
5000 Yıl Önce…
Yağmurlar bütün şiddeti ile yağıyordu yer yüzüne. Şimşekler en parlak haliyle çakıyor, ardından gelen gök gürültüsü, sanki yaşayan her canlıya bağırıyormuş gibi gürlüyordu. Eşi benzeri görülmemiş bir fırtına vardı o gün.
Çünkü Gök Ana öfkeliydi. Yıllardır ve o gece yaşanan her şeyi görmüştü. Bu kadar ileri gitmiş olmaları onu üzmüş, bir canın, değerli bir mücevherin kaybolmasına sebep olmaları onu sinirlenmişti. Tıpkı gece gibi küsmüştü hepsine ve onlara bir daha asla gün yüzü göstermeyecekti.
Yer yüzünde bir daha bahar olmayacaktı… çünkü baharı kendi elleri ile kovmuşlardı.
Bir daha yaz olmayacaktı… çünkü hepsi soğuğun zalimliğini hak ediyordu.
Artık fırtınalar vardı. Geri gelene kadar dinmeyecekti.
Artık kış vardı. Yaz gelene kadar gitmeyecekti.
Ve asrın Han’ı, bunu engellemek için hiçbir şey yapmayacaktı. Bu kayıp onu da üzmüş, onu da sinirlendirmişti. Ve sebep olan herkese karşı acımasız olmakta kararlıydı.
O varisini kaybetmişti.
Kabul edemedikleri varis, Han’ın her şeyi idi. Her şeyini kaybetmek ise herkes için ağır bir durumdu. Diğer yandan Orakel, geleceği bir film misali seyir ederken, yaşanacak bazı olayların ağırlığın da o bile eziliyordu. Onu bile titreten bedeller vardı gelecekte ve bu çok ağırdı…
Şimdi de bu geleceği duyurması gerekiyordu. Bir kehanet verecekti ama ilk defa görevini yerine getirmek ona çok ağır geliyordu. Ama yapmak zorundaydı. Bu büyük bir kehanetti ve herkesin bilmesi gerekiyordu. İkinci dünyadaki bütün çocuklarına ulaştı ve hepsinin kahin gözünü aynı anda açtı. Geleceği onlara da izletirken, hepsinin ağızından aynı anda dökülen kehaneti, büyük bir rahatsızlıkla dinledi. Tıpkı herkesin dehşetle dinlemesi gibi…
“Kader onun adına yazıldığında, herkes yüz çevirir ona… kimse istemez onu, kimse sevmez onu, kimse umursamaz onu…
Halbuki gülse geçer her şey… bahar tekrar gelir, rahat eder herkes! Severler o zaman onu, isterler onu, umursarlar onu…
İzin vermediler gülmesine, hep döküldü inci taneleri… o ağladıkça, kasvet sardı her yeri… daha da hırpaladılar onu, daha da üzdüler onu…
Bir gece geldi… kalbinde ki sırrı bir zalim keşfetti. Söküp almak istedi ama gücüne denk değildi. Ve bu da onun için son raddeydi. Yeryüzüne verdiği her şeydi geri aldı. Yaşamı, dengeyi, güzellikleri, mevsimleri ve en önemlisi iradeyi…
Ardından çekip gitti ya da bir önder tarafından çekildi…
Geri gelmedi uzun süre, gelmez de…
Ve bahar gittiyse, kış kaçınılmazdır yeryüzünde. Yas tutar dünya onun ardından, tıpkı canından olanın yaptığı gibi. Affetmez bölgesinde gezen zalimleri, tıpkı Okyanus gibi…
Yıllar muhtaç geçecek…
Yıllar mahcup geçecek…
Yıllar yalvarmakla geçecek…
Yıllar soğuk ve zalim, gönüller üzgün ve korku ile geçecek…
Ama o geri gelse de söylemeyecek!
Küseni barıştırmak zordur, o ise imkansız adeta!
Her yer kışa batmışken, kendi baharını yapar, yaşar gider orada, vakti gelene kadar! Kimseyi dinlemez, kimseyi görmez, kimseyi istemez, saklanır kendi içinde…
Böldüğü parçasının desteği ile yaşar, sonraki bölünen gelene kadar!
Taşıyan giderse, geri gelir elbet…
Ama taşıyan her şeyi ise, daha da kinlenir, alevlenir nefret…
Sizce yıkar mı? Yoksa toplar mı?
Yoksa, ondan yüz çeviren halkı hala umurunda mı? Bu kötülüğü onlara yapar mı? Çünkü onlar ona bunu yapmıştı…
Bekleyin ölümlüler, bekleyin ölümsüzler, bekleyin sürgündekiler…
Elbet sıra gelecek hepinize, hesap vereceksiniz geçmişe! Hazırlayın kendinizi, belki son olur bu seferki?
Ağladığı gibi ağladılar arkasından ama gözyaşları sadece boğulmaya yarardı o an…
Önemi yoktu artık…
Ama umut hiçbir zaman sönemeyecek kadar güçlü bir ışıktı!
Herkes o ışığa sığınmıştı…”
Kahinler sustu. Gözleri kapandı ve hepsi son nefesini verirken, sağ kalan herkes dehşet içerisindeydi. Kehanet tüyler ürperticiydi ve herkes bunu görebiliyordu. Ama dile getirmeye kimsenin cesareti yoktu. Varis… zamanın da kendilerinin yüz çevirdikleri varis… şimdi ya onlara yüz çevirecek, ya da affedip, tekrar sahiplenecekti…
Herkes ikinci seçenek için dua etmeye başlamıştı bile!
<<<
Hayatın tuhaf bir akışı vardı. Daha düne kadar, hatta birkaç saat öncesine kadar, hayatım hakkında hiç umudum yoktu. Gönüllülerin acı kaderinde yok olup gideceğimi düşünüyordum. Bir geleceğin hayali, Mia’nın bitmek bilmeyen zorbalıkları ile hayata veda edeceğimi düşünüyordum. Ama işe bakın, bu sabah hayatımda alabileceğim en güzel haberi almıştım. Artık eğitim hakkım vardı ve bu bana ilerisi için pek çok giriş kapısının anahtarı demekti. Korkunç bir kaderden kurtulabilir, kendime yeni bir gelecek inşa edebilirdim. Biraz zor olacaktı ama zorluklara alışmıştım… benim için çok da imkansız değildi.
Kader ilk defa yüzüme gülmüş gibiydi.
Ve ben minnettardım…
“Jess?” Danielle’in sesi ile hafifçe irkilerek ona döndüm. Boris’lerin kütüphanesinden çıkalı yaklaşık yarım saat olmuştu. Ben alelacele oradan çıktıktan on dakika sonra Danielle elindeki paketlerle yanıma gelmiş ve bir sorun olup olmadığını sormuştu. Onu telaşlandırmak istemediğim için de sadece temiz hava almak istediğimi söylemiştim. Neyse ki o da çok üstelememişti. Şimdi de düello ve savunma dersleri için gerekli silahları almaya gidiyorduk.
“Efendim Danielle?” dedim düz bir ses ile. Bana tek kaşını kaldırarak baktığın da, o an bir şey kaçırdığımı anlamıştım. Mahcup bir ses ile;
“Çok özür dilerim… dalmışım ben, dinliyorum seni söyle…” dedim. Gülümsedi ve;
“Sorun değil… alışkınım. Sam de bunu çok yapıyor…” dediğinde ilgim istemsizce daha da kabarmıştı. Neden olduğunu bilmiyordum ama Sam ile ilgili her şeyi öğrenmek istiyordum… ve bu beni birazcık sapık gibi hissettiriyordu. Ama birazcık…
“Düşüncelere dalmaktan mı söz ediyorsun?” yok Jess, senin gibi nasıl aptal olunur ondan söz ediyor! Gerçekten iflah olmazdım…
“Evet… ama onun garip bir şekilde, o haldeyken bile cevap verebilme yeteneği var! Üstün varlık deyince de kızıyor..” dediğinde hafifçe kıkırdadım. Ama bir yanım da ‘ben bu çocuktan bir kez daha etkilendim!’ diye bağırıyordu. Çünkü yalan yok etkilenmiştim. Keşke benimde böyle bir yeteneğim olsaydı. Ama nerede?
“Eee şimdi nereye gidiyoruz?” dedim bu defa neşeli bir ses ile. Danielle bana şaşkın bir bakış attı ve;
“Konuşmuştuk ya Jess, düello ve savunma için Addams Düello Sahasına gidiyoruz diye…” dedi. Evet Jess… sen iflah olmazsın! Cidden bu soruyu sormuş muydum ben ya? Burun kemerimi hafifçe sıkıp, sıkıntılı bir nefes aldım.
“Sen beni aldırma lütfen… beynim allak bullak…” dediğimde sesini çıkarmamış ve koluma girip beni yönlendirmişti. Addams’a gelene kadar ikimizde tek kelime etmemiştik. Gotik dükkan girişine vardığımızda ise Danielle’in yüzünü buruşturduğunu görmüştüm. Sanırım gotik sevmiyordu. Ona hak veriyordum gerçi, ben de sevmiyordum. Fazla iç karartıcı geliyordu bana. Dükkanın siyaha boyanmış devasa tahta kapısını ittirdiğimizde, bir yarasa sürüsünün etrafımızı sarmasını beklesem de öyle olmamıştı. Sadece etrafta kilise çanını andıran bir ses yankılanmıştı o kadar. Oysa ben kendimi bu aksiyona hazırlamıştım. Hayal kırıklığı.
Dükkanın içi dışı kadar gotik ağırlıklı olmasa da, yine gotik tarzdan ödün verilmemişti. Siyah ve bordo renkleri ile boyanmış duvarlar, eski yüzyıllardan kalma, savaş zırhları ve silahlar ile süslenmişti. Biraz ilerimizde de büyük bir arenaya açılan devasa, yarasa oymalı bir kemer vardı. Arena ise daha yeni kullanılmış gibi duruyordu. Bu içimi ürpertmişti… çünkü Alpia’daki düelloların, gladyatör maçlarından çok bir farkı yoktu. Her taktik mübahtı. Ölümcül olanlar bile…
“Merhaba…” dedi Danielle rahatsız ve gergin bir ses tonuyla. Haksız sayılmazdı… burası cidden iç karartıcıydı. Ses gelmedi. Bu bizi daha tedirgin ederken… bir anda, zırhların arasından siyah saçlı, beyaz tenli ve ağır gotik makyajlı bir Cruena fırladı ve Danielle ile beraber fazlasıyla yüksek bir çığlık attık. Ardından da sıkıca birbirimize sarıldığımızda, bu minik kaosun sebebi olan kız gür bir kahkaha atmaya başladı. Ciddi misin bayan korku filmi?!
“Ahahaha… bu çok…. Ahahaha… eğlenceliydi…!” artık kahkahası kahkaha olmaktan çıkmış, böğürme seslerine dönmüştü. Biz ise ona öfkeli bakışlar atmakla meşguldük. Cidden bu nasıl şaka ya? Neyse ki Danielle duygularıma tercüman olmuştu.
“Bu hiç hoş değildi Bayan Addams!” kızın kahkahası, nihayet son bulduğunda, ikimizde asık suratlarla ona bakıyorduk. Surat ifademizi fark etmiş olacak ki;
“Pruff…” diye ofladı(?) elini aman ya dercesine sallarken. “Bir de bayılın isterseniz… şaka yaptım alt tarafı. Müşterilerimle samimi olmak suç mu?” şaka? Bu kız rahatsız falan mıydı? Danielle öfkeli bir kahkaha atmış ve;
“Ya ne şaka ne şaka ama! Öldük gülmekten!” diye söylenmişti. Gotik ruh hastası ise gözlerini devirmiş ve bıkkın bir ses ile cevaplamıştı.
“Aman ya… ne uzattınız! Hiç sevmem sizin gibi minnoş tipleri! Ne istiyorsanız alın da çıkın gidin!” gözlerim şaşkınlıkla büyürken, Danielle’in kızardığını görmüştüm. Cidden fazla olmuştu artık.
“Ne münasebet hadsiz cadı! Senin gibi saygısız bir ego yığınından alışveriş yapmayız biz! Yürü Jess!” dedi ve beni bir kez daha kolumdan tutup dışarıya doğru sürükledi. Gotik varlığın arkamızdan söylendiğini duyabiliyordum. Ama umurumda değildi. Herkese karşı böyleyse eğer, hiç müşterisi yoktur bu kızın… ama arena yeni kullanılmış gibiydi. Neyse ne… onun gibi ruh hastası müşterilerdir kesin!
“Geri zekalı, hadsiz, pis cadı! Bir de bizi beğenmiyor meymenetsiz…” Danielle’in kendi kendine söylenmesi komiğime gitmişti açıkçası. Tüm sinirim uçup gitmişti. Hafifçe kıkırdadım. Hızla bana döndü ve gözlerini kısarak baştan aşağı süzdü.
“Sen neye gülüyorsun?” dediğinde omuzlarımı silktim ve sevecen bir ses ile;
“Sana…” dedim. Tek kaşını usulca kaldırdı ve;
“Sen de mi söylenmemi komik buluyorsun?” dedi. Demek yalnız değilmişim. Başımı olumlu anlamda salladım. Gözlerini devirdi ve bıkkın bir nefes aldı. Ardından yoluna devam etti.
“Nerem komik oluyor anlamıyorum ki? Herkes komik bulup duruyor!” tam cevap verecektim ki, benden önce başka bir ses konuşmuştu.
“Çünkü gerçekten komiksin Danielle! Komik ve tatlı!” ben yabancı sesin sahibine aval aval bakarken, Danielle hevesle sesin sahibine dönmüş ve kocaman gülümseyerek boynuna atlamıştı. Sarışın, 1,80 boylarında, Zelena olan bir çocuktu. Kocaman bir gamzesi ve burnunun kenarında bir beni vardı. Salaş giyinmişti ve elinde birkaç poşet vardı.
“Mason! Seni görmek çok güzel…” demek adı Mason’dı. Mason da kocaman gülümsemiş ve Danielle’in sarılışına karşılık vermişti. Anladığım kadarıyla bir yakınlık mevcuttu. Ama Mason’nın bakışları arkadaştan fazlası gibiydi…
“Seni de umut ışığı… seni de…” Danielle ondan ayrıldı ve kocaman bir gülümseme ile;
“Çok özlemişim ya… Artlex için mi buradasın?” diye sordu. Mason yere bıraktığı poşetleri işaret ederek, dram dolu bir ifadeyle;
“Maalesef!” dedi. Ben hafifçe kıkırdarken, Danielle neşeli bir kahkaha attı. Ardından kendini toparladı ve;
“Bizde öyle ama maalesef düello malzemeleri elimizde patladı!” dedi. Mason kaşlarını çattı ve;
“Addams’dan mı söz ediyorsun?” diye sordu. Demek ki tek sinir olan biz değilmişiz. Bu iyi…
Danielle yüzünü buruşturdu ve hızla başını salladı. Mason derin bir nefes aldı ve;
“Onunla biz baş edemeyiz zaten Danielle… o işi Sam’e bırak bence… bu arada o nerede?” dedi. Gözleri beni es geçip etrafı taradı ve aradığını bulamayınca tekrar Danielle’e döndü.
“O, arama çalışması için görüşmeye gitti…” Mason tek kaşını kaldırdı.
“Sarah için mi?” dediğinde adeta kulaklarım kabardı. Sarah… bu bir kız ismiydi değil mi? Peki kimdi tam olarak? Neyi oluyordu? Ya da bana ne oluyordu şuan?! Kendine gel Jessie! Kendine gel…
“Evet onun için..” Mason anlıyorum dercesine başını salladı ve bu defa odağını bana yönlendirdi. “Bu gönüllü hanımefendi kim?” Danielle kaşlarını hayretle kaldırdığında ben de hafifçe gülümsedim.
“Beni şaşırtıyorsun Mason…”
“Neden?” dedi Mason anlamamış gibi bir ses ile. Gerçi bende anlamamıştım. Danielle gözlerini devirdi ve elini omzuma koyup beni tanıttı.
“Jessie, babamın konseyden arkadaşı Bay Banner’ın gönüllüsü ve aynı zamanda yeni arkadaşım. Artlex öğrencisi olduğunu da belirtmek isterim…” Mason hayretle kaşlarını kaldırırken, Danielle çenesini dikmiş bir şekilde bakıyordu. Bozulduğu bir şey vardı ama ne olduğunu anlamamıştım.
“Memnun oldum Jessie..” dedi ve elimi hafifçe sıktı Mason. Bende gülümseyerek, aynı şekilde ona karşılık verdim.
“Danielle, isterseniz, benimle ilerdeki kafeye gelin. Hem dinlenmiş olursunuz, hem de diğerlerini de görmüş olursunuz. Nasıl fikir?” Danielle’in yüzü heyecanla parıldadı.
“Diğerleri de mi burada?” dedi hevesli bir ses ile. Sanırım arkadaş grubunun diğer üyelerinden bahsediyorlardı. Açıkçası kıskanmıştım birazcık.
“Evet buradalar… hatta Sam’e de haber verelim bence…” dedi Mason gülerek. Son dediği ise benim içimde ufak bir heyecan pırıltısı göstermişti. Yani Sam’de gelecekti. Ama ya gelmezse? Gelmezse bu seni ilgilendirmez Jess! Yine başladın saçmalamaya.
“Ay evet! Dur ben haber vereyim!” dedi ve cep aynasını çıkarıp yanımızdan uzaklaştı Danielle. Ben arkasından öylece bakarken, Mason’nın bakışları bana dönmüştü. Bu beni birazcık gerse de, belli etmedim.
“Demek artık gönüllülerin de Artlex zorunluluğu var…” dediğinde sadece başımı salladım. Bakışlarım ona değmiyordu. Onun yerine, hevesle cep aynasından, hevesle Sam ile konuşan Danielle bakıyordum. Ama bu onu hiç rahatsız etmiş gibi durmuyordu. Hafifçe gülümsedi ve;
“Benden çekiniyorsun değil mi? Eh sana hak veriyorum… günümüzde hangi kadın yabancı bir erkekle yan yana dursa çekinir…” dediğinde afalladım ama demek istediği şeyi maalesef anlamıştım. Panikle;
“Hayır… yani evet çekindiğim doğru ama ben öyle bir şeyi hiç düşünmemiştim…” dedim. Gülümsedi ve başını salladığı sırada, Danielle tüm neşesiyle yanımıza geldi.
“Tamamdır! Sam’de işini yeni bitirmiş zaten, geleceğini söyledi…” bu cümle ile içimde minik bir heyecan kıpırtısı oluşmuştu. Nedenini bilmiyordum ama…
Neyse…
“Tamam o zaman. Hadi gidelim!” dedi Mason ve bizim poşetlerimizle beraber kendi poşetlerini de alıp ilerlemeye başladı. Ben ve Danielle’de onu takip etmeye başladık. Bu küçük jesti de gözümden kaçmamıştı. Çünkü kollarım çanta taşımaktan kopmuştu artık.
Kısa bir yürüyüşün ardından, bahsedilen kafeye gelmiştik. Minik ve sade bir kafeydi. Genç kesimin ağırlıkta olduğu bir müşteri kitlesi vardı ve açıkçası bu hoşuma gitmişti. Mason önden girip bize kapıyı açmış ve geçmemiz için kenara çekilmişti. Danielle kaldırdığı kaşları ve garip gülümsemesi ile içeri girerken, ben mahcup, başımı öne eğerek girmiştim. Mason’ın ikimize kıkırdadığını duyduğumda ise, yüzümün hafif pembeleşmeye başladığını hissedebiliyordum. Danielle, sarı gözleri ile etrafı hızlıca taradı ve biraz ilerde oturan bir gruba doğru koşarak ilerledi. Mason da o tarafa doğru ilerleyince, bende mecburen o tarafa ilerledim. Grup iki kız, (Mason ile beraber) altı erkek olmak üzere sekiz kişiden ibaretti. Tabi Danielle ve büyük ihtimal Sam ile beraber, on kişilerdi. Ben ise kendimi fazlalık gibi hissetmiştim. Üstelik bir gönüllüydüm. Kolay kolay kabul göreceğimi pek sanmıyordum.
İçlerinden üçü, Cruena, ikisi Lila, biri Gelb ve biri de Rosa’ydı. Neredeyse bütün türler buradaydı. Diğer ikisi de olursa tam olacaktı.
“Selamlar alt tabaka!” diye bağırdı Danielle. Ben şaşkınlıkla gözlerimi kırpıştırırken, Mason kıkırdamış ve gruptan kızıl saçlı, Lila olan kız yüzünü buruşturmuş, erkekler surat asmış, diğer Cruena olan kız ise gür bir kahkaha atmıştı. Garip bir ortamdı.
“Bu nasıl bir hitap şekli acaba?” dedi kızıl saçlı kız bıkkın bir ses ile. Açıkçası biraz çekineceğim bir tipti. Danielle, diğer kızıl saçlı Lila çocuğun yanına kurulurken;
“Sevgi dolu bir hitap şekli!” dedi. Mason da çantaları kenara bırakıp, Danielle’in yanına yerleştiğinde ben ayakta kalmıştım ve bu masadaki tüm gözleri üzerime çekmişti. Pekala, utanç seansı başlasın!
“Bu gönüllü kim?” dedi Gelb olan bir çocuk. Diğerlerinin aksine yayılarak oturmuştu ve beni baştan aşağı süzüyordu. Bu beni daha dilsiz hale getirirken, Danielle beni kısaca tanıttı.
“Jessie. Kendisi benim yeni arkadaşım…” dediğinde kızıl saçlı kız kaşlarını hayretle kaldırdı. Diğer siyah saçlı ise kocaman gülümsemişti. Erkekler ise daha çok, boş boş bakıyordu. Gelb çocuğu ise hala beni süzüyordu.
“Memnun oldum Jess! Ben Allision!” dedi ve ayağa kalkıp bana elini uzattı siyah saçlı kız. Hafifçe gülümseyip uzattığı elini sıktığımda gülümsemesi daha da büyümüştü. Sanırım Danielle’den sonra içlerinde en çabuk kaynaşan oydu.
“Bende memnun oldum…” dedim zar zor çıkardığım sesimle. Kızıl saçlı kızda gülümsedi ve elini uzatıp;
“Ben Sandy, memnun oldum…” dedi. Gülümsemesi biraz zoraki bir gülümseme gibiydi. Bu yüzden ben de sahte bir gülümseme ile karşılık verdim ve uzattığı elini sıktım. Erkekler ise temas etmeden, kısaca, anlık bir gülümseme ile tanıtmışlardı kendilerini.
“Ben Leo, memnun oldum!” dedi Rosa olan çocuk. Diğerlerine nazaran, gülüşü ve tavrı daha sevecen ve samimiydi. Bu yüzden benimde dudaklarım istemsizce kıvrılmıştı. “Ben Alex, yanımdaki somurtkan çocuk ağabeyim Allen. Siyah saçlı kız da bizim küçük kız kardeşimiz…” dediklerinden sonra kendisi kocaman gülümsemiş, Allen kaşlarını çatmış, Allision ise somurtmuştu. Bu beni daha da gülümsetirken, kızıl saçlı çocuk, kendini beğenmiş bir gülümseme ile;
“Ben Patric! Buradaki en yakışıklı erkeğim! Memnun oldum…” demişti. Ben yüzümdeki gülümseme ile afallarken, gruptaki herkes bıkkınlıkla göz devirmişti. Sanırım biraz egoist bir arkadaştı. Ve diğerlerini de fazlası ile bıktırmış gibi bir hali vardı. Bu beni de bıktıracak demekti.
“Ben Mark! Açım…” dedi en sonunda, beni süzen çocuk. Gruptaki herkes, ikinci defa göz devirirken, ben ne diyeceğimi bilememiştim. Açım demişti değil mi o? Ama önü boş tabaklarla doluydu? Gerçekten tuhaftı…
“Kızı daha ne kadar ayakta tutacaksınız acaba?” o an yerimde kala kaldım. Henüz bir defa duyduğum sesi hemen tanımıştım ve bu sabahtan beri adını duyduğum an içimde yeşeren heyecanın on katını iliklerime kadar hissetmiştim. Kalbim tekrar ritmini, delicesine arttırmış, sanki göğsümden ayrılıp, sırtıma doğru kaymıştı. Sanki arkamdaki bedene ulaşmak istermiş gibiydi…
Sertçe yutkundum ve arkamı dönecek cesareti kendimde bulmaya çalışırken, burnuma gelen kokusu bir kez daha afallamama sebep olmuştu. Erkeksi bir parfüm kokusu vardı ama sanki bu koku maske niyetine sıkılmıştı. Ardındaki kokuyu ise tarif etmek imkansızdı. Okyanusun en derinlerinden alınmış ve sanki sahibi için özel olarak hazırlanmış bir kokuydu. Tek taraflı değildi ve içinde bir bütünün parçalarını saklıyordu. Okyanus vardı içinde ama tatlı bir yanık kokusu da eşlik ediyordu. Rüzgarın diyar diyar gezdirdiği toprak kokusu ve topraktan doğan milyonlarca çiçeğin bizzat kendisi gibi kokuyordu. Dünya üzerindeki bütün kokular tek bir şişede toplanmış gibiydi. Sanki hepsi, koklayan kişinin içindekine göre güçlenip, onun kokusunu almasına sebep oluyordu.
Ve benim en yoğun aldığım koku ise, ıslak toprağın kokusuydu.
İçinde hazineleri saklayan, sevilenleri de sevilmeyenleri de alan toprağın kokusu…
“Doğru ya! Kız ayakta kaldı. Mark! Yayılmışsın oraya ahtapot gibi! Toparlan hemen!” dedi Allision, ben arkamdaki bedenin kokusuna kapılmışken. Mark, huysuzlanarak toparlandı ve ben de gerginlikle yanına oturdum. Benim yanıma da, hala kendisine bakmaya cesaret edemediğim, toprak kokusunun sahibi oturdu. Ve kalbimde, onun olduğu yöne doğru son sürat atmaya devam etti.
“İşini halledebildin mi bari?” hafif kıskançlık içeren, meraklı sesin sahibi Danielle’di. Merakını anlayabiliyordum, ben de merak ediyordum çünkü, ama kıskançlığını anlayamamıştım. Masada ki herkes ona uyaran bakışlar attığında, olayı bilmeyen tek kişi olarak ortada kaldım. Bakışlarımı yanımda ki bedene çevirdiğimde, önündeki peçetelikten bir peçete alıp, hiçbirimizin fark etmediği yarasını sildi. Derin değildi. Ufak bir sıyrıktı ama benim nedensizce içim acımıştı.
“Hallettim Dan… seni rahatsız etmemiştir umarım?” Danielle’in bozulduğunu, diğerlerinin de (Mark hariç) sıkıntıyla iç çektiğini görmüştüm. Ama benim bakışlarım hala elindeydi. Kendime onun ufak bir sıyrık olduğunu tekrar tekrar hatırlattım ama…
Danielle boğazını temizledi ve parmaklarıyla oynarken;
“T-tabi ki de etmedi Sam… senin adına mutlu oldum…” demişti. Sam ona kısa bir bakış atmış ardından da garsonu çağırmıştı. Açıkçası bu soğuk hali beni bile ürpertmiş, üzmüştü. Danielle’i hayal bile edemiyordum. Genç bir garson yanımıza geldiğinde, gülümseyerek hepimize bakmış ve not defterini çıkararak;
“Hoş geldiniz. Ne arzu ederdiniz acaba?” diye sormuştu. Herkes garsonu, bu soğuk dakikalardan kurtaran bir melek gibi karşılamış ve Mark’ın önderliğinde siparişlerine başlamışlardı. Onlar siparişlerine odaklanmışken, ben tekrar bakışlarımı, toprak kokusunun sahibine çevirmiştim. Odağı elindeki, yarasını sildiği peçetedeydi. Bakışları donuktu ve düşünceli bir hali vardı. Birazda kırgın…
Ama içimden bir ses kırgınlığının, Danielle’e olmadığını söylüyordu.
Kalbim tekledi ve elim benden bağımsız cebime gitti. Gün içinde, Mia’nın her türlü işini görmemden dolayı, pek çok yaram olurdu. Elimi kesmem, ütü yaparken kendimi yakamam ya da buna benzer şeyler gibi. O yüzden cebimde mutlaka bir yara bandı olurdu. Ve aklım onun ufak bir sıyrık gibi görünen yarasında olduğu için, yara bandını ona uzatırken, tek bir saniye bile düşünmemiştim. Bakışları bana dönmüş ve uzattığım yara bandına kaşlarını kaldırarak bakmıştı. Sessizliği sertçe yutkunmama sebep olurken, cesaretimi toplayıp;
“Yaran için…” demiştim. Elindeki yaraya kısa bir bakış atmış ve hafifçe gülümseyerek bandı elimden almıştı. Elime değen soğuk parmakları, hafifçe ürpermeme sebep olmuştu.
“Merci, madame.” Bandı yapıştırmak yerine, kendi cebine attığında, ben, daha birkaç saat önce hayal ettiğim şeye şahit olmanın şokunu yaşıyordum. Fransızca, onun ağızına çok yakışıyordu.
“Siz ne istersiniz?” bakışlarımı elimden çekmeyi başarıp, garsona yönelttim. Sorunun muhatabı ben değildim. Daha demin yara bandı uzattığım kişiydi.
“Önce hanımefendiye sorun lütfen…” dedi ve beni işaret etti. Yanaklarım alev almaya başladığın da, masa da ki tüm bakışlar bize döndü. Şart mıydı şimdi bu jest?
Garson hiç bozuntuya vermemiş ve gülümsemesini büyüterek, aynı soruyu bana sormuştu.
“Siz ne isterdiniz hanımefendi?” pekala. Ne cevap verecektim şimdi. Yani bildiğim çok fazla tatlı yoktu. Kahve ile de aram çok iyi değildi. Ama bir keresinde, Mia’nın arkadaşları ile sabahladığı bir gece, iki tane, frambuazlı cheescake yediğini hatırlıyordum. Merak edip tadına bakmıştım… ama üç yıl önceydi. Yine de denemekten zarar gelmezdi.
“Frambuazlı Cheescake alabilirim…”
“Tamam… başka bir şey?” alt dudağımı ısırdım. Pekala… cheescake’nin yanına ne giderdi ki?
“Taze çay, şekersiz… Cheescake’in yanına güzel gider.” Aynı ses, sanki çektiğim çileyi anlamış gibi, yardımcı olurcasına öneride bulunduğun da, hiç düşünmeden kabul etmiştim.
“Evet, evet şekersiz taze çay lütfen…” minnettar bakışlarımı ona yönelttiğim de, gülümsemiş ve göz kırpmıştı. Yüzüm bir kez daha alev alırken, ahşap masanın desenleri o an gözüme çok cazip gelmişti.
“Peki ya siz?” aynı soru, ikinci defa ona sorulduğunda, bu defa isteğini direkt söylemişti.
“Filtre kahve…” garson onaylamış ve siparişlerimizi hazırlamak üzere yanımızdan ayrılmıştı. Masa da tekrar derin bir sessizlik olurken, Allision bu sessizliğe bir son vermişti.
“Eee Jessie… bize biraz kendinden bahsetmek ister misin?” ben afallayarak ona bakarken, Allen;
“Evet, yarışmaya nereden katılıyorsun falan… bunları bilmemiz gerek!” Allision, dirseğini karnına geçirdiğinde acıyla inlemiş ve grubun kahkaha atmasına sebep olmuştu. Ben de istemsizce gülümsemiştim. Allision, son defa burnundan soluyarak Allen’a bakmış ve tekrar bana dönmüştü.
“Sen bu boşboğaza bakma… biz seni dinliyoruz!” gülümsememi hiç bozmadan başımı iki yana sallamış ve;
“Sorun değil… bu komikti…” demiştim. Allen gururla sırıtırken, Allision ona göz devirmişti. Saçlarımı kulağımın arkasına sıkıştırıp devam ettim.
“Benim, anlatacak, ilgi çekici bir hikayem yok… yani, bilinen, sıradan bir gönüllüyüm o kadar…” Mark denen çocuk burnumun dibine kadar girmiş ve kıstığı gözleri ile bana bakarak;
“Sıradan?” diye sormuştu. Bende hafifçe geri çekilip, ellerimi sallayarak;
“Sıradan…” demiştim. O burnundan, sesli bir nefes alıyordu ki, Sam’in eli tarafından yüzü işgal edilmiş ve benden uzaklaştırılmıştı.
“Kızı rahat bırak Mark!” demişti ciddi bir ses ile. Bakışlarımı ona çevirmesem de, hafifçe sırıtmadan da edememiştim. Danielle gülmeme çabamı fark etmiş ve bana sırıtarak göz kırpmıştı. Bu daha da utanç vericiydi işte.
“Yani gönüllülerin hayat şartları genel olarak aynı maalesef ama şanslı olanlar var değil mi?” diye sordu Sandy, kızıl saçlarını, eliyle arkaya doğru iterken.
Evet vardı.
Ama ben onlardan değildim.
“Var tabi…” dedim saçımdan bir tutam alıp parmağımda çevirirken. Sonra ise devam ettim.
“Ama ben onlardan değilim maalesef..” şimdi hepsi pür dikkat beni dinliyordu. Mark bile.
“Hizmetinde olduğum asil ile aram hiç iyi olmadı… onun için, işlerini gören bir paçavra gibi bir şeyim. Şahsen benim için iyi bir gelişme olduğu anda, küplere biniyor. Artlex kararı çıktığın da bile… Artlex’e gitmemi bile istemedi. Vazgeçmemi söyledi…” gözlerim dolmaya başladığın da bir süre duraksadım. Sesim titremeden ve karşılarında ağlamadan bu konuşmayı bitirebilecek miydim acaba? Derin bir nefes aldım.
“Aslında umursamamaya çalıştım ama korktuğumu reddetmeyeceğim… çünkü… açıkçası her şeyi yapabilir..” ağlamamayı şu ana kadar iyi becermiştim ama hepsinin hüzünlü, acıyan bakışı hiç yardımcı olmuyordu. Ve hemen yanımda hissettiğim, yoğun, delici bakışlar da rahatsızca yerimde kıpırdanmama sebep olmuştu.
“Mia gerçekten şaşırtmıyor…” Danielle’in cümlesi ile tüm bakışlar ona dönmüş ve bu da benim rahat bir nefes almama sebep olmuştu. Tabi yanımdaki yoğun bakışlar hariç… o hala üzerimdeydi.
“Şu oyuncak katili mi?” Patric’in sorusuyla Danielle gözlerini devirmişti.
“Evet havuç kafa, o!” oyuncak katili mi?
“Sen merak etme Jess… şu saatten sonra çok bir şey yapamaz, yaparsa da, sen şunu unutma, artık biz senin yanındayız!” Danielle’in sözü üzerine hepsi onaylayarak bana gülümsediğinde, ben de kocaman gülümsedim. Bakışlarım istemsizce yanımdaki bedene döndüğünde, onun da gülümsediğini gördüm.
Çok güzel gülüyordu.
Güçlükle yutkundum ve;
“Çok teşekkür ederim… beni desteklediğiniz için, beni kabul ettiğiniz için!”
Tam o sırada, garson siparişlerimiz ile beraber gelmiş ve ömrümde ilk defa, tatlı yemiştim. Arkadaşlarım ile beraber…
Ve tabi…
“Afiyet olsun Defne Ağacı..”
<<<
Güzel bir günün ardından eve dönmek herkesi mutlu ederdi değil mi normalde? Uzun bir gün ise evine gidip, ayaklarını uzatarak bir bardak yorgunluk kahvesi içmek herkesin favorisidir çoğunlukla.
Ama bu benim için hala daha imkansız bir hayaldi.
Bir gönüllü olduğum, Mia’nın hizmetinde olduğum müddetçe bu benim için imkansız bir hayal olmaya devam edecek!
Kafede geçirdiğim dakikalar ve edindiğim yeni (aynı zamanda ilk) arkadaştan sonra, eve gelmek üstelik gelir gelmez Mia’nın saldırısına uğramak bana kaderimi tekrar tekrar hatırlatıyordu adeta. Ve ben de sadece boyun eğmekle yetiniyordum.
Benim kaderim Mia’dı ama bu kaderi ben seçmemiştim.
“Eee Jess… Mağazalardan kovulmadan bu kadar şeyi nasıl aldın söylesene?” dedi Mia odamın ortasında duran torbaları gösterirken. Ben ise sessizce onu dinliyordum. Daha pelerinimi bile çıkartamamıştım. Geldiğimi gördüğü gibi odama dalmış ve her zamanki zorbalıklarına başlamıştı.
“Yoksa… yoksa sen bunları çaldın mı?” dedi aşırı abartılı bir şaşkınlıkla. Cevap vermedim yine. Sadece söyleyeceklerini söyleyip gitmesini bekliyordum. Tabi bu da baya bir uzun sürecekti. İki parmağını anlıma yerleştirdi ve eğdiğim başımı iterek dikleştirdi.
“Bence senin bunlara o kadar da ihtiyacın yok Jess…” kaşlarım istemsizce çatılırken, Mia psikopatça gülümsemiş ve odanın ortasındaki poşetlerime doğru ilerlemişti. Hepsini birden eline alıp, odadaki eski şömineye doğru ilerlediğinde farkındalık tüm benliğimi kapladı ve büyük bir korkuyla Mia’nın koluna yapıştım. Elim poşetlere yönelmeye çalışırken, ilk defa Mia’ya yalvarmaya başlamıştım.
“Hayır hayır Mia lütfen! Bu benim en büyük hayalim! Lütfen… izin ver bari bu gerçekleşsin, lütfen yapma! Yalvarırım...!” benim gözyaşlarım hızla firar ederken, Mia beni sertçe itmiş ve yere düşmeme sebep olmuştu. Beni ve acınası yalvarışlarımı hiç umursamadan şömineyi yakarken, ben hayatımın ne kadar acınası olduğunu bir kez daha anlamıştım.
Sahip olduğum tek hayal için bile birine yalvarmak zorundaydım. Ve sesimi kimse duymuyordu…
“Ben seni uyarmıştım Jess! Yol yakınken geri dön, yoksa çok üzülürsün diye!” dedi ve tüm poşetleri şöminenin içine doğru tüm hırsı ile fırlattı. Ben tüm kırgınlığımla yıkılmak üzereyken, ikimizinde beklemediği bir şey oldu. Poşetler ateşe değdiği gibi hızla tekrar odanın ortasına püskürtüldü ve yanan ateşin yerini minik bir kar fırtınası aldı. Fırtınanın tek hedefi Mia olmalıydı ki tüm karlar onun üzerine doğru yağıyor, üstüne düşen kar taneleri, pahalı elbisesini mahvediyordu. Ben şok içinde olayı izlerken, Mia çığlık çığlığa kar fırtınasından kaçmaya çalışıyordu. Nefretle parlayan gözleri benimle buluştu ve;
“Bunu ödeyeceksin Jess!” diye bağırıp, can havliyle odayı terk etti. Ben hala olayın şokunu atlatmak istercesine bir şömineye bir de poşetlere bakarken, kurumuş gözyaşlarım yanaklarımı acıtıyordu. Kendimi toparlamaya çalışarak ayağa kalktım ve sarsak adımlarla şömineye doğru ilerledim. Gözlerim uzun uzun şömine de gezinirken, kar fırtınasının nasıl oluştuğunu anlamaya çalışıyordum. Ben yapmış olamazdım. Ben bir Zelena’ydım ve bu bir Blauw yeteneğiydi. Ama burada bir Blauw yoktu. Yani imkansızdı ama az öncesi gerçekten yaşanmıştı. Sıkıntıyla nefes alırken, gözlerim bu sefer poşetlere kaydı ve daha önce orada olmadığına emin olduğum bir kağıt parçası adeta bana göz kırptı. Şaşkınlık ve tedirginlikle adımlarımı o tarafa yönelttim. Mavi bir kağıdın üzerine siyah mürekkeple yazılmış kısa bir nottu. Alıp almamak arasında gidip gelirken, anlık bir cesaret ile kağıdı elime aldım ve notu okumaya başladım.
Ve hayatım boyunca unutamayacağım bir hediyem olduğunu gördüm.
“Ne olursa olsun kendini ezdirme Defne Ağacı! Adın gibi dik dur!” S.W.
Yüzümde aptal bir gülümseme belirirken, gecem bu kısa nota sarılmak ile geçti. Kalbim de bu güzel jest için bu gün bir kez daha ritmini bozmuştu. Bu defa ona hak vermiştim…
<<<
Sam, üstündeki ceketi çıkarırken, aklından çıkmayan yeşil gözleri düşünmemeye çalışıyordu. Gün içinde dikkatini zar zor toparlamıştı ve bu onun için fazlasıyla sıra dışı bir durumdu. Resmen kızın büyüsüne kapılmıştı. Ama işin daha kötü yanı, bundan hiç şikayetçi olmamasıydı. Ceketi yatağa fırlattı ve ellerini sertçe saçlarından geçirdi.
‘Hizmetinde olduğum asil ile aram hiç iyi olmadı…’
Gözlerini kapattı ve başını geriye attı. Genç kızın sesi yine kafasının içinde yankılanıyordu.
‘Artlex’e gitmemi bile istemedi… vazgeçmemi söyledi…’
Kaşlarını çattı. Kızı ve söylediklerini düşünmemeye çalıştı.
‘Açıkçası her şeyi yapabilir…’
Gözlerini açtı ve sıkıntıyla bir nefes verdi. Kızın sesi ve söyledikleri aklından çıkmazken, günlük planlarına nasıl odaklanacağını bilmiyordu. Evet, bir koruma büyüsü yapmıştı ama bunu neden yaptığını o da bilmiyordu. Kızla ilgilenmemeye çalışsa da, içten içe kıza yardım etmek ve onu korumak istemişti. Yapmıştı da. Pişman da değildi. Yine yapmaktan çekinmezdi ama…
“Ahh…” sıkıntıyla inledi ve bir elini yüzüne attı. O notu bırakırken aklından ne geçiyordu ki? Ne gerek vardı?
Aptallıkta bazen Mark’ı bile geçebiliyordu.
Sinirle banyoya yöneldi ve üzerindeki sertçe çıkartıp, kirlilerin arasına gelişi güzel fırlattı. Pantolonunu ve iç çamaşırını da çıkarıp, soğuk suyu açtı ve tutulan kaslarını umursamadan suyun altına girdi. Suyun altında derin nefesler alırken, vücudunun kısmen de olsa rahatladığını hissedebiliyordu. Ruhunun da yavaş yavaş rahatlamaya başladığını hissettiği esna da ise…
“Sssiravss…” duyduğu tıslama sesi ile gözlerini şaşkınlıkla açtı. Ve bulunduğu ortam kesinlikle banyosu değildi. Bembeyaz, etrafı kanla boyanmış bir odanın ortasındaydı. Her taraftan binlerce tıslama sesi gelmeye devam ediyordu ama görünürde hiç yılan yoktu. Vücudu yavaş yavaş gerilmeye başlarken, gözleri hızlıca etrafı taramaya başlamıştı. Tehdit olarak herhangi bir şey ararken, karşısından gelen eklem sesi ile panikle önüne döndü. İleride, çarpık bir vücud ile ona bakan bir beden vardı. Etrafında siyah bir sis bulutu vardı. Kısa saçları, sanki suyun altındaymış gibi yavaşça süzülüyordu. Ayaklarının değdiği her yerde ise, katran bir iz kalıyordu. Ve Sam biraz daha dikkat ettiğinde tıslama sesinin kaynağının o olduğunu fark etti.
Bu gerginliğini, hızla korkuya çevirmişti. Gözlerini, karşısındaki bedenin üzerinde gezdirirken, farkında olduğu bu sanrıdan nasıl kurtulacağını düşünüyordu. Ama o kadar gerçekçiydi ki, içinde büyüyen korkuya engel olamıyordu. Karşısında ki sisli, çarpık beden tüm hızıyla ona doğru ilerlemeye başladığın da Sam kaçmak için bir hamlede bulunmuş ama kaçamamıştı. Bileklerinin sıkıca sarıldığını hissettiğinde acıyla tıslayarak bakışlarını o tarafa çevirdi.
İki tane şahmeran yılanı, ateşten vücutları ile Sam’in bileklerini sıkıca kavramışlardı. Yanan kısımlardan yükselen, yanık et kokusu yüzünü buruşturmasına sebep olmuştu. Tıslama sesi daha yakından yükseldiğinde, Sam bakışlarını tekrar çarpık bedene çevirmişti. Biraz daha yaklaşmıştı ve hızla yaklaşmaya da devam ediyordu. Sam bileklerini hızla çekiştirdi ve faydasız bir kurtulma çabasına girdi. Çarpık beden tam önünde durdu ve Sam o an dehşet içinde kaldı. Karşısında duran çarpık ve sisli beden, kendisinden başkası değildi. Aralarındaki tek fark çarpık bedenin siyah saçları ve koyu gri gözleriydi. Sam olayın şokunu atlatmaya çalışırken, sisli hali, katrana bulanmış elini boynuna doladı. Tüm gücüyle sıkarken, Sam nefes almak için çırpınıyordu. Sisli beden, ağızını açtı ve iki yılan dişini ortaya çıkardı. Tam göğsüne, kalbinin olduğu hizaya doğru, dişlerini saplıyordu ki, parlak, göz kamaştıran, saf bir ışık, çarpık bedenin sırtından göğsüne doğru ok şeklinde saplandı. Sisli, çarpık beden, saplanan okun ışığı ile kavrulurken, kulak tırmalayan tiz çığlığı beyaz oda da yankılandı. Sam, tiz çığlığın etkisiyle, beynine saplanan korkunç ağrının etkisi ile acı içinde inlerken, bileklerinde sarılı olan şahmeran yılanları, ferah su birikintilerine dönüşmüş ve yanan kısımları anın da iyileştirmişti. Sam dengesini korumaya ve başındaki korkunç ağrıdan kurtulmaya çalışırken, karşısında bir beden daha gördü.
Üstünde beyaz, yerlere kadar uzanan zarif bir pelerin vardı. Üzerinde altın işlemeleri, minik yılanlar gibi kıvrılıyor, hepsi birer yaşamı temsil edercesine yeni açmış bir çiçeğe bağlanıyordu. Sırtında, daha deminki ışığın aynısından yapılma bir ok çantası vardı. Her bir ok ise, farklı türden parıldıyordu. Elindeki yayı sıkıca kavramış ve kar beyazı saçları, açık gri gözleri ile ona sükûnet ile bakıyordu. Dudaklarında belli belirsiz bir tebessüm vardı.
Sam hafifçe irkildi. O onun başka bir kopyasıydı.
Etrafı altın ve gümüş ışıltılarıyla parıldıyordu ve bastığı yerlerde sanki yaşam yeniden başlamış gibi yeşeriyordu. Sam kendini toparlamaya çalışırken, buz mavisi gözlerini onun üzerinden ayırmıyordu. Beyazlar içindeki beden, açık gri gözlerini onun üzerinden çekmeden, kılıfından bir ok çıkardı ve yayına yerleştirirken, huzur veren bir ses tonuyla;
“Lirya kıtra ub nadado Sirav! Namlub nekereg rib plak rav!” dedi. Okunu Sam’e doğrulttu ve tam kalbine nişan aldığı gibi oku serbest bıraktı. Ok süratle ilerledi ve tam Sam’in kalbine saplandı. Nefesi kesildi ve göğsüne yayılan sarhoş edici sıcaklığın etkisindeyken, beyaz odanın, siyah mürekkepler eşliğinde dağılışını yarı açık bir bilinç ile izledi.
Ve o an, gördüklerinin bir sanrı olmadığına emin oldu.
<<<
Çember üyeleri, son beş bin yıldır olduğu gibi, yine aynı sebepten ötürü toplanmışlardı Çember Sarayı’nda. Titanlar, Titaniçeler, Lord ve Leydiler… hepsi tek bir amaç için toplanmışlardı Çember Saray’ında.
Kayıp Varis…
Titaniçe Delta ise bu ortamda, birkaç isim dışında kimseyle muhatap olmak istemiyordu. Yalandan üzülen, ayılıp, bayılan ve babasını kaybetmesinde hiç suçu yokmuş gibi davranan herkes, onun gözünde, yeraltına zincirlenmeye mahkumdu. Hiç biri merhameti hak etmiyordu! Tam da bu yüzden, beş bin yıldır, ne Titanlar, kadimler, ne Lordlar veya Leydiler.. kimse denize açılmaya cesaret edemiyordu. Delta, acısı ile öfkesini güçlendiriyor ve o öfkeyi açığa çıkarmaktan hiç çekinmiyordu. Kasırgalar, girdaplar, tsunamiler ve nice felaketler… Hepsi, birer korku hikayesi olarak, yeryüzündeki tüm canlılara ulaşmıştı. Herkes Titaniçe’den çekiniyordu. Adını bile anmaya cesaret edemiyorlardı. Asrın Han’ı da bu konu da sessiz kalmaktan hiç çekinmiyordu. Zira onun öfkesi de malumdu… Yeryüzüne, beş bin yıldır baharı getirmiyordu. Yıllardır tek mevsim kıştı. Hem maddi, hem de manevi…
Delta, parmağında ki, gümüş, yakut taşlı yüzükle oynarken, sıkıntıyla iç çekti. Bu yüzük babasına aitti. Kaybolduktan sonra, geriye kalan birkaç şeyden biriydi. Delta onu parmağından hiç çıkarmazdı. Kalbindeki sızıyı, içindeki özlemi, kısmen de olsa yatıştıran tek şeydi o yüzük. Kederle yüzüğe baktı. Farklı tondaki, mavi gözleri yine yaşlarla dolmaya başlamıştı ki, tanıdık bir ses işitti hemen yanından.
“Leydim…” bakışları sesin sahibini buldu. Yedi yaşından beri hayatında olan, ihtiyacı olduğu her an yanında olan ve çağrısına tek kulak veren kişiye, Lord Farde’ye. Sarı gözleri, koyu kırmızı saçları, bronz teni ve lordluk pelerini ile karşısında zarifçe eğilmiş ve onu selamlıyordu. Delta zarifçe gülümsedi. İçten değildi… içtenliğini yıllar önce kaybetmişti.
“Lord Farde…” diye karşılık verdi nazikçe. Farde’nin her zaman başkaydı. Dört lordu da yardıma çağırdığında, çağrısına cevap veren tek Lord, Farde olmuştu. Lord Farde, ateşin ta kendisiydi. Ejderlerin babası ve Willens’in baş lorduydu. Ve Delta’nın en büyük destekçisiydi…
Farde yarım bir gülüş sundu.
“Nefretinizi bu kadar aşikar sunmayın leydim… onları korkutuyorsunuz.” Delta’nı gülüşü silindi. Kaşları havalanırken, farklı tondaki mavi gözleri mor parıltılar ile süslenmeye başlamıştı. Duygusuz bir ses ile cevapladı onu.
“Hiç biri umurum da değil! Ve korkmakta da haklılar…” Farde derin bir nefes aldı. Delta’ya biraz daha yaklaştı ve sakinleştirici bir ses tonuyla;
“Herkes hata yapar Beyaz Zambak… hatasını anlayan birine daha fazla kızmak gadap, hatasını yüzüne vurmak ise rencide etmek olur… Suya gadap yakışmaz.” dedi. Delta kaşlarını çattı. İçende, Farde’ye karşı büyük bir öfke yüklenmişti. Söylediklerinin doğruluğu o an için umurunda değildi. Ona göre o an yaptığı şey, babasının katillerini savunmaktı. Bu yüzden de kendine hakim olamadı.
“Peki ya Eveline?” dedi sert bir ses ile. Farde anlamayarak ona baktı. Delta tüm siniri ile devam etti.
“Aynı hata iki defa yapılmaz! Yapılıyorsa o hata değildir! Ve onlarda iki defa yaptıkları bu hata ile merhamet beklemesinler benden! Yani bana onları savunma Lord Farde!” Farde sertçe yutkundu. 20 yıl önce, acımasızca öldürülen prensesi o da hatırlıyordu. Nasıl unutabilirdi ki? O onun ilk başarısızlığıydı. Koruyamadığı prenses, Varis’in küçük kızı…
Yine de kendini toparladı. Sesini sabit tutmaya çalıştı.
“Bu bir savun-”
“Bu kadar yeterli Lord Farde! Yerinize geçebilirsiniz! Yalnız kalmak istiyorum..” Delta tahammülsüz bir şekilde sözünü kestiğinde, Farde daha fazla uzatmamış ve başıyla selam verip, sessizce oradan uzaklaşmıştı. Kendi koltuğuna, kardeşlerinin yanına oturmuş ve kimseyle konuşmadan beklemeye başlamıştı. Delta ise fazla sert davrandığını o gittiğinde fark etmişti. Pişmanlıkla gözlerini kapatmış ve derin bir nefes almıştı. Tam o sırada tanıdık bir ses daha duymuştu.
“Delta?” gözlerini açmış ve sesin sahibine bakmıştı. Özenle taranmış sarı saçları, açık gri renkli gözleri ve beyaz takımı ile amcası Helia karşısındaydı. Zorlukla gülümsemiş ve hafifçe selam vermişti.
“Amca…” Helia kollarını bağlamış ve tek kaşını kaldırmıştı. Otoriter bir ses ile;
“Az önceki şey neydi öyle?” diye sormuştu. Delta bakışlarını kaçırmış ve sertçe yutkunmuştu. Onu büyüten kişilerden biri de amcasıydı ve yeğeninin iyi bir yönetici, sevilen bir Titaniçe olması için çok uğraşmıştı. Onu sevgiyle büyütmüş ve öfkesini dizginlemesini her zaman nasihat etmişti. Ama Delta’nın yüreğinde koca bir boşluk vardı ve bu onu ne kadar sevgi görürse görsün, nefret ve öfkeye itiyordu. O babasız kalmıştı. Ve babasızlığın yarası iyileşmezdi. Ömür boyu kanamaya devam ederdi…
“Ş-şey..” demişti ki, Helia anlayışla gülümsemiş ve onu omuzlarından kavrayıp, hafifçe yüzüne doğru eğilmişti.
“Seninle bu öfke kontrolünü biraz daha çalışmamız lazım anlaşılan. Sonunu pek iyi görmüyorum…”
“Yersiz olan öfkeler zararlıdır Hel! Kızın öfkesi hiç de yersiz değil…” ikisinin de bakışları sesin sahibine, siyah takımı, dağınık kuzgun saçları koyu gri gözleri ile yanlarına gelen, Delta’nın diğer amcası Antony’e dönmüştü. Delta hafice gülümsemişti. Çocukluğunun diğer kurtarıcısı, bir diğer vasisi Antony idi. Helia’nın aksine, onu biraz daha asi büyütmüş olsa da, sevgisini asla esirgememişti. Ki karısı, Euterpe’de çok sevecen birisiydi. Helia’nın ki de öyleydi ama Delta ondan her zaman çekinirdi. Ama Delta iki amcasını da çok severdi.
Helia hafifçe kaşlarını çatmış ve Delta’yı bırakıp tamamen Antony’e dönmüştü. Helia, Aydınlığın yani Ying’in oğlu ve varisiydi. Antony ise Yang’in oğlu, varisiydi. Bu da onları babaları gibi iki zıttın temsili yapıyordu. Ama Antony’nin babası gibi olmadığı bariz bir gerçekti. Buna ise en büyük kanıtı yaptığı evlilikti.
“Yerli veya yersiz, farketmez! Öfke kötü sonuçlar doğurur Antony!” dedi Helia sakin bir ses ile. Antony hafifçe gülümsemiş ve;
“Bence yerine göre değişir!” demişti. Helia derin bir nefes almış ve bunu daha fazla uzatmadan Delta’ya dönmüştü.
“Ben yerime geçiyorum Delta. Sen dediklerimi unutma olur mu? Amcanı da bu konuda asla dinleme!” demiş ve Antony’e uyaran bir bakış atıp oradan ayrılmıştı. Antony arkasından sırıtırken, Delta hafifçe başını eğerek amcasını selamlamıştı. Bakışları Antony ile birleşince, ikisinden de minik sessiz bir kıkırtı duyulmuştu.
“Şaka bir yana Delta… Helia haklı. Bunu ona söyleme bu arada. Öfkeni, sebep olanlardan çıkar, başkasından değil… sonra çok pişman olursun!” Antony buruk bir gülümseme ile söylediğinde Delta hafifçe yutkunmuş ve sadece başını sallayarak onaylamıştı. Antony’nin bu konuda derin bir pişmanlığı vardı ama kimse tam olarak bilmiyordu. Antony, Delta’nın omzunu hafifçe okşayarak kendi yerine doğru ilerledi. Delta da derin bir nefes alıp tahtına yerleşti. Tekrar sessizliğe bürünmüştü.
Uzun süren bir bekleyişin ardından, kapılar açılmış ve asrın Han’ı tüm heybeti ve asaleti ile salona giriş yapmıştı. Tüm Çember aynı anda ayağa kalkmış ama Han hiç birine bakmadan eliyle oturmalarını işaret etmişti. Bir çoğu bu duruma alışmış olsa da, bazıları hala bunun üzüntüsünü yaşıyordu. Han’ları beş bin yıldır öfkeli ve soğuktu. Sevgi dolu yanını, artık onlara göstermiyordu. Sebebi ise bilinen en net gerçekti.
Varisini özlüyordu.
Tahtına yerleşti ve Çember üyelerine dönmeden önce, yanındaki boş tahtta özlemle baktı. Beş bin yıl önce o tahtın dolu olması herkesi rahatsız ederken, şimdi boşluğu hepsini kedere boğuyordu. Edler Han bakışlarını tahttan çekti ve sert bir ifadeyle Çember üyelerine döndü. Çatık kaşları ve sert bakışlarıyla hepsine uzun uzun baktı ve duygudan yoksun bir ses ile konuştu.
“Toplanma sebebimizi bildiğinize göre, uzatmayacağım. Komutan Herbert! Gelişme var mı?” Karşıda ki, muhafız birliğinin oturduğu yerde, en başta oturan, rütbeli, siyah saçlı, kirli sakallı, sert bakışlı bir adam ayağa kalktı. Resmi muhafız zırhı, ışıl ışıl parlayan armalarla doluydu ve belinde, Han’ın hediyesi olan, ‘Yürek Söken’ isimli kılıcı asılıydı. Beyaz eldivenli ellerinden biri kemerini, diğeri kılıcının kabzasını sıkıca kavramıştı. Bakışları sert, duruşu ise dik ve kendinden emindi.
“Çevremizdeki her ülke ve kıtalarda, birliklerimiz arama çalışmalarına devam ediyor Han’ım! Maalesef, henüz olumlu bir sonuç alamadık-”
“Şaşırtmıyorsun Komutan! Sonuç hiç değişmiyor nedense?” Delta’nın sinirli sesi, komutanın sözünü yarıda kestiğinde, bütün bakışlar genç Titaniçe’ye dönmüştü. Helia uyaran bakışlar atarken, Antony’nın eğlenen sırıtışı dikkat çekmişti. Açıkçası bu Delta’nın içindeki ateşi daha da körüklüyordu. Komutanı tam şuan boğabilirdi. Zaten onu hiçbir zaman sevmemişti.
“Delta… şimdi sırası değil…” Han’ın yumuşak sesi, Delta’yı kısmen sakinleştirmiş olsa da, gerginlik her bir Çember üyesinde devam ediyordu. Özelliklede Komutan Herbert’ta. Delta’ya öfke dolu bir bakış attı ve devam etti.
“Ama bir görgü tanığı gibi birini bulduk. Varisimizin yerini bildiğini söyledi…” fısıltılar başlarken, herkesi büyük bir merak ve umut kaplamıştı. Delta ayağa kalkmış ve Han’da yerinde dikleşmişti. Han’ın yüzündeki ifadesizlik, gözlerindeki umut ışığı ile çelişiyordu. Beş bin yılın ardından duyduğu bu haber, içini kıpır kıpır etmişti.
“Peki neden hala bekliyorsun komutan?” Herbert sertçe yutkundu. Sonraki haberinin büyük bir kaosa sebep olacağını hissedebiliyordu. Söylemekten başka şansı yoktu. Derin bir nefes aldı ve;
“Bize yerini söylemiyor…” dedi. Fırtına öncesi bir sessizlik, tüm salonu kapladığında, bu defa Edler Han da sertçe ayağa kalkmıştı.
“Ne demek söylemiyor?!” Komutan tüm korkusunun zıttı olarak duruşunu daha da dikleştirdi. Korktuğunu asla belli etmezdi. Hiçbir duygusunu asla belli etmezdi. Onun için sadece öfke vardı, onu çevresine gösterirdi.
“Her yolu denedik Han’ım… ama işe yaramıyor. Bir türlü konuşmuyor…” Edler Han sinirle şakaklarını ovarken;
“Git getir onu buraya!” dedi sıktığı dişlerinin arasından. Komutan birkaç muhafızı, esiri getirmeleri için yolladığın da, Edler Han tekrar tahtına yerleşmiş, eliyle çenesini ovarken, öfkeyle soluyordu. Delta ise hem öfkeli, hem de mutluydu. Tıpkı Okyanus gibi, duyguları belirsizdi. Bazen dingin, bazen hırçın…
Çember üyeleri ise hem meraklı, hem de umut doluydu. Yıllar önce kaybettikleri Varis’i tekrar görebilme ihtimali hepsini mutlu etmişti. Sanki hiç hataları yokmuş gibi, sanki bunu istemeye hakları varmış gibi. Lord Farde, hepsine kısaca göz attı ve bakışları, odanın köşesindeki, kimsenin fark etmediği gümüşi yılanı buldu. Zümrüt rengi gözleri usulca parladı ve Farde’ye sessiz bir emir bırakıp, görünmeyen bir portaldan sürünerek ayrıldı.
Farde emri almıştı ama yerine getirmek ilk defa çok zordu.
Ama başka şansı da yoktu. Sessizce yerinden kalktı ve odanın meşalelerindeki ateşleri kullanarak oradan ayrıldı.
<<<
Tuhaf bir ortamın içindeydim. Etrafımda siyah ve beyaz binlerce yılan, önümde ise uzun bir yol vardı. Tehlikeli ve zahmetli duruyordu. Ucunda beni neyin beklediğini bilmiyordum ama hoşuma gitmeyeceğine emindim. Yine de adımlarım benden bağımsız ilerledi. İçimdeki ses gitmemem için haykırırken, bedenim itaat etmeyi reddediyordu. Sanki iradem benim kontrolümden çıkmış da, daha güçlü birinin eline geçmiş gibiydi. Ve bu canımı çok ama çok acıtıyordu.
“İtaat et Jessie… İtaat et…”
Kafamın içinde yankılanan, huzur verici ses, acımı hafifletirken, adımlarım hızını arttırmıştı. Yolun sonuna doğru hızla ilerliyordum ve etrafımdaki yılanlarda beni takip ediyordu. Yolun sonuna yakın bir yere geldiğimde adımlarım kendiliğinden durmuştu ama kontrol hala bende değildi.
Yolun sonu ise sisli ve karanlıktı. Sanki saklamaya çalıştığı bir şey varmış gibiydi. Ama çabasına zıt olarak, sisin ardında, zar zor gördüğüm iki silüet vardı. Biri uzun boylu bir erkeğe aitti. Diğeri ise onun omuz hizasına gelen, güzel bir fiziğe sahip bir kıza aitti. Emin değildim ama ikisinin de bana baktığını hissediyordum.
Ve o anda, ikisinin de gözleri parlamaya başladı. Kızın gözleri zümrüt yeşili bir ışık ile parlarken, erkeğinkiler, farklı tonlara sahip gümüşi bir renkle parlıyordu. Yılanlar etrafımda çember oluşturmaya başlarken, kızın elinde ok ve yay belirdi. Bu beni yavaş yavaş germeye başlarken, ikisi anlamadığım bir dilde konuşmaya başlamıştı.
“Ub o um Fréré?”
“Elyö nen Koşa…” Kız okunu yayına yerleştirdi ve bana doğrulttu. Gözlerim korkuyla açılırken, bedenimin ve irademin kontrolü hala bende değildi. Kaçacağımı, daha doğrusu kaçmak istediğimi anlamış gibi beni orada sabit tutuyordu. Gözümü bile kırpmama izin vermiyordu ve acısı, yaşlara sebep oluyordu. Canım hala çok acıyordu.
Yay gerildi ve ok fırlatıldı. Sisi delmek istercesine ilerledi ve tam kalbime saplandığında nefesim kesildi.
Nefes nefese uyandım. Güneş çoktan doğmuştu. Perdem kapalı olduğu için içeriye ışık sızmıyordu. Elim benden bağımsız kalbime gitti ve gördüğüm tuhaf rüyanın etkisinden kurtulmaya çalıştım. Ter içindeki bedenim ve düzensiz nefeslerim yüzümü buruşturmama sebep olduğunda, güne bir duşla başlamaya karar verdim. Pikemi üzerimden attığımda, yere düşen kağıt parçası dikkatimi çekti. Uzanıp elime aldığımda, bunun dün akşamki, mutlulukla uyumama sebep olan not olduğunu fark ettim. Dudaklarımda tekrar bir tebessüm belirirken, notu yastığımın altına sıkıştırdım ve yatağımı hızlıca toplayıp, koridorun sonundaki banyoya doğru ilerledim. Hızlıca duşumu alıp, dişlerimi fırçaladım ve gönüllü elbisemi üstüme geçirdim. Saçlarımı hızlıca toplarken, gözlerim odanın ortasındaki hala açılmamış olan paketlere kaydı. Dün akşam yaşananlar tekrar aklıma geldiğinde istemsizce tekrar gülümsedim. Ama Mia tekrar aklıma geldiğinde, gülüşümde dondu kaldı.
Büyük ihtimal bana daha çok bilenmişti ve bu da bu gün içimden geçeceği anlamına geliyordu. Sıkıntılı bir nefes verdim ve daha fazla oyalanmadan odadan çıktım. Bir üst kattaki bakım odasına girdim ve Mia’nın sabah bakımı için gerekli olan malzemeleri aldım.
Sıcak bir havlu, soğuk bir masaj silindiri, güneş kremi ve enerji taşları.
Hepsini bir tepsiye dizdim ve bakım odasından çıktım. Mutfağa geçtiğimde, aşçıların kahvaltıyı hazırlamaya başladıklarını gördüm. Elimdeki tepsiyi, yanımda duran servis arabasına bıraktım. Mia’nın bardağını alıp, defne çayını hazırladım. Yanına diyet takviyesini de ekleyip, tepsiye yerleştirdim. Bu tepsiyi de servis arabasına yerleştirip mutfaktan çıktım ve Mia’nın odasına doğru yola koyuldum.
Tam kapısının önüne geldiğimde, girip girmemek arasında kaldım ama zaten girmemek gibi bir şansım yoktu. Derin bir nefes aldım ve kapıyı yavaşça açtım. Alışkın olduğum karanlık beni karşıladığında hafifçe geri çekilip kapıyı daha da araladım. Servis arabasını yavaşça içeri sürdüm ve ardından perdeleri açmak için pencerenin olduğu yere yöneldim. Perdeyi açtığımda, her zaman duyduğum huysuz sesi duyamadığım için şaşkınlıkla arkama döndüm. Şimdi aydınlık olan oda dağılmıştı. Ayna kırılmış, masa ve mobilyalar devrilmişti. Mia’nın dün akşam mahvolan elbisesi ise yerde, parçalanmış bir haldeydi. Ve Mia…
Üstünde sabahlığı, dağılmış siyah saçları ile sırtı bana dönük oturuyordu. İçimde baş gösteren endişe ile hızla Mia’nın yanına gittim. Gördüğüm manzara ise beni daha da korkuttu.
Pembe gözleri, donuk bir ifade ile karşı duvara bakıyordu. Yüzü çizikler ve hala kanayan yaralarla doluydu. Birkaç küçük morlukta beyaz teninde çok dikkat çekiyordu. Sol bacağını kırarak yatağa dayamıştı ve iki eli gevşekçe bacağına sarılmıştı. Bakışları donuk ve gözleri yaşlarla doluydu. Hafifçe sallanarak boş duvarı izliyordu. Gözlerimi üzerinden ayırmadan yavaşça yanın da diz çöktüm ve bir elimi nazikçe bacağına yerleştirip, yumuşak bir ton ile seslendim.
“Mia..?” cevap vermedi. Hala donuk gözleri ile duvarı izliyordu. Onu sakinleştirmek için, elimi yavaşça dizinin üzerinde gezdirdim. Ne olursa olsun, Mia’yı bu halde görmek beni korkutmuştu. İçimde ona yardım etmemi haykıran bir ses vardı ve ben onu dinlemekten çekinmiyordum. Aynı ses tonuyla tekrar seslendim.
“Mia… sorun ne?” sonun da bakışları bana döndü ve o anda, gözlerinde birikmiş yaşlar usulca süzüldü. Bu görüntüye, istemsizce içim acırken, elim anın da düşen yaşı silmek için, Mia’nın yara içindeki yüzüne doğru uzandı.
“Jessie… b-ben…” iki elimde yanaklarını kavrarken, yumuşak bir sesle cevap verdim.
“Tamam… sakin ol… ne oldu? Anlat bana. Beraber çözelim…” gözleri uzun uzun yüzümde gezindi ve ardından da…
“ANNE! BABA! YARDIM EDİN!” aniden çığlık çığlığa bağırmaya başladı. Beni bileklerimden tutup uzaklaştırmaya çalışırken, ben olayın şokunu atlatmaya çalışıyordum. Neyse ki bu sefer uzun sürmedi.
“Mia! Mia dur! Sakin ol! Yardım etmeye çalışıyorum! Mia lütfen…” odanın kapısı sertçe açıldığı gibi bende aynı sertlikle geriye doğru çekildim. Sırtım kapıya öyle sert çarpmıştı ki, kapı tekrar kapanmıştı. Kapının kulpu ise bel boşluğuma çarpmıştı. Acıyla inlediğimde, sert ve öfkeli bir ses duydum.
“KIZIMA NE YAPTIN SEN?!” şaşkınlık ve korkuyla başımı kaldırdım. Bağıran ses Bay Banner’a aitti. Bu beni fazlasıyla afallatmıştı, çünkü Bay Banner, ne bana ne de başka bir gönüllüye, hiçbir zaman sesini yükseltmezdi. Bu ailede, gönüllülere karşı anlayışlı ve nazik olan tek kişiydi o. Gözlerim arkadaki görüntüye kaydı. Bayan Bbanner, bir yandan bana öfke ve nefretle bakarken, bir yandan da Mia’ya sarılıyor onu sakinleştirmeye çalışıyordu.
“B-ben hiçbir şey yapmadım! B-ben…”
“YALANCI! YILLARCA BU ANI BEKLEMİŞSİN! AZ ÖNCE İTİRAF ETTİN!” Mia’nın söyledikleri ile şaşkınlıkla ona baktım. Dediklerinin hiçbiri yaşanmamıştı bile! Bu kızın amacı neydi? Ağlayarak babasına döndü ve benim donup kalmama sebep olan o sözleri söyledi.
“Baba… J-jesssie bana saldırdı. Beni hırpaladı! Yıllarca içinde tutmuş tüm kinini… eğer yetişmeseydiniz…” daha çok ağlamaya başlayınca, Bayan Banner kızına daha sıkı sarıldı. Ben olayı yeni yeni anlamaya başlarken, saçlarıma asılan eller ile bir kez daha acıyla inledim. Ve daha kırıcı olanı ise, bunu Bay Banner’ın yapmasıydı.
Daha dün beni, Artlex’e kayıt için götüren adam… bana gülen adam…
“Böyle biri olduğuna inanamıyorum Jessie! İyi niyetimi suiistimal ettin! Sana gerçekten inanamıyorum! Eşyalarını topla ve hemen evimden defol!” dedi dişlerinin arasından ve beni sertçe koridora fırlattı. Varlığını unuttuğum ailem bana sinirle bakarken, bakışlarım odanın içindeki, annesine sıkıca sarılan Mia’ya kaydı.
Kimsenin görmediği ve büyük ihtimal hiçbir zaman görmeyeceği şeyi gördüm.
Mia’nın zaferle parlayan gözlerini…
Hepsi bir oyundu! Beni kandırmıştı. Kendince benden, hem dün gecenin, hem de Artlex’e gitmemin intikamını almıştı. Dediğinin arkasında durmuştu işte. Vazgeçmediğim için hayatı bana şimdiden dar etmişti.
Gözyaşlarım tüm şiddeti ile akarken, bu defa babam saçlarımdan sertçe kavramış ve alt kattaki odaya doğru sürüklemişti. Beni odanın içine fırlatmış, kendisi de peşimden girmişti. Annem de ardından girip kapıyı kilitlediğinde, başıma gelecekleri tahmin etmek hiç de zor olmamıştı. Annem hiç sesini çıkarmadan eşyalarımı toplarken, babam elini kemerine atmıştı.
“Geri zekalı, geri zekalı… GERİ ZEKALI!”
Gözlerimi setçe kapattım ve gelecek olan her acıdan kendimi soyutlamaya çalıştım. Ama acıya karşı soyutlanmak imkansızdı. Bunu en acı şekilde öğrenmiştim.
Ama tüm bu yaşadıklarımın sebebi neydi? Kadere olan isyanım yüzünden miydi? Şikayetlerim yüzünden mi?
Eğer öyle ise… özür dilerim… lütfen daha fazla ceza vermeyin! Dayanacak kadar güçlü değilim!
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |