
“Majesteleri, günaydın!”
Korkuyla gözlerimi aralayıp gece nereye koyduğumu unuttuğum tüyü aradım. Göğsümün üzerine düşmüş tüyü elimle kapatıp doğruldum.
“Bağışlayın majesteleri, korkutmak istemedim.” Sara’nın endişe dolu bakışı ile kendime geldim.
“Sorun değil Sara.” Tüyü battaniyenin altına doğru ittirdim.
“Majesteleri sizi kahvaltıya davet ediyor. Sonrasında sizi şehre inmeye davet etti.” Sara’ya dönmeden başımı salladım.
“İyi hissetmiyorsanız majestelerine söyleyebilirim.” Elimi sallayıp konuştum. “İyiyim Sara, bir sorun yok.” Doğrulup yataktan kalktım. Banyoya doğru ilerlerken Sara’nın meraklı bakışlarını sırtımda hissedebiliyordum.
Musluğu açıp suyu avuçlarıma doldurdum. Soğuk suyu yüzüme çarparken içimden geçen tek şey yaşadığım şeylerin en kısa zamanda bir açıklığa kavuşmasıydı. Tüye dokunduğumda gördüğüm vizyonlar kafamı karıştırıyordu. Son Ateş Krallığından bahsediliyordu. Vizyonlarda gördüğüm çocuk Ender’e çok benziyordu ve ne tesadüf ki adı Ender’di.
Banyodan çıkınca Sara’yı dolabın başında buldum. “Ne giymek isterseniz majesteleri?”
Dolabın önüne geçip kısa bir bakış attım. Ender’in gönderdiği elbiselerin her biri çok güzeldi ve hepsini aynı anda giymek istiyordum. Bu konuda ona minnettardım. Genç bir kadının nelerden hoşlandığını biliyordu. Lacivert elbiselerden birini işaret edip koltuğa oturdum. Sara elbiseyi düzeltirken ben de başımı ellerimin arasına aldım.
Sara hazır olunca üzerimdekileri çıkardım ve Sara elbiseyi giydirdi. Lacivert rengi kadife kumaş nazikçe tenimi okşuyordu. Altın işlemeli detayları olan elbise bel kısmında daralıyor ve zarifçe belimi sarıyordu. Eteğin genişleyen kesimi, her adımımda yumuşak bir dalgalanma yaratıyordu. Altın işlemeler, etek ucuna kadar zarif bir şekilde devam ediyor ve ışık çarptıkça ışıldıyordu. Uzun kolları bilek kısmında hafifçe daralıyordu. Kol boyu uzanan altın renkli işlemeler takımyıldızlarını andırıyordu.
Elbiseyi giyince Sara’nın önündeki pufa oturdum ve saçlarımı yapmasına izin verdim. Sara, dalgalı tutamları nazikçe arkada birleştirirken gözlerimi kapattım. Evimi özlüyordum. Sara, saçımı yaparken hiçbir şey düşünmediğim günleri özlüyordum. Çünkü beni koruyan, beni düşünen biri vardı.
“Majesteleri de sizi koruyor prenses.” Gözlerimi açıp aynadan Sara’ya baktım. Bozuntuya vermeden saçlarımı toplamaya devam ediyordu.
“Sesli söylediğimi fark etmedim.” Sara gülümsedi. Sanki etrafımda olup biten her şey normaldi ve bunu anormal karşılayan tek kişi bendim.
“Çok güzel oldunuz majesteleri.” Başımı kaldırıp aynada kendimi inceledim. Bir tutam saçı örmüş ve saçımın üst kısmı ile arkada birleştirmişti. Alt kısımda kalan saçlar dalgalı bir şekilde omuzlarımdan dökülüyordu.
“Hatırlar mısınız majesteleri?” İlgiyle Sara’ya döndüm. “Evdeyken hep renkli göz kalemleri kullanırdınız. Giydiğiniz elbisenin rengine göre kullandığınız renkler değişirdi.” Burukça gülümsedim.
“Büyükbabam çok severdi.” Gözlerim doldu. Büyükbabamı kaybettikten sonra çok hassaslaşmıştım. Ailemden bahsedildiği an gözyaşlarımı tutmakta zorlanıyordum.
“Sağ ol Sara, çok güzel oldu.” Sara istemsizce gülümsedi. “Muhafız size özel salona kadar eşlik edecek.”
Yol boyunca bana eşlik eden muhafız hiç konuşmadı ve konuşmamaya devam ediyordu. Ben de onu konuşturmak için ekstra bir çaba harcamadım. Artık konuşup kendimi anlatmak istemiyordum, çünkü beni ne büyükbabam dinleyebilirdi ne kuzenim. Beni duymasını istediğim kimse kalmamıştı. Günden güne içim daha çok sıkılıyordu. Devam etmek için bir sebep bulmakta zorlanıyordum. Saklanmak zorundaydım, kaçmak zorundaydım. Ne için? Yapayalnız bir yaşam için mi?
“Geldik majesteleri?” Muhafızın açtığı kapıdan geçince Ender’i her zamanki takımı ile karşımda buldum. Beni görünce gülümsedi. Onun gülümsemesini görünce içimde bir burukluk hissettim. Karşılık olarak gülümseyemedim.
“Günaydın majesteleri, umarım geceniz güzel geçmiştir.” Başımı salladım. “Günaydın majesteleri.” Birkaç adım atıp içeri geçtiğimde Ender arkama geçip oturmam için sandalyeyi çekti. Sandalyeye yerleşirken etrafıma baktım. Kafam o kadar doluydu ki nereye geldiğime hiç dikkat etmemiştim. Bakışlarımı salonda gezdirdim. Salonun duvarları koyu ahşap panellerle kaplanmıştı. Büyük bir pencere vardı, kenarından sızan gün ışığı odadaki her şeyi nazikçe aydınlatıyordu. Dışarıdaki manzaranın yeşilliği içeriye canlılık katmıştı.
Köşede yanan küçük şömineden gelen odun çıtırtıları sakin bir atmosfer yaratıyordu. Raflarda birkaç kitap ve dekor amaçlı mumlar vardı.
Odanın ortasında, şu an oturduğumuz, ahşap bir masa vardı. Üzerinde ince, kenarları çiçek işlemeli bir örtü vardı. Örtünün üzerinde iki kişi için hazırlanmış bir kahvaltı duruyordu. Hayranlıkla özenle işlenmiş porselen çay bardaklarına bakıyordum.
“Beğenmenize sevindim.” Ender, karşıma yerleşmiş beni izliyordu. Samimi itirafı beni utandırmıştı.
“Ne sevdiğinizden emin olamadığım için her şeyden getirmelerini istedim.” Masayı incelediğimde bulunan her yiyeceğin sevdiğim şeyler olduğunu fark ettim.
“Teşekkür ederim majesteleri.” Dünkü konuşmamızdan sonra Ender ile normal bir sohbet yürütmekte zorlanıyordum. Kendimi mahcup hissediyordum. Kendime de kızıyordum. Ne zaman Ender’e böyle bir şey için kızacak kadar bağlanmıştım? Ben böyle biri değildim.
“Majesteleri.” Durdum. Başımı kaldırıp gözlerine baktım. O çoktan bana bakıyordu. “Dünkü tavrım için özür dilerim. Son zamanlarda kendime hâkim olmakta zorlanıyorum. Bunun acısını sizden çıkarmamalıydım.”
Ender gülümsedi. Gülümsemesi o kadar içtendi ki insan uzun zamandır gülmediğini düşünebilirdi. “Sorun yok majesteleri. Kolay şeyler yaşamadığınızı biliyorum.”
Ender’in gözlerinin içine bakarken söylediklerini sindirmeye çalıştım. Bu kadar kolay affetmesi, bu kadar anlayışlı olması, beni bir yandan rahatlatırken bir yandan rahatsız ediyordu. Kendime güvenim mi azalmıştı, yoksa onun gözünde zayıf mı görünüyordum? Bu düşünceler beynimi meşgul ederken, sessizce nefes aldım.
“Her zaman bu kadar güçlü durmayı nasıl başarıyorsunuz?” Sesim istemsizce daha alçak çıktı. Ender’in gülümsemesi yumuşadı. “Bir hükümdar olarak, öyle bir lüksümüz yok, majesteleri. Bizi izleyen gözler her zaman hazırda bekler.”
Ona katıldığımı belli edercesine başımı salladım. “Haklısınız, biz büyükbabamın ölümünü halka duyurur duyurmaz Elijah saraya geldi.”
Ender’in yüzü ciddi bir hal aldı. Elijah’ın adı onda anlam veremediğim bir şeyi tetikliyor gibiydi.
“Acınıza saygı duyuyorum ancak büyükbabanızın ölümü Elijah’ın işine yaradı. Böylece size daha kolay ulaşabilecekti.” Bakışlarımı kucağımda duran ellerime indirdim. Büyükbabamın yokluğunda yuvadan atılan bir kuşa benzemiştim. Uçmayı öğrenmem gerekiyordu.
“Yine söyleyeceğim majesteleri, burada güvendesiniz ve istediğiniz kadar kalabilirsiniz.”
“Teşekkür ederim, size borcumu nasıl öderim bilmiyorum.”
“Hayatınıza devam ederek.” Başımı kaldırıp Ender’e baktım. Devam etti. “Siz bir şifacısınız, buna devam edebilirsiniz. Bir şifacı olarak eğitim verebilirsiniz. Anka Sihrine sahipsiniz ve bir varissiniz. Sihrinizi geliştirip kendinizi ve ülkeyi koruyabileceğiniz hale geldiğinizde taht için ülkenize dönebilirsiniz.”
Ender’in sözlerinin ağırlığı üzerime çökerken daha önce düşünmediğim bir ihtimal kafamda yankılandı; ben de varis olarak tahta geçebilirdim. Bunu hiç düşünmemiştim. Çünkü büyükbabamın öleceği ihtimalini bile kafamda canlandırmak canımı acıtıyordu. Ancak bu bir hataydı. Büyükbabam beni bir kraliçe gibi yetiştirmişti. Yine de bir kraliçe sevdiği birinin ölümü ile bu kadar yıkılır mıydı?
“Şu an amcam tahtta.” Ender’in gözlerine gölge düştü. “Ne yazık ki yönetiminiz hakkında yeterli bilgiye sahip değilim ancak eminim sıranız gelmeden tahta geçmenin bir yolu vardır.”
Ender’in sözleri odaya bir sessizlik getirdi. Gözlerinin derinliklerindeki gölge, yönetime dair bildiklerinden çok daha fazlasını sakladığını düşündürdü. “Büyükbabam halkının sevgisini ve güvenini kazanmıştı. Onun mirasına leke sürmek istemem. Ayrıca şu an amcam tahtta. Ona karşı bir darbe planı hazırlayıp yerine geçmek, bilmiyorum çok vahşice geliyor.”
“Bir hükümdar olarak söyleyebilirim ki amcanız uzun süre tahtta kalamaz. Zamanla halkı onu tanıyacak ve siz bir darbe planı yapmadan halk onun tahttan inmesini isteyecektir.” Ender’in sözleri düşmanca gibi görünse de haklıydı.
“Keşke büyükbabam burada olsaydı.”
Ender derin bir nefes alarak arkasına yaslandı.
“Benden önceki varis Arhan. O, büyükbabama çok benziyor.” Ondan bahsederken istemsizce gülümsedim.
“Biliyor musunuz majesteleri? Konuştuğumuz hiçbir şey imkansız değil. Ancak daha fazla kahvaltı etmezseniz imkansız olabilir.” İstemsizce kıkırdadım. Böyle bir tepki beklemiyordum. Güldüğümü gören Ender de gülümsedi.
“Sizi dinlemek, sizinle sohbet etmek benim için bir zevk ancak bir şeyler yemelisiniz.”
“Teşekkür ederim majesteleri. Siz olmasaydınız ne olurdu bilmiyorum.”
“Eminim siz o durumun da üstesinden gelirdiniz.” Ender’in bana olan inancı, benim de güçlü olduğuma inanmamı sağlıyordu.
Sarayın ağır, işlemeli kapıları arkamızda kapanırken soğuk rüzgâr yüzüme dokundu Sabah güneşi, tüm ihtişamı ile etrafımızı altın rengine boyarken güneş ışığı sıcaklıktan yoksundu. Ender, önümüzde bekleyen at arabasına yöneldi. Çevik ve doğal bir hareketle elini bana uzattı. Elini tutarken cildinin ne kadar soğuk olduğunu bir kez daha fark ettim. Arabaya yerleştiğimizde arabacı Ender’e seslendi. Ender hazır olduğumuzu onaylayınca yol başladı.
Yol boyunca, taş döşeli yolların üzerinden geçen tekerleklerin ritmik seslerini dinledik. Külkıranda ulaşım çok rahattı. Ormanlardan geçsek dahi yollar ulaşımı kolaylaştırmak adına belirgin ve düzdü. Yanımda oturan Ender pencereden hızla değişen manzarayı izliyordu. Düşünceli görünüyordu. Aklından ne geçtiğini merak ediyordum ama soracak cesaretim yoktu. Ancak, bakışlarının ardından gelen o tanıdık gülümseme, mantık terazimi devirdi. Onu izlediğimi fark etmişti. Konuyu değiştirmeye çalışarak sakince sordum.
“Aniden bir yere gitmekten çekinmiyor musunuz?”
“Hayır.” Gözleri hala dışarıdaydı. “Bazen aniden gitmek gerekir. Bir kralın halkıyla arasına fazla planlar koyması doğru olmaz. Beni sadece tahtta oturan biri olarak görmelerini istemem.”
Hayranlıkla Ender’e baktım. Halkına olan ilgisi hoşuma gitmişti.
“Sizi gördüklerinde şaşıracaklar.”
“Sadece şaşırmazlar, gülümserler,” diye cevap verdi. “Ve bu gülümsemeler ne için çabaladığımı bana hatırlatır.”
Ona hayranlık duymamak elde değildi. Fakat, bu hayranlık yalnızca bir kralın liderlik vasıflarına duyulan hayranlık mıydı?
Gözlerimi yolun kenarındaki geniş ovalara çevirdim ama düşüncelerim Ender’den uzağa gitmiyordu.
Orman seyrekleşip ağaçlar bir bir ahşap binalara dönmeye başladıkça, çevremizdeki manzara hızla değişiyordu. Daha önce yalnızca kuş seslerinin yankılandığı sessiz yollar, artık insan sesleriyle doluydu.
Araba, meydanın girişinde durdu. Ender’in yardımı ile arabadan indim. Meydan, krallığın kalbinde, taş döşeli geniş bir alana yayılmıştı. çevresi zarifçe işlenmiş ahşap ve taş yapılardan oluşuyordu. Her bina, birbirine uyumlu şekilde detaylarla süslenmişti; balkonlardan sarkan ipek kumaşlar ve çiçekler meydanın renklerini canlandırıyordu.
Ender’i fark eden insanlar aniden duraksamaya başladı. Krallarını fark edenler, yanında duranlara hafifçe dokunarak onu işaret ediyor, sessiz bir hayranlıkla çevrelerinde olup biteni unutuyorlardı. Bir fısıltı dalgası meydanın bir ucundan diğerine yayıldı.
Küçük bir oğlan annesinin elinden kaçıp yanımıza geldi. Gözleri büyük bir hayranlıkla parlıyordu. Küçük elleri Ender’in geniş avuçlarına dokunduğunda, hafifçe zıplamaya başladı. Her zıplamada gülümsemesi daha da genişliyordu. Ender gülümseyerek çocuğun hizasına eğildi. Çocuk heyecanla konuşmak üzereyken annesi yanımıza geldi.
“Majesteleri, özür dilerim,” dedi kadın mahcup bir ifadeyle. “Oğlum sizi görmek için sabırsızlanıyordu, size olan hayranlığı yüzünden...”
Ender, nazikçe başını eğerek cevap verdi. “Böylesine saf bir sevgi ve coşku, benim için bir lütuf. Endişelenmeyin.”
“Büyüdüğümde sizin gibi olmak istiyorum!” diye ekledi. Kalabalıktan ufak bir alkış ve mırıldanma yayıldı; halk, bu küçük anın sıcaklığıyla daha da birbirine kenetlenmiş gibiydi. Ender’in onları yanlış anlamayacağından o kadar eminlerdi ki bu hoş andan gurur duyuyorlardı.
Annesi küçük çocuğu kucağına alıp bizden uzaklaştı. Ender kendinden emin bir gülümseme ile halkını selamladı. İnsanların gözlerinde sadece saygı vardı.
Ender ile birlikte meydanın çevresindeki dükkanları ziyaret etmeye başladık. Her adımda, halktan insanların gözleri krallarına odaklanıyor, yüzlerinde saygı ve derin bir hayranlık ifadesi beliriyordu. İlk ziyaretimiz, meydanın köşesindeki ekmek fırınına oldu. Fırıncı, elindeki sıcak ekmeği hemen tezgâhın üzerine bırakıp ellerini önünde bağladı. Gözlerinde bir coşku ve aynı zamanda tevazu vardı.
"Majesteleri, bu sabah fırında pişirdiğim en taze ekmeği size sunmaktan onur duyarım," dedi, hafifçe eğilerek. Ender, nazik bir gülümsemeyle başını eğdi ve tezgâha uzandı.
"Senin el emeğinle pişen her ekmek, en lezzetli ekmek." diye cevapladı Ender. "Herkese yetecek kadar ekmek ve güvence sağladığın için sana minnettarız."
Bu sözler, yalnızca fırıncıyı değil, dükkânın çevresinde toplanan halkı da derinden etkiledi. Fırıncının eşi, göz yaşlarını tutamayıp Ender’e teşekkür ederken kalabalık, aralarındaki bu sıcak bağa sessizce şahitlik etti. Fırından ayrılıp yan taraftaki kumaşçının dükkânına geçtik.
Birçok dükkan ziyaret ettikten sonra Ender bir iş için beni meydanda yalnız bıraktı. Gözünü benden ayırmayacağını söyledi. Çeşmenin yanındaki bir bankta oturuyordum. Su sesi etraftaki insanların sesi ile karışıyordu. Uzun zaman sonra insan içinde olmak hoşuma gitmişti.
Bakışlarımı meydanda gezdirirken girişteki zırhlı muhafızlar dikkatimi çekti. Üzerlerindeki zırh, Külkıran muhafızlarının alışık olduğum zırhlarından farklıydı. İçime sinsice işleyen bir huzursuzlukla yerimde kıpırdandım. Muhafızlar, dikkatlice etrafa bakınıyor ve ağır adımlarla merkeze doğru ilerliyordu. Yüzlerini daha net görebilmek için gözlerimi kıstım. Derken bir an… O yüz. Nefesim kesildi. Beni kaçıran muhafızlardan biriydi. Kalbim, göğüs kafesime sığmıyor gibiydi. Hayır, beni arıyor olamazlardı… Olmamalılardı.
Derin bir nefes alıp sakin kalmaya çalışarak ayağa kalktım ve en yakınımdaki dükkâna girdim. Raflarda dizilmiş sayısız şişenin parıltısı, buranın bir şifacı dükkânı olduğunu hemen anlamamı sağladı. Göz ucuyla pencereden dışarı baktım. Muhafızların karşıdaki dükkândan çıktıklarını ve buraya doğru yöneldiklerini görünce ürperti tüm bedenimi sardı.
“Yardımcı olabilir miyim?” Ani bir irkilmeyle geri çekildim, sırtım duvara yaslandı. Genç bir oğlan, dükkân sahibine özgü bir sakince ama merakla bana bakıyordu. Fazla vaktim yoktu, hızla konuşmaya başladım.
“Ben Kral Ender ile geldim. Ancak... Şu an saklanmam gerekiyor. Lütfen, yardım edin!” Korkum her hâlimden belli oluyordu. Dükkan sahibinin gözleri üzerimde gezindi; kim olduğumu anlamaya çalışıyor gibiydi. Asil bir hanımefendi olduğumu idrak ettiğinde tereddüt etmeden tezgâhın arkasını işaret etti. Ona minnetle baktım, eteğimi topladım ve tezgâhın altına eğildim. Tam o an, dükkânın kapısı açıldı.
Kapının metal menteşeleri gıcırdadı, ardından ağır ve tehditkâr adımların yankısı içeri yayıldı. Zincirlerin hafif tınısını duyduğumda nefesimi tuttum. Kalbim deli gibi atıyordu. Duyduğum ses ise kanımı dondurdu.
“Yardımcı olabilir miyim?” diye sordu dükkân sahibi, sesinde tedirginlik hissettirmemeye çalışarak. Adımlardan biri rafların önünde durdu. Şişelerin hafif tıngırtısı duyuldu.
“Sadece bakıyoruz, iyi günler.” Sesindeki o soğuk ve tanıdık tını, beni olduğum yere çiviledi. Bu ses o muhafıza aitti.
Kapının kapanma sesiyle birlikte ortam sessizleşti. Bir süre sessizce bekledikten sonra, yanımda beliren bir gölge dikkatimi çekti. Kafamı hafifçe çevirdiğimde, dükkan sahibinin sessiz adımlarla yanıma eğildiğini fark ettim.
“Gittiler, çıkabilirsiniz,” dedi alçak bir sesle. Tedirginlikle ayağa kalktım, boş dükkânı görünce az da olsa rahatladım. Ellerimle eteğimi düzeltirken fısıldadım, “Çok teşekkür ederim.”
Genç oğlan, sessizce bana bakıyordu. Merakını gizlemeye çalışsa da gözleri her şeyi ele veriyordu. Beni tanımlamaya çalışıyor, her detayı dikkatlice inceleyerek cevaplar arıyordu. Ama gözlerinin derinlerinde bir tereddüt vardı; sorduğu sorulara alacağı yanıtların ağırlığını kaldırabileceğinden emin değildi. Buna rağmen merakı galip geldi.
“İyi misiniz, hanımefendi? Yardıma ihtiyacınız var mı?” Başımı hafifçe iki yana salladım. O anda kapı aniden açıldı. Aniden açılan kapının gürültüsü ile korkuyla kapıya baktım. Ender’in telaşla içeri girdiğini görünce omuzlarım düştü, rahatladım.
“Leydi, her yerde sizi arıyorum,” dedi, derin bir nefes alarak. Gözleri hızla beni baştan aşağı süzdü. Sonra yanımdaki dükkan sahibini fark etti. Bir kralın vakarını yeniden hatırlayıp yüzündeki telaşı toparladı.
Bakışlarımı etrafta gezdirirken meydanın girişinde zırhlı muhafızlar fark ettim. Üzerlerindeki zırh Külkıran muhafızlarının zırhı değildi. Tedirginlikle kıpırdandım. Muhafızlar sağa sola bakınıp merkeze doğru ilerliyordu. Muhafızlar yaklaşınca birinin yüzünü tanıdığımı fark ettim. Gözlerimi kısıp bakışlarımı netleyince beni kaçıran muhafızlardan biri olduğunu anladım. Beni arıyor olamazlardı, değil mi?
Sakince yerimden kalkıp en yakınımdaki dükkana girdim. İksir şişeleri ile dolu rafları görünce bir şifa dükkanına girdiğimi anladım. Dükkanın pencerelerinden bakınca muhafızların karşıdaki dükkandan çıkıp buraya geldiklerini gördüm.
“Yardımcı olabilir miyim?” İrkilerek duvara doğru çekildim. Dükkan sahibi genç oğlan benimle konuşuyordu. Fazla vaktim yoktu ve beni görmemeleri gerekiyordu. Aceleyle konuştum.
“Ben Kral Ender ile geldim. Ancak şimdi saklanmam gerekiyor lütfen yardım edin!” Oğlanın gözleri üzerimde gezindi. Asil bir hanımefendi olduğumu idrak edince tezgahın arkasını işaret etti. Ona minnettarlıkla bakıp tezgahın arkasına geçtim. Eteğimi toplayıp tezgahın altına eğildiğim an kapı açıldı. İçeriye gelenlerden zincir sesleri duyuyordum, bunlar o muhafızlardı.
“Yardımcı olabilir miyim?” İçeride birkaç adım sesi yankılandı. Ardından şişelerin tıngırtısını duydum.
“Sadece bakıyoruz, iyi günler.” Sesi duyduğum an olduğum yere çivilendim. Bu ses o muhafıza aitti.
Kapının kapanma sesiyle içeride sakinlik oldu. Birkaç dakika sonra yanımda bir karaltı gördüm. Başımı çevirince dükkan sahibinin yanıma eğildiğini gördüm.
“Gittiler, çıkabilirsiniz.” Tedirginlikle ayağa kalktım. Boş dükkanı görünce rahatladım. “Çok teşekkür ederim.” Dükkan sahibi merakla bana bakıyordu. Ne olduğunu sormak istediğini görebiliyordum ama öğrenmek istemeyeceği şeyler duyabileceğini biliyordu. Ancak merakına yenik düştü ve sordu. “İyi misiniz hanımefendi? Yardıma ihtiyacınız var mı?” Başımı iki yana salladım. Aniden açılan kapının gürültüsü ile korkuyla kapıya baktım. Ender’in telaşla içeri girdiğini görünce omuzlarım düştü, rahatladım.
“Denis, iyi misiniz?” O an yanımdaki dükkan sahibini fark ediyor ve toparlanıyor. Bana ilk defa sadece adımla sesleniyor.
“Kont Niven, selamlar.” dedi Ender, sesinde hem otoriter hem de samimi bir tını vardı. Dükkan sahibi yani Niven içten bir selam verdi. “Majesteleri.” Ender, hızla bana doğru dönerek kollarımdan nazikçe tuttu. Gözleri yüzümde dolaşıyor, durumumu dikkatle inceliyordu. Beni iyice süzdükten sonra, endişesini gizlemeye çalıştığı bakışlarını yakaladım.
“Majesteleri, ben iyiyim.” Sesim bir fısıltı kadar sessiz çıkmıştı. Ender duraksadı, gözlerini bir an olsun yüzümden ayırmadan, sanki doğruyu söylediğimden emin olmak istercesine yüzümü incelemeye devam etti. Ne görmek istediğini tam olarak anlayamıyordum, ama bu dikkatli bakışları kalbimde hem güven hem de endişe yaratıyordu. Sonunda kollarımı nazikçe bıraktı ve yanıma geçerek Kont Niven’e döndü.
“Kusura bakmayın Kont.” Sesi artık daha kontrollüydü. “Misafirperverliğiniz için teşekkür ederim.” O an ilk kez dükkan sahibine, Niven’e dikkatlice baktım. Uzun boylu, sarı saçlı bir gençti. Üzerinde krem rengi bir gömlek ve koyu yeşil bir pelerin vardı. Gömleğin kollarında gümüş rengi işlemeler vardı. Sol elinde dokuma bir eldiven, sağ elinde ise parmakları açıkta bırakan bir deri eldiven vardı.
“Gitmemiz gerekiyor, sarayıma uğradığında ne olduğunu açıklayacağım.” Omuzlarımı silktim. Ne olursa olsun Ender’in hakkımdaki gerçeği kimseye anlatmayacağına güveniyordum. Niven anlayışla başını salladı. Ender beni önüne geçirdi ve birlikte dükkandan çıktık. Arabaya doğru ilerlerken Ender hiç olmadığı kadar gergindi. Arabaya bindiğimizde Ender hızlıca saraya dönmemizi emretti. Araba hareket etmeye başlayınca Ender’in derin bir nefes aldığını fark ettim.
“Affedersiniz majesteleri, sizi korkutmak istemedim.” Ender gözlerini üzerime dikti. Ancak gözlerinde bir yargılama yoktu. Aksine şefkat ve endişe vardı.
“Sorun yok majesteleri. O askerlerin ülkeme girdiğini kaçırmam benim hatam.” Anlayışla başımı salladım. Ne diyebilirdim ki?
“Size bir şey oldu diye çok endişelendim.”
“İyiyim majesteleri, teşekkür ederim.”
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |