6. Bölüm

6. Bölüm

Mika Tina
mikatina

BÖLÜM 6

“Ölüm, tehlike değil, yaşamın ta kendisinin verdiği bir hatırlatmadır.”

 

DIŞARIDAKİ TEHLİKE

Evimiz, kasabanın en köhne yapılarından biri olan iki odalı bir kulübe. Bu durum yalnızca bizim ailemize özgü değil; Sinek Kasabası’ndaki tüm evler aynı şekilde, iki odadan ibaret. Yıllar boyunca bu evler, yalnızca bir barınak değil, adeta birer hapishane oldu bizim için. Babam Hans, her fırsatta bizim işe yaramaz olduğumuzu dile getiriyor. Bugün, bizi çiftliğe götüreceğini söylediğinde, ilk kez dışarı çıkacak olmanın garip heyecanı içimi kapladı. Ama bir o kadar da korkuyordum.

Ben, Mavi. Kardeşim Yeşil’le birlikte, Zenon dünyasının en hor görülen varlıklarından biriyiz: Cinsiyetsiziz. Beş yaşındayız ama bugüne kadar Sinek Kasabası’nın çamurlu yollarına ayak basmamıza bile izin verilmedi. “Dışarısı sizin için ölümcül tehlikelerle dolu,” derdi babam. Şimdi o ölümcül dış dünyaya adım atacağım fikriyle içimde karmaşık duygular uçuşuyor.

Gri cübbemi giyindim. Bu cübbe, kasabamızın çiftçi üniformasıydı. Sinek halkı tarlaya giderken gri cübbe giyer. Hatta gri, kasabamızda adeta hayatın rengi olmuştu; kasvetin ve boyun eğişin sembolüydü.

Tabureye oturduğumda, annem elindeki eski tarakla beyaz saçlarımı taramaya başladı. Parmağımla sayılabilecek kadar az olan saç tellerim, annemin narin parmakları arasında ince ince tarandı. Aslında geçen yıla kadar saçım yoktu. Annem, Yeşil’e dönmeden önce gri cübbeme bir kez daha çeki düzen verdi.

“Tamam, artık hazırsın,” dedi. Sesinde şefkat vardı ama o şefkatin altında bir miktar üzüntü saklıydı. Başımı çevirdim, gözlerim annemin gözleriyle buluştu. Bir an duraksadım ama hemen ardından gözlerimi kaçırdım. Kendi görüntüme bakmaktan bile nefret ediyordum. Annem aynayı işaret etti. “Aynaya bak, fakat gözlerime bakma,” dedi.

“Hayır,” dedim kararlı bir şekilde. Gözlerimi, gri pullarla kaplı tuhaf bedenimi görmemek için kaçırıyordum. Kirpiğim bile yoktu. Gülümsediğimde, sıradan insanların beyaz dişleri gibi parlayan dişlerim olmadığını hatırlamak bana acı veriyordu.

Annem iç çekti, Yeşil’e döndü. Kardeşim sessizdi ama yüzünden bir memnuniyetsizlik okunuyordu. Annemin Yeşil’i hazırlaması çok sürmedi. “Teşekkür ederim,” dedi Yeşil. Ardından ekledi: “Ama ne yaparsan yap, acınası halimi düzeltemezsin.”

Yeşil’in hırıltılı sesi her zamanki gibi tüylerimi ürpertti. Biz Cinsiyetsizlerin sesi ne ince ne de kalındı. Hatta sesimizin tonu çoğu zaman insanlara korkutucu gelirdi. Annem bizi yanaklarımızdan öptü ve kapıya doğru yönlendirdi.

Evden çıkmadan önce kahverengi koltuğumuzda yatan Lee Anneye yaklaştık. Yüzü bembeyazdı, neredeyse solgunluğuyla koltuğun rengine karışıyordu. Hasta bedeni yorgun düşmüştü ama yine de bize şefkatle baktı. “Hoşça kal, Lee Anne,” dedim. Yeşil de onun yanağına bir öpücük kondurdu. Lee Anne, dünyada güzelliği hatırlatan son şeydi. Uzun kirpikleri, mükemmel yüz hatları… Ama artık bu güzellik yalnızca bir gölgeydi.

Günlerdir süren hastalığı onu neredeyse tamamen tüketmişti. Babamın sert sesi düşüncelerimi böldü. “Oyalanmayın! Bir işe yaramayı öğrenmenin zamanı geldi,” dedi yatak odasından çıkarak.

Hızlıca kapıya yöneldik. “Şapkalarınızı takın!” diye emretti. Gri cübbelerimizin şapkalarını başımıza geçirdik. Bu şapkalar, bizi dış dünyada gizleyecek en önemli unsurdu. Gri pullu tenimizin güneş ışığında parlamasını engeller ve yüzümüzü tanınmaz hale getirirdi.

İlk adımımı dışarıya attığımda, çamurlu zeminin soğukluğunu hissettim. Derin bir nefes aldım; toprak kokusu ciğerlerime doldu. Gri pabucuma baktım. Çamurun dokunuşu bile heyecan vericiydi. Bir an için Yeşil’e dönüp onun da aynı şeyi hissedip hissetmediğini merak ettim. “İlkbaharın bu kadar güzel olacağını düşünmemiştim,” dedim kendi kendime fısıldayarak.

Dar ve düzensiz sokaklarda yürürken, Sinek Kasabası’nın ne kadar iç karartıcı olduğunu fark ettim. Evler tek katlıydı ve hepsi birbirinin aynısıydı. Ufukta yükselen beş katlı bir bina gördüm ve Beş katlıydı. Gözlerim hayretle açıldı. “Bir, iki, üç, dört, beş,” diye saydım usulca.

“Ne sayıyorsun?” dedi Yeşil, merakla. Parmağımla binayı işaret ettim. “Orada ne var sence?”

“Umurumda değil. Bu kasabanın hiçbir şeyi ilgimi çekmiyor,” diye cevapladı Yeşil, aldırmaz bir tavırla.

Sinek kasabasındaki sokaklar dar, dağılım ise düzenliydi. Kasaba olarak ekonomik durumumuz oldukça kötüydü ve Zenon dünyasında en alt sınıfta yaşıyorduk. Annemden duyduğuma göre, Zenon dünyasının en zengin sınıfını Kupa sınıfı oluşturuyordu. Kupaların evleri, bizim evlerimiz gibi tek katlı değil, yüksek katlı binalardan oluşuyordu ve çukursuz, düzgün yollara ayrılmıştı.

En ilginç tarafı ise, o kasabalarda güneşin hiç batmıyor oluşuydu. Gündüz, gece, hiç fark etmezmiş; sanki sürekli bir ışık içinde yaşarlarmış. Geniş caddeler, yemyeşil parklar, sonsuz uzanan sokaklar… Annemin Kupa kasabası hakkında nasıl bilgi edindiğini hiç sormamıştım. Aslında, o kasaba hakkında bir şey öğrenmek bile oldukça zordu. Çünkü Sinek kasabası, şehrin girişindeydi; Kupa kasabası ise çıkışında. Yani, oraya gitmeden orası hakkında bir şey öğrenmek neredeyse imkansızdı.

Dakikalarca yürüdük. Gri cübbem o kadar uzundu ki, her adımımda yere sürtülüp ayaklarıma takılıyordu. “Sence daha ne kadar yürürüz?” diye sordum, yanı başımdaki Yeşil’e. “Yoruldun mu?” diye yanıtladı. Bunu duyduğumda, kafamda garip bir yankı uyandı. Yorulmak? Ne demekti bu? Daha önce hiç yorulduğumu hatırlamıyordum. Bedenim, adeta durmaksızın enerji üretiyor gibi hissediyordum. Gülümsedim. “Hayır,” dedim, adımlarımı hızlandırarak. Yorgun değildim; her adımda daha güçlü hissediyordum, sanki yürüdükçe daha da büyüyordum.

“Eh, yürümeye devam et o zaman,” dedi Yeşil, sakin ama kararlı bir şekilde. İlkbaharın başlarıydı, fakat etrafta çok fazla insan yoktu. Halkın neredeyse tamamı çiftçi olduğundan, bütün gününü toprakla uğraşarak geçiriyordu; sabahın ilk ışıklarından akşam güneşinin batışına kadar. O yüzden kasaba, adeta terkedilmiş gibiydi. Her şey durağandı, tekdüze bir sessizlik hakimdi. Adımlarım ağırlaştıkça sabrım tükeniyor, her geçen saniye, hedefe varma isteğimle içimde biriken huzursuzluk büyüyordu. Tam bu sırada, gözlerim devasa demir parmaklıklarla çevrili büyük bir kapıya takıldı. Kapının üzerine, büyük harflerle yazılmış “Zenon Çiftliği” yazısını okudum. İçimde bir şeyler kıpırdadı. Annem, bize altı aylıkken okuma yazmayı öğretmişti; bu yüzden kelimeler hemen zihnime kazındı. “Zenon Çiftliği…” diyerek tekrar ettim. Sanki o harfler, hayatımıza dair bir şeyler anlatmaya çalışıyordu.

Babam sessizce kapıyı açtı ve içeri girmemizi sağladı. İçeri adım attığımızda, karşımıza bambaşka bir dünya çıktı. Geniş bir arazi, toprağın nemli kokusuyla burnuma doldu. Bu koku, yıllardır duyduğum tanıdık bir kokuydu. Çocukken, evimizin penceresinden dışarıdaki cinsiyetli çocukları seyrederken, onların kokularını hemen alırdım. O korkunç, çürük et gibi kokan tenlerini hissederdim. Biz Cinsiyetsizlerse naftalin gibi kokardık, ama o farkı her zaman net şekilde duyumsardım.

İçeride, gri cüppeler içinde çalışan birçok sinek halkı vardı. Toprakla uğraşan, tarla ekimlerini yapan insanları görmek şaşırtıcı değildi, ama bu kadar geniş bir alanda birden fazla topluluğun varlığı daha önce hiç görmemiştim. Babam derin bir nefes aldı ve “Beni takip edin,” dedi. Sesindeki sertlik, adımlarındaki kararlılıkla birleşince, ben de hızla onun ardına düştüm. Bir süre sonra, küçük, biraz karanlık bir odaya girdik. İçerideki hava basık ve sıkıcıydı. Babam, hiç vakit kaybetmeden iki odun parçası aldı. O an, bu odunlarla bizi döveceğini düşündüm; fakat yanıldım. O odunların ucunda, farklı metal şekilleri vardı. Birinin ucu sivri, diğerinin ise yuvarlak ve yayvandı. Babam, bunları eline alıp, dikkatle inceledi ve “Kazma ve kürek,” olarak tanıttı. Kelimeleri zihnime kazıdım: Kazma, Kürek, Çalışmak. Bu yeni bilgiyi sindirip, Yeşil ile birlikte babamın peşinden araziye doğru ilerledik.

Her arazinin başında numaralar yazıyordu. Toplam kaç arazi olduğunu bilmiyordum, ama tabelasında üç yazan arazinin başında durduk. Babam, cebinden çıkardığı tohumları avucumuza sıkıştırdı. Elimdeki sarı, küçük tohumlara bakarken, babam kazmayı bana, küreği ise Yeşil’e verdi.

Etrafımızdaki insanların bakışlarını fark ettiğimde içimde bir huzursuzluk belirdi. Babam, kazmayla küçük çukurlar açmamı söyledi. Çukurlar açarak ilerlerken Yeşil, toprağı yumuşatıp arkamdan geliyordu. Babam ise sigarasını derin derin içiyordu. Saatlerce çalıştık; güneş tam tepemizdeydi. Bu durum beni endişelendirmeye başlamıştı. Ya gri tenimiz, uzun süre güneşin altında kalarak siyaha dönerse?

Sarı, domates tohumlarını ekerken, gri ellerimi saklamaya çalıştım. Ama başaramadım. Ellerimi fark eden üçüncü arazideki insanlar, gri yüzümü ve ellerimi uzun uzun inceledi. Babamız, bizim çalışıyor olmamızdan keyif alıyordu, çünkü bizi sevmezdi.

Öğle yemeği vakti geldiğinde, Cinsiyetsizler olarak yiyeceğe ihtiyaç duymadığımız için Sinek Kasabası çiftçilerine eşlik etmedik. Bir ağacın altına oturduk ve babamızın karnını doyurmasını izledik.

Saatlerce çalışıp yemek yememiş olmamız dikkat çekmişti. Öğleden sonra işimize devam ettik. İlginç bir şekilde bedenimde en ufak bir yorgunluk hissetmiyordum. Gri cüppeli cinsiyetliler çoktan yorulmuş, hareket kabiliyetlerini kaybetmişti. O anda Cinsiyetsizlerin, Cinsiyetlilerden daha dayanıklı ve güçlü olduğunu anladım. Güneş batmaya yaklaşırken, günü sonlandırdığımızı fark ettik. Nihayet kazma ve küreklerimizi bıraktık.

“Beni burada bekleyin,” diye emretti babam. Emretmeyi hep sevmiştir. Kazma ve küreği elimizden alıp karanlık odaya doğru ilerledi. Başımızla onaylayarak üçüncü arazide beklemeye başladık. Babam gider gitmez, etrafımızdaki insanlar bize uzun uzun bakmaya devam etti.

“Şunlara bakın, tenleri gri bu çocukların,” dedi elinde kazması olan bir adam. Bu, komşumuz Harlan’dan başkası olamazdı. Babam ve Harlan yıllardır konuşmuyordu. Annem Lee, Harlan’ın patavatsız eleştiriler yaptığını ve babamın bu durumdan rahatsız olduğunu söylerdi. Muhtemelen bu eleştiriler bizimle ilgiliydi. Harlan’ın yanında, en büyük ve uzun boylu oğlu Max duruyordu. Max’in gözlerine anlamsızca baktım. Gözlerindeki nefret, babasınınki kadar yoğundu. Gözlerimi hızla kaçırdım.

Üçüncü arazideki kazma ve kürek tutan herkes bakışlarıyla bizi süzmeye devam ediyordu. Yeşil ve ben, bu bakışlardan rahatsız olup gri cüppelerimizin şapkalarını yüzümüzü gizlemek için daha sıkı çekiştirdik. Gri bir vücudu saklamanın ne kadar zor olduğunu işte o an anladım. Yeşil, hırsla burnundan soluyordu. “Cinsiyetsizler!” diye bağırmaya başladı çiftçiler. Sesleri küfür gibi geliyordu.

Zenon’da insanlık ikiye ayrılmıştı: Cinsiyetliler ve Cinsiyetsizler. “Onları öldürelim! Bu pislikler, Hans’ın cinsiyetsiz çocukları!” dedi tiz bir ses. Etrafıma tereddütle baktım. Bu, Harlan’ın tiz sesiydi ve bana doğru yaklaşmıştı. Etrafındakilerin aklını çelmeye çalışıyordu.

Babamız bizi buraya gerçekten çalışmamız için mi getirmişti? Yoksa bu, bizi kurban etmenin bir yolu muydu? Dışarı çıkmak, ölüme adım atmaktan farksızdı. Arkamdaki uzun boylu çocuk, cüppemin şapkasını öyle sert bir şekilde indirdi ki canım yandı. Max’e öfkeyle baktım ve ondan tiksindim. Gri cüppeli cinsiyetliler üzerimize yürümeye başlamıştı. Yeşil ile birlikte adımlarımızı geri çektik. Max, beni itti. Dengemi kaybedip nemli toprağın üzerine sert bir şekilde düştüm.

Nemli toprağın kokusu burnumu gıdıkladı, derin bir nefes aldım. Yeşil, elimi tutarak beni hızla kaldırdı. Bir anda, Max’in çenesine öylesine sert bir yumruk indirdi ki, uzun boylu çocuk sendeleyerek sırt üstü yere düştü. Yeşil, gözlerini bana dikerek, “Dikkatli ol!” dedi. Sesindeki o endişe, bana cesaret verdi. “Bu insanların gözleri dönmüş...” diye mırıldandım. Yeşil’i başımla onayladım ve etrafıma göz attım. Her şey bir anda kaosa dönüştü; insanlar üzerimize çullandı, neredeyse hep bir ağızdan bağırıyorlardı. Babamın gelip bizi kurtarması için içimden dua ediyordum. Ama bir yanda da yalnız başımıza kalacağımızı ve kurtuluşumuzu ancak kendimizin sağlayabileceğini hissediyordum.

Bize vurmaya başladılar. Yaşlı bir kadın, küreğin sapını karın boşluğuma acımasızca indirdi. Acı, vücuduma dalga dalga yayıldı, ama korku yerine sadece öfke yükseldi içimde. Ellerimle karnımı sıkıca tuttum, fakat ne yaparsam yapayım, o ağrı geçmiyordu. Bize saldıran bu cinsiyetliler, hiçbir zararımız olmamasına rağmen niye böyle davranıyorlardı? Nefretim daha da büyüdü.

Yeşil, vücudunu sarmalayan çaresizlik hissini yok sayarak, daha fazla dayanamayıp karşılık vermeye başladı. Birlikte, adeta iki fırtına gibi etrafa dehşet saldık. Onca insanı hırpalamaya başladık. Orta yaşlı bir adamı, ardı ardına tekmelerimle yere serdim. O an bende tek bir düşünce vardı: Gerçekten özgür olabileceğimiz bir an yaratmak.

Elindeki kazma ile bana saldıran kadına çelme takıp, sırtüstü çamura yatırdım. Yumruklarımı defalarca indirdim. Her vuruşta içimdeki öfke biraz daha arttı. Cinsiyetlileri öldürüp, bu lanetli toprakları onlara mezar etmeyi düşündüm. Bu düşünce bile karanlık bir tat bırakmıştı dilimde, ama aynı zamanda bir tür huzur da veriyordu. Ancak ne garip, huzursuz bir huzurdu… Yeşil, etrafında bir çemberin oluşturulmaya başlandığını fark etti, bu çember giderek daralıyordu ve bir süre sonra, Yeşil’in gerçekten de tehlikeye girdiğini hissettim, bu düşünce kafamda şimşek gibi çaktı ve içimde bir şeyler kırılmaya başladı, kendimi kontrol edemeyerek, çembere saldıran cinsiyetlilerin üzerine atladım, her biri bir kum tanesi gibi havaya savrulup boş araziye doğru savrulurken, bu anın gücünü hissediyor, bir yandan da her vuruşumda vicdanımın derinliklerinde yeni bir yarayı daha açıyordum.

Çığlıklar yükseldi ve her bir çığlık, benim için hem bir zafer hem de bir kayıp oldu. Gücüm, içimdeki öfkenin yansımasıydı, ama vicdanımda açtığı yara büyüyordu. Ne kadar güçlü olduğumu fark ettiğimde, önümdeki tüm engelleri yıkıyordum. Yine de Harlan’ın saldırısına devam etmesi beni daha da öfkelendiriyordu. O adamın gözlerinde yalnızca nefret vardı ve bunu bir an bile bırakmaya niyeti yoktu.

Harlan’a savurduğum yumruklar, dudağının patlamasına neden oldu ve ince dudaklarından kırmızı sıvı akıp, yerdeki toprakla buluştu. Kanın keskin kokusunu alabiliyordum; o an, artık Yeşil’i saran ölüm çemberinin ta kendisi olmuştum. “Dikkat et,” dedi Yeşil, ancak o anda, her şeyin kontrolden çıkmak üzere olduğunu hissediyordum.

Max, kazmayı sağ bacağıma saplayınca, neden dikkat etmem gerektiğini çok geçmeden anladım. Gri kanlar ayağımdan süzüldü ve nemli kahverengi toprakla buluştu. Harlan’ın kanının kokusuyla kıyaslandığında, gri kanın kokusu çok daha farklıydı; o keskin, rahatsız edici koku, beynimde yankı yapıyordu. Bacağım, kontrolüm dışında yanmaya başlamıştı. “Ucube!” diye bağırdı Max, ardından da ekledi, “Pis Cinsiyetsiz!” Ayağımın acısıyla yere yığıldım ve bütün vücudumda o acı iz bıraktı.

Max’in ela gözlerindeki öfkeyi görünce irkildim; çünkü hayatım boyunca hiç kimseye öfke dolu bakışlar atamamıştım. Bizden bu kadar nefret etmelerinin tek sebebi, dişi ya da erkek olmamamız mıydı? Bir cinsiyete sahip olsaydık, acaba bize saygı duyarlar mıydı? Bu saçma sorularla kıvranırken, Yeşil, uzun boylu Max’in boynuna sarıldı ve gri elleriyle boğazını sıktı. “Dur!” diye bağırdım, ama Yeşil durmuyordu. “Pis cinsiyetli!” dedi Yeşil, öfkesini daha da artırarak. “Onu öldüreceksin, dur lütfen!” diye haykırdım, ama ne yazık ki, Yeşil’in o gri elleri, Max’in boğazını sıkmaya devam ediyordu. Yeşil, uzun boylu çocuğun boğazını öylesine sıktı ki, gri ellerindeki tüm damarları net bir şekilde görebiliyordum.

Tam o anda, babamın sesi duyuldu. “Dur!” diye bağırdı, Yeşil’in düzensiz soluklarını duyabiliyordum. Yeşil, derin bir nefes aldı ve kaybettiği özverisini geri kazanmaya çalıştı ancak bu çaba boşunaydı. Kısa ömrümüz boyunca, insanlara zarar veren biri olmamıştık; annemiz, babamız ve Lee anne dışında, zaman geçirdiğimiz pek fazla cinsiyetli yoktu. Yeşil, olduğu yerde donakalmıştı.

“İnsanları rahat bırakın,” dedi babam, sesi sanki tüm etrafı sarmaya başlamıştı. Derin nefes alışlarım bir an için durakladı, sanki bir anlığına dünyanın yükünü omuzlarımda hissediyordum. Nefes alamıyordum; burada, bu noktada, insanlara zarar vermeyi hiç istememiştik. Cinsiyetsiz olmayı da biz istememiştik. Ama babam için her şeyin sorumlusu bizdik, tüm tatsız olayların kaynağı yine biz oluyorduk. “Yürüyün, buradan hemen gidelim,” dedi babam öfkeyle, ancak o an, içimdeki öfkeyi nasıl yatıştıracağımı bilmiyordum.

Ayağa kalkıp yürümeye çalıştım, fakat henüz adım atamadan, çamurun üzerine düştüm. Babam, panikle etrafı izlerken, “Başımıza gelecek olan felaketin farkında mısınız?” dedi. Yeşil, gri ikinci el olan cüppesinden bir parça koparıp, yaralı bacağımı sardı. O an, ilk kez kendi kanımın rengini gördüm. Daha önce hiçbir yerim kanamamıştı, ama bugün, ilk kez, kanımın rengi cüppem gibi griydi.

Katı, gri kan gözlerimin önünde belirdi. Annemin ekmek dilimlerken parmağını kesişini anımsadım. Bıçak, işaret parmağıyla buluşmuş ve kırmızı bir sıvı akmaya başlamıştı; tıpkı Harlan’ın kanı gibi, o keskin kokusuyla. Bizim kanımız, rengimiz bile cinsiyetlilerden ayrılıyordu, bizim varlığımız her yönüyle farklıydı. Yapımız farklıydı, damarlarımızda dolaşan kan bile farklıydı; gri, soğuk bir sıvıydı.

Yeşil, yürüyemeyeceğimi fark edince, güçlü kollarıyla beni kucakladı ve nemli toprak kokusundan kurtardı. Zenon çiftliğinden ayrılıp, Sinek Kasabası'ndaki evimize doğru yola koyulduk. Babam, tek kelime etmeden en önde yürüyordu, gözlerinde kaybolmuş bir şeyler vardı ama biz buna aldırmadık. Yeşil’e sıkıca sarılıp, beni yol boyunca kucağında taşıdığı için ona minnet duydum; bir yandan da yüzümü, sanki bir sığınak gibi, ona yasladım ve böylece canım daha az yanıyordu. İçim burkuldu; hiç bu kadar kötü hissetmemiştim. Kendimi yabancı bir bedende hapsolmuş gibi hissediyordum.

“Onu hastaneye götürmeliyiz?” diye haykırdı Yeşil, gözlerinde endişe vardı ama babam bizi umursamadan, bir kez olsun geri dönüp bakmadı; kanlar içerisindeki bacağımı umursamadı.

“Bir doktora görünse iyi olur,” dedi Yeşil, bin bir umutla. Ama babam, soğuk bir sessizlikle, istifini bozmadan yoluna devam etti. Elimi, Yeşil’in ağzına kapatıp susmasını sağladım. Yeşil’in sıcak nefesi, parmak boğumlarımı okşayarak beni sarmalıyordu; o sıcaklık, soğuk gri kanın ve acının içinde bir nebze de olsa huzur veriyordu.

“Babam bize asla merhamet etmez. Ben iyiyim, canım yanmıyor,” dedim. Bu sözler, belki de dünyanın en büyük yalanıydı, çünkü canım, her geçen saniyede biraz daha yanıyordu. Ama Yeşil’in gözlerindeki endişeyi görmek, bana bu sözleri söylemeye mecbur bırakıyordu. O an, içimdeki acıyı bir nebze bastırmak için söyledim, söylediklerim gerçeği yansıtmıyordu.

“Dayan,” dedi Yeşil, sesinde bir parça güç var gibiydi. Dayanmak için çabalıyordum, ama her nefesimde bacağımda yankılanan acı, beni daha da zorlayarak düşmeye zorluyordu. “Lee anne bize yardım eder,” diye ekledi Yeşil, o anki çaresizlik içinde bu sözler bir umut gibi değildi. Gözlerimi kırparak Yeşil’i onayladım. İçimdeki sesi bastıramayarak, “Nefes alıp veriyoruz, Yeşil. Kalbimiz atıyor. En önemlisi de duygularımız var,” dedim. Hırıltılı sesim, kendimi rahat hissetmemi engelliyordu ve Yeşil, gözlerimin içine bakarak, “Bu saydıkların Cinsiyetlileri tatmin etmez, bizi insan olarak görmüyorlar bile,” dedi. Haklıydı, ama ben hala anlamaya çalışıyordum. “O zaman bizi ne olarak görüyorlar?” diye sormak istedim Yeşil’e. Fakat babamın sert bakışları ve azarı, sorularımı içimde boğdu. “Kapayın çenenizi, zaten başıma bela açıp duruyorsunuz. Bir de iğrenç sesinizi dinlemek zorunda bırakmayın beni,” dedi. Sözlerinin soğukluğu, içimdeki yarayı daha da derinleştirdi.

Yeşil, babama öfkeyle baktı. Ardından fısıldayarak, “Bize böyle kötü davrandığında, babamızın kafasını tuvalete sokmak istiyorum,” dedi. İstemsizce kıkırdadım. Tuvalet alışkanlığımız yoktu, ama bu düşünce, o anın içinde bir şekilde komik gelmişti. “Ah, Yeşil. Böyle şeyler nereden aklına gelir?” dedim. Yeşil de kıkırdadı ve ardından “Daha iyisin, değil mi?” dedi. Gülümsedim.

“Evet, senin sayende daha iyiyim,” dedim. Yeşil’in gülümsemesi, içimdeki karanlık duyguları biraz olsun aydınlattı. Kendimi Zenon dünyasının en değerli insanı gibi hissettim. Yeşil'in varlığı, bana huzur veriyordu. O olmadan hem tek hem de Cinsiyetsiz olarak Zenon dünyasında yaşamak, kesinlikle işkenceden başka bir şey olamazdı. Lee anne, doğduğumuzdan beri Yeşil ile birbirimize destek olduğumuzu söylerdi. Yeşil ile aramızdaki bağ, kardeşlikten de öteydi, bir tür ruhsal bağdı; birbirimizi tamamlıyorduk.

“İyi ki varsın,” dedim, fısıldayarak. Sesimi yükseltirsem, babamın bizi azarlayacağından korkuyordum. “Sende iyi ki varsın,” dedi Yeşil. Fısıldadı ve göz bebekleri gülümsüyordu. İçimdeki karanlık, bir nebze olsun aydınlanmıştı.

Birden uzaklardan bir ses duyuldu. Ses, önce yavaşça yükseldi, ardından kafamızın metrelerce üzerinde bulunan uzun, demir yolunun titremesiyle birleşti. Gökyüzünde asılı duran demire bakarken içimde bir tuhaflık hissettim. Demir yolunun titremesi giderek arttı. Ürkütücü bir ciyaklama sesi, Sinek Kasabası'nda yankılandı. Bu ses, beni korkutmuştu, ama aynı zamanda bir tür merak da uyandırmıştı içimde. “Bu seste ne?” diye sordum.

“Ne olacak? Bu bir tren sesi,” dedi babam, sert bir şekilde. Zihnimde bu kelimeleri tekrar ettim, “Tren sesi.” Hem ürkütücü hem de huzur verici bir sesti, bir arada var olan bu iki duygu, içimdeki karışıklığı artırıyordu. Demir yolundaki titreşim gittikçe arttı ve sonra, kırmızı, dikdörtgen bir kutu hızla bize doğru yaklaştı. Hiç tren görmemiştik ve bu gelen şeyin tren olduğunu anlamak bile bana yabancıydı. Ağzım açık bir şekilde, yaklaşan treni izledim. Trenin kare camları vardı ve içerideki insanlar, bu camlardan bize doğru bakıyordu. O anın dehşetiyle, “Bu bir asma tren,” dedi Yeşil. “Nereden biliyorsun?” diye sordum, merakla.

“Annem anlatmıştı,” dedi Yeşil. Kırmızı asma tren yanımızdan hızla geçerken, trenin beyaz ışıkları yanıp sönüyordu. Işıkların hızla yanıp söndüğü o an, gözlerim ışıklarda takılı kaldı. “Beyaz ışıklarda neyin nesi?” diye sordum, merakım gittikçe artıyordu, çünkü konu çok derindi ve ben hala ne olduğunu anlamaya çalışıyordum. “Onlar far,” dedi Yeşil, sakin bir şekilde. “Bunu da mı annemden öğrendin?” diye sordum, şaşkın bir şekilde. “Evet,” dedi Yeşil, hiç tereddüt etmeden. “Başka öğrendiğin bir şey var mı?” diye sordum, daha fazla öğrenme isteğimle gözlerim iyice büyümüştü. “Elbette var.” Yeşil, derin bir nefes alıp, söylediklerini dikkatlice tartarak devam etti: “Bu tren her gün sabah yedide, Kupa kasabasından yola çıkıp Sinek kasabasına doğru yol alırmış. Ve her gün akşam yedide, Sinek kasabasından çıkıp Kupa kasabasına geri dönermiş.”

Şaşkınlık ve hayranlıkla, Yeşil’in söylediklerine kulak verirken, gözlerim asma trenin hızla kayıp gittiği noktaya odaklandı. Annem bütün bunları bildiğine göre, o zaman daha önce asma trene binmiş olmalıydı. Bu düşünce içimde bir belirsizlik oluşturdu, ama aynı zamanda bir tür sıcaklık da hissettirdi. Hayal dünyamın sınırlarını zorlayarak, kendimi bir an için asma trenin içinde düşlerken, babamın sesini duydum. “Haydi, oyalanmayın,” diye bağırdı babam, sesindeki sinir ve yorgunluk birikintisiyle.

Yorucu ve olaylı bir günün ardından, nihayet evimize vardık. Babam kapıya şiddetle vurdu. Tak! Tak! Tak! Annem kapıyı açtı, ancak beni Yeşil’in kucağında görünce gözbebekleri neredeyse yerinden fırlayacak gibiydi. Şaşkınlığını gizlemek için elleriyle açık olan ağzını kamufle etmeye çalıştı. Ancak yine de bu durum, içindeki korku ve endişeyi net bir şekilde belli ediyordu.

Babam, annemi sertçe sola itip evin içerisine girdi. Yeşil de babamın hemen ardından eve girdi, adımlarının hızına yetişmeye çalışarak. “Neler oldu böyle?” dedi annem, bacağımdaki gri bez parçasına bakarak endişeyle. “Çiftçiler, lanet olası çocuklarına saldırdı,” dedi babam, omuzlarını silkerek, bir yandan da sinirli bir şekilde. “Kim yaptı bunu sana?” dedi annem, gözleriyle bacağımdaki kanlı yarayı tarayarak. Kekeledim, kelimeler ağzımda düğümlenmişti. “Harlan’ın oğlu Max.”

“Tanrım, yine mi onlar? Bizden ne istiyorlar? Bütün bunlar olurken sen neredeydin ha?” dedi annem, babama sözlü bir saldırıda bulunarak, gözlerinde öfke ve endişe karışımı bir ifadeyle. Babam cevap vermedi; ya da belki de ona göre cevaba değer bir soru görmüyordu. Lee anne, solgun yüzüyle bana acıyarak baktı. “Ben iyiyim,” diye fısıldadım. Lee annenin benim için üzülmesini istemiyordum; o yeterince hastaydı, ona daha fazla yük olmak istemedim. Yeşil, beni eski kahverengi koltuğa nazikçe yatırdı. Lee anne, hastalıklı bedenini zorlaya zorlaya yatağından kalkarak, delik deşik olan sağ bacağıma dikkatlice baktı. Yüzü, bir anda kasvetli bir hal aldı, içindeki endişeyi gizleyemedi.

“Hastaneye gitmesi gerek, kanaması oldukça fazla. Belki de…” dedi Lee anne, kelimelerinin yarıda kalmasından dolayı rahatsız hissettim. Babam, Lee annenin sözünü hemen keserek sert bir şekilde, “O lanet yaratıkları hastanede de linç ederler,” dedi. “Yaratık” kelimesi, gururumu derinden yaraladı. Lee anne, kararlılıkla, “Bacağına dikiş atılması gerekir,” dedi, sözlerinde sarsılmaz bir güven vardı. Babam, gözleri kızarmış bir şekilde bağırmaya başladı. “Benim o çocuğu doktora götürecek param yok!” dedi, avuçlarındaki teri hızlıca gri cüppesinin kumaşına silerken. Tüm vücudum gerginleşti, sanki içinde bulunduğum bu gergin ortam, kaslarımı zorla kasıyordu. Annem, babama doğru yürüyerek bağırmaya başladı. “Onları dışarı çıkarmak zorunda değildin, bunun olacağını biliyorduk!”

“Kes sesini!” dedi babam, hiddetle. Annem, babamı iteleyerek onu duvara yapıştırdı, güçlü bir şekilde. “Ama şimdi onu bir hastaneye götürmek zorundasın,” dedi annem, kararlı bir sesle. Babam, öfkesinin doruk noktasına ulaşarak küfürler savurdu. “Hepiniz pisliksiniz, anladın mı? Hepiniz!”

Annem hıçkırarak ağlıyordu ve bu durum içimde fırtınalar koparıyordu. Sanki her ağlamasında içimdeki bir parça daha kırılıyordu. “Çocuklarımdan uzak dur, yeter artık! Bizi rahat bırak! Onlara zarar gelmesine asla izin vermeyeceğim, anlıyor musun?” Annemin sesi, duyduğu acıyı her kelimesinde hissedebileceğiniz kadar netti. Babamın bakışları öfke saçıyordu. Annemin onu, bizim yani Cinsiyetsizlerin önünde azarlaması ise gururumu derinden yaralıyordu. Babam, sanki her şeyin suçlusu bizmişiz gibi bakıyordu. Burnundan derin derin solumaya başladı, nefesleri adeta öfkesini körüklüyordu. Sonra, annemi şiddetle dövmeye başladı. Karnına yumruklar indiriyor, vücudu öfkesinin boyutlarını her vuruşta daha da belli ediyordu.

Şaşkınlık içerisinde Yeşil’e baktım. Gözlerim, her şeyin hızla kötüleştiğini fark etmişti. Sağ elini sıktı, parmakları gergin, titriyor, bu acıyı ona da hissettiriyordu. Babama doğru koşmaya başladı, ama parmakları avuçlarında sıkışıp kalmıştı. Yeşil, her adımda bir cesaret arayarak babama yaklaşıyordu.

Babam, duygularını şiddet ve hakaretle dışarı vuran sorumsuz bir adamdı. Anneme attığı her tokat, içimde tarifi olmayan bir acıyı gün yüzüne çıkarıyor, göğsüm vicdan azabıyla sıkışıp öylece kalıyordu. Bacağımın acısı, bana kalkıp onu durdurma fırsatı vermiyordu. Oturduğum koltuktan, o an her şeyi durdurmaya, babamın anneme uyguladığı şiddeti engellemeye çalıştım, ama gri kanlar içerisindeki bacağım, beni o koltuğa mahkûm ediyordu.

Yeşil, sonunda babamın ellerini yakalayıp onu duvara yapıştırdı. “Hangi elinle anneme vurdun?” diye sordu, sesi acımasızca ve sakin bir şekilde yankılandı. Babam, Yeşil’in sorusuna cevap veremiyordu. Yeşil, babamın sağ kolunu hızla kavrayıp saat yönünde çevirdi ve babam, istemsizce diz çökmek zorunda kaldı. Babamı bedensel olarak ilk kez diz çökmüş bir şekilde görmek, içimdeki tüm duyguların birbirine karışmasına sebep oldu. Öylesine aciz ve güçsüz görünüyordu ki. Hem ona acımıştım hem de ondan derinden nefret ediyordum. Babam, tiz bir çığlıkla inledi, acının şiddetiyle dişlerini birbirine sürttü. Bu sürtünmenin yarattığı gıcırtı, zihnimde yankılanarak benim de çenemi kasılmasına neden oldu. Yeşil, babamın kolunu tıpkı bir odun gibi kırmıştı.

Gözlerim annemin gözleriyle buluştu. Onun bakışlarında bir umutsuzluk vardı, adeta her şeyin sonuymuş gibi bir boşluk. Annem, gözlerini kaçırarak minik evimizin minik salonunu terk etti. Birçok şey olup biterken, ben yalnızca olanları izlemekle kalıyordum, her hareketimle vicdanımı zorlayarak. Yeşil, babamın bütün kemiklerini kırdıktan emin olduktan sonra onu serbest bıraktı ve yanıma geldi. Babam ise salonun köşesinde, yerde yatarak kıvranmaya devam ediyordu ama evin diğer üyeleri, babamın iniltilerini duymazdan geliyordu.

Babamın iniltilerini duymazdan gelmek kolaydı, fakat annemin yatak odasından gelen hıçkırık seslerini yok saymak o kadar kolay değildi. Bir dişi ya da bir erkek olmadığım için dua ettim. Kendimi annemin yerine koyduğumda, karşı cinsten gelen şiddetin ne kadar acı verici olduğunu düşündüm. Bir yandan da kendimi babamın yerine koymaya çalıştım, çünkü şiddeti uygulayan kişi olarak kendimden utanıyordum. Babamın uyguladığı bu şiddet, yalnızca bedenimi değil, ruhumu da derinden yaralıyordu.

Keşke babam da gerçekten kendinden utanabilseydi, Zenon dünyasında dişi ve erkeklerin eşit olmadığını fark ettim. Zihnimi kontrol altına alıp geçmişi düşündüm. Babam, bize karşı her zaman sinirli bir tutum sergilemişti, ancak bugüne kadar anneme şiddetle dokunmamıştı. Babamın sadece kurduğu cümlelerin saldırgan olduğunu sanıyordum, ancak aslında durum hiç de öyle değildi. Cinsiyetlilerin yapısı, sevgi ve şiddeti aynı anda bünyesinde barındırıyordu, bu yüzden her şey daha karmaşıktı.

Lee anne yanımdan ayrıldı ve iki dakika sonra, elinde iplik, diğer elinde iğne ile geri döndü. İpi, iğnenin ufak deliğinden geçirmekte zorlanıyordu. Bacağımdaki gri çaputu çıkarıp, sivri iğneyi gri derime batırmak için hazırlandı, ama ben irkildim. O sırada Yeşil, Lee annenin elinden iğneyi alarak, “Rica etsem annemle ilgilenir misin? Mavi’nin yarasını ben dikerim,” dedi.

Yeşil, dikiş konusunda en az Lee anne kadar iyiydi, çünkü eski kıyafetlerimizi yamalar ve onları tekrar kullanılabilir hale getirirdi. Lee anne, tereddüt etmeden titreyen elindeki iğneyi Yeşil’e verip yatak odasına doğru yol aldı. Lee anneyi, yerde yatan babama nefretle bakarken yakaladım. Evdeki herkes babamdan nefret ediyordu. Yeşil, gri derimdeki derin yarayı dikmeye başladı. Her dikişi attığında, “Canın yanıyor mu?” diye sordu, fakat başımı iki yana sallayarak canımın yanmadığını ima ettim. O da “Pekâlâ, canını yakarsam söyle,” dedi.

“Anlaştık,” dedim. Dikiş işlemi bitene kadar canım çok yanmadı, çünkü hissizleşmiştim. Sonunda Yeşil, sağ bacağımı temiz bir bezle tekrar sardı ve babamın iniltileri bir süre sonra kesildi. “Sanırım bayıldı,” dedim, ama sesimde bir titreme vardı, çünkü ne hissettiğimi ben de tam olarak anlayamıyordum. Yeşil, söylediğimi duymazdan gelir gibi davranarak başını çevirdi. Gözlerinde, her zamanki gibi bir boşluk vardı. Artık babamı umursamıyordu. “Onu boş ver. Sen daha önemlisin.”

Evin içi, adeta bir mezarlık gibiydi. Sessizdi, belki de daha önce hiç bu kadar sessiz olmamıştı. Annem ve Lee anne derin uykularına dalmıştı, bedenlerinin uykuya ihtiyacı yoktu; bizim gibi Cinsiyetsizlerin ise uyumak diye bir lüksü yoktu. Babam hâlâ baygın yatıyordu, artık ona bakacak halimiz kalmamıştı.

Sonsuz bir boşluk vardı aramızda. Gözlerimi Yeşil’e çevirdim. Onun yanında her şey farklıydı. Hiçbir şey sormadan, sadece varlığını hissettirerek bekliyordu. O bekleyişin içinde, zamanın ne kadar uzun olduğunu fark ediyordum. Sanki her dakika, her saniye yıllara bedeldi. Uyumanın nasıl bir şey olduğunu merak ediyordum; belki de Cinsiyetliler gibi horuldayarak uyumak, bütün yorgunluğu silip atmak istiyordum. Ama biz, uyumak için yaratılmamıştık. Biz sadece… var oluyorduk. Yeşil homurdandı, bir iç çekiş gibi. “Felaket bir gündü.”

Sözlerinin arkasındaki acıyı, sessizliğin içinde hissedebiliyordum. “Sence bizi cezalandırırlar mı?” diye sordum, ama aslında cevabını çoktan biliyordum. Gerçekten korkuyordum, çünkü Sinek kasabasının çiftçileri, gücünü göstermek isteyen o insanlar, bizi Maça sınıfına şikayet ederlerse, ceza kaçınılmaz olurdu. Arkamızda bıraktığımız travma, her şeyden daha korkunçtu. “Bilmiyorum,” dedi Yeşil, gözlerinde bir karanlık. “Bir daha evden dışarı adım atmayalım.”

Benim de korkum, sözlerinden daha derindi. “Evet, belki de haklısın.” dedim, ama içimdeki korku daha da büyüdü. Ne de olsa, biz hep adımlarımızı dikkatlice atmak zorundaydık. Ne kadar dikkatli olursak olalım, bu dünyada bize yer yoktu. Yeşil’in gözlerine bakarken, başka bir dünyada, başka bir zaman diliminde olmayı diledim.

“Tamam,” dedi Yeşil, bir anlaşma yapar gibi. Evet, belki de en doğrusu buydu: sadece beklemek. Güneşin doğuşunu beklemek. Ama beklerken, içinde yaşadığım bu sessizlik, sanki her şeyin sonuymuş gibi geliyordu.

 

Bölüm : 23.12.2024 09:25 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...