin arasından çıkarak onlara eşlik eden Sir Edren’i takip ederek odasına giderken aklı oyun masasının karşı tarafına dizilecek olan kartlarla meşguldü.
----------------------------------
Morrigan odasına gidip hışımla kapıyı kapatırken neredeyse menteşeleri yerinden sökecekti.
Zümrüt Diyar’ın, halkının ve ailesinin bu denli aşağılanmasına izin vermek zorunda kaldığı için kadere okkalı bir küfür savurdu. Kükrememek için ısırdığı dilinde kan tadı vardı.
Hırsla elbiseyi üzerinden sökercesine çıkardı ve yastığının üzerine onun için bırakılmış olan mürdüm rengi geceliği giyerek saten sabahlığın kuşağını bağladı. Saçlarını yolar gibi tarayıp sabırsızca tepesinde bir topuz yaparak makyaj masasına oturdu ve aynaya baktı.
Yeşil gözleri gümüşi beyaza dönmüştü ve öfkeyle parıldıyordu. Hızlıca nefes alıp verirken gözlerini kapattı ve başka bir şeyler düşünmeye çalıştı.
Sahi, Eamon nerede kalmıştı? Sabah konuştuklarında yemekten sonra mutlaka geleceğini söylemişti. Onunla sohbet etmek ve kolları arasında bu akşamla alakalı fikirlerini dinlemek Morrigan’ı rahatlatırdı.
Prens muhtemelen kendisininki kadar yakıcı olan öfkesini ve büyüsünü yatıştırmak için yanına gelmeden önce hızlı ve buz gibi bir duş almakla meşguldü. Morrigan ona bu konuda yardımcı olabilirdi gerçi...
Bu düşünce bir nebze sakinleşmesine yardımcı olmuş ve onu güldürmüştü.
Kapının açıldığını duyunca daha da geniş bir şekilde gülümsedi ve büyük bir rahatlamayla dönerken “Nihayet! Nerede kaldın, prens, neredeyse ben senin odana-” diye söze başlamıştı ancak cümlesi yarıda kaldı.
“Eh, beklettiğim için üzgünüm ama odama geleceğini de ummazdım doğrusu. İyi geceler, Morrigan.”
Prens Darren kapı pervazına yaslanıp kollarını birbirine bağlarken buz gibi gözlerine ulaşan bir gülümsemeyle baştan aşağı onu süzüyordu.
------------------------------------
Herkese selamlar, nasılsınız? Umarım bölümü görenler beğenmişlerdir^^
Ben yeni bir işe başladım ve oldukça yoğun çalışıyorum, dolayısıyla yazmayı bu alışma döneminde biraz geri plana attım gibi oldu maalesef. Hiç istemedim ama oldu :') Nihayetinde yakın zamanda geri döndüm, mümkün olduğunca yazıyor olacağım yine.
Okuyan herkese çok teşekkürler ve selamlar <3 Bir sonraki bölümde görüşmek üzeree
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |