8. Bölüm

" Özür Dilerim "

Hülya Türk
mileidi61

Elinde, ağzı kapalı küçük bir poşetle çıktı dışarıya. İçerisinde biraz kuruyemiş ve bulgur vardı. Şimdilik elindekiler bunlardı.

 

Melek, kahvaltıdan önce hazırlamıştı bunları. O yavrulara özel olarak... Sonunda onlara verebilecekti.

 

Kıkırdayarak, ama oldukça sakince hareket ediyordu. Yavruları, korkutup kaçırmak istemezdi. Uzun gövdesi olan ağaca baktı. Gülümsedi. Yuva hâla oradaydı. Demek ki yavru kuşlar da hâla oradaydı.

 

Başka zaman bulamazdı. Hızlı ama bir duru bir deniz kadar sessiz olmalıydı.

 

Şansı vardı ki ağaca tutabilecek kadar dalları kalındı. Küçük poşeti ağzına dişlerinin arasına aldı. Ve tırmandı. Yukarıya gittikçe sarsıntı artıyordu. Çok geçmeden gördü. Yuva tam karşısındaydı. Poşeti yuvaya bırakmadan önce bir etrafa baktı. Anneleri piyasada yoktu. O gelmeden bu işi halletmeliydi.

 

"Ağacın tepesinde ne işin var senin? Sen neyle uğraşıyorsun?"

 

Az kalsın dengesini kaybedecekti. Son anda dala tutundu. Soytarı da onun peşinden dışarıya çıkmıştı demek ki. Kazağının kollarını dirseğe kadar kıvırmış, biraz geriden onu izliyordu...

 

"Sessiz olur musun biraz? Uyanacaklar."

 

Gözleriyle yuvayı işaret ediyordu. Soytarı geç fark etse de görmüştü. Kuş yuvasıydı...

 

Mecbur sustu. Onu beklese daha iyi olacaktı.

 

Melek, yavrular için hazırladığı poşetin ağzını açtı. Görünsün diye de bir güzel kıvırdı. Sonra da yuvalarının hemen bitişiğine koydu. Asıl amacını gerçekleştirmişti. Tuttuğu nefesini özgür bırakmıştı. O, minik canlılar uyuyordu...

 

İnmesi daha zor olacaktı haliyle. Uzandığı yerden elini geri çekti. Onları, ürkütmeden, uyandırmadan aşağıya inmeye başlamıştı.

 

"Bu kadar temkinli inersen düşeceksin. "

 

Soytarı'nın bu ikazı Melek' i sinirlendirmişti. Kısık sesle cevap verdi ona...

 

"Keyfimden yapmıyorum bunu herhalde. Çok az kaldı zaten."

 

Evet neredeyse varmak üzereydi. Resmen sürüne sürüne iniyorduya neyse. En sonunda kendine bir şey yapacaktı. Soytarı, bu sefer ağaca yanaştı.

 

"Kendine zarar vereceksin. Dikkat et."

 

Daha demeye kalmadan Melek'in bir ayağı boşlukta kalınca kaydı. Çığlığını bastırmak için elini ağzına götürdü. Bu sefer güvende olan elini de ağaçtan çekmiş oldu.

 

Şansına senin!

 

Gerisin geri düşüyordu ki Soytarı engel olmak için onu belinden kavradı. Başarmıştı. Melek yere değil onun kollarına düşmüştü.

 

Melek başını sağ tarafa, Soytarıyı görebilecek kadar da geriye yatırdı. Onunla göz temasını kurmaktan çekinmemişti.

 

"Biraz sert bir iniş oldu kusura bakma."

 

Kahkaha atmaya başlamıştı. Düştüğüne gülüyor, kendisiyle alay ediyordu.

 

Soytarı, onun sesini kalbinde duyuyordu. Kollarında tuttuğu bu narin bedenin yaydığı ısıya çoktan kapılmıştı...

 

"Çok mu komik? Neye gülüyorsun? Az kalsın yere kapaklanıyordun."

 

Melek, kısa bir anlığına gözlerini kapatıp açtı. Ona döndü. Sarı saçları gölge yapsada umursamadı. Onun omuzunda öyle rahat ve güvende hissediyordu ki kendini.

 

"Evet, komik. Daha çok kendime gülüyorum. Oysa ki çok dikkatli iniyordum öyle değil mi?"

 

Kahkahası artıkça Soytarı'nın vücudu daha fazla kasılıyordu. Etkilenmemek zordu... Kayıtsız kalmak daha da zordu... Ona ne oluyordu böyle?

 

Ayrıca bundan en fazla bir saat kadar önce anlattıklarını unutmuş gibiydi. Sıfırlanmıştı... Bu kız neşesinden bir şey kaybetmez miydi hiç?

 

Aralarında altın tozları serpiştirilen saçları kollarını gıdıklıyor, bedenine dolan kokusu aklını çeliyordu...

 

Ve tuttuğu beli... Narin, ama güçlüydü... Onun vücuduna elektrik veriyordu...

 

"Melek?"

 

Onunla yakın olmamak çok çaba sarf ediyordu. Ama istese de beceremiyordu.

 

"Efendim?"

 

O kadar mutluluk sarhoşu olmuştu ki ona çok yaklaştığının farkında değildi. Dudakları Soytarı'nın boynuna, şah damarına çok yakındı...

 

Ve her nefes alış verişinde Soytarı'ya eziyet ediyordu. Gözlerini kapatmamak için direniyordu.

 

Bu tahrik edici temas, sağır edici bir ses çıkarıyordu ortaya. İkisinin de kalbi her zamankinden daha hızlı atmaya başlamıştı.

 

"Ne zamana kadar böyle kalmayı düşünüyorsun?"

 

Melek, zar zar duymuştu bu soruyu. O bırakana kadar böyle kalabilirdi. Ama ona söyleyemezdi...

 

O mavi gözlerinin hareketlerini izliyordu. Çok ani yer değiştiriyorlardı.

 

"Gözlerin... Onlar bir okyanus gibi... Dışarısı, dümdüz bir perde ile örülü, içerisi ise fırtınayla boğuluyor... "

 

Soytarı kaşlarını çattı. Neden böyle şeyler söylüyordu şimdi?

 

"Çay yerine içki mi içtin sen? Ne saçmalıyorsun?"

 

Melek kahkaha atmıştı yine. Eliyle dudaklarını kapattı.

 

"Sen, ayık olduğu halde sarhoş birini gördün mü hiç?"

 

Şuan aynen öyle hissediyordu kendini. Ve bu anı doyasıya yaşamak istiyordu.

 

"Umurumda değil. Artık doğrul lütfen. Yoksa karışmam. Ben atacağım seni yere."

 

"Henüz özür dilememiş biri olarak bence pişman olacağın şeyler söyleme. Yoksa özür sayısı iki katına çıkar."

 

İki parmağıyla da işaret ediyordu birde!

 

Oyun oynamanın sırası değildi ne yazık ki. Hâla çözüme kavuşmamış konular vardı... Ciddiye alması gereken başka konular vardı.

 

"Demek ki sarhoş değilsin."

 

"Değilim. Henüz..."

 

Soytarı aldığı cevapla gülümsemiş, Melek yerinde doğrulmuştu. Huzur bulduğu o kollardan sıyrılmıştı. Yanı başındaki Soytarı'ya döndü yine. Yüzü yine mesafeli, soğuktu.

 

"Sakın gizlemeye çalışma. Gördüm seni. Az önce gülümsedin."

 

Melek'ten kaçmamıştı bu hareketi. Son anda görmüştü...

 

Ama Soytarı vurdumduymaz davranacaktı... Yoksa bu kız başına bela olacaktı...

 

"Ancak rüyanda görürsün."

 

Melek, kaşlarını kaldırdı. İstediği kadar inkar edebilirdi. O gördüğü şeyi biliyordu.

 

"Size de merhaba canlar."

 

İkisi de yanlarına gelen Selvi'yi fark etmemişti. Bir ayağı önde, kollarını birbirine kenetlemişti. Ela gözlerinde ki ifade ise hiç iyiye işaret değildi.

 

Yakalanmışlardı işte!

 

Melek, Soytarı'yı geride bırakarak hemen onun koluna girdi. Selvi' nin dikkatini başka yöne çekmeliydi.

 

"Ne zaman geldin sen?"

 

Dostunun masum sorusunu yememişti. Dudaklarını bastırarak, Soytarı'nın gözlerine bakarak cevap verdi.

 

"Sizin fak edemeyeceğiniz kadar zaman geçti diyebilirim."

 

Melek, Selvi'nin kolunu sıkmış, başını öne eğmişti. Denilecek laf mıydı bu şimdi?

 

Yerin dibine girse daha iyiydi. Melek utancından, saçlarıyla yüzünü kapatıp duruyordu. Yanaklarının kızardığını, hatta alev aldığını hissetmişti çünkü.

 

"İçeriye geçsek daha iyi olur tabi ki. Sormam gereken sorular var."

 

Soytarı, onun söylediklerini duymamazlıktan geldi. Aptalı oynamak her zaman daha akıllıca bir hareketti.

 

Melek'i de daha fazla utandırmaya gerek yoktu.

 

"Tabi. Buyrun."

 

Eliyle yolu açmış, onlara öncelik tanımıştı. Selvi teşekkür dahi etmemişti. Gururla, kolunda Melek ile kulübeye girdiler.

 

Soytarı onları geriden takip etmişti.

 

Masa hâla ortada duruyordu. Ömer, üstündekileri kendi gayretiyle kenarlamıştı biraz.

 

" Hoşgeldin Selvi abla. Bende masayı topluyordum."

 

O küçük bedeninde kocaman bir yürek taşıyordu. Selvi'nin gözleri parladı.

 

"Bırak kalsın. Bu işi sen değil onlar yapacaktı. Ama çok meşguldüler."

 

Melek'in duruşu değişti. Selvi'nin koluna omuzuyla küçük bir darbe indirdi.

 

"Senin sorunun ne can parçası? Beni rezil etmeye mi geldin buraya?"

 

Selvi siyah kaşlarını çattı. Alnının ortasında beliren çizgiler ona yakışıyordu doğrusu...

 

"Tesüf ederim. Ben sadece olanları söylüyorum. Ayrıca henüz başlamış değilim."

 

Melek, onun kolundan çıktı. Selvi kimin tarafını tutuyordu?

 

"Tam olarak ne demek istiyorsun?"

 

Selvi, onu yanıtsız bırakarak, henüz odanın ortasında duran masanın baş köşesine oturdu. Çantasını boynundan çıkarıp arkasına yaslandı...

 

"Şimdi bana tüm olanları kim anlatacak? Melek, benden bile sizi gizlediğine göre... Öyle değil mi Melek?"

 

İşin özü hesap sormaya gelmişti.

Soytarı, Melek'in daha fazla baskı altında kalmasına katlanmayacaktı.. Karşısına geçip oturdu.

 

"Ne düşündüğünü bilmiyorum ama bir masal, destan bekleme. Uzatmadan anlatacağım."

 

Selvi'nin canı sıkılmaya başlamıştı. İlla bir buz küpü olacak, resmi bir konuşma yapacaktı...

 

Cıks...

 

"Ben dinliyorum."

 

Ömer'e bir mp3 çalar vermişlerdi. En iyisi, onu bu durumdan uzak tutmaktı. Onu da sorgulamaya gerek yoktu...

 

Melek, ayakta kalmayı tercih etmişti. Selvi'nin arkasındaki pencereye geçmeden kulağına eğildi. Yanlış bir şey söylememesini umuyordu.

 

"Selvi, lütfen beni hayal kırıklığına uğratma."

 

"Merak etme. Ben dün sana Soytarı ile konuşacağımı söylemiştim zaten. Sözümü tutmadığımı nerede gördün?"

 

Selvi, alınmış bir ses tonuyla cevap vermişti. Tabi ki sahteydi. İstediğini elde etmeden kulübeden adım dahi atmayacaktı.

 

"Yine de söylediklerine dikkat etmeni öneririm. Burada bir kardeş kavgası yaşamak istemem."

 

Tehdidine aldırmadı Selvi. Bu söz konusu bile değildi çünkü.

 

"Soytarı, seni dinliyorum. Olan biteni bana anlatacak mısın?"

 

Melek, geri çekildi. Pencereye doğru yaslandı. Tedirgindi. Onun zorla bir şey anlatmasını kabul edemezdi. Böyle bir şeye hakkı yoktu. Hiç kimsenin...

 

Engel olmak istedi. Ama Soytarı ona nazaran daha rahattı.

 

Soytarı

 

"İki gün önce bir hastahane bankında karşılaştık. Aynı günün akşamı kötü bir tesadüf eseri yine karşılaştık. Bizi buraya getirdi. Dün de biz gidiyorduk sen geldin. Sonra olanları biliyorsun zaten. Olay tamamen bu."

 

Selvi'ye duymak istediklerini söylemeyecekti. Alaycı mavi gözlerinde zafer kazanmış bir ifade vardı.

 

Melek ise, yerinde sendeledi. Her şeyi dümdüz söylemişti. Dedikleri doğruydu elbette ama satır araları boştu. Bu kadar basite indirgemesine üzülmüştü Melek. Oldu bitti der gibiydi.

 

Sabırla bekleyecekti ama...

 

İlginçti. Selvi kımıldamamıştı bile... Hatta koltuğa daha da yaslanmıştı. Bu kadar kolay pes etmeyecekti demek ki...

 

"Bu kadar yani?"

 

Soytarı, oturduğu koltuktan Selvi'nin karşısına geçti. Melek ani bir dürtü ile yaslandığı pencereden ayrıldı. Selvi'nin yanında duruyordu.

 

Anlaşılan bu sohbet henüz bitmemişti.

 

"Evet temelde olaylar böyle gelişti. Yanlış hatırlamıyorsam ki kolay kolay unutmam. Aynen böyle oldu."

 

Selvi de bu kez ayağa kalktı. Siyah kıvırcık saçlarıyla uğraştı biraz.

 

"Akıllıca davrandığını sanıyorsun ama yanılıyorsun. Senin karşında Aykut'un hakkından gelmiş bir kız var. Bilgin olsun."

 

Soytarı'nın yüzüne sinsi bir gülüş yayıldı. Başarmıştı. Selvi, onun eline koz vermişti.

 

"Şaşırmadım. Benim karşımda da Melek için nasıl duvar gibi durduğunu da hatırlıyorum. Yine de daha fazla bilgiye sahip olmak istiyorsan seni de ben dinlemeye hazırım."

 

Yuh! 

 

Aykut'u ve Selvi'yi nasıl anlamıştı Soytarı. Planlı, kasıtlı olarak söylemişti o sözleri yani.

 

Peki Selvi'nin soğukkanlı duruşuna ne demeliydi.

 

Melek, Selvi'den daha çok şaşırmıştı.

 

Ne yani Selvi bunun olacağını tahmin etmiş miydi?

 

Selvi iki adım öne doğru ilerledi. Ela gözlerini gülümseyerek kıstı...

 

"Eline koz geçtiğini mi düşünüyorsun? Ah! Yazık oldu... Çünkü bu dediğinle, Melek ile aranızda söylediğinden daha fazlasının yaşandığını kabul ediyorsun demektir."

 

Melek tam da bir kavganın ortasındaydı. Yumruk, tekme, kan yoktu. Sözlü bir kavgaydı. Gerilimi yüksek bir film sahnesine benziyordu bu durum.

 

Onların aralarındaki bu sessiz tartışmayı algılamaya çalışıyordu. Kılıçlar çekilmiş, ikisi de karşı taraftan bir adım bekliyordu.

 

Başı dönmeye başlamıştı. Bitmesini istiyordu...

 

İkisinin de arasına girdi. Ona başka şans bırakmamışlardı.

 

"Kendinize gelin, lütfen rica ediyorum. Derdiniz ne? Neyi paylaşamıyorsunuz?"

 

Selvi, sitem dolu bir bakış attı ona...

 

"Anlaşılan seni canım dostum."

 

Al işte. Patavatsızca konuşmuştu Selvi. Onu ikaz etmesine rağmen hem de.

 

"Tamam artık yeter. Kimsenin daha fazla konuşmasına gerek yok. Kavganıza sonra devam edersiniz."

 

Ömer'in orada olduğunu unutmuşlardı. Yüksek sesle konuşmasalar bile aynı odadaydılar. Duymasa bile görmüş olabilirdi. Hissettiği kesindi...

 

Melek'in net tavrı onları durmaya zorlamıştı. İkisi de şimdilik geri adım atmıştı.

 

Selvi çantasını eline almıştı. Hiçte kızgın değildi. Aksine fazla keyifliydi....

 

"Ben şimdi gidiyorum yarım kalan işlerimi halledeceğim. Ama akşama buradayım. Bu iş burada bitmedi."

 

Hangisi daha baskındı belli olmuyordu ne yazık ki. Melek aralarında kum torbası olmak istemiyordu.

 

O, kendisi için ayrı bir savaş ilan etmişti Soytarı'ya karşı.

 

Sabahki neşesi kaçmıştı tamamen. Aklı hâla Soytarı' nın anlattıklarındaydı. Aralarında yaşanan şeyleri yokmuş gibi, olmamış gibi dile getirmişti. Söylerken ne yüzünde tatlı bir mimik ne de gözlerinde sıcaklık vardı.

 

Soytarı onu görmezden geldi. Yaptığı buydu. Nasıl oldu da Melek' i saf dışı bırakmıştı.

 

Öte yandan dün evine kadar gelmişti. Annesine rağmen hemde. Sonra kapının önünde Aykut'a söyledikleri vardı.

 

Şimdi bu?

 

Aklını kaçıracak gibiydi. Dün başka bugün neden başka davranmıştı. Kendince bir oyun oynuyordu ve Melek'i buna dahil etmişti.

 

Haddini aşmıştı ama. Ona bir ders vermesi gerekiyordu. Öyle de yapacaktı!

 

Selvi'nin kulübeden gidişiyle önce yarısı toplanmış masayı ortadan kaldırdı. Sinirliydi. Öfkeliydi. Kırgındı... Yaptığı işe yanıyordu bu. Elinde değildi ki...

 

Soytarı'dan da olabildiğince uzak duruyordu. O burada yokmuş gibi davranıyordu...

 

Ona müstahaktı!

 

Kirli bulaşıkları ayrı bir torbaya koydu. Bugün, dün burada bıraktıkları da unutmasa iyiydi.

 

Bu halde o da mümkündü elbette.

 

Soytarı, Melekteki değişimi fark etmişti. Onunla konuşmuyordu. Bakmıyordu. Yüzü de asıktı. Yine ne olmuştu? Yine ne yapmıştı acaba?

 

Koltukta oturmuş, onun ses çıkarmasını bekliyordu.

 

Melek, ortalığı da topladıktan sonra biraz Ömer ile vakit geçirdi. Hem muhabbet ettiler, hem de oyun oynadılar.

 

Onu, gizlice izleyen Soytarı'ya ise tek laf etmeyecekti. En azından kendisi konuşuncaya kadar. Yaptığı hatayı görene kadar. Kabul edene kadar...

 

Madem onun için sıradan, basitti her şey. Onun çevresinde olması da bir anlam ifade etmemeliydi.

 

"Sana yarın için ne getirmemi istersin Ömer, bir isteğin var mı?"

 

Soytarı koltuğunda yer değiştirdi. Sığamadı oraya...

 

Ne yani öylece, hiçbir şey söylemeden gidecek miydi?

 

Ömer masumca baktı onun yüzüne... Bir dileği vardı. İçinde kalan bir çocukluk heyecanıydı...

 

Melek, onu çözmüştü artık. Ellerini tuttu...

 

"Elimden gelen bir şeyse yaparım. Sen söyle."

 

"Acaba bir ip getirebilir misin?"

 

"Ne yapacaksın ipi?"

 

Merak etmişti gerçekten. Ne planlıyordu acaba?

 

"Salıncak yapmak istiyorum. Eğer varsa birde uzun bir tahta."

 

Tabi ya. O daha küçüktü. Aklına nasıl gelmemişti bu.

 

Ömer'i yanaklarından öptü yine.

 

"Olmuş bil. Bunu nasıl ben düşünemedim ki? Onun için güzel bir ağacımızda var. Selvi ile konuşurum hallederiz. Yarın da beraber yaparız."

 

Ömer, sarıldı ona. Tüm sevgisiyle, minnetiyle... Melek karşılık verdi. O küçük ama sıcacık bedene sarıldı...

 

"Teşekkür ederim."

 

Bu onun için yeterliydi. Omuzlarınki kollar gevşemişti. Gözlerinde ki mutluluk ise görülmeye değerdi.

 

"Hiç önemli değil. Yarın görüşürüz Ömer."

 

Ömer, başını sallamakla yetindi.

 

Eşyalarını topladı. Kahvaltının olduğu torbayı da eline aldı. Kapıya yöneldi. Onunla göz göze de gelmeyecekti. Kendisine saygısı vardı. Soytarı' nın hiçe saydığı saygısı...

 

Soytarı'ya bakmadı bile. Acaba onun aklından neler geçiyordu? Biraz olsun yaptığı hatayı idrak edebilmiş miydi?

 

Sorularla kendini heba etmeyecekti. Arkasına bile bakmadan kulübeden çıktı. Ne var ki biri kapıyı kapatmasını engelledi.

 

Umursamadı. Kendisi bilirdi. Bir yanı Soytarı' nın peşinden geleceğini biliyordu. Ona hem çok tanıdıktı hem de çok yabancı...

 

"Neler oluyor? Neden böyle davranıyorsun?"

 

Utanmadan soruyordu birde!

 

"Melek... Adım Melek Soytarı. Bir şey söyleyeceksen önce adımla seslen."

 

Ciddiyetini korumakta ısrarcıydı. Öyle de olması gerekiyordu. Fakat Soytarı bu sefer önüne set çekmişti.

 

"Neler oluyor... Melek?"

 

Adını, biraz kısık bir tonda söylemişti. O kadar alışkın değildi ki birine adıyla seslenmeye. Daha doğrusu bir kıza... Tuhaf hissetti...

 

"Bir şey olduğu yok. Evime gidiyorum."

 

"Onu sormuyorum. Fark etmediğimi mi sanıyorsun? Selvi gittiğinden beri yüzüme bakmıyorsun. Konuşmuyorsun."

 

Gerçekçi olmayan bir ifade yayıldı yüzüne. Kahverengi gözleri irileşti.

 

"Ah. Tüh yakalandım desene. O kadar da gizli yapmaya çalışmıştım oysa ki."

 

Dalga geçiyordu. Bilerek yapıyordu. Soytarı, elleriyle saçını geriye attı. Sinirlenmeye başlıyordu.

 

"Derdini söyleyecek misin artık?"

 

"Anlatsam da anlayacak gibi durmuyorsun. Hem neden öğrenmek istiyorsun? Senin için ne önemi var? Ben kimim ki?"

 

Soytarı'nın çatık kaşları düz bir çizgi halini aldı. Çünkü Melek ağır konuşmaya, sesini yükseltmeye başlamıştı. Belli ki durmayacak da.

 

"Ben herhalde o gün başka birini gördüm. O gece başka birine şemsiye tuttum. Başka birinin yaralarına melhem sürdüm. Başka biriyle yemek yedim. Başka biriyle kavga ettim. Öyle ya."

 

"Dediklerinin ne anlam-

 

"Yaklaşık bir saat önce o masada anlattıklarına bakılırsa ben senin hayatında yoldan geçen, sıradan biriyim o kadar. Adını dahi söyleyemediğin biri... "

 

Dudaklarında hafif bir titreme yaşamıştı Melek. Değersiz hissediyordu kendini. Buna da katlanmaya niyeti yoktu.

 

Soytarı onun hassas davrandığını görüyordu. O, olaya duygusal bir açıdan yaklaşmıştı. Haklılık payı vardı ama fazlaydı.

 

"Aşırı tepki gösteriyorsun."

 

"Değil mi ya? O zaman neden durup dinliyorsun? İçeriye geçip her zaman yaptığın gibi öylece otur tamam mı?"

 

"Benden ne bekliyorsun ki?"

 

"Yaşadıklarımızı yok saymamanı mesela. Bana, dün başka bugün başka davranmamanı. Sırf yanlış anladın diye Aykut'un özel hayatını sana anlattım ben. Senden de sadece bir özür bekledim."

 

"Ben bunun için sana bir söz vermedim."

 

Buz mavisi gözlerinde zerre pişmanlık belirtisi yoktu.

 

"Haklısın. Ben senin ne kadar kaba biri olduğunu unuttum. Benim hatam. Şimdi izninle."

 

Soytarı, ona edilen hakaretin altında kalmayacaktı.

 

"Dur bakalım. Öyle lafı çarpıp gitmek yok. Bu kadar kolay değil."

 

Melek, aldığı her yanıtta daha da ümitsizliğe kapılıyordu. Çabalamak boşunaydı.

 

Başını daha da yukarıya kaldırdı. Kimse onu oyuncak gibi kullanamazdı.

 

"Üzgünüm Soytarı ama senin için kolaydı. Sen en basit yolu seçtin. Ve hiçbir şey olmamış gibi gülmemi bekliyorsun öyle mi? Gülmeyeceğim de. Durmayacağım da. Yanında yer alırdım. Eğer beni yok saymasaydın. "

 

Öfkesini kontrol altında tutmayı başarmıştı Melek. Duygusal bir yaklaşım gösteremez, taviz veremezdi.

 

Soytarı'nın tüm soğuk davranışlarına rağmen, hakaretlerine rağmen onunla ilişkisini kesmemişti. Şimdi durum tersine dönmüştü.

 

Melek, onun konuşmasını bir şeyler söylemesini istemişti ama o zırh gibi duran dudaklarında hiç hareketlilik yoktu. Göz bebekleri kıpırdamıyordu bile...

 

Öyle olsun o zaman.

 

Gitmemesi için sebep yoktu. Soytarı'nın yanından geçti. Kulübeden uzağa evine doğru ilerliyordu.

 

"Özür dilerim."

 

Duyduğu sesle adımları yavaşladı. Arkasına döndü. Soytarı olduğu yerden ona seslenmişti.

 

"Anlamadım?"

 

İnanmak istemişti. Soytarı' nın dudaklarından dökülen o iki kelimeye inanmak istemişti. Daha gür bir şekilde duymaya ihtiyacı vardı.

 

Soytarı, deyim yerindeyse koşa koşa yanına geldi. Mesafe uzun değildi ama nefes nefeseydi. Bu onun için oldukça zordu. Melek' i kaybetme korkusu sarmıştı yüreğini... Gururundan daha baskın gelmişti bu duygu...

 

Melek, içinde kıpırdayan sevincini gizleyerek bakıyordu ona. Soytarı'nın elleri, saçları bedeni dahi farklı tepkiler gösteriyordu. Bu daha önce yapmadığı bir şeydi...

 

Derin nefes alarak, bir çift iri kahverengi gözün içine bakarak dudaklarını araladı...

 

"Senden, özür dilerim."

 

Sonunda söylemişti. Tane tane, üstüne basa basa söylemişti.

 

"Hangisi için?"

 

Yaptığı hatalar fazlaydı. Telafi etmesi de zor olacaktı. Yine de en başa dönmeliydi.

 

"Dün için. Seni yanlış anladığım için. Özür dilerim."

 

Melek, gözlerinde umut kırıntıları içinde sordu soruyu. Saçlarını geriye savurdu.

 

"Peki ya diğerleri için? Onlar için bir özür dilemek yeterli olmayacak. Ne yapmayı düşünüyorsun?"

 

Soytarı karşısında, güçlü durmaya çalışsa da olmadı. Boşuna direnmişti. Yenilmişti.

 

"Fırsat verilirse düzeltmek için elimden geleni yapacağım."

 

Görmek için sabırsızlanıyordu. Onun için ne yapabilirdi ki?

 

Melek, elindeki torbaları ona doğru uzattı.

 

"O zaman buyur. Bulaşıklar seni bekler."

 

Soytarı'nın kafası karışmıştı. Onun bulaşık yıkamasını mı istiyordu.

 

"Şaka yapıyorsun değil mi?"

 

"Hayır. Gayet ciddiyim. Affedilmek isteyen sen değil misin? Yok yapmam diyorsan sen bilirsin."

 

Melek, arkasını dönmek üzereyken Soytarı engel oldu

 

"Yok, hayır. Bekle. Tamam. Tamam. İstediğin gibi olsun."

 

Soytarı eline poşetleri alıp kulübeye doğru söylene söylene ilerledi. Melek ise arkasından sırıta sırıta geliyordu...

 

Asıl maçı o kazanmıştı. Ve Soytarı kesin bir mağlubiyet almıştı. Yine de mutsuz değildi. Kalbi, hiç olmadığı kadar huzurla doluydu.

 

İçeriye geçtiklerinde Ömer yatağından doğruldu.

 

"Melek abla. Sen gitmedin mi?"

 

"Yok. Biraz daha buralardayım. Hatta mümkünse bende uzanacağım."

 

Telefonu eline alıp Selvi'ye mesaj attı. Gelirken ipi alsa iyi olacaktı.

 

Soytarı ise elinde poşetlerle sesler çıkarıyordu tezgahta.

 

Ömer, merak etmişti haliyle. Melek'e yöneldi.

 

"O neden bunu yapıyor?"

 

Melek, ona baktı. Soytarı çoktan bulaşıkları yıkamaya başlamıştı. Ona nasıl da yakışmıştı.

 

Soytarı, onları duymasın diye elini kapatıp Ömer'e doğru eğildi.

 

"Çünkü, o hatalı. Ve şuan hatasını düzeltmek için uğraşıyor."

 

Ardından küçük sesler odayı doldurdu. Onların gülüşlerine karşılık Soytarı mavi gözleriyle sitem dolu bakışlar atmıştı. Sarı saçları öfkeden titriyordu...

 

Ama yapacak bir şey yoktu. Bir kere kabul etmişti. Melek, onun için önemliydi. Kırmak, üzmek istemediği biriydi. Değerliydi.

 

Üstelik yanında, yakınında olmaya ihtiyacı vardı. Ona kısa süre içerisinde ona o kadar alışmıştı ki...

 

O, bulaşıkları yıkarken Melek'in gözleri kapandı bir süre. Gece zor uyumuş, sabah erken kalkmıştı. Günü de Allah için hiç temposuz geçmemişti...

 

Soytarı'yı çok izlemek istese de ateşten gelen sıcaklığa daha fazla karşı koyamadı. Odanın içerisinden arada ufak tefek sesler duyuyordu. Bu hoşuna gidiyordu. Birilerinin varlığını orada hissediyordu.

 

"Ben geldim..."

 

Kulübenin kapısı ardına kadar sert biçimde açılmış Melek'in uykusunu kaçırmıştı.

 

Gelen Selvi'ydi. Oda elinde poşetlerle girdi içeriye.

 

"Güzel şeyler aldım. Akşama yemeğimiz hazır. İpi te unutmadım tabi."

 

"Hoş geldin Selvi. Ben biraz uyumuşum."

 

Selvi Ömer'in yanına oturdu hemen.

 

"Önemli değil canım. İçeriye dalan benim. Sen kusura bakma asıl."

 

Soytarı Selvi'nin yüzünü asık göreceğini düşünmüştü ama görünen o ki yanılıyordu.

 

Bugün ne yaptıysa elinde patladı zaten. Zararlı çıkmıştı bu işten. Melek, onun bu halini görmüştü.

 

"Sen aranızdaki savaşın bittiğini mi sanmıştın Soytarı. Sen Selvi'yi tanımıyorsun daha."

 

"Göreceğiz bakalım." diye yanıt verdi Soytarı. Melek'in onu tavırlarından dahi çözdüğünü düşünüyordu.

 

"Bu arada ben çok uyudum mu?"

 

Melek, kendini hâla sarhoş gibi hissediyordu. Ayılamamıştı.

 

Ömer ses verdi bu kez.

 

"Hayır, uzun değil ama çok güzel uyuyordun. Uyandırmak istemedik. Özellikle Soytarı istemedi."

 

İkisinin arasında derin bir bakışma yaşandı. Demek, bu buz küpü beyimiz nazik biri de olabiliyordu. Keşke Melek te görebilseydi.

 

Selvi, ayağa kalktı. Elinde iple bekliyordu.

 

"Ömer gel, biz salıncağı yapmaya başlayalım. Soytarı sende tahtayı getirirsin olur mu?"

 

"Tabi..."

 

Selvi ile Ömer kulübeden çıkmıştı. Melek onlara katılmak için uzandığı yerden kalktı. Tezgahın ilerisinde, açık pencerenin önündeki eskimiş vazoya çarptı gözleri...

 

Yanlış görmüyordu değil mi? Gözlerini elleriyle ovdu. Tekrar baktı. Hayır doğruydu. Uykusu tamamen açılmıştı.

 

Papatyalar... Onları vazoya kendisi koymamıştı. Yoksa o muydu?

 

Soytarı mı yapmıştı bunu? Böyle mi özür dilemişti?

 

Pencereye doğru ilerledi. Heyecanla vazoyu eline aldı. İçerisine yeni aktarılmış suyu dökmemeye dikkat etti... Sarı papatyalar... Çok fazla değildi ama canlıydı. Yaşıyorlardı. Parmaklarıyla tek tek hepsini okşadı. Onları sevgiyle kokladı...

 

Onu, elinde tahta parçasıyla kapıda izleyen Soytarı ile göz göze geldi. Yüzüne sıcak bir gülümseme yayıldı.

 

Bunu özlemişti. Melek'in gülüşünü, gerçek gülüşünü özlemişti. O, kahverengi iri gözlerindeki ışık etrafa yayılırdı... Yanaklarındaki küçük çilleri de ona katılır, dans ederdi...

 

Melek, elindeki vazoyu dikkatlice olduğu yere bıraktı. Soytarı'ya doğru yöneldi. Kapıyı açmıştı. Ömer'i ve Selvi' yi görebiliyordu. Hâla salıncağı yapmamışlardı.

 

Soytarı'ya doğru çevirdi başını.

 

"Özrün... Soytarı. Kabul edilmiştir."

 

Büyük bir mutlulukla o kapıdan çıktı. Selvi' nin yanına giderken durdu. Ardına baktı. Soytarı da ona gülümseyerek bakıyordu...

 

Çekinmeden, korkmadan, gizlemeden...

 

 

 

************************************

 

 

 

 

Evet bölüm sonu arkadaşlar. Umarım keyifle okursunuz. 💜

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Bölüm : 09.12.2024 11:46 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...